@dvisal
|
Gözlerini açmışsın bu karanlığa bembeyaz bir sayfayken. Kirleneceğinden, yorulacağından, avuç içlerinin kabuk bağlayacağından, sol tarafının sızlama ihtimalinin olduğundan kimse bahsetmemiş. Hadi yaşa, burası dünya demişler sadece. Hiç kimse merak etmemiş yaşamak isteyip istemediğini, önemsememişler ve kendi yaralarından başka hiçbir şeyi görmemiş gözleri. Öylece, yaka paça atılmışsın ana rahminden bu karanlığın tam ortasına. İçinde bembeyaz kalmışsın ama usul usul sızmış tenine, hiç acımamış, almış seni benliğine; boyun eğmişsin. Bir de korkmuşsun. Çok korkmuşsun, şimdi o çok korktuğun karanlık sen olmuşsun; kimse uzanamamış karanlığına, korkulan sen olmuşsun onlara. Çünkü, karanlık her zaman beyazdan büyüktür; bir kötülük onlarca iyiliğe bedeldir. Sonra, en beklenmedik anda, koskoca karanlıkta parlayan bir ahter bulmuş seni. Yavaşça ışığı sızmış karanlığına. Tamamen aydınlatamasa da orada ka-ranlık yokmuş en azından. Hep orada kalmak, yaşamak istemişsin. Gitmesin diye ona benzemişsin, işin sonunda gidişini izlemişsin. Sanki yıllardır kapalıymış gibi hissettiğim göz kapaklarımı aralayıp gri bir tavanla karşılaştığımda, başımda hissettiğim ağrı şakaklarıma art arda darbeler indiriyordu. Parmak uçlarımla gözlerimi ovuşturdum. Sağ yanağıma değen farklı bir doku hissettiğim an elimi yüzümden uzaklaştırdım ve bakışlarım sağ elimi buldu. Beyaz bir sargı bezi, avcumdan başlayarak parmaklarım dışarıda kalacak şekilde sarılmıştı. O sırada gerçeklik bütün acımasızlığı ile zihnime aktı. Halam ölmüştü ve ben yıllar sonra tekrar intihara kalkışmıştım; bu kez bir kayalıkta, on dört yaşım eşliğinde. Sonra birisi beni o uçurumun kenarından alıp götürmüştü. Rüyamdaki adam... Siktir! Tam anlamıyla kendime geldiğimde odanın da onun gibi koktuğunun bilincine varıyordum. Yattığım yerden panikle doğruldum ve gözlerim etrafı taradı. Kilitlenmiş büyükçe bir dolap, yanıma hizalanmış üç boş sedye ve tıbbi araç gereçlerin bulunduğu bir masa ile burası oldukça geniş bir revirdi. Sol tarafımda kalan duvarda açık bir kapı olduğunu gördüğüm an, diğer kısmı görebilmek için başımı aşağı doğru eğdim; farklı bir odaya açılıyordu. Büyük ihtimalle orası revirin devamıydı ve buraya geçebilmek için önce oradan geçilmesi gerekiyordu. Burada ne işim vardı benim? Ben içinde bulunduğum durumu anlamlandırmaya çalışırken açık kapıdan içeriye sarı saçları omuzlarında biten, mavi gözlü bir kız girdi ama bana değil, elindeki ilaç kutusuna bakıyordu. Yumuşak yüz hatları ifadesine garip bir tatlılık katıyor, üzerindeki toz pembe kazak da bunu destekliyordu. Gözleri bana çevrildiği an uyanmama şaşırmış gibiydi ama bu şaşkınlığı kısa sürmüş ve yüzüne, ona yakışır şekilde bir tebessüm yerleştirmişti. “Ah, uyanmışsın. Nasıl hissediyorsun?” Bomboş bir ifade ile yüzüne baktım. Hayatımda ilk defa gördüğüm bir yere getirilmiştim ve bana açıklama yapmak yerine nasıl hissettiğimi mi soruyordu gerçekten? Maalesef ki şu an içimde duyduğum panik bana öfkeden başka hiçbir şey hissettirmiyor, cevap vermem gerekirse. Burnumdan verdiğim bir nefesle bakışlarımı aşağı kaydırdım ve boğazımı temizleyip zorla birkaç defa yutkunduktan sonra tekrar gözlerine baktım. “Neredeyim ben?” diye sorduğumda benim soğuk ve sert bakışlarıma rağmen, çok yakın birisini görmüşçesine yüzüne yerleştirdiği sıcak ifadesi devam ediyordu. “Eline bakmam için buraya getirdi seni. Ne yaptığını bilmiyorum ama avuç içini parçalamışsın, dikiş atmak zorunda kaldım.” Bakışlarım tekrar aşağı, sağ avcuma indiğinde zihnimi yokladım ancak hiçbir iz bulamadım kendimi yaraladığıma dair. Elimi hangi ara parçalamıştım ben? “Ağrın falan var mı? Sana ağrı kesici getirmiştim bende.” derken bana doğru hareket ettiğini fark ettiğimde sargılı elimi sanki bir refleksmiş gibi, bana yaklaşmaması için ona doğru kaldırıp gür bir ses ve panikle bağırdım. “Yaklaşma bana!” Omuzlarımda tonlarca yük varmış gibi hissederken bu sesin benden nasıl çıktığını anlayamadım o ân. Aldığım her derin nefeste kilometrelerce koşmuşum gibi inip kalkıyordu göğsüm. Kocaman açtığı gözleri ile aniden durduğunda iki elini teslim olur gibi havaya kaldırdı. Yüzündeki tebessüm ilk defa silinmiş, yerini şaşkınlığa bırakmıştı. “Sakin ol... Burada zarar göreceğin bir durum yok, sana zara...” demeye kalmadan yan odadan şiddetli bir kapı açılma sesi yükseldiğinde açıklaması bölünmüş oldu. Neredeyse iki saniye içerisinde az önce sarışın kızın girdiği kapının önünde, rüyamdaki adam belirdi. Çatık kaşlarının altındaki siyahlar, sanki ezberindeymiş gibi gözlerimi bulmuştu. Çatık kaşlarına rağmen, benim aksime ifadesine hâkim olan bir sakinlik vardı; zira ben gözlerimden öfke ve gerginlik fışkırdığına hiç olmadığım kadar emindim. Gözlerini gözlerime