Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BİR ÇİFT SİYAH

@dvisal

15/01/2021

 

Kayalıklardaydım. Akrep ve yelkovanın hangi hizada olduğunu bilmediğim saatlerde, kayalarda savrulan dalga seslerinin yakınındaydım.

Dur, bir ses daha!

Yıllar sonra onu gördüm, acısının zehri göğsümden karın boşluğuma bir yol çizdi. Aynı yüz, aynı bakış, aynı burundan soluyuş... Neden öfke dolup taşıyor gözlerinden anne? Ben mi kızdırdım yoksa yine? Özür dilerim, bilemedim.

Bana, dinmeyen öfkesi ile yaklaşan sert adımları, toprakta yankı bulurken burnumdaki sızı dudaklarımı büktü. Yaklaştı, yaklaştı... Tam karşıma dikildiğinde adımlarını durdurdu ve ince parmaklarını kollarıma sardı. Sarılacak mıydı? Her şeye rağmen sarılabilirdi öyleyse. O gün bana inanmamış olmasına rağmen, tanımadığım birisine terk edip gitmiş olmasına rağmen, sevmemiş olmasına rağmen...

Sahi, kaç yıl oldu anne sarılmayalı?

Kokunu unutacak kadar yıl geçmiş anne, hatırlamıyorum. Hatırlamak için çok uğraş verdim, ben birçok şey için uğraştım ama hiç beceremedim. Biliyor musun hiç önemsememiş olsan da en çok seni affedebilmek, kafamın içinde seni aklayabilmek için uğraş verdim. Yalnız sanma ki affedebildim, aklayabildim seni.

Bazı hataların affı olmaz,

Bazı karanlıklar hiç aklanmaz,

Bazı kesikler dikiş tutmadığında yara olur, emarelerini derinin altına, seni o emarenin içine hapseder çünkü.

Gözlerinden gözlerime bir köprü kurmuşken, soğuk bedenimi kolları sarsın, biraz olsun ısınayım diye bekledim ama yalnızca bekledim. Sarmadı, bir kere bile sarmalamadı; ben de hep soğuk kaldım.

Yine de gözlerime dolan bir avuç yaşla, bürünebileceğim en sıcak halim ile gülümsedim ona ama karşılığı yoktu. Mimik dahi oynamadı yüzünde. Bir defaya mahsus olsa bile bana gülümsediğini görseydim eğer, iyileşebilirdim belki. Diğer çocuklar gibi masum ve temiz olur, ben de sevilirdim. Şimdiyse sevilemeyecek kadar suçlu ve kirli olan o kız çocuğu benim.

Ağladım, kıvrandım, acıyla kavruldum; büyüdüm.

Sen yoktun.

Belki de beni sen kavurdun?

Bir anda bedenimi arkama döndürdüğünde kendisi gibi yürütmeye başladı çamura dönmüş toprağın üzerinde. Koluma uyguladığı baskıdan ötürü ince parmaklarının boğumları beyazlamıştı ancak acısını hissedemiyordum. Ne çıplak ayak tabanlarıma batan keskin taşların, ne üzerimize sicim gibi yağan yağmur tanelerinin acısı yoktu. Belki de içimdeki acı öyle çok yer kaplıyordu ki, farklı acılara yer bırakmamıştı.

Her zaman olduğu gibi yaptıklarına boyun eğdim ve ellerinin altında ilerlemeye devam ettim, uçurumun dibine kadar geldik.

Şimdi, yine akrep ve yelkovanın hangi hizada olduğunu bilmediğim saatlerde, kayalarda savrulan dalga seslerinin hemen yanındaydım.

Annemin yanındaydım.

Burası güvenli ve sıcak değil, burası buz gibi...

Sönmüş ciğerlerime hava alma ihtiyacı ile derin bir nefes çektiğimde içimin titremesine sebep olan bir şey oldu. Bir koku? Çok farklı ama tanıdık hissettiren bir koku... Neyin kokusuydu bana nefes veren?

Kollarımdaki parmakların bir anda yok olmasıyla sol ayağım boşluğa düştü, ben de düştüm. Çığlık atmak, içimdeki zehri ilk kez, belki de son kez akıtmak istedim yüzüne karşı lakin fısıltım bile dökülmedi boğazımdan, sımsıkı yumdum gözlerimi; korktum ama ölmekten değil, annemin yaratabileceği ölümden korktum...

