Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm. Unutulmuş anı.

@ebru2_yuva_

"Geçmişe gitmeyi ne çok isterdim seninle. Seninle en çok çocukluğuma gitmeyi isterdim. Orda gördüğün o küçük kıza belki acır gelecekte daha az canını acıtırsın diye. "

 

💦

 

Bir an... Sadece kısa bir an kendinize hak vermeyi düşündüğünüz o kısa anda. Başınıza gelecekler için pişman olur muydun ki? Belki olurdun. Çünkü düşündüklerininin seni nasıl izbe bir sokağa çektiğini bilemezdin. Dünü bilirdin. Ama yarını asla bilemezdin. Onlar hep fazla merak ettirici ve bir kadar da acı vericiydi. Karar her ne olursa olsun. Hep bir sınırın olmalıydı. Fakat bir gün geldiğinde o sınırların yıkılacaktı. Etrafına ördüğün bütün duvarlar birer enkaza sonra ise toza dönecekti. Herşeyin bir ilki ve sonu vardı. Verdiğin savaşın sonunu hep merak edersin. Ve o sona ulaştığında merak ettiğin günler için belki pişman belki haklı olacaksın. Herşey bir gizemden ibaretti.


Özellikle de bu şehirde. Kalbimde buruk bir his vardı. Gözlerim düne nazaran bugün herşeyi net görüyordu. Sahi dün var mıydı ki? Ben hep bu günde mi kalmıştım. Yoksa sandığımın aksine bir çok şeyi yaşayıp ertesi gün unutmuş muydum? Zihnim boş bir delhizden farksızdı. Sabah gözlerimi açtığım ilk an herşey etrafımda dönmeye başlamıştı. Bunu garipsemiştim. Nedensizce. Kendimi çok yorgun ve bitkin hissediyordum. Bunu yol yorgunluğundan olduğunu düşünerek kısa bie düş almıştım. Ama tabiki de üzerimde ki o halsizlik hala devam ediyordu. Silik anılar aklımda canlanıp canlanıp yok oluyorlardı. En çok buna sinir oluyordum. Tam kendimi veriyordum. Herşeyi kontrolüm altına alıyordum. Herşey yene başa dönüyürdü. Bu yüzden artık üsetelemyi bırakmıştım. Kendi haline bırakmıştım.

Dün geçirdiğim yorucu yolculuktan sonra bugün doğayı keşife çıkmaya karar vermiştim. Daha doğrusu vermiştik. Çünkü başımda ki baş belası da buna dahildi. Bugün hava sıcaktı. O yüzden üzerimde beyaz askılı bir elbise vardı elbisenin boyu dizlerimin üstünde bitiyordu. Etek kısmı pileliydi. Ve oldukça hoştu. Yüzüme düşen tutamları küçük bir tokayla beni rahatsız etmemesi için tutturmuştum. Fakat o küçük toka bile beni rahatsız ettiği için yolun yarısında çıkartmak zorunda kalmıştım.

Bilmiyordum. Garip bir şekidle saçlarımı bağlamayı sevmiyordum. Onların özgür olmasını istiyordum. Bağlayınca onları esir ettiğimi düşünüyordum. Bu çok saçmaydı. Ama benim açımdan doğruydu.

"Seni öldürmek istediğimi daha önce söylemiş miydim?" diye arkamdan isyan ederek gelen havin'e kulaklarımı tıkadım. Her zamanki gibi yene tutturmuştu hakaretleri. Ve bende her zaman ki gibi umursamaz bir şekilde. "Evet daha önce çoğu kez söylemiştin." dedim yenede cevap vermeyi ihmal etmiyordum. Düşünceli bir insandım. Onun aksine!

 

Otelden çıkmadan önce kahvaltımızı yapıp. Taksi çağırmıştık. Fakat çaşırdığımız taksi bir türlü gelmeyince. Bende beklemeyi bırakıp yürümeye başladım. Zaten arabalara binmeyi hiç sevmezdim. Nedense kendimi rahatsız hissederdim. Genelde hep yürümeyi tercih ederdim günlük hayatta. Bu kadar yorgun hissederken yürümek çok mantıksızdı. Zaten bende pek mantıklı bir insan değildim. Olur olmadık herşeyi yapıyordum.

 

Ama anlaşılan havin kafamı ötüleyecekti. Ben hızlı hızlı yürürken havin arkamdan küfürler ediyordu. Neyse ki kaesi şehri bugün sıcaktı. Son kaç gündür o üşüme olayından sonra iyi gelmişti.