dikmişken sarışın kıza yönelik bir soru döktü dışarıya. “Bir sorun mu var?” Sarışın kız, omzunun üzerinden doğru ona döndüğünde yüzüne yeniden peydahlanan, sıcacık bir tebessümle yabancıya bakıp “Yok yok, ağrı kesici getirmiştim sadece.” dediğinde ikisinin arasında gidip gelen bakışlarım, sarışın kızda takılı kalmıştı. Bu istemsiz bağırışımın sebebini bilmeyen, dışarıdan bir insan olarak ona bağırmama karşılık hiçbir şey yapmamış ve gülümsemeye devam etmişti. Öyle masum, öyle temiz görünüyordu ki yüzünün her bir ayrıntısı, daha çok öfke duyuyordum sanki kendi içimde. Ama adını bilmediğim bu kıza değil, kendime. O kadar karmaşık hissediyordum ki kafamın içini, kontrolüm yokmuş, yokuş aşağı hızımı yavaşlatamadan iniyormuş gibi bir hal içerisindeydim. Bu durum; dudaklarımdan, dalga geçercesine, bir soluğu dışarı kaçırırken, “Yok canım, hiç sorun olur mu?” dediğimde bakışlarım tekrar ikisi arasındaydı. “Kafa mı buluyorsunuz siz benimle? Neden buradayım ben?!” dediğim ân yabancı, sırtını arkasında kalan duvara yaslayıp kollarını önünde birleştirdi. Şaşkınlıkla birlikte duyduğum öfke yüzünden dudaklarım aralandığında bakışlarımı sarışın kıza çevirdim. Gergin halde yüzüme bakarken yutkunduğunu hissetmiştim. Cevap gelmeyeceğini anlatan bakışlarını fark ettiğim ân bir umut, yine yabancıya diktim gözlerimi ama yüzüme bakmaktan başka yaptığı hiçbir şey yoktu. Ellerimi sedyeye dayayıp doğrulduğum yerden hızla kalktığımda bedenimi dört adım kadar uzaklarına ama tam karşılarına hizaladım. Hareketlerimi izlemeye devam ederken dişlerimi sıkmaya başlamıştım artık. Halam ölmüştü ama ben buradaydım, her şeyim gitmişti ama ben buradaydım! Nasıl öfkelenmezdim ki? Yüzüme yerleşen dehşet dolu bir ifadeyle, “Bir cevap ver artık!” diye bağırdım ona ama o, inatla cevap vermiyor, yalnızca sakin bir ifade ile beni izliyordu. Sinirden sıktığım çenemin artık uyuşmaya başladığını hissederken ellerimi saçlarımın arasına daldırdım ve az önceki kadar olmasa da sert bir tonla konuşmaya devam ettim. “Bak, amacın ne bilmiyorum ama benim şu an burada olmamam gerekiyor, anlıyor musun?” Bakışlarım çaresizce sarışın kızı bulduğunda ısrarla bir cevap bekliyordum. Tekrar sertçe yutkundu ve bu kez yüzünde tebessümü yokken arkasında kalan yabancıya döndü. “Abi...” dediğinde şaşkınlıkla kaşlarım çatılmıştı. Kardeşiymiş Elzem... Benzemiyorlardı ki, alakaları bile yoktu hatta. O ân, içine derin bir nefes çekip bıraktı ve kardeşine cevap vermek üzere dudaklarını araladı. “Ayza, sen çık ben hallederim.” Sarışın kız, tekrar bana döndüğünde gözlerimi yabancıdan ayırıp ona baktım ama anlık bir şey oldu. Öyle derin baktı ki gözlerimin içine bütün bedenim buz kesmişti. Yalnızca halamın gözlerinde gördüğüm saflığı, hiç tanımadığım, Ayza denen kızın gözlerinde de gördüm o ân. Bütün ciğerlerimin söndüğünü hissettiren bir duyguydu halamın gözlerinden bana düşen hisleri başkasının gözlerinde görmek. İlkti. Küçücük bir an olsa da bu his alıp götürmüştü ciğerlerimde asılı duran nefesi bir anda. Arkasını dönüp gittiğinde çok sürmeden içeriye dolduran kapı sesi, birkaç saniyeliğine de olsa girdiğim transtan beni çıkarmaya yetmişti ama ifadesiz kalakalmıştım öylece. Beynime bir şimşek gibi çakan bu düşünceler, bütün dikkatimi altüst etmeye yetmişti. Yeşillerimi tekrar yabancının siyahlarına diktim, her ne kadar öncekine göre ifadesiz olsam da soğuktu bakışlarım. Sırtını yasladığı duvardan bedenini çektiğinde kolları da iki yanına düştü. Sakinliği ile üzerime doğru bir adım attığı an, sargılı elimi tekrar havaya kaldırdım ve aramıza mıhladım. Bakışları, elim ile gözlerim arasında gelip gittiğinde kaşlarının çatık hali bozguna uğradı ve düz bir çizgi haline büründü. Adımları da olduğu yerde kalmıştı. “Sana zarar vereceğimden mi korkuyorsun?” Korkuyor muydum? İki defa intihara teşebbüs etmiş birisi olarak, hayır. Ben sadece uzağında kalmak istiyordum. Her zamanki gibi uzakta, alıştığım yerde olmak. “Bana zarar veremezsin.” Havadaki elimi aşağı indirdim, bir nevi yaklaşsa da korkmayacağımı belirtmek isteyerek. Yüzünde hiçbir mimik oynamadı, gözlerindeki sakinlik az da olsa değişmedi. Beklemediğim şekilde üzerindeki deri ceketini çıkarıp sedyelerden birinin üzerine doğru atması vücudunu saran beyaz tişörtünün altındaki geniş omuzlarının gözlerimin önüne serilmesine sebep olmuştu. Vücudunun kaslı olduğu bu mesafeden değil, beş kilometre öteden bile anlaşılacak cinstendi. Kısacası, ona göre tek yumrukluk bir işim vardı; yapmak istese paşa paşa yapardı. Sağlam bastığı adımlarla üzerime doğru attığı her adıma karşılık bir adım geri atıyordum. Senkronize şekilde ilerlemeye devam ederken yolumu kesen sırtımı çarptığım soğuk duvar olmuştu. Aramızda bir adımdan biraz fazla mesafe bırakarak