Yeni Üyelik
3.
Bölüm

BİR KALEM, BİR KAĞIT, BİN ACI

@dvisal

Soğuk parmaklarım yavaşça demir kapının koluna dolandı. Kilitlemediğim için açık olan kapıyı itelediğimde kulaklarıma dolan tiz bir sesle her girişimde olduğu gibi açıldı. Ağır hareketlerle içeri geçip mermer zemine ayak bastım ve koridorda açılan sensörlü sarı ışıkla beraber burnuma o tanıdık ev kokusu, kulaklarıma o tanıdık saat tıkırtısı, yüzüme ise o tanıdık ılık hava vurmuştu. Bakışlarım tepemdeki sarı ışığı buldu. O beyaz ışık severdi benim aksime ama ben sarı seviyorum diye evdeki bütün ışıklandırmaları sarı yapmıştı. Bizim evimizin eşyaları beyaz ve kremdi ama ışıkları sarı yanardı. Hâlâ sarıydı.

Fermuarlarını indirdiğim botlarımdan kurtulduğumda her zamanki gibi çıkardığım yerde bırakacaktım ama yapamadım. Bu defa olmadı. Deri kısmını parmaklarımın arasına sıkıştırıp vestiyerin yanındaki ayakkabılıkta kalmış beyaz babetlerinin yanına bıraktım, onun söylediği gibi.

Yaptığım yağlı boya tablolarının doldurduğu koridoru usul usul geçerken duvarda gezindi parmak uçlarım. Hava karanlık olduğundan ve giriş kısmındaki ışık ben uzaklaşınca kapandığından evde sokak lambalarının vurduğu yerler dışında aydınlık bir yer de kalmamıştı böylece. Karanlık olmasını umursamadan ezbere bildiğim yolu geçtim ve kendimi salondaki koltuğa bıraktım. Bakışlarım bütün odayı gezdi.

Karşımdaki televizyon, salon ile mutfağı ayıran geniş bar tezgâhı, boydan boya camla kaplı duvarın önündeki saksıdan sokağı izleyen çiçekleri, L şeklindeki koltuğun diğer ucunda kendi elleriyle benim için ördüğü battaniye, daha geçen ay birlikte yaptığımız kokulu mumlar, ortadaki sehpada bıraktığı kitapları... Her şey her zamanki gibiydi. Değişen bir şey yoktu. Ben her zamanki Elzem’dim, ev her zamanki evdi.

Yalan söyledim. Hiçbir şey, her zamanki gibi değil.

Dışardan kendimi eve attığımda göremediğim bir beden beni sarmış, bulunmam gereken yeri bulmuş gibi hissederdim bundan bir gün önce eve geldiğimde. Asla karanlık olmazdı odalar çünkü karanlıktan korkar, sevmezdi. Sessizlik yankılanmazdı duvarlarda çünkü hep camın önünde, köşede duran pikabının üzerinde dönmekte olan bir plak olmadan durmazdı. Bu denli boşluk olmazdı içimde, böyle eksik olmazdım ben. Varlığı doldurmaya yeterdi eksikliğimi ama şimdi...

Göz kapaklarım yavaşça kapandı üstlerinde beliren sızı ile. Yutkunmaya çalışırken boğazımda hissettiğim yumru, göğsümde hissettiğim yorgunluk çok ağırdı. Bileklerimdeki prangalar ağırlığı daha da ağırlaştırıyordu bu hissi ve ben nasıl taşıyacağımı bilmiyordum.

Soracak kimsem yoktu.

Hafifleyebileceğim kimsem yoktu.

Benim kimsem yoktu.

Yaşamak zorunluluk, yaşanan hayat korkunçtu. Bir saniye sonrasını bilmiyor olmak daha da korkunçtu. Elleri benimki gibi soğuk değil sıcacık olan halam buz gibi toprağın altına girecekti. Son bir defa görememiş, sesini duyamamış, saramamıştım. İzin vermemişlerdi. Şimdi koltuğa yasladığım başımı dizine yaslasaydım, anlatsaydım öğrendiklerimi. Saçlarımda sıcacık parmakları dolaşsa, çiçek kokusunu içime çekseydim. Çok mu fazlaydı bu bana?