 

Ne kadar yürüdük bilmiyorum. Zaten nereye bile gittiğimizi bilmiyordum. Ama işin garip yanı sanki burası yıllardır yaşadığım memleketimmiş gibi. İçini avcumun içi gibi biliyordum. Havin arkamdan. "Nereye götürüyorsun bizi uzay yaratığı!" diye bağırdığında omuz silkip yürümeye devam ettim. Hiç bir zaman ne hakaretleri biterdi neden nefreti. Bana takmadığı isim var mıydım

 

Çirkin kızıl.

 

Uzay yaratığı.

 

Belalı kaçık.

 

Zebani gözlü.

 

İnsan israfı.

 

Sıkıcı makine.

 

Allah'ın cezası kız. Şimdi hatırlayınca bana takmadığı çirkin lakap kalmamış! Bu nefretinin kaynağı geçmişten geliyordu.

 

Ama artık Onunla ilgilenmek yapacağım son şey dahi değildi. İstediği kadar bağırıp çağırsın. Havin'ini düşünmeyi bırakıp Etrafı şöyle bir kolaçan ettiğimde. Beni karşılayan sessiz ve yanlız bir şehir hiç hoşuma gitmedi.

 

Etrafta hiç kimse yoktu. Fazla sakindi şehir. Yani hakkında söylentilerin aksineydi. Kalabalık olması gerekirken hiç insan yoktu. Tek bir canlıya dair bir iz raslantı yoktu. Güzel bir şehirdi. Fakat bir huzursuzluk vardı. Ters giden birşeyler vardı. Bunun artık farkındaydım.

 

Arabalar bile çalışmıyordu yahu. Bizde taksi bekliyorduk. Kuralları değişik bir yerdi. İstemsizce gülümsedim. Drğişik olan herşey bugüne kadar ilgimi çekmiştir.

 

Dinlenmeden yürümeye devam ettim. Açıkcası Nereye gideceğimi bilmeden ilerliyordum. Daha doğrusu ayaklarım benden bağımsız hareket ediyordu. Bir ormanın yoluna girdiğimizde. Göğüs kafesim sıkıştı. O az önce ki gülümseme yüzümde donuklaştı. Elimi kaldırıp göğsüme koyup derin bir nefes içime çektim. Orman yolu o kadar korkunç görünüyordu ki. Arkamı dönüp gitmemek için kendimi zor tutuyordum. Her taraf buram buram kasvet kokuyordu. İnsanın ruhunun kararacağı bir yerdi. Benim ruhumun hala beyaz kaldığı söylenilmezdi.

 

Hiç istemesem de merakım beni ormanın yoluna doğru sürükledi. Tabi bu sürede havin'in varlığını unutmuştum. Ama çok geçmeden o cırtkak sesiyle bana kendisini hatırlattı.

 

"Ee yok artık bizi buraya da sokmayacaksın herhalde." dedi havin hayretle. Daha hızlı yürüdüğümde. Bir küfür savurup peşimden geldi. Kendi kendine mırıldanarak. "Uzay yaratığı olduğunu idda ettiğimde çok ciddiydim."

 

Hiç bir sözünde alaycı değildi ki. Hepsini içten gelerek söylüyordu. Belkide bu kadar dürüst olduğu için hala ona tahammül edebiliyorum.

 

Yüzüme düşen saçlarımı geri çektiğimde. Her ne kadar yavaş gitmek istesem de. Farkettiğim şey Ayaklarım bana inat o kadar hızlı gidiyordu. Ben kaçıp gitmek istedikçe adımlarım daha çok hızlanıyordu. Bir şeyler vardı bu topraklarda. Beni kendi içine çekip hapseden gizli bir anahtar vardı. Çözemediğim bir his benimleydi.

 

Her adımımda fısıltılar duyuyordum. Gözlerimin önüne bulanık bulanık anılar gelip karalanıyordu. Kahkaha sesleri, ışıl ışıl parlayan mavi gözler. Gürültü. Ağlama sesleri,

 

Yırtık fotoğraflar.

 

Yanık kokusu.

 

Zihnimi ne kadar kurcalasam da sonuç hep aynı. ama yenede pes etmiyordum. Anılarımın peşindeydim. Ve onları bulmadan gitmeyevektim. Hissediyordum. Bu şehirde bana ait bir yaşantı vardı. Zihnim unutmanın peşinde olsada kalbim pes etmiyordu.