Tam o anda beklemediğim bir sıcaklık sardı bileğimi. Bakışlarımı önce bileğimdeki ele, sonra da elin sahibine kaldırdım. Koyu kumral saçlarının altına hizalanmış kaşları, siyah gözleri, hafif kemerli burnu ve kalın dudakları buğday teninin üzerinde dans eden bir yabancı. Gözleri simsiyahtı ama bakışları yumuşacıktı. Göz kapaklarım ağır ağır açılıp kapanırken süzdüm siyahlarını bir süre. İçim acıdı gözlerinden geçen ifadeye, canım yandı ve ben onca acıma katlanırken ondan akan duygulara katlanamayıp yumdum gözlerimi.

Bileğimden hızla yukarı çektiğinde zayıf bedenim, tekrar kayaların üzerinde ve bedeninin hemen yanında bir yer buldu kendisine. Daha yoğun bir şekilde burnumun ucunda parladı aynı koku, gözlerimi açmamı istermiş gibi ama açamadım. Kokunun sahibi bu yabancı mıydı? Kokusunun eşliğinde bir sıcaklık bedenimi kaplarken nefesi saçlarımda geziniyordu. Daha çok hissettim sıcaklığı, gömülebildiğim kadar gömüldüm içine; gitmesin diye.

Bir yabancının yanında, kokusunu soluyordum şimdi.

Burası güvenli ve sıcak, burası kor...

Ne kadar zaman geçtiğini bilmediğim bir süre öylece kaldık ama bir boşluk doldu içime, sonrası bana tanıdık soğuk. Sıcaklık kaybolmuştu, neredeydi? Gözlerimi araladığımda dizlerimin üzerinde, soğuk toprakla baş başa kalmıştım.

Bakışlarım, etrafı hızla taradı ama ne varlığını bulabildim ne de varlığına dair bir iz. Annem de gitmişti. Beni öldürüp gitmişti. Her gelen mahkûm muydu gitmeye?

Dizlerimde beliren ıslaklıkla birlikte gözlerim, dizlerimin gömüldüğü toprağa çevrildi. Sol bileğimi gördüm, kanayan; zihnimdeki sesleri duydum, kan dolu.

 

Ben onu evimde görmek istemiyorum artık, yoruldum!

Kesik.

On dört yaşında bir çocuktan bahsediyoruz Leyla! Sana ihtiyacı var, annesine ihtiyacı var...

Kan. 

Bak işte! Karnında bebeğin ölmemiş miydi zaten senin?

 

Oluk oluk akan kan, parmak uçlarımdan aşağı doğru bir yol çizdi kendine ve yağmurdan çamura dönmüş toprak biraz daha ıslandı, benim kanımla. Kirli bedenimse öylece kalmıştı kanlı toprakta.

...

 

Her ne zaman dayanamayıp uyuyakalsam bana uğrayan kâbuslardan birisine karşılık gözlerimi araladım ve bakışlarım desenli kahve kupasıyla kesişti. Başımı sızlanarak kitap ve defterlerin üzerinden kaldırıp yüzümü sertçe ovuşturdum. Son hatırladığım, sabahın altısında gözlerimi dinlendirebilmek adına başımı kitaplara yasladığımdı. Sonrasında da dayanamayıp uyuyakalmış, altı yılı aşkın süredir köşe bucak kaçtığım ama asla peşimi bırakmayan kâbuslarımdan bir yenisini zihnimin derinlerine sıkıştırmıştım. Kaçabilmek için uyumamam gerekiyordu lakin artık bütün kaçış noktalarımın çıkmaz sokağa dönüştüğünü hissetmeye başlamış vaziyetteydim. İçimde bir karabulutun gezdiğini, göğüs kafesimi her geçen gün yağmurları ile doldurduğunu hissediyordum. Orası doldukça ben de dibe, uykunun kollarına çekiliyordum; boğularak.

O kara bulutun adı, yorgunluktu.