Almak zorunda mıydı hayat onu benden? Hayatın akışı, her daim düzenine ayak uydurulması gerekilen bir olgu muydu? Hayat için hiçbir şey eksilmemişti ya da artmamıştı ama benim her şeyim kayıp gitmişti ellerimden, geri dönmemek üzere. Değmiş miydi?

İyileşmiştik biz seninle; sen yaralarını beni severek sardın, ben yaralarımı senin sevginle sardım. Çekip çıkardın beni o izbe hayattan. Kanaması durmayan yaralarıma kabuk bağlattın. Ama bugün benim yaralarım tekrar açıldı. Bugün akan kan yalnızca bundan yıllar önce o banyonun mermerine böyle akmıştı. Sana sarılırken sırtını sıvazladığım avcum bile yara oldu kanıyor şimdi. Artık kabuk da bağlamaz, sen yokken ben sadece kanarım. Keşke. Keşke beni alsaydı o soğuk toprak da sen yaşıyor olsaydın. Sen benim aksime yaşamayı severdin. Çiçeklerini, kitaplarını, kış bahçesini, plaklarını... Sevdiğin çoktu ama benim senden başka sevdiğim yoktu. Şimdi sende yoksun.

Midemden yükseldiğini hissettiğim sıvı ile birlikte avcumu dudaklarımın üzerine bastırıp alt kattaki tuvalete doğru koşmak zorunda kaldım o an. Klozetin kapağını kaldırdığım gibi midemdeki her şeyi boşaltmıştım. Biraz rahatladığımı hissettiğimde bedenimi zorla da olsa kaldırdım. Lavaboda ağzımı çalkaladıktan sonra tekrar salona dönüp koltuğa bıraktığım telefonumun ekranını açtım. Saat üçe geliyordu ve ekranda tek bir bildirim vardı.

 

Akif Saral: Cenaze işlerini hallediyorum Elzem. Yarın ilk uçakla İstanbul’da olacağım. Cenazenin saati sana haber verilecek.

 

Elimdeki telefonu koltuğa atıp sarsak adımlarımla birlikte merdivenlerden çıktım ve odama doğru ilerledim. Odamın yanındaki kapısı açık kalmış olan odaya takıldı gözlerim. Halamın odasına... İçeriye bakmamaya çalışarak kapıyı kapattım ve kendi odama girdim. Yatağa oturduğumda elimde kalan sargı bezine baktım. Şimdi çıkarırsam eğer sıkıntı olacağından çıkaramazdım ama duş almam gerekiyordu. Bandajın ıslanmamasına özen göstererek bedenimi sıcak suyun altına bıraktığımda az önceki halime nazaran daha iyi hissediyordum. Üzerime bol beyaz bir tişört ve siyah tayt geçirdim. Sabah yatağın üzerinde bıraktığım kurutma makinesini aldıktan sonra onun istediği gibi tamamen kuruyana kadar kuruttum saçlarımı ve tekrar aşağı indim.

Bu defa koltuğun diğer ucunda katlı duran battaniyeyi buldu adımlarım. Başımı battaniyeye yasladığımda dizlerimi de kendime çekerek kıvrıldım oraya. Gözlerim önümdeki cam sehpanın üzerine konmuş mumlar ve plaklarda gezinirken zihnimde yankılanan tek bir ses vardı: Senin halan eceli geldiği için ölmedi, öldürüldü.

İçimin titrediğini hissediyordum düşündükçe.