tam karşıma dikildiğinde az önce yüzüme vuran ışığı tamamen kesmişti bedeni. Boyu bana göre oldukça uzundu ve gözlerine bakabilmem için başımı kaldırmam gerekmişti çünkü çenesine anca geliyordum. “Sağ tarafında yaklaşık doksan santimetre aran olan masadan neştere uzanmam, üzerinde neşteri bulmam, şah damarının üzerine saplamam totalde iki saniyemi alır. Peki sonra? Damarlarından akan kan tümüyle tek bir noktadan dışarı fışkırmaya başlar. Yere yığıldığın an boğulma hissi bedenini sarar ve acı içinde kıvranırsın. Ben de arkamı döner giderim sana, ölünü temizletir ve işime bakarım. Emin ol, uçurumun kenarından kurtarmış olmama da bakmam; tek hamlede alırım canını. Şimdi sen söyle. Anlattıklarımı harekete geçirirsem yine de sana zarar vermiş olmaz mıyım?” Tek hamlede alırım canını. Kısık sesi ve bütün sakinliği ile söyledikleri karşısında bir şeyler hissetmeye, korkmaya çalıştım ama mümkün değilmiş gibiydi. Donuk ifademde hiçbir mimik oynamazken başımı iki yana salladığımda kısık ve buz gibi bir sesle konuşmaya başladım. “Hayır. Yarım bırakmama sebep olduğun işi tamamlamış olursun sadece. Asıl bu defa kurtarmış olursun...” Gözlerim kısılırken başımı sağa eğdim. “Gerçi sen bana bunu borçlu değil misin zaten? Düşmekten kurtardım sandığın uçurum benim cennetimdi. Sen beni oradan alarak cehennemin daha da dibine itmiş oldun.” Söylediğim her bir kelimede kaşları tekrar çatık haline bürünürken gerçekten merak ediyormuş gibi bir sesle konuşmaya başlamıştı. “Neden kurtuluş olarak görüyorsun? Ölmeyi...” “Çünkü her gün acı içinde kıvranmaktansa, yalnızca birkaç dakika acı içinde kıvranacak olmak kurtuluştur.” dediğimde gözleri bütün yüzümde gezindi. “Ölerek kurtulmaya çalışmak, kaçmaktan başka hiçbir şey değildir.” Baktım öylece. Böylesine belli mi oluyordu kaçtığım, kaçarak nefes almaya çalıştığım? “Kimsin sen?” dedim. O ân yapabildiğim tek şeydi ancak ben bir cevap alamadan Ayza’nın kapattığı kapının açılma sesi odayı doldurduğunda içeri girecek kişinin sesi, görüntüsünden önce kulaklarıma ulaşmıştı. “Lan oğlum, uyanmış mı diye bakmaya gidiyorum dedin; bir gittin, gelmedin. Yanına yatıp uyudun mu ne yaptın amına koyayım?” Yabancı, sedyelere doğru ilerleyip ceketini omzundan geri sarkıttığında içeriye giren, dalgalı ve uzun saçları olan, yeşil gözlü adam sesin sahibinden başkası değildi. Bakışlarını önce yabancıya, sonra bana değdirdi. “Günaydınlar... Ağaç ben. Uyanmanı beklerken dönüştüm de...” dediği ân bir kahkaha patlattı, kendi esprisine yalnızca kendisi gülüyordu. Yabancı da ben de bir tepki vermemiştik. Dediğine karşılık kaşlarımı çattım ve yabancıya doğru “Kaç dakikadır baygınım ben?” diye bir soru yönettim. “Dört buçuk saat kadar ama bunun yalnızca ilk bir saatini ilaç etkilemiştir, sen uyudun.” Ha? Dört buçuk saat benim gibi uyku sorunları yaşayan birisi için oldukça fazlaydı ama şu an bunu düşünemezdim. Zihnime dolan farkındalıkla birlikte kaşlarım olduğundan biraz daha çatıldı. “Ben o kadar saattir burada mıyım gerçekten? Ayrıca hâlâ sorularımın cevabını vermedin.” Çatık kaşlarım ve buzdan farksız sesimle dediklerim karşısında birkaç saniye bekledi. “Sorduğun soruların cevabı bende değil. Öğrenebilmen için aşağı inmemiz gerekiyor.” Bunu baştan söyleseydin eğer hiç uğraşmayacaktık demek istedim ama yuttum. Aşağısı diyerek kastettiği yerde onlardan birisi daha vardı demek ki. Hatta birisi değil, birileri dahi olabilirdi. Sorduğum soruların cevabını alabilmek için aşağı inmem gerekiyordu ve şu durumda bundan başka da çarem yoktu. Cevabı olmayan soruları da hiç sevmezdim. Dudaklarımı birbirine bastırarak başımı olumlu anlamda salladığım an büyük adımlarla açık kapıya doğru ilerlemeye başlamıştı, peşine takıldım. Üçümüz birlikte yandaki odaya geçtiğimizde, yine kilitli bir dolap ve bilgisayar masası bizi karşılamıştı. Renkli gözlü olan, kapıyı açtığında gözlerime değen yoğun ve beyaz bir ışık gözlerimi birkaç kez kırpıştırmama sebep olmuştu. Arkalarından çıktığımda, sola ve karşıya doğru uzanan iki uzun koridorun beyaz duvarlarında gezdirdim bakışlarımı. Ayrıca oldukça fazla beyaz renkte aydınlatma olduğu için gözlerimi üst üste kırpıştırıp duruyordum. Bu kadar aydınlık ortamları sevdiğim söylenemezdi. Konumuz da bu değildi. Karşıya uzanan koridoru seçtiklerinde adımlarım aynı şekilde devam etti. İkisinin de adımları oldukça büyük ve hızlı olduğu için ben iki adım kadar arkada kalmış vaziyetteydim. Koşar adım ilerlesem yetişip aynı hizada devam ederdim ancak şu an bacaklarımda böyle bir güç bulamıyordum. Vücudumun her bir noktasında prangalı olduğum ağrının izleri vardı. Kalıcı izler. Sızlayan burnum ve düğümlenen boğazım yüzünden sıktım kendimi; şimdi değil, şimdi değil... O sırada yabancı, omzundan doğru bana