Çocukluğumdaki uykucu hallerimi hatırlıyorum bazen, tünediği her yerde uyumayı başaran, sessiz bir kız çocuğu. Bir koltuk, mutfak masasının altı, annemin kapısının önü... Ancak zaman aktı, her şey geride kaldı, uykularım gitti; ben değiştim. Şimdiyse o küçük kız çocuğu, her gece bana uyku için yalvarırken; on dört yaşım, kâbuslarımı haykırıyor, o keskin pençelerini geleceğime geçiriyor, kendisini tek bir an bile unutmama izin vermiyordu.

İki büklüm bir halde uyumuş olduğum için sırtımı ve boynumu sarmış derin ağrı yüzünden kendimi sandalyeye yaslayıp gerinerek bedenimi esnetmeye çalıştım. Biraz olsun kendime gelebildiğimde dizlerimi karnıma doğru çekip kollarımı etrafına doladım ve az önce gördüğüm kâbusun gerçekçiliği aklımda bir yer buldu kendisine. İnsan kâbusunda koku duyabilir miydi ya da bir yabancıyı alır mıydı?

Zihnimdeki düşünceleri kendime yalnızca bir kâbus olduğunu hatırlatarak es geçip gözlerimi odanın içinde, tanıdık manzarada gezdirdim. Dağılmış halde bir çalışma masası, hiç dağılmamış bir yatak... Bir de açık kalmış pencere... Uyumadan önce kapattım sandığım pencereden içeri sızan rüzgâr, tül perdeyi havalandırıyor, olduğum yerden saçlarıma ve sırtıma vuruyordu. Kapatmayı mı unutmuştum gece?

Sandalyemden kalkıp pencereyi kapattığımda karşımdaki gökyüzü, yağmur bulutlarının kanatları altına girmiş ve kasvetli bir havaya esir olmuştu.

Esnerken odamdaki banyoya doğru ilerledim ve üzerimdekilerden kurtulup bedenimi sıcak suyun altına bıraktım. Tenimi her zaman yaptığım gibi çitileyebildiğim kadar çitiledim sıcak suyun altında, kısa sürede olsa iyi hissetmemi sağlayan yegâne şeylerden birisiydi. Zira zihni kirli olan bir insan, ne yaparsa yapsın temiz olduğunu uzun süreli olarak hissedemezdi. Kimse de hissettiremezdi.

Dışarı çıktığımda odanın soğuğundan dolayı bornoza daha sıkı sarılırken odamın kapısı açıldı. Her sabah olduğu gibi yüzünde sıcak gülümsemesiyle başını aralık kapıdan içeriye uzatmıştı. Gözlerinin şiş olmasından yeni uyandığını anlayabiliyordum. Suratımdaki katılığı dağıtıp ben de gülümsedim ona.

“Elzem...”

“Hala?”

Kapıyı tamamen açtığında üzerime doğru sakin adımlarla gelmeye başlamıştı. Tam karşımda durduğu sıra merakla yüzünde gezdirdim gözlerimi, anlamlandıramadığım bir hüzün vardı sanki yüzünde. Ellerini kollarımın iki yanına yasladığında beni kendine çekip sımsıkı sarıldığı an gece gördüğüm kâbus gözlerimin önüne düştü. Zıtlığa içim titrerken sertçe yutkundum. Annemin uçurumları, halamın sıcacık kolları.

Bunu beklemediğim için birkaç saniyeliğine duraksamış olsam da kollarımı hemen sırtına dolayıp “Bir şey mi oldu?” dediğimde saçlarımın arasına bir öpücük bıraktı ve gözlerini yüzüme dikti. “Bir şey olmadı... İçimden geldi öyle.” İnanmadığımı belli ederek gözlerimi kıstığım an burnundan bir nefesi dışarı verirken tekrar gülümsedi.

“Neden öyle dedin? İlla bir şey mi olması gerekiyor sana sarılabilmem için?” dedi yüzüne oturan tebessüm büyürken.

“Yok da... Ne bileyim garip hissettim işte.” dedim.

Kollarını benden ayırırken gözlerini etrafta gezdirdi. Bir şeyler fark etmiş gibi kaşları çatıldığında gelecek sorudan adım kadar emindim.