Gerçekten yolun ortasında göğsünden mi vurulmuştu yani? Kim, neden yapardı böyle bir şeyi? Kendi halinde, çoğu zaman evden çıkmayan, zararsız bir kadındı benim halam. Belki de böyle bir kadın olması bütün okların suçlu olan abisine çevrilmesine yetiyordu çünkü Akif Saral’ın yaptığını kesin kılacak hiçbir şey yoktu Ferit Arkın’ın elinde. Benim elimde de yapmadığını söyleyecek hiçbir şey yoktu, eşittik ve içime şüphenin tohumlarını ekiyordu bu eşitlik. Peki ya ben, bu şüpheyle kabul etsem teklifi, yardım etsem, istediğini versem Ferit Arkın’a... Soğur muydu içim, solup gider miydi yılların, anıların verdiği acılar? Halamın yokluğu... Şu saatten sonra bunu düşünüyor olmak bile aptallıktı. Artık hiç soğumazdı benim içim.

Aklımda dolanan hiçbir şeyin garanti vermemesi içimdeki hırs ve merak duygularını daha çok hissetmemi sağlıyordu. Merakım, Akif Saral ve Leyla Saral’dan; hırsım da halamı, canımı benden almalarından geliyordu. Ya göçüp gidecektim bu dünyadan ya da bu işin peşini bırakmayacak, onun ve benim canımı yaktıkları gibi canlarını yakacaktım. En azından deneyecektim. Aklımı kaçırmama ramak kalmış gibi bir haldeydim. Ne yapsam doğru olurdu? Bir yanım kaçmamı söylerken, diğer yanım asıl gerçekler için yanıp tutuşur vaziyetteydi ve ben hata yapmaktan korkuyordum. İpin bir ucunda olan kişi halamdı çünkü.

Her şeyi geçtim, son gördüğüm haline dair tek hatırladığım, kahverengi kabanının sırt kısmı ve bir bıçak kadar keskin sözleri olan kadını, Leyla Saral’ı görme ihtimali bile midemin çalkalanmasına, kaçmamı söyleyen tarafımın daha baskın bir hal almasına sebepti.

Bana yol gösterecek bir şeylere ihtiyacım vardı...

Gözlerim sokak lambasının aydınlattığı sehpanın üzerinde duran büyük mumda gezinirken bir şey fark ettim. Katlanıp mumun altına sıkıştırılmış bir kâğıt. Kaşlarım çatılırken bir anda koltukta oturur pozisyona geldim ve mumun altındaki kâğıdı ellerimin arasına alıp katlanan sayfaları düzgün hale getirdim. El yazısını ve başında kendi ismimi gördüğüm an gözlerime yaşlar dolmasına engel olamadım. Yazı büyük ihtimalle hızlı yazıldığı için dağınık olsa da tanımıştım. Dudaklarımı dişlerimin arasına alıp gergince dişlemeye başlamışken içimde korku vardı ama titreyen ellerim kâğıt parçasına tutunmaya devam etti.

 

Elzem... Bir tanem,

Bu mektuba ulaştıysan eğer, bugün olanlar olmuştur, onun istediği nihayet gerçekleşmiştir ve ben bir şekilde göçüp gitmişimdir bu dünyadan. Yalnız, sanma ki senden gidiyorum, seni bırakıyorum. Senden değil, bu dünyanın kötülüğünden, yalanlarından, hasretten, acıdan gidiyorum. Ama bu demek değil ki sen de git kötülükten, acıdan, yalanlardan, hasretten. Kaçma, korkma, yaşa bir tanem çünkü sen hiç yaşamadın. Her şeye, her gerçeğe rağmen yaşamaya değer, acısıyla tatlısıyla. Yaşayacağını yaşamış, göreceğini görmüş birisi olarak göçüyorum ben bu dünyadan, sakın unutma.

Biliyorum, bir gün sende öğreneceksin benim içerisinde boğulduğum her gerçeği ve her bir kötülüğü... Elbet çıkacak karşına. Aklındaki şüpheler seni gerçeklerin peşinden sürükleyecek, bunu da biliyorum ve tekrar söylüyorum: kaçma, gerekirse sürüklen. İşte o zaman, öğrendiğin an, bu sözlerim gelsin aklına, dimdik dur bütün kötülüklerin karşısında ne kadar acıtacak olsa da... Çünkü ben biliyorum kendi içinde verdiğin o zorlu savaşlarını, gücünü ve şimdiye kadar kafanın içindeki karmaşada nasıl yolunu bulmaya çalıştığını.