döndüğünde sanki iç sesimi duymuş gibi adımlarını yavaşlattı. Renkli gözlü olan da bunu fark ederek ona uyduğunda ortalarında yürümeye başlamıştım. Sağa doğru yönelerek geniş ve uzun olan merdivenlerden aşağı indik ve karşımızda kalan, revirdekinin aynı, siyah kapıya doğru ilerledik. Durduğumuz an kapalı kapı tam karşımdaydı. Yabancı, önümden doğru uzanarak kapıyı araladığında bana baktığını hissetmeme rağmen gözlerimi yüzüne değdirmeyip nefesimi tuttum ve karşılaşacağım görüntüyü bekledim. Sorgu odasıydı. Ortadaki demir masanın, çevresindeki iki demir sandalyenin üzerinde dans ediyordu dışarıdaki kadar yoğun olmayan beyaz ışık. Ben nasıl bir yere gelmiştim de sorgu odası vardı burada? Yabancı geçmem için eliyle içerisini gösterdiğinde karşı koymadım. Kapı, kulak tırmalayan bir gürültü ile geri kapandığında sertçe yutkundum. Korkmuyordum, daha doğrusu korkamıyordum çünkü işin sonunda en fazla ölüm vardı ve bu düşünce benim içimde herhangi bir noktayı harekete geçirmeye yetmiyordu. Sessizliğin hâkim olduğu odanın içerisindeki tek ses, botlarımın zeminde çıkardığı tok sesti. Kapıya bakan taraftaki sandalyeyi yavaşça geri çektiğimde oturdum. Yabancı büyük ihtimalle sorgu odasının diğer tarafındaydı. Yani içerisinde ne olduğunu benim göremediğim, camın arkasındaki odada. Gözlerimi demir masaya dikmiş bir halde öylece beklerken demir kapının açılma sesi odada yankılandı ve bakışlarım da kapıyı buldu. İfadesiz bir şekilde sadece bekliyordum, ta ki demir kapının ardından çıkan adamı görene kadar. Gözlerimin şokla büyümesine ve dudaklarımın aralanmasına engel olamamıştım. Yaşından ötürü aklar düşmüş sarımsı saçları olan, mavi gözlerine rağmen bakışlarından sertlik akan, lacivert takım elbiseli, uzun boylu bu iri adam, Ferit Arkın'dan başkası değildi. MİT Başkanı olan... Bildiğimiz MİT. Bir sürü yazdığı kitabı olan, en adı sayılır üniversitelerde okumuş olan, bilmem kaç dil bilen... Şaşkın bakışlarım adamın üzerinde gezinirken susup kalmıştım. Suç mu işlemiştim ki ben? Suç işlesen böyle mi davranırlar Elzem sana? Koskoca istihbarat... Ne yapmam, nasıl davranmam gerekiyordu? Yaptığım tek şey okuduğum bölümünde etkisiyle, ilgimi çektiği için yalnızca internet üzerinden araştırdığım bu yaşlı adama gözlerim kocaman açık şekilde bakmaktı. Hayal görüp görmediğimi anlayabilmek için tırnaklarımı bacaklarıma geçirdim. Maalesef bacaklarımda hissettiğim acı yüzünden gerçek olduğunun farkına varmak zorunda kalmıştım. O kadar sert bir görüntüsü vardı ki, çatık kaşlarının altındaki mavi gözlerinden alevlerin fışkırdığını hissediyordum. Korkutucuydu. Boş sandalyeyi çekerek karşıma kurulduğunda yüzümü tekrar ifadesiz bir hale getirip kollarımı göğsümde doladım. İfadesizlik maskesinden dışarıdaki kişiler göremese de kalbimin gümbür gümbür olduğunu yalnızca ben biliyordum. "Bakışlarından anlayabildiğim kadarıyla kim olduğumu biliyorsun." Görüntüsünün aksine yumuşak bir ses tonu ile konuşuyordu. Başımı aşağı yukarı hareket ettirerek dediğine onay verdim. "Cevaplarının hepsini alacaksın ama öncelikle şunu bil ki; amacım seni korkutmak değil. Korkuyorsan tabii... Pek korkuyormuş gibi görünmüyorsun." Korkmuyor oluşumu anlamıştı. “Ayrıca unutmadan... Buradan anlattıklarımı dinledik-ten sonra istediğin anda çıkabilirsin.” Cevap vermeyeceğimi de anladığında cama doğru sağ elini kaldırdı ve saniyeler içerisinde demir kapı açıldı. Yabancı gözlerini üzerime dikmiş şekilde içeriye adımlayarak Ferit Arkın'ın sağ, arka çaprazında durduğunda ellerini önünde birleştirmiş şekilde beklemeye başlamıştı. Bakışlarını, birkaç saniye daha gözlerimde gezdirdikten sonra önündeki adama dikti. Ferit Arkın, yukarıda Ayza yabancıya nasıl bakıyorsa o şekilde, sıcak bir ifadeyle yabancının yüzüne döndü; ona karşı duydukları bir güven, güven değilse bile iyi duygular hissettikleri ortadaydı. Yabancının görevi neydi peki? Başını aşağı eğdiğinde yabancıya onay verdi ve yabancının kalın, tok sesinin bir anda odayı doldurmaya başlaması irkilmeme sebep olmuştu. "Elzem Saral. 4 Ekim 2000 doğumlu. Yaşı yirmi. İstanbul Üniversitesi Hukuk üçüncü sınıf öğrencisi. Halası, Nazenin Saral ile birlikte yaşıyor. Nazenin Saral dışında sürekli irtibatta olduğu kimse yok. Okul çıkışlarında ders çalışmak için veya alkol almak için belli başlı gittiği yerler hariç evden okula, okuldan eve bir düzeni var. Ayriyeten kordonda zaman geçiriyor. Akif Saral ya da Leyla Saral ile üç yıldır hiç yüz yüze görüşmediler. Sadece Akif Saral ile her ay başında telefon ile görüşüyorlar." Gözlerini zeminden ayırmadan, sözlerine hiç ara vermeden söyledikleri karşısında dumura uğramıştım. Her bir söylediğinin doğru olması ve beni bu denli araştırmış olması onun bir MİT ajanı olduğunu haykırıyordu. Tamam... MİT