“Kız bu oda neden böyle soğuk?” dediğinde karşımdaki kıyafet dolabına doğru ilerliyordum. “Uyumadan önce pencereyi kapatmayı unuttum sanırım,” İnce, siyah bir kazağı alıp yatağın üzerine bıraktım. “Kapattım diye hatırlıyorum aslında ama... Neyse.” Rahat bir kot pantolonu da kazağın yanına fırlattığımda arkamda kalmış halama döndüm. Çatık kaşları ve beline yerleştirdiği elleri eşliğinde yüzüme bakıyordu.

“Bu soğukta pencere açık uyunur mu hiç Elzem! Birazcık dikkat et kendine başka bir şey istemiyorum senden.” diye söylenirken çalışma masasına doğru ilerleyip boş kahve kupasını eline aldığında “Ya... Dün gece ders çalışmıştım ben. Pencereyi de ders arasında açmıştım.” dedim.

“Sen kaçta uyudun ki?”

“Hatırlamıyorum.” Yalan.

Kısık ve şüpheci gözleri yüzümü taradı.

“Neyse bırak şimdi onu. Ben Neslihan teyzene kahvaltıya gidiyorum. Öğleden sonra dönerim, geç kalmam.” dediğinde üzerindekileri süzdüm. Az önce fark etmemiştim ama hazırlanmıştı. “Sabah kahvaltı yapmadığın için bir şey hazırlamadım ben ama canın çekerse buzlukta peynirli börekler var. Dün bir kısmını yapıp atmıştım buzluğa. Onlardan ısıtıp ye, aç bırakma kendini. Milletin yaptığı boyozları yiyeceğine! Beğenmiyor musun ki sen benim yaptıklarımı?”

Derslerden önce gün içinde yemek için okulun yakınındaki bir pastaneden alıp yediğim boyozlardan bahsediyordu. Sesli şekilde güldüğümde bana bozulmasa da çok bozulmuş gibi bakmaya başladığını fark ettiğim an yanağından öptüm.

“Senin yaptığın börekler onların yaptığı bütün yemeklere bin basar!”

“Yaa, kesin öyledir. Ben olmasam var ya, ilk gün dışarıda yemene zararlı diye izin vermediğim yemeklerden bir ziyafet çekersin sen kendine.” Bir kahkaha daha attığımda o da gülmeye başlamıştı. “Ben sensiz yapamam ki...” derken kollarımı halamın boynuna dolamış ve mis kokusunu içime bir kez daha çekmiştim. O da kollarını sırtıma dolamıştı.

Kollarını benden çektiğinde yüzümü avuçları arasına aldı. Baş parmakları yanaklarımı okşarken yüzündeki derin tebessümde, yanaklarındaki gamzelerde, kırışmış göz kenarlarında ve dolduğu için parlayan yeşillerinde gezdirdim bakışlarımı. Yorgun olduğu hissi tekrar içime düşerken beraberinde gelen suçluluk da bana hediyeydi.

 

... 

 

Sıcak yaz aylarında bile ısınmayan ellerimi ocak ayının soğuğunda karton kahve bardağına sarmış, ısıtmaya çalışıyordum. Ellerim de benim gibi ne yaparsam yapayım ısıtamadığım bir buz parçasıydı sanki, hep soğuk. Sen daha soğuksundur Elzem. Olabilir.

Dersten çıkmıştım ve akşam olmaya başladığı için hava kararmaya yüz tutmuştu. Bir yandan da soğuk olduğu için pek kişinin olmadığı kordonda yavaş adımlarla yürüyordum.

Yalnızdım, yine. Bunu fark ettiğimde, bütün iliklerimde yalnızlık denen boşluğun sızısını hissettiğimde yalnızca on dört yaşındaydım. Annem, Leyla Saral tarafından Fransa’dan yeni dönmüş halama beni yetiştirmesi için emanet ediliyordum. , Hayır, terk ediliyordum. Bahaneler yalnızca inanmak isteyenleri kandırırdı ve benim ellerimde ne isteklerimden ne de inançlarımdan izler kalmamıştı.

