@dilhann
|
Kapana kısılmış hissediyorlardı. Dilhun ve Hilal bir süre sessizce bakışmayı sürdürdü. Dilhun, elindeki telefonu sıkıca kavramış ve elinin acıdığını bile fark edemeyecek bilinçsizlik haline bürünmüştü. Kapılarının önünde ki hareketlenme son bulmuştu ve bir el silah sesinin ardından başka bir ses duymamışlardı. Kapıya doğru adımlamak ve saklanmak arasında gidip geliyordu Dilhun. Masasının karşısında ki kemik rengi duvarda asılı olan krem rengi tabloyla gözü çarptı. Tablonun üzerinde farklı yönlere kanat çırpan silik iki siyah kuş vardı. Çırptıkları kanatları birbirine çarpacak kadar yakınlar ama farklı noktaları hedefledikleri kadar uzaklardı. Dilhun, derin bir nefes aldı. Odasının camdan yapılma kapısına doğru bir adım attı. Omuzunun üzerinden arkasına baktığında Hilal'in olduğu yere çöktüğünü gördü. Gözlerinden akan birkaç damla yaş korkusunun getirisiydi. "Ben bakıp geleceğim. Telefonunu yanında tut ve her ihtimale karşı kendini toparla." Hilal'den bir karşılık alamamıştı. Onu geride bırakarak odasından çıktı ve dar, uzun koridordan yürüyerek ofislerinin dış kapısına kadar geldi. Önce siyah çelik kapının yanında duran kapının önünü gösteren kameraya baktı. Kapının önünde kimse görünmüyordu veya bir kargaşa yok gibiydi. Arından kapının deliğinden baktı ve uzun koridorda görüş açısında kimsenin olmadığını görünce derin bir soluk verdi. Uzun zamandır nefesini tutuyor gibi hissediyordu ve nabzı yüksekti. Titreyen eliyle kapıyı açtığında boş koridorda kapının açılma sesi yankılandı. Yavaşça araladığı kapıdan dışarı doğru baktı ve koridorun duvarında ki kan izlerini gördü. Telefonundan rezidansın güvenliğini ararken aynı zamanda koridora doğru bir adım attı. Saniyelerce çalan telefon yanıtsız kalırken Dilhun koridorun köşesine yaklaşmıştı. Köşeyi döndüğünde duvarın dibine çökmüş olan güvenlik görevlisini gördü. "Ali, iyi misin?" Endişeyle yanına çöktüğünde sesinin tonunun düşük olmasına dikkat etti. Etrafta neler döndüğünü anlayamıyordu ama bu sessizliğin normal olmadığının farkındaydı. Ali'nin açık mavi gömleği kanla kaplanıyordu. "Gidin buradan." "Kim yaptı bunu?" Ali'nin iri yarı bedeni giderek küçülüyor gibiydi. Esmer teninde oluşan boncuk boncuk terler acısının göstergesiydi. "Başkanın adamları. Suçu onlara atmak istiyorlar." Ali'nin bayılmadan önce ki son sözleri bu olmuştu Dilhun'a. Ona nasıl yardım edeceğini bilmiyordu. Yüzüne birkaç defa tokat attı. Ali'nin ayık kalmasını istiyordu. Telefonunu çıkarıp ambulansı çağırmak için şansını denedi. Patlama alanına akın ettiklerinin farkındaydı ama Ali'yi burada bırakmaya gönlü el vermiyordu. Ali'nin gömleğinin düğmelerini açıp, kendine alan yarattı. Kanamayı durdurmak için baskı uygulayacağı bir şeye ihtiyacı vardı. Onu yerde bırakıp, ofise dönmek için ayağa kalktı. Koridorda hızlı adımlarını peşpeşe atarken bir yandan hala bir umut yardım çağırabilmek adına telefonuyla uğraşıyordu. Cevapsız kalan çağrılarıyla sinirleri iyice gerilirken kendini bırakmamak için direniyordu. Ofisin kapısından geçtiğinde Hilal'in ağlayarak birileriyle konuştuğunu duydu ama bunu umursamadan koridorda ki banyoya girdi. Beyaz banyo dolabını açıp içinden birkaç tane temiz havlu aldı ve kapağı kapatmakla uğraşmayarak tekrar Ali'nin yanına dönmek için hareketlendi. Ali'nin yanına döndüğünde teninin giderek beyaza çaldığını gördü. Havlulardan birini kanamaya devam eden yaranın üzerine koydu ve hafifçe bastırdı. İlk yardım konusunda