 

Havin hala ardımda bana küfürler savuruyordu. neyse ki onu takmayı bırakalı yıllar olmuştu. ormana girdiğimde gördüğüm güzel manzaranın karşısında nutkum tutuldu. Böylesine kasvetli bir yolun sonunda böylesine güzel bir manzara beklemiyordum. Adımlarım kendiliğinden durdu. Ve gözlerim bu huzur veren manzarayı keşfe çıktı.


Sonbaharın izniyle yolun üzerine dökülmüş yapraklar, bazısı kırmızı bazısı sarı bazısı yeşil. Her renkten dökülmüştü. Ve hala orda kendini ağaçların dallarında koruyan yapraklar, dalların yolun üstüne büktüğü boynundan asılan dökmeye az zaman kalmış yaprakları.

Huzur veren o orman kokusu. Ve yağmurun kendinden geriye bıraktığı o nemli toprağın ve yaprakların koksunun yayıldığı hoş manzara.

Ama bir burukluk vardı. Herşey güzeldi. Ama bu kadar güzel şey bile. Üstünde ki kasveti kaldırmıyordu. Yavaşça hareketlendim. Yürüdüm. İçimde ki özlem tazelendi.

Bu koku insana o kadar huzur veriyordu ki. İnsan hiç ayrılmak istemiyordu burdan. Ama ayaklarım yene yerinde uslu durmuyordu. Ben değildim aslında. Ayaklarım gitmek istiyordu. Onlar özlemeine son vermek istiyordu. Bedenim kontrolüm dışında hareket ediyordu. Ve ben buna garip bir şekilde şaşırmıyordum. Hala gitmek istiyorlardı. Buna bir anlam vermesem de yürümeye devam ettim. Sarı kırmızı yaprakların süslediği yolda o yaprakları ayaklarımın altında ezerek geçtim. Ben yürüdükçe yırtık sayfalar sanki birleşiyor gibiydi.

 

Görüntüler bir tamamlanıyor. Bir kesiliyordu ortadan. Zihnimi ele geçiren buz mavi gözlerin sahibinin simasını aklımı ne kadar zorlasam da birleştiremiyordum. Geçmişten kalan biriydi. Karanlık havası beni istemsizce ürkütüyordu.

 

Ayaklarım ormanın içine giren taşlı yola girdi. Havin arkamdan söve söve geliyordu. Ama şuan tek istediğim ayaklarımın gitmek istediği yere varmaktı.

 

Taşlı yolun sonunda bizi sıkı ağaşlar karşıladı. Zorlukla o ağaçların arasından geçmeyi başardığımızda. Kendimizi çamurlu bir yolda bulduk. Yolda uzun süredir kimse geçmediğinden olsa gerek geçitleri yapraklardan ve kuru dallardan kapatılmıştı. Yanlızca uzaktan bakınca bir yol olduğunu anlardınız. Ama yürüdüğünüzde normal ağaçların arasından geçilecek bir alan olarak algılardınız. Yolun devamında sıkı ağaşların arasında zorlukla eğilerek. Ve ellerimizle sivri dalların ucunun bize temas etmemsi için çabaladık. "Allah belanı verseydi de kurtulsaydım." o sırada havin'in arkamda benim adıma ettiği beddua'yı duymamla. Ona dönmeden. "Amin amin canım. Darısı başına." diyerek son defa eğilerek kendimi ağacın dalına çarpmaktan kurtardım. Ve doğrulduğumda. Gördüğüm manzarayla önce şaşırdım. Sonra ise yutkundum.

 

Yolun sonu burası mıydı?

 

Karşımızda tüm görkemiyle duran ağaçtan bir ev vardı. Ama bu normal bir ev değildi. O kadar güzel bir manzaraya sahipti ki. Gözlerime inanamadım.

 

Koca bir çınarın dallarının ortasında ahşaptan küçük bir kulübe vardı. Külübeye çıkan merdivenin trabzanlarında çiçek saksılar vardı. Ve hepside büyüyüp eve bir ayrı güzellik katmıştı. Sarmaşık gibi merdiven basamaklarına kadar ilişmiilerdi. Ahşaptan kulübenin küçük bir camı ve kapıya çıkan merdivenin sonunda iki kişinin oturup konuşacağı küçük bir alan vardı. Resmen büyülenmiş gibi bakıyordum manzaraya.