Halamla yaşamaya başladığımda karşımda ilk defa gördüğüm anaç ve karşılıksız bir sevgi vardı. Kendimi sevdirebilmek için çaba göstereceğim, dikkat çekmeye çalışacağım bir annem ya da babam kalmamıştı. Sadece beni tereddütsüz seven bir kadın... Öyle yabancı gelmişti ki bu anaç sevgi, şimdi düşününce o kız çocuğuna yalnızca acıyabiliyordum. Beni ilk defa on dört yaşında, kanlı canlı bir şekilde karşısında görmüş halam tarafından bile sevilirken, her gece yanlarındaki odada uyuduğum kişiler sevmemişti. Oysa her anne ve babanın içinde, evlat rahme düştüğü an belirmez miydi o yoğun sevgi? Her daim öyle olmuyordu demek ki... Zordu ama öğrenmiştim.

Nazenin Saral, hayal kırıklıklarıyla dolu olan, karanlık hayatımdaki tek aydınlıktı.

Halam öğretmişti her güzel şeyi bir bir, sabırla ama geçmişin hediyesi olan duvarlarımı kıramamıştı. Çok çabalamıştı okulda arkadaşlarım olsun, kafeden kafeye gezmek için başının etini yiyeyim, hoşlandığım çocuktan bahsedeyim... Hiçbiri gerçekleşmemişti çünkü ben yanıma kimseyi yaklaştırmamıştım, daha doğrusu o günden sonra yaklaştıramamıştım. Tanışmak, arkadaş olmak isteyen birileri olduğunda da önünü kapatacak, arkasına sığınacağım bir yalan illaki olurdu. Yorgunum, ders çalışmam gerekiyor, halam izin vermedi gibi birçok yalana sahiptim yakınlaşmak isteyenler için. Çok da isteyen olmazdı açıkçası. Serttim, soğuktum çünkü. Annemin ve babamın bıraktığı hatıralar kabuk tutmuş, bir duvar örmüştü etrafıma. Ben o duvarla büyümüş ve bu yaşıma gelmiştim, varlığına alışkındım. Bu saatten sonra zayıflığım olurdu duvarlarımı yıkmak.

Yün atkıyı burnuma kadar çekerken yönümü tam tersine çevirdim ve halamın arkada almış beyaz Audi’sine doğru ilerlemeye başladım. Kendisi bir ev kuşu olduğu için arabasını genelde ben, okula giderken kullanıyordum. Toplu taşıma gibi bir dertten kurtulduğum için iyi de oluyordu.

Şoför koltuğuna oturduğumda arabayı çalıştırıp radyoda çalan şarkıyı dinleyerek eve doğru sürdüm. İçimde sebepsiz yere, tarif edemeyeceğim bir huzursuzluk vardı ve göğsümün üzerinde ağırlığını hissettiriyordu. Şu an tek istediğim büyük ihtimalle kış bahçesinde oturmuş, kitabını yazan halamın yanında tuvallerimi boyamaktı.

Eve yaklaştığım her saniyede ağırlık artıyormuş gibiydi ancak halamı görünce son bulacaktı, biliyordum. Geç kalmayacağını söylemişti sonuçta. Trafiğe söve söve evin kapısını bulduğumda arabayı ön kısma park ettim. Çantamı omzuma asarak arabadan çıktığımda taşlı yolda eve doğru ilerlemeye başlamıştım. Halamı görme isteği ile kış bahçesinin olduğu kısma baktım, yoktu.

Kaşlarım çatılırken çantamdaki karışıklığın içinde zorla bulduğum anahtarı kilide yerleştirdim ve kapıyı açıp kendimi içeriye attım. Ev, normaline ters bir şekilde soğuk hissettirdiği için kaşlarım olduğundan daha çok çatıldı. Neden soğuktu ev ve neden kapı sesine rağmen halamın sesi yoktu?

Çantamı duvar dibine, montumla atkımı ise portmantonun üzerine koydum ve botlarımı çıkarıp her zaman olduğu gibi ayakkabılığa yerleştirmeyip orada bıraktım.

“Hala?” Sessizlik.

Kısa koridoru geçip bakışlarımı mutfakla birleşik salona diktim ve halamı görme umudu ile bütün alt katta gezdirdim ancak halam hâlâ ortalıkta yoktu. Neslihan teyzenin yanında kalmıştı belki de. Yine de adımlarımı merdivene yöneltip yukarı doğru hızlı hızlı çıkmaya başladığımda göğsümde biriken ağırlık da beni takip ediyordu. Üst kata vardığım an halamın odasının aralık kalmış kapısını buldu bakışlarım ve bir kez daha seslendim.