bilgisi olduğu söylenemezdi ve yaptığı herhangi bir hareketin onun ölümünü hızlandırmasını istemiyordu. Diğer havluyla Ali'nin alnını sildi ve başına destek olması için onu top haline getirip, zemine değen başını hafifçe eliyle destekleyerek kaldırıp havluyu altına yerleştirdi. Koridordan gelen ayak sesleriyle nabzı hızlanmıştı. Son çare olarak babasını aramaya karar verdi. Hatların yoğunluğunu göz önünde bulundurarak internet üzerinden gerçekleştirdiği araması birkaç saniye sonra karşılık bulmuştu. "Dilhun! Sen delirdin mi?" "Baba, bunun için vaktimiz yok. Biri vuruldu ve kanamasını durduramıyorum." Telefonun ucundan derin bir soluk alış sesi gelmişti. Babası Akif Öztürk, ünlü bir cerrahtı. Babası kağıt üzerinde ve medyada hükümet yanlısı olarak görünüyordu ve Dilhun'un bu baş kaldırısı en çok onu etkileyecekti. Göze alınmış çok şey ve ardında bırakılacak çok hayat vardı. Bu zamana kadar rahat nefes alışlarının en büyük sebebi ise babalarının ünü ve medyada birçok kez Başkanla aynı karede yer almasıydı. "Nasıl bir belanın içindesin sen Dilhun? Kim vuruldu?" "Baba bu sorular için vaktim yok. Havluyla yaraya baskı uyguluyorum ama ne kadar faydalı bilmiyorum. Ambulans için kimseye ulaşamıyorum. Yardım et!" Sonlara doğru sesine umutsuzluk ve endişe yayılmıştı. Ali'nin mırıltısını duydu. Sayıklıyordu. Dizlerinin üzerine çöktü ve dediklerini anlamlandırmaya çalıştı. "Kızım, geldim." "Dilhun! Bana odaklan. Bilinci yerinde mi?" Dilhun'un aklı ise tamamen Ali'nin dediklerindeydi. Ofislerini ilk tuttukları zaman Ali'yle sohbet etme şansını bulmuştu. Henüz otuzlarının ortasında olan Ali birkaç sene önce küçük kızını trafik kazasında kaybetmişti. Bu kayıp onun hayatından çok şey götürmüştü. Sevdiği kadın bu acıya dayanamamış ve onu terk etmişti. Dilhun, burnunun sızladığını hissetti. Daha yaşayacak çok zamanı ve kurması gereken bir ailesi vardı. "Bilinci yerinde değil. Yani sayıklıyor." "Tamam şimdi onu düz bir şekilde yere yatırmanı istiyorum. Başını yana çevir ve pansuman yaptığın havluyu değiştir. Sana bizim hastaneden bir ambulans yönlendireceğim. Bu süre içinde onu stabil tutmanı istiyorum." Yanında getirdiği son havluyu kanlı havluyla değiştirdi ve merdiven girişinde ki kapının açılma sesini duydu. Kapıdan giren üniformalı polis memurunu görmesiyle derin bir nefes aldı ve kaskatı kesilen bedeninin gevşediğini hissetti. "Dilhun, ne oluyor?" "Sonunda!" Hilal'in kendine gelmiş olmasına karşı ses tonuna hakim olamayarak konuşmuştu. Etrafında insanların olması onu biraz olsun bulunduğu duruma karşı rahatlatırken artık tamamen odağı Ali olmuştu. "Baba, biraz çabuk olmalarını söyler misin? Giderek rengi soluyor." "Telaş yapmanı istemiyorum. Şimdi telefonu kapatacağım ve en kısa sürede seni tekrar arayacağım." Hilal ikilinin konuştuğu sırada Dilhun'un yanına gelmiş ve onun bıraktığı pansuman yapma görevini devralmıştı. "Hilal, şimdi soru sormadan sadece Ali'nin başında dur." Polis memuru ikilinin yanına yaklaşırken yüzüne ukala bir ifade takınmıştı. Onların başına bela açmadan bu işten sıyrılabileceklerini düşünüp, bu kadar cesur olmalarını aptallık olarak görüyordu. Dilhun ayağa kalktı ve polis memuruna elini uzatacağı sırada Ali'nin kanına bulanmış ellerine baktı. Elini iki yanına bırakırken kan lekeleri elinde tonlarca ağırlık taşıyormuş hissiyatı vermişti. Polis memuru, başında ki şapkasını çıkardığında hafif dökülmüş tepesinde ki saçları ve sıktığı pantolon kemerinin