için tabii ki doğal bir şeydi bu kadar araştırılması, sonuçta buraya hakkımda sıfır bilgi ile beni almayacaklardı değil mi? Burada asıl takılmam gereken nokta üç yıl kısmıydı. Zemine mıhladığı siyahlarını ağır ağır gözlerime çevirdi ve sanki yüzümde bir şeyler arıyormuş gibi gözlerime odaklanmıştı. Zorla da olsa yabancının gözlerinden gözlerimi ayırarak, çatık kaşlarımla Ferit Arkın'a döndüğümde bir açıklama bekliyordum. "Şimdi sana bir hikâye anlatacağım. Beni can kulağı ile dinlemeni istiyorum." Tepki vermeden çatılmış kaşlarım ile yüzüne bakmaya devam ettiğimde içten bir şekilde gülümsedi. O kadar da sert bir adam değilmiş ha Elzem? “Bir adam var, ünlü bir iş adamı. Kendine ait olan yüzlerce iş yeri, holdingler... Pek de hayırsever birisi. Birçok yardım vakfına kendisi ve karısının adına yaptığı bağışlardan ötürü çok sevilen, saygı duyulan bir adam. Birçok insanın gönlünde iyi niyetinden dolayı adı altın harflerle yazılı.” Yutkunurken yerinde kıpırdandı. “Ankara'da karısı ile birlikte yaşıyor. İstanbul’da hukuk okuyan bir kızı var. Düzenli olarak para gönderiyor, ihmal etmiyor. Ne kadar normal ve güzel değil mi?" Derin bir nefes vererek birkaç saniye gözlerimi kapattığımda "Tüm bunların benimle ne alakası var?" Demek zorunda kalmıştım. Hiç kimse sadede gelmiyor ve istediğim cevapları bana anında sunmuyordu. Sağ işaret parmağını kaldırdığında bakışları sus derken, "Anlayacaksın." diye de eklediğinde susarak anlatacaklarını dinlemeye devam ettim. "Aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil. Sadece dışardan gören insanların hayranlık duyduğu bu adam, benim üç yıldır peşinde olduğum bir adam." “Suçu ne ki?” diye sordum. “Uyuşturucu baronu.” Kaşlarım havalandı, bu tarz bir sonuç beklemiyordum. Anlatışından kaynaklı bir suçludan bahsettiğini anlayabilmiştim ama uyuşturucu garip hissetmeme sebep olmuştu. “Ürettirdiği, belki de ürettiği uyuşturucuları, yurtiçi ve yurtdışı olmak üzere satışa sunuyor. Bu işin, yirmi yılı aşkın süredir devam eden bir iş olduğu âşikar ama kazandığı kara parayı öyle güzel aklıyor ki, biz yalnızca son üç yıldır peşindeyiz. Eğer bu adam kimsenin haberi olmadan elime geçerse diğerleri, yani iş birliği içerisinde olduğu herkes ip söküğü gibi avcuma düşecek. Ancak senin kafandaki soru: peki sen bu işin neresindesin, değil mi Elzem?" Boş bakışlar atarak tekrar başımı salladım, ne anlatmak istediğini anlayamıyordum. Beynim gerçekten durmuş, çalışmaktan vazgeçmiş gibiydi bugün. Tekrar içten bir şekilde gülümsediğinde başını iki yana salladı. İstemsizce, bu hareketi bana acıdığını hissettirmişti. "Sen o adamı çok yakından tanıyorsun." Yüzümde şaşkın bir ifadeyle ben mi? dercesine işaret parmağımı kendime doğrulttum. O sırada gözlerim dakikalardır susan yabancıya çevrildi. Bu defa yüzüme değil zemine bakıyordu. Kaşları yine çatıktı ve yukarıdaki gibi sakin görünmüyordu artık. Devam etmesini istercesine bakışlarımı tekrar yabancıdan karşımdaki adama diktiğimde nefesimi tutmuş devam etmesini bekliyordum. "O adam baban Elzem. Akif Saral'dan bahsediyorum." Yüzümde hiçbir mimik oynatamadım. Dondum, karşımdaki adamın gözlerini izledim sadece. Yine anlayamamıştım, ya da anlamak istemiyordum. Göğsümde birleştirdiğim ellerimi çözdüğümde önüme dökülen saçları kulaklarımın arkasına sıkıştırdım ve boğazıma oturan yumruyu yok etmeye çalışırcasına yutkundum birkaç kez. O adam baban. O adam baban. O adam baban. “Ne demek istediğinizi anlayamadım, saçmalık çünkü.” Gülmüştüm istemeden ama karşımdaki adam gülmeden sadece gözlerime bakıyor ve ciddiyetini anlamamı istiyordu. Kalbimin üzerinden bir dalga geçtiği an ciğerlerimdeki bütün nefesin anında boşaldığını ve ciğerlerimin içeride büzüştüğünü hissettim. Yüzümdeki ifade tamamen dağılırken birden üzerime yüklenen yük oldukça fazla gelmişti. Çarpıntım, göğüs kafesimi sıkıştırmaya başladığında gözlerimi masaya çevirmiş, daha çok kendime konuşarak, “Saçmalık. Çok saçma.” diye sayıklıyor, sonunu kestiremediğim imkânları yok etmeye çalışıyordum kafamın içinde. “Bir yanlışlık vardır.” “İnsan böyle olayları hiç başına gelmez sanıyor, gelince de ihtimallere karşılık inkâr ediyor; aynen şu an senin yaptığın gibi. Babanla üç yıldır karşı karşıya bile gelmemişsin Elzem. Ben ülkesini korumaya çalışan bir adamdan başkası değilim. Sana bu konuda palavra attığımda elime hiçbir şey geçmez. Şimdi tekrar düşün ama duygularınla değil..." dediğinde işaret parmağı ile şakağını gösterdi. "Burasıyla düşün. Konu bu ülkeyse duygulara yer yok.” Bakışlarında gördüğüm duygu, kesinlikle acımaydı. Ferit Arkın bana acıyordu ve ben karşısında, tam şu an, şu saniye, bana acımaması için hiçbir sebep bulamıyordum. Karşısında öylece susup yüzüne bakmaya devam ettiğimde ifademi