“Hala?” Sessizlik.

Kapıyı usulca açtığımda içeride kimse yoktu. Üst katta bulunan bütün odalarda gezdirdim adımlarımı. Yoktu, sessizlik devam ediyordu.

Neslihan teyzenin yanında olduğu düşüncesiyle çıktığım merdivenleri geri indim. Çantamdan telefonumu bulup kilidini açtığımda iki saat önce birkaç defa aramış olduğunu gördüm. Kordonda olduğum sıraydı. Büyük ihtimalle geç kalacağını haber vermek için aramıştı ve ben, telefonum sessizde olduğu için duymamıştım. Geri arayarak telefonu kulağıma yasladım, açılmasını beklemeye başladım. Altıncı çalışta açıldığında ben ağzımı açamadan tanıdık ve ağlamaklı bir kadın sesi kulağımda yankı buldu.

“Elzem?”

Neslihan teyzenin, halamın yakın arkadaşının sesine aitti. Telefonunun onda olmasını anlayamayaraktan “Neslihan teyze, halam nerede?” diye bir soru yönelttim. Başta ses gelmezken bu defa bir iç çekiş sesi yankılandı kulağımda. Neden? Sertçe yutkundum. Halam neredeydi?

“Kızım...” Hayır, sesi sadece ağlamaklı değildi; ağlıyordu. Konuşamayıp ağlıyor olması vücudumda panikten meydana gelen bir elektrik dalgasını yaymaya başlamıştı. Sertçe “Ne oldu Neslihan teyze? Nerede halam?” dediğimde dişlerimi sıkmaya başlamıştım.

“Elzem, kayalıkların orada kalan hastanedeyiz biz. Nazenin’i ameliyata aldılar şimdi... Çabuk gel kızım ne olursun, çok korkuyorum...”

Gerisini dinlemedim, aramayı sonlandırdım. Botlarımı ayağıma geçirdiğim gibi sadece telefonumu alarak can havliyle dışarı çıkıp arabaya atladım. Arabayı nasıl çalıştırdığıma, garajdan nasıl çıktığıma dair hiçbir fikrim yoktu. Halamı görmem gerekiyordu, iyi olduğunu bilmem gerekiyordu. Gözlerime biriken yaşlar ve yağan yağmur görüş alanımı engellese de durmadım, yavaşlamadım. Göğüs kafesimin içindeki organın yarattığı bir deprem vardı içimde, yıkılıp enkaz altında kalmaktan korkuyordum. Korku öyle bir sarmıştı ki ruhumu nefes aldığıma bile emin değildim.

Hastaneye vardığım ân dışarı attım kendimi. Bir elimi göğsümdeki yangın yerine bastırdım; avcum yandı, kül oldum. Koşarak acil kısmından içeri girdiğimde insanların şaşkın gözlerini üzerimde hissediyordum. Hiç beklemeden önüme gelen beyaz önlüklü ilk kişiyi kolundan yakaladım. Vücudumun salgıladığı adrenalinden ötürü nefesim sıkışırken zorla bir araya getirmeye çalıştım kelimeleri.

“Nazenin Saral... Halam... Buraya getirmişler, nerede?” Orta yaşlarındaki doktor, anlayışla omuzlarımdan tuttuğunda gözümden akan yaşların yerine her saniye bir yenisi ekleniyordu.

“Sakin olun lütfen. İlerden sola döndüğünüzde koridorun sonunda ameliyathane kısmı var oraya alınmıştı.” Duyduğum gibi tekrar koşmaya başladım. İlerledikçe yüksek sesli bir ağlayışın sesi zihnimin uğuldamasına sebebiyet veriyordu.

Sola döndüğüm an koltuklardan birisine oturmuş, hıçkırarak ağlayan Neslihan teyzeyi ve ameliyathane kapısını gördüm. Sesin sahibinin Neslihan teyze çıkması karın boşluğuma sert bir yumruk yemişim gibi hissettirirken beni fark edip ayaklandığında halinde bir değişiklik olmadı, ağlamaya devam ediyordu.