etkisiyle iyice ortaya çıkan göbeğiyle Dilhun'da bir ciddiyet oluşturamamıştı. "Hanımlar? Burada ne olduğunu açıklamak ister misiniz?" "Ben,Dilhun Öztürk." "Namınız kısa sürede yayıldı. Biliyorum." Göz ucuyla Ali'yi işaret ettiğinde sanki sıradan bir olaymış gibi rahattı. Dilhun, adamın bu hallerinden işkillenmiş ve her hareketini dikkatle izlemeye başlamıştı. "Ofisteydik. Patlama sesinin ardından bir el silah sesi duyduk ve bir süre sonra bakmak için dışarı çıktım. Zaten kamera kayıtlarından her şeyi görebilirsiniz." Dilhun, tek seferde sorabileceğini düşündüğü her sorunun cevabını vermişti. Karşısında ki adamın kaşları çatılmıştı. Yüzüne alaycı gülümsemesini yerleştirmiş onlara bakıyordu. Konuşacağı sırada asansörün kapısı gürültüyle açıldı ve sağlık görevlileri sedyeyle beraber asansörden çıktı. Hilal, elinde ki havluyu bırakıp, ayağa kalktı. Ayaklarının üzerinde durmakta zorlanmıştı. Onu kan tutardı ve az önce fazlasıyla kan görmüştü. Mide bulantısı gün yüzüne çıkarken konuşabilecek gibi değildi. Öğürme isteğiyle dolduğunda geride bıraktıklarını düşünmeden ofise koşmaya başladı. Kendini banyonun kapısından içeri attığı gibi lavaboya dayandı ve öğürmeye başladı. Dokunduğu her yer kan lekesi olurken gözleri kararmaya başlamıştı. Dönen başı ve kararan gözleriyle sendeleyeceği sırada Dilhun'un koluna girip destek olmasıyla ayakta kaldı. Dilhun bir şey demeden Hilal'i lavabonun kenarına getirip, suyu açtı. Ellerini sabunlayıp kandan arındırırken Hilal'in dudaklarından firar eden hıçkırık ortamın sessizliğini bozan şey olmuştu. Dilhun arkadaşını kollarının arasına alıp, ağlamasına izin verdi. Kollarının arasında yerini alıp, boğazına düğümlenen bütün anları hıçkırıklarına dökmüştü. "Biraz daha iyi misin?" "Biz neye bulaştık Dilhun?" Sesi fısıltı gibi çıkmıştı. Zaten daha fazlası için gücü kalmamıştı. Dilhun, Hilal'i kendinden uzaklaştırıp, eliyle arkadaşının göz yaşlarını sildi. "Az önce yaşadıklarımızın bizimle bir ilgisi yoktu. Ali, bayılmadan önce bir oyun olduğundan bahsediyordu. Her zaman ki gibi. Tek farkı bu sefer bize daha yakın olması." "Her zaman ki gibi." Banyodan çıkıp, ofislerinin bekleme alanı olarak döşedikleri girişe geçtiler. Karşılıklı duran ikili, koyu kahve kanepelerden birine yönlendirdi Hilal'i. Yan yana oturduklarında Hilal artık daha rahat nefes alabiliyor, Dilhun ise gerginliğin getirdiği baş ağrısı ile kasılıyordu. Ofisin aralık kapısından içeri az önce geride bıraktığı polis memuru girince yorgunlukla soluk vermişti. "Benimle karakola gelmeniz gerekiyor." "Halimizi görmüyor musunuz? Ayrıca siz bizi nasıl buldunuz? Daha doğrusu Ali'nin vurulma haberi ortalık bu kadar karışıkken size nasıl ulaştı?" Memurun göz harelerinde şaşkınlık belirmişti. Bu kaba adam artık Dilhun'un iyice sinirini bozmaya başlamış ve onu bir an önce göndermek istiyordu. "Binadan şikayet geldi. Görevimi yapmama izin verin." "Adresimizi, kimliğimizi ve ülkeden çıkamayacağımızı sizde biliyorsunuz. Şimdi bize soluklanmamız için biraz zaman tanıyın. Daha sonra gelip ifade vereceğimize emin olabilirsiniz." Hilal tek nefeste kurabileceği en uzun cümleyi kurmuş ve karşılık olarak anlayış beklemişti. Adam bir süre iki kadının yüzünde gözlerini gezdirdikten sonra bir parmağını kemerinin köprüsünden geçirip, böbürlendiğini sanarak gerildi. "Telefonlarınız her zaman açık olsun. İfadeye çağırılacaksınız." "Tamam, iyi günler. Zaten yolu biliyorsunuz." Kapılarının gürültüyle