süzdü ve “Kanıt mı istiyorsun?” dedi. Öne doğru eğilerek masaya yaklaştım o an ve yaşların biriktiği gözlerimi gözlerine diktim. “Sadece buradan gitmek istiyorum.” Kanıt falan görmek istemiyordum çünkü gerçekten bir kanıt varsa eğer, benim o adamı savunacağım hiçbir şey yoktu; ne ellerimde ne zihnimde ve ben babam yerine koymadığım birisinin suçunu omuzlarımda taşımak istemiyordum. Benim için yalnızca bir yüktü. İfadesi donuklaşmıştı. Beklemediği bir cevap olduğu gayet açık olsa da bozuntuya vermedi. “Seni aklıma şüpheli olarak kazımamı da istiyorsun öyleyse Elzem.” Kaşlarımı sanki daha çok çatabilecekmişim gibi çattığımda “Az önce kendiniz söylediniz. Buradan sizi dinledikten sonra gidebileceğimi siz söylediniz!” dedim baskın bir sesle, çıkışarak. Yukarıda ne hissettiysem aynısı tekrar içime oturmuştu. “Her şeyi anlattığımı da nereden çıkardın?” Yutkundum. Çenemin titremesini durduramazken geriye yasladım bedenimi ve anlatacaklarını dinlemek için kollarımı tekrar önüme bağladım. “Bitirin öyleyse.” Derin bir nefes alıp verdiğinde sol elinin parmakları ile alnını ovuşturdu birkaç saniye. “Ürettiği uyuşturucu üst seviye kalitede olan bir uyuşturucu. Uyuşturucu uyuşturucudur ancak bu biraz farklı. Etkisi çok fazla. Tek dozu aşan bir insanın aklını kaybetmesini sağlayacak kadar yani kendinden habersiz hale getirecek kadar etkili.” Titreyen ellerimi yüzüme yaslayarak sertçe ovuşturdum ve baskın şekilde konuşmaya başladım, sabrım taşıyordu. "Bunları benim neyime güvenerek anlatıyorsunuz ki? Onu geçtim, beni buraya getirtmenizin sebebi bu muydu yani? Sadece bunları bana haber vermek mi? Peşinde olduğunuz bir suçludan beni korumak mı?” Başımı umutsuzca iki yana salladım. Ne olacağını adım gibi biliyordum. “Üç yıldır yüz yüze bile düşmediğimizi kendiniz söylediniz az önce... Ne istiyorsunuz benden?” diyerek net olduğum an kaşları havalandı ve başını birkaç saniye önüne eğdi. Kafasında söyleyeceklerini toparlamaya çalışıyormuş gibi bir hali vardı. Bense olduğum yerde titriyordum. "Üç yıldır MİT tarafından takip ediliyorsun Elzem. Yaptığın her hareketten, telefon konuşmalarından bile haberdarım. Halan da buna dahil. Evet, sana güveniyorum çünkü masum olduğunu üç yıldır yaptıklarından ve yapmadıklarından biliyorum. Onu geçtim karşımdaki şu haline bakılırsa... Her şey çok açık." Duyduğum her bir kelimede şaşkınlık vücudumu daha da esir altına alıyordu. Hâlâ söyleyeceklerini bitirememiş adama dolu gözlerim, titreyen dudaklarım ve düğümlü boğazımla bakabiliyordum sadece. Dudaklarını ıslatıp masanın üzerinde ellerini birbirine kenetlerken göğsünü masaya yasladığında gözleri daha yakınımdaydı. "Bak... İnanmanın güç olduğunun farkındayım ama dediğim gibi mantık şu an ön planda olmalı. Üç yıldır her ayrıntısını ilmek ilmek dokuyorum Elzem ben bu operasyonun. Senden istediğim şeyse, tahmin ettiğin üzere yardımın. Beni o şeytanın inine götürmeni istiyorum senden. Onun kızısın ve onu en çok tanıyan kişi sens...” Titreyen tek şey dudaklarım değil sesimdi de, aniden sözünü kestiğimde fark etmiştim. “Ben o adamın kızı değilim ve onu tanıdığım falan da yok! Sadece üç yıl değil, neredeyse yedi yıldır yüz yüze düşmedim ve sizin göreviniz için düşmeye de niyetim yok. Bu söylediklerinizden sonra da gözünüzde şüpheli konumuna geleceğimi sanmıyorum. Hakkımdaki her şeyi biliyorsunuz zaten. Benim bir suçum olmadığını da.” derken oturduğum sandalyeyi ittirip ayaklanmış ve kapıya doğru birkaç adım atmıştım; ta ki yabancının yanından geçip gidecekken Ferit Arkın’dan yükselen soruyu duyana kadar. “Sen halanın nasıl öldüğünü biliyor musun peki Elzem?” Gözlerimi hâlâ alışamadığım halamın ölümüne karşılık inanmak istemiyormuşçasına sımsıkı yumduğumda sol gözümden aşağı bir yaş yuvarlandı. “Halan eceli geldiği için ölmedi Elzem, öldürüldü. Sahibi bilinmeyen bir tabancadan çıkan tek bir kurşun, Nazenin’in kalbini paramparça bir hale getirdi. Çok uzak değil, birkaç saat önce.” Öldürüldü, Elzem. Öldürüldü Nazenin. Öldü halan! Ölemedin sen! Sertçe yutkundum ama sanki birisi boğazımı boydan boya çizmiş gibi hissettirmişti. Tüm bedenim titrerken gözlerimi inatla açmadım. Kaçmaya çalıştım ama kafamdakiler yetmiyormuş gibi Ferit Arkın'ın söylediklerine çarpıp yere düştüm. Halamdan, canımın parçasından bahsediyor olması beni durduran tek şey olmuştu. Bir adım geri sendelediğimde yabancı elini bir anda koluma dolamış ve sıktığım gözlerimin birden açılmasına sebep olmuştu ama elektrik çarpmış gibi, anında, sertçe kurtarmıştım elinden. Gözlerimi yabancıya değdirmeden tekrar Ferit Arkın’a diktiğimde ayaklanmıştı. “Nasıl?” diye sordum soluklarımın arasında ancak kendi sesimi ben bile zor duymuştum. "Dediğim gibi seninle birlikte halan da takip ediliyordu. Öldüğü