İçimde büyüyen korku hat safhadayken nefes nefese yanına gittim. “Elzem...” Yüzünü net bir şekilde görebilmek için gözlerimdeki yaşları silip, panikle konuşmaya başladım.

“Ne oldu halama? İyiymiş değil mi? Ne zaman göreceğiz?” Bana cevap vermeyip yalnızca ağlarken öfke ve çaresizlikten aklımı kaçıracakmış gibi hissediyordum.

“Neden ağlıyorsun? Konuş artık, bir şey söyle! Neden ameliyata aldılar? Daha sabah birlikteydik, iyiydi benim halam!” Ağlamasını hafifletmeye çalışırken gözlerimin içine baktığında boynu omzuna doğru büküldü ve fısıltı şeklinde “Çok özür dilerim...” lafı döküldü dudaklarından. Daha fazla dayanamadığında hıçkırıkları koridoru inletmeye başlamıştı.

“Yetişemedim, çok geç kalmışım...”

Algılayamıyordum. Gözlerim açıktı ama hiçbir şey göremedim. Kollarını bedenimin etrafına sardı ama dokunuşuna dair hiçbir şey hissedemedim. Sanki birisi dışarıdan bir tuşa basmış gibi duyduğum bütün sesler yavaş yavaş kesildi ve yerini kulaklarımdaki keskin bir çınlamaya bıraktı. Soğuk yanaklarımın üzerinden akıp giden ılık taneler derimi yakarak söküp atıyordu. Vücudumdaki tüm güç gitmiş gibiydi. Göğüs kafesimin içindeki organ artık atmıyordu ama ben çoktan enkazında kalmıştım. Belki de enkaz artık bendim.

Göğsümdeki ağırlık hafifleyecekti aslında onu gördüğümde. Gözlerindeki sevgi dolu bakış gözlerime çarptığında, bana sarıldığında, saçlarımı sevdiğinde... Şimdi ne bana sevgiyle bakacak bir göz, ne beni saracak sıcak bir beden, ne de saçlarımı sevecek bir el bırakmamıştı geriye; ben kalmıştım sadece geride. Bir mümkünatı yoktu artık geçmesinin, bileklerimden prangalıydım o ağırlığa. Bunu taşımaya yetecek güç kalmış mıydı ki bende?

Ben sensiz yapamam ki demiştim saatler önce. Bu lafımla mı sınanıyordum şimdi?

Gitmişti... Bana tek bir kelime dahi etmeden...

On dört yaşındaki Elzem’in inleyen sesi doldu kulağıma, bir soru döktüm ona, eski bana. Neslihan teyzenin kollarını itip bir cevap beklerken yürümeye başladım.

 

Neden gitti?

“Sorgulama Elzem, sorma.”

Ama daha sabah kollarımın arasındaydı, bir daha sarılama-yacak mıyım?

“Giden gitti. Senin hayatında dönüşler yok. Senin hayatının önemi de yok.”

Ne yapacağız peki?

“Biz de gideceğiz. Kaçacağız bizi kimsenin bulamayacağı bir yere! Unuttun mu? Biz hep kaçtık, yine kaçarız.”

Unutmadım. Hiç aklımdan atamadım ki...

“Gidelim artık. Ama bu defa gerçekten gidelim."

Nereye kaçalım?

“Halan seni bekler şimdi. Yalnız kalmanı istemez. Burada kimsen yok ki? Buralar halan yokken güvenli değil. Geç de kaldın, endişelenmiştir... Saçlarını da ıslatmışsın! Gidince azar yiyeceksin kesin..."

Nasıl ıslanmış saçlarım?

“Yağmur yağıyor akıllım! Hızlı olmamız lazım, bütün tutamlar ıslanmadan gidelim.”

Islansın... Halam kurutur yanına gidince. Hem kıyamaz bize.

“Doğru, o bizi sever. Bir o sever.”

 

Adımlarımın beni ne zaman hastanenin dışına sürüklediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Avuçlarımda sebebini bilmediğim çok keskin bir acı ile nefes nefese koşuyordum yokuş yukarı, kayalıklara... Rüzgârın oradan oraya savurduğu kurumuş bir yaprak misali savruluyordum.

Sertçe düştüm dizlerimin üzerine, inledim acıyla; yıllar önceki gibi.