kapanmasıyla Dilhun koltukta geriye yaslandı ve gözlerini kapadı. Bitik hissediyordu. Parmak uçları karıncalanıyor ve karmaşık duyguları bedenini ele geçiriyordu. Kendini bırakmamak için direndiği her saniyenin acısını şimdi hissediyor ve her sahneyi zihninde tekrar tekrar oynatıyordu. "Onunla görüşeceğim." Dilhun sonunda kendi düşünceleri arasında mukayesesini yapmıştı. Kararının netliği sesine yansımıştı. "Ne?" Hilal'in anlamsız bakışları ona döndüğünde cebindeki telefonunu çıkarıp arkadaşına gösterdi. Hilal bugün daha fazlasını kaldırabilecek gibi değildi. Ekrandaki mesajı defalarca okumuş en sonunda telefonu koltukta aralarına koymuştu. "Sen bu adamla görüşmekten mi bahsediyorsun? Bugün kimseye acımadıklarını görmedin mi?" "Biz bu sabah çok büyük bir adım attık Hilal. Buradan kaçış yok. Eğer Alparslan beni öldürmek isteseydi az önce vurulan Ali değil ben olurdum." Hilal, Dilhun'un rahatça söylemlerini şaşkınlıkla dinlemişti. Her zaman cesur olan taraf Dilhun'du ama bu artık cesaretin ötesindeydi. Ölüme yürümekti. "Çok rahatlattın içimi sağ ol." "Gerçekleri söylüyorum. Adamların elinde var olan güç azımsanamaz. Haberi yayınladıktan onbeş dakika sonra bana böyle bir mesaj atıyorsa amacı başka demektir." Hilal, yerinden kalkıp ortada volta atmaya başladı. Düşünüyor ama mantığına oturtamıyor ve bir çıkış yolu bulamıyordu. "Böyle bir şeye izin veremem. Bir süre geri çekiliriz ne bileyim dağ evine falan gideriz?" "Ortadan kaybolmamızın söz konusu olmadığını biliyorsun. Adamlar ABCNews'i hacklediler. Sence bizi bulmaları kaç dakikalarını alır?" Dilhun için bu görüşme bir kumardan ibaretti. Hayatı üzerine bir kumar olacaktı ama Alparslan'la görüşmek onun için birçok soru işaretinin kalkması demekti. Onu görebilir ve yıllardır süren bir gizemi kendisi için sonlandırabilirdi. Ona sorduğu her sorudan alacağı yanıt ise hayati değer niteliğinde olurdu. Her şeyi kafasında tartmıştı. Nasıl bu kadar büyük bir ağa sahip olabilmişlerdi? Be's dün geceye kadar olan sessizliğine gömülmeden önce büyük ses getirmişti. Hoş, hala yankıları sürüyordu. Yeni bir eyleme, yeni bir söze onlar için gerek yoktu. Mutfakta oturduğu o akşamı anımsadı. Televizyonun ekranı kırmızı ışıkla ve siren sesiyle yanıp sönmeye başladığında kulakları uğuldamıştı sesi kısmak için kumandaya uzanacakken tok ses evin içinde yankılandı. "Bu hepiniz için çalan siren sesi, Durmayacağız ve boyun eğmeyeceğiz, Çünkü biz tehditin ta kendisiyiz!" Ses kesildi ve siyah ekran üzerinde yazı 3 dakika boyunca kaldı. Ekranın altında geçen kanal isimlerini gördüğünde tüyleri ürpermişti. Nasıl bir güç bunu sağlayabilirdi? Be's için durmak diye bir kelime yoktu. Önlerine çıkan herkesi yok ediyorlardı. Zengin,fakir,masum,suçlu hiçbir farklılıkları yoktu. Önemli olan onları desteklemekti. Dünyamızda tarafsızlık terimi kalmamıştı. Az önce yaptıkları ise dünyaya baş kaldırmaktı. İstediklerini alana kadar yok edeceklerdi. "Kendin söylüyorsun ne kadar tehlikeli olduklarını. Onunla görüşmen ne kadar mantıklı?" Mantık denen şeyi yıllar öncesinde bırakmıştı. Artık onun için sadece yaşam savaşı vardı. Tutunabilenler ve adı bir daha anılmamak üzere yok olanlar. Dün gece ölen Neslihan için kim yas tutmuştu? Daha doğrusu kim yas tutmaya cesaret edebilmişti? Ailesine ulaşabilen kimse yoktu. Kızının Be's elinde olduğu bilinen bir gerçekti. Neslihan ölürken kocası ve annesi neredeydi? Kafasında dolanan birçok soru vardı. "Onunla görüşeceğim. Öldürülüp, adı