gün sen evden çıktıktan sonra evinizin önüne küçük bir erkek çocuğu, siyah bir zarf bırakmış ve zile basıp kaçmış. Haliyle halan da kapıyı açanın kim olduğunu görmemiş. Sonra da zarfı fark edip içeri almış. Zarfın oraya kimin aracılığıyla bırakıldığını bilmiyoruz ancak halan bu olaydan sonra taksi çağırıp avukatı ile görüşmeye gitmiş." Ağır ağır nefesini dışarıya verdi bu noktada. "Avukatına da bütün mal varlığını sana bırakmak istediğini söylemiş. Vasiyetini vermiş." Öleceğini hissetmişti... Tabii gerçekten de böyleyse. Birkaç saniye boyunca sustum, hazmetmeye çalıştım. Sonra da dakikalardır konuşmayan yabancıya çevirdim gözlerimi, siyahlarını inatla yüzüme çıkarmıyordu. Neden şimdi bakamıyordu yüzüme? Derin bir nefesi alıp verdiğimde boğazımı temizledim. “O küçük çocuk peki?” dediğimde Ferit Arkın bakışlarını birkaç saniye için masaya çevirdi ve mahcup bir ifade ile yüzüme baktı. "Bütün mobese kayıtlarına bakıldı ancak çocuk ara sokaklardan birine sapıyor ve bir daha da görünmüyor. Oradan bir şey çıkmadı." Başımı aşağı yukarı salladım. Daha bu sabah sarılırken kollarımın arasından bir anda uçup gitmesi hiç adil değildi. Dünyada o kadar kötü insan varken benim canımın bir parçası olan halamın gitmesi hiç adil değildi. Ölmeyi dileyen kişi benken onun gitmesi hiç adil değildi. "Halana bunu kimin yaptığını bilmiyorum ama babanla bir ilgisi olduğuna adım kadar eminim." Keskin bir sızı bütün vücudumu gezdi, kanımın donduğunu hissettim. Kaşlarım tekrar çatılırken “Onun yaptığını mı söylüyorsunuz?” diye sordum, yüzümde dehşet dolu bir ifadeyle. "Bilmiyoruz Elzem. Bilmiyoruz çünkü babana bunları bilecek kadar yaklaşamıyoruz. Baban bulunduğu konumdan ötürü çok dikkatli bir adam. Evine soktuğu hizmetçiler bile evde oturmaya başladığı günden beri değişmiyor. Hiçbir noktadan istihbarat sağlayamıyorum. Ona doğru üç yıldır metrelerce koşuyorum ama bir adım dahi yaklaşamıyorum. Burada da sen devreye giriyorsun. Daha doğrusu seni devreye sokmak zorunda kalıyorum. Şu saatten sonra ona ancak senin aracılığınla yaklaşabiliriz." Derin bir nefes verdiğimde tamamen ona döndüm. “Ben size nasıl güveneceğim? Ya şu an halamın üzerinden konuşarak göreviniz için benden yardım almaya çalışıyorsanız? Diyelim kabul ettim ve size yardım ettim. Ya sonu ona, halama çıkmazsa?” Kaşları çatılmıştı. “Babana söylediğim şeyler seni hiç etkilemiyor mu? Onun üzerine düşmedin ama halanın adı geçtiği an... Babanı sadece görevim olarak görüyorsun. Neden?” Baktım öylece. Verebileceğim çok cevap, yakınabileceğim çok sebebim vardı ama ben bunlar hakkında konuşmaya veda edeli çok olmuştu. Yine de çocukluğumdan hatırladığım babamı düşündüm o an. Nasıl birisiydi ki benim babam? Her akşam yemeğinin ardından çalışma odasının kapalı kapıları ardına saklanan, sabahın en erken saatinde evden çekip giden, sürekli telefondan birilerini yöneten, evde ne annemle ne de benimle, kimseyle konuşmayan o adam tam anlamıyla kimdi? Öğrenmek istemiyordum. Zihnimde yettiği kadar vukuatı vardı. Ben bir yenilerini daha eklemek istemiyordum. Benden bir tepki alamadığında boğazını temizleyip, “Eğer hâlâ gitmek istiyorsan seni bıraksın. En başında da söylediğim gibi, amacım seni bir şeyler için zorlamak değil ama düşün önümüzdeki zamanda ve fikrin değişirse eğer...” dediğinde bakışlarını yabancıya kaydırdı. “O seni bulacaktır. Tabii, teklifimi şimdi kabul etmezsen.” “Arabam nerede?” dediğimde Ferit Arkın’ın gözlerinde az da olsa parlayan umut ışığı sönmüştü çok açık olan yanıtıma karşılık. “Araban evinin önüne çekildi, seni bıraksın,” demişti yabancıyı kastederek. “Ancak şöyle bir durum var ki... Buranın adresi sadece MİT içerisinde bilindiği için yolu geldiğin gibi görmemen gerekiyor. İzin verirsen eğer..." Duraksadığında nasıl söyleyeceğini bilememiş gibi görünüyordu. Beni geldiğimde nasılsa aynı şekilde uyutacaklardı. "Anladım." dedim. Dudaklarını birbirine bastırarak başını aşağı yukarı salladı ve yabancıya bir bakış attıktan sonra gelişindeki gibi sert ifadesini takınarak demir kapıdan dışarı doğru adımladı. Şimdi yabancı ile tekrar baş başa kalmıştık. Gözlerimi ona çevirdiğimde siyahları ile denk düştüm. Bu kez bana bakıyordu ve öfkesi silinmiş, yine sakinleşmiş gibi bir hale bürünmüştü. "Seni uyutmam gerekiyor." Sesi ile birlikte yorgunca omuzlarımı silktiğimi gördüğü an yüzümü süzdü bakışları ve ceketinin içindeki cebinden küçük bir cam şişe ve beyaz bir peçete çıkarırken kalçamı demir masaya yaslayıp kollarımı göğsümde birleştirdim. Elinde tuttuğu şişenin içerisindeki ilaç uyumamı sağlamıştı. Dört buçuk saatin yalnızca ilk bir saatini ilacın etkilemiş olduğunu, uyuduğumu söylemişti ama ben buna inandığımı söyleyemezdim çünkü şimdiye kadar kâbus görmeden uyumamı sağlayan