Bana hiç anlatmamış ve hissettirmemek için elinden geleni yapmış olsan da biliyorum.

Hayat, yaşamak dediğin içerde hissettiğin çoklu duygulardan, senin yaptıklarından ibaret. Kısacık ömür, akıp gidiyor zaman. Benim yerime de sev, bekletme hayatı diyor ya Sezen Aksu; sev ve sevil bir tanem. Gez, dolaş, yeni yerler gör, yeni insanlar tanı. Sırtını yaslayabileceğin arkadaşların olsun arkanda. Âşık ol, güven birine. Çünkü bu duygular çok güzel canımın içi... Sonu neye çıkarsa çıksın, nasıl biterse bitsin, isterse gitsin, çok güzel.

Ve beni affet bir tanem.

Sen savaşırken senin yanında olamayacağım için, belki de savaşmanın sebebi olacağım için, o mis kokan saçlarını bir daha sevemeyeceğim için, sırtını sıvazlayamayacağım, sana sarılamayacağım için, hayatında olanlara artık ağzımı bile açamayacağım için, bu gerçekleri benim ağzımdan duymana cesaret edemediğim için, omzundaki yüklerle seni tek başına bırakıp gitmeye razı geldiğim için affet canımın içi. Bilirim, affetmediği yarayı söküp atamaz insan ve sende affedemedin hâlâ birilerini...

Ne yazık ki öyle şeyler duyacak ki kulakların, öyle acı gerçekler ağırlayacak ki bünyesinde o temiz kalbin, kirli sanacaksın kendini, kötü sanacaksın, belki sanıyorsun da.

Bil ki değilsin.

En önemlisi şunu da bil ki, seninle geçirdiğim hiçbir an beni, seni yanıma almayı kabul ettiğim için pişman etmedi. Elimde olsaydı, bilseydim eğer, 4 Ekim 2014 gününde değil daha erken alırdım seni yanıma. Yük görüyordun kendini, beni yorduğunu düşünüyordun, biliyorum. Sende şunu bil bir tanem, bu dünyaya tekrar gelecek olsaydım eğer, yine seni koyardım karnımda yitip giden kızımın yerine... Sen benim başıma gelmiş en paha biçilmez parçasın... İyi kimsin.

Hani diyordun ya, sen geceleri yanan yıldızlar gibisin diye. Öyleyim. Gerçekten öyleyim artık. Ben hep izlediğin o gökyüzünden bir parçayım ve hep seni izleyecek bir yıldızım artık.

Ara sıra göğe bak güzel yavrum. Özlerim o kocaman yeşil gözlerini, bebek yüzünü.

Yüksek sesli kahkahalar at güzel yavrum. Özlerim o naif, zarif, ince sesini.

Ara sıra toprağıma dokun güzel yavrum. Özlerim o incecik ellerini.

 

 

 

Nazenin.

 

Gözyaşlarımdan dolayı ıslanmış kâğıdı sehpanın üzerine geri bıraktığım gibi avuçlarımı yüzüme kapattım ve hıçkırıklarımı dinledim bir süre. Hıçkırarak ağlıyordum ölmeden, benden yitip gitmeden hemen önce yazdığı ve sonsuza kadar gitmeyi seçtiği satırlarına. Öyle çok acıtıyordu ki canımı çaresizlik, nefes alamayacak hâle gelmiştim. Oturduğum yerden zorla kalktığımda çıkış kapısına doğru ilerleyip demir kapıyı açtım. Gecenin soğuğu tenimde gezinirken gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Yıldızların olmadığı kapkaranlık gecede kendi yıldızım saydığım halamın ışıltısını aradım, yoktu. Ama biliyordum ki o beni görüyordu, izliyordu...

Ve ben yolumu bulmuştum.

Loading...
0%