Her düşüş dizlerine bir yara açar. Açılan yara kanar. Kimisinin kanaması durmaz, kimisi az kanar ama kanar ve dizlerine izler bırakır. Sen doğduğunda dizlerinde hiç pürüz yoktu, kim yaptı bunları?

Elimi ayağa kalkabilmek için keskin taşlarla dolu toprağa bastırdım ve acı dolu bir inilti daha koptu boğazımdan. Avuçlarım yanıyordu ama göğsümdeki kadar değildi. Göğsüm... Göğsüm yangın yeriydi.

 

“Söndürmek gerek...”

Söndüreceğim.

 

Kesmedim adımlarımı, esen rüzgâra doğru ilerlemeye devam ettim. Önümde karanlık, koskoca bir gökyüzü vardı. Bulutlar da ağlıyordu benim gibi. Onların da mı her şeyi gitmişti yoksa bugün?

Kayaların en ucuna kadar gittim hiç korkmadan, halama ve gökyüzüne yaklaşmak için. Bulutlara gülümsedim, halama gülümsedim. Görüyor muydu acaba beni? Gülümsüyor muydu her zaman olduğu gibi?

Başımı aşağı eğdiğimde kendini kayalara vuran hırçın dalgalar ile karşılaştım. Bir an olsun tereddüt bile etmedim ve bir ayağımı uzattım dalgalara doğru.

Yıllardır uyuyamadığım uykuların acısını çıkaracaktım... Göğsümdeki yangını söndürecektim... Dalgaların arasında temizlenecekti bedenim, diğerleri gibi olacaktım bende... En önemlisi de halamla yine beraber olacaktık... Kurtuluşa bir adım kalmıştı.

Kollarımı iki yanıma açtım, bir ayağım boştayken. Rüzgâr, bütün hararetiyle aktı gitti tenimden, ıslak saçlarım boynuma tutundu bir urgan gibi; boğuluyordum, haberim yoktu belki.

Tam o anda oldukça yüksek bir çığlık atmamı sağlayacak şey oldu. Birisi bütün bedenimi alıp kendisiyle beraber sola savurmuştu ve ben korkuyla bir çığlık koparmıştım dudaklarımdan. Gözlerimi sımsıkı kapattım ve keskin taşların üzerine sertçe düşmeyi bekledim ama hayır, aksine yumuşak bir zemine yığıldım. Belimin ve kafamın altında bir yumuşaklık vardı.

Az önce soğuktan titreyen vücudumun üzerine serilen bedeni öyle sıcaktı ki soğukluğun beni terk ettiğini hissediyordum. Refleks olarak ona yaslamış olduğum buzdan farksız ellerim bile ısınmış gibiydi. Bir de koku vardı, rüyamda duyduğum koku...

Gözlerimi usulca araladığımda bir çift siyah ile karşılaştı bakışlarım. Oydu, rüyamdaki adamdı. Gözlerim şaşkınlıkla büyürken dudaklarımın aralanmasına engel olamamıştım. Öyle yoğun bakıyordu ki siyahlar, rüyamdaki halinden farksızdı; yine canımı yakmıştı.

Kaçıncı olduğunu bilmediğim bir yaş şakağımdan aşağı doğru aktığında gözlerimin arasında mekik dokuyan siyahlar, akan yaşı takip etti. Sıcak nefesi ve kokusu tenime çarparken tekrar gözlerime değdirdi bakışlarını. Kimsin sen?

Bir elinin başımın altında, bir elinin de belimin altında olduğunu fark ettim o an. Yumuşak zemin elleriydi. Lâl olmuş bir şekilde öylece suratına bakarken yavaşça araladı dudaklarını ve az önce hiçbir sesi algılayamayan kulaklarıma kalın sesi ulaştı, nefes nefese kalmış gibiydi. Koşmuş muydu o da?

“İlla yapmak zorunda kalacaktım değil mi?”

Ben dediklerini anlamaya çalışırken dudağımın ve burnumun üzerine kapanan mendille birlikte gözlerim sonuna kadar açıldı ama kısa sürmüştü. Bilincim yavaşça kaydığında göz kapaklarımı daha fazla açık tutamasam da havalanıp sıcak kollarının arasında kaldığımın bilincindeydim.

 

Loading...
0%