hiçbir ilaç olmamıştı. Her biri uyumamı sağlıyordu ancak kâbuslarımın ardı arkası hiç kesilmemişti. Piyasada ne kadar uyku ilacı varsa çoğunu denemiş birisi olarak yabancının elindeki madde benim için bir mucizeden farksızdı. Küçük şişenin kapağını açtığında mendile birkaç damla kadar içindeki sıvıdan damlattı. “İlacın adı ne?” diye sordum kendimi tutamayarak. Sorgulayıcı bakışları gözlerimin arasında gidip gelirken “Ne yapacaksın?” dedi. “Hiç. Sadece merak.” Üzerime doğru gelip elindeki şişeyi yüzümü izleyerek arkamda kalan masanın üzerine koyduğunda, başımı ona doğru kaldırırken “İlacın adını söylemedin.” diyerek direttim. Cevap versin istiyordum. Burnundan derin bir nefes çekip ağırca bıraktığında sıcak nefesi, bir tüy gibi alnıma ve saçlarıma serilmişti. “Bulamazsın hiçbir yerde. Sorma o yüzden.” demesini de beklemediğim için kaşlarım çatılmıştı. “O niyeymiş?” dedim merakla. “Benim formülüm çünkü.” Çattığım kaşlarım düz bir çizgi haline dönerken elindeki mendili yukarı doğru kaldırıp başını hafifçe aşağı eğdi. İzin istiyor Elzem. Göğsümdeki ellerimi çözerek omuzlarımdan aşağı dökülen saçlarımı arkaya savurduğumda ise mesajı almıştı. Büyük avcunun içinde tuttuğu mendille birlikte elini de yavaşça yüzüme kapattığında yüzümün avcunun içinde kaybolduğunu hissetmiştim. Aynı zamanda aldığım nefeslerle birlikte bedenim ve göz kapaklarımın ağırlaştığını da. Sonrasıysa karanlık ve sıcak bir beden.
...
Gözlerimi ikinci kez araladığımda yabancının profili ile karşılaştım. Yüzüne vuran sokak lambalarının sarı ışığı kemikli suratını daha da gözler önüne seriyordu. O, kafasını arabanın koltuğuna vermiş şekilde ileri bakarken üzerindekileri inceledim. Hiç de ajana benzer bir hali yoktu. Ben ajanım mı yazsın Elzem adam üstüne? Onun olduğu taraftaki camdan baktığımda beyaz, bahçeli, içinde eskiden halamın olduğu evimin önünde durmuştuk ancak klimanın çalışması için araba da çalışıyordu. Ayrıca arabam, Ferit Arkın’ın söylediği gibi hastanenin önünden alınmış ve evin önüne çekilmişti. Başım yana doğru düştüğü için yüzüme dökülen saçlarımı doğrulurken kulaklarımın arkasına sıkıştırdığımda oluşturduğum hareketlilikten dolayı bakışları beni buldu. Birkaç saniye birbirimize baktıktan sonra sessizliği bozan onun sesiydi. "Nasılsın?" Sorarken ki sesinin ilk kez bu kadar yumuşak çıkmasına şaşırmadan edememiştim. Bakışlarımı onun üzerinden avucumdaki ellerime çevirdim. Hislerimi çözümleyebilen birisi değildim. Zaten bu cevabı verebileceğim bir kişi de yoktu karşımda. O nedenle sorusunu cevapsız bırakarak konuyu apayrı bir yere çektim. "Elime ne oldu? Revirdeki kız, Ayza, parçaladığımı söyledi." Sesim o kadar kısık ve yorgun çıkmıştı ki. Bakışları ellerime kaydı ve yutkundu. "Hatırlamıyor musun ne olduğunu?" Kafamı hayır anlamında iki yana sakladığımda kaşları şaşırdığından ötürü çatılmıştı. "Uçuruma doğru koşarken takılıp yere düştün. Sonra da elini taşlara vurdun defalarca. Birkaç dikiş atmak zorunda kaldılar." Hafızamı yokladım ancak düştüğüme ya da elimi bile isteye yere vurduğuma dair bir an bulamadım. Sorgular bir şekilde yüzüne baktığımda dudakları aralandı. "Bu aklında yok mu gerçekten?" "Kriz anı olduğu için sanırım. Bilmiyorum." Dediklerime karşılık hiçbir cevap vermediğinde aramızdaki sessizlik tekrar yerini bulmuştu. Elimi kapı koluna atarken “Bekle.” dedikten sonra bir anda elini önümde kalan torpido gözüne attığında bacaklarımın üzerinde duran soğuk elimi kendime doğru çekme ihtiyacı hissetmiştim. Bunu fark etmiş olacak ki kolunu benden uzaklaştırarak torpidoya yaklaştırdı. O torpido gözünde bir şeyler ararken benim bakışlarım saçlarındaydı. Birazcık dalgalı ve koyu kumral tutamları vardı, kâbusumdaki gibi. Torpidodan siyah telefonumu çıkardığında tekrar doğruldu ve telefonu bana uzattı. "Koşarken düşürdün cebinden." Dudaklarımı birbirine bastırıp elinden aldım, telefonun varlığını bile unutmuştum. Artık gitmem gerektiğini hissederek elimi tekrar kapının koluna attığımda aklıma gelenle hareketlerimi durdurdum ve gözlerimi bana bakan siyahlara çevirdim. “Eğer fikrimi değiştirir ve yardım etmeyi kabul edersem... Sana nasıl ulaşacağım?” Sertçe yutkunduğunu hissetmiştim sorduğum soruya karşı. “Bu işe girme Elzem.” Neden böyle söylediğini anlayamamıştım. Beni uçurumun kenarından alıp oraya götüren kişi kendisi değil miydi? Söylediğini sorgulayarak baktım yüzüne ve boğazının hareketinden bir kez daha yutkunduğunu fark ettim. Gözlerini kapatıp derin ve sesli bir nefesi bıkkınca alıp verdi dışarıya. Aklında ne vardı da böyle konuşuyordu? Gözleri tekrar aralandığında az önce söylediğini hiç söylememiş gibi “Yarın sabaha kadar düşün ve kararını ver Elzem. Çünkü sabah kapında olacağım, kararını öğrenebilmek için.” demişti. |
0% |