dahi anılmayanlar için görüşeceğim. Başkan'ın burnundan kıl aldırmadığını hepimiz biliyoruz. Bir daha böyle bir fırsatı elime geçiremeyebilirim." Kararı kesindi. Bu sesine de yansımıştı. Uzandığı yerden kalktı ve ağrı kesici almak için mutfağa ilerledi. "Senin için endişeleniyorum." Hilal'in yükselen ses tonu yüzünü buruşturmasına sebep olmuştu. Şu an bütün seslere karşı duyarlıydı. "Biliyorum. Senden tek ricam ben görüşmeyi ayarladıktan sonra annemlerle dağ evine gitmenizi istiyorum. Orası dayımın üzerine en azından size ulaşmaları biraz zorlaşır." Geniş mutfağın ortasındaki adada olan sürahiye uzanıp, kendisine ait olan üzerinde siyah D harfi baskılı cam bardağa su doldurdu. Hemen altta ki çekmeceden kendine ağrı kesici çıkarıp, suyu tek dikişte bitirdi. "Seni yalnız mı bırakmamı istiyorsun?" "Gel benimle." Mutfaktan çıkarak odasına geçmiş ve Hilal içeri girdikten sonra masasının etrafında dolaşarak kitaplığının önünde durdu. Siyah, duvarın yarısını kaplayan kitaplığının önünde diz çökerek sol alt köşesinde ki dolabı açtı ve görüş açısına giren kasaya şifreyi girdi. Tok ses odaya dolduğunda Hilal hala arkadaşının ne yaptığını çözmeye çalışıyordu. Kasadan çıkan dosyayı Dilhun önüne koyduğunda kaşlarını çattı. "Bu ne?" Dilhun dosyayı işaret ettiğinde Hilal, dosyayı açıp içindekileri çıkardı. İkisinin ailesi içinde sahte pasaport ve kimlikler vardı. Buradan çıkışları içinse gerekli olan bir evrak. Tek atımlık hakları vardı ve o yemekten dönemezse onların kurtulmasını istiyordu. "Sen- ne ara?" Kekeleyerek konuşan arkadaşının elini dostça sıktı. "Her zaman bir adım ötesini düşünmek zorundayız Hilal. Biliyorsun ki buradan dönüşümüz asla olmayacak. Ben o yemekten sağ dönsem bile bir plana ihtiyacımız her zaman vardı. Bilinmezliğin ortasında yaşıyoruz. Orada ki dilekçe yurtdışında hatrı sayılır bir mevkide olan arkadaşımın imzasıyla yazıldı. Sizi kimse durduramaz." "Seni sevdiğimi biliyorsun." Ayağa kalkıp ona sıkıca sarıldı. Geçen yıllar onları arkadaştan daha öte duyguyla bağlamıştı. Kan bağının bulunmadı iki kız kardeş gibilerdi. Çalan kapıyla birbirlerinden ayrıldılar. Bugün bu kapıdan hiç güzel bir haber gelmemişti. Dilhun, istemeyerekte olsa girişe doğru gelmiş ve kapının önünü kontrol ettikten sonra kapıyı aralamıştı. Kapıyı açmasıyla ayağının takılması bir olmuştu. Başını yere eğdiğinde gördüğü siyah kutuyla kaşları havalandı. Yere eğildi, kutuyu aldı. Kollarını genişçe açmasını gerektirecek büyüklükte ki kutuyu incelediğinde sol üst köşedeki kabartmayı gördü. Kabartmanın üzerinde elini gezdirdiğinde kutunun sahibini anlamak zor olmamıştı. Siyah şahin figürü alacalı haliyle buradayım diyordu. Kutuyla beraber içeri girdiğinde Hilal, yanına gelmiş ve sorgularcasına ona bakıyordu. "Alparslan Şahin'den bir kutumuz var." Masanın üzerine kutuyu koyup, siyah kurdeleyi bir ucundan çekerek kurdelenin açılmasına izin verdi. Korkmadığını söyleyemezdi. Kutunun kapağını yavaşça araladığında özenle katlanmış siyah elbise görmeyi beklemiyordu. Kutunun içinden elbiseyi çıkarıp, inceledi. Yakası kare gelen, balon kollu, diz altında biten, derin yırtmaçlı bir elbiseydi. Bu da neydi? Elbiseyi kutunun üzerine koyacakken kutunun içinde ki not kağıdı gözüne çarptı. Güzel el yazısıyla yazılmış notu okurken dudakları kurumuştu. "Zarafet kadının en hoş elbisesidir. Umarım ki sizin zerafetinize yakışacak bir elbise olacaktır. İki gün sonra görüşmek dileğiyle. A.Ş." |
0% |