 

"Senden korktuğumu daha önce hiç söylemiş miydim?" diye korkuyla bana bakan havin'e bakmadan ağaş külübeye doğru heycanla ilerlediğimde. "Hayır ilk defa söyledin." diye cevap verdim havin'e. Görmsem de havin'in korku dolu bakışlar etrafa attığını hissediyordum. Bu ona iyi bir ceza olmuştur.

 

Külübenin merdiveninden yavaş adımlarla çıktım. Çünkü külübe çok eskiydi. Her adım atışımda merdivenin basamaklarından gıcırtılar geliyordu.

 

Basamakların sonuna geldiğimde kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Göz ucuyla küçük ahşap sehpayı ve iki ahşap tabureye bakıp. Bakışlarımı kapıya çevirdim. Kilitli değildi. Sanırım terkedilmişti. Çünkü uzun zamandır kimse uğramamış gibiydi. Ama çınar ağaç onu iyi kurumuş gibiydi.


Ahşap kapının kulpunu tutup yavaşca çevirdiğimde. Rahatsız edici gıcırtı ile dişlerimi sıkıp. Kapıyı ardına kadar açtım. İçeri girdiğimde havin'de peşimden girdi. Aldığım güzel odun ve ormanlık kokusu ile gözlerimi bir kaç saniyeliğine yumdum. İçinde yaşanılmış çok duygu çok anı vardı. Hepside şimdi tarih olmuştu. Acaba kim yapmıştı. Yada kimler içinde kalmıştı?

Küçük külübede göz gezdirdim. İçinde iki tahta sandalye vardı köşede. En başta demir başlı bir yatak vardı. Ve Yanında küçük bir sehba ile rengi gitmiş bir halı vardı. İçinde başka hiç bir şey yoktu. Zaten küçüktü. En fazla bu kadar şey sığardı

Havin hemen yanımda külübenin içine garip bakışlar atıyordu. "Hevesini aldıysan artık gidebilir miyiz. Yeterince alalemin mahremine girdik." dedi. Başımı sallayıp beraber külübeden çıktığımızda. Nedensizce tekrar dönüp omzumun üstünden içeriye baktım. Sanki orda birini görecek mişim gibi. Havin önümden geçip merdivenlerden yavaşca inince bende daha fazla oyalanmayıp onun peşinden indim. Gözlerim dümdüz önümüzde sabitken.

O an gözüm Havin'in basmak üzere olduğu bir kağıdı yerde görünce. Hızla öne atılarak. "Dur!" dedim. Havin'in ayağı havada kalırken. Hışımla Yere eğilip kağıdı avcuma aldım. Küçük bir ipucuya bile ihtiyacım vardı. Kağıdı parmaklarımın arasında kavrayıp doğruldum.

Kağıdı elimde çevirdiğimde bir fotoğraf karşıladı beni. Havin de üstüne merakla eğilmiş fotoğrafta ki resime bakıyordu. Ama kağıdın resim tarafı toprağın üstünde kaldığı için resimde ki kişilerin yüzleri çamur olmuştu. El ele tutan genç bir çift vardı resimde.

Ama resim fazla kirli olduğu için net görünmüyorlardı. İşime yarayan bir şey içinde olmadığından fotoğrafı tekrar yere atıp. Yürümeye devam ettim.

Sanırım burda işimiz bitmişti. Sırada geri dönmek.

**

Yolumuzu kaybetmiş gibi ne yöne gideceğimizi şaşırmıştık. Açıkcası az önce bizi o kulübeye götüren ayaklarım şimdi hiç bir tepki vermiyordu. Sanki yolun geri kalan kısmını bana bırakmış gibiydi. Her ne kadar ürksem de hiç değilse havin yanımda diye kendimi teselli ediyordum. Hala o ormandaydık. Ne kadar ilerledik bilmiyorum ama bir türlü sonu gelmiyordu.

O sırada uzakta gözüme ilişen tabelayla heycanla. Yanımda ki havin'in kolunu kendimde olmadan cimcikledim. "Ay sonunda geldik. Bak tabela orda." dediğimde. Yanımda ki havin'in nefret dolu bakışlarıyla karşılaştım. Sonra ise taklidimi yaparak.

"Ay sonondo geldok bok tobolo ordo." diyince sinirle çığlık atmak istedim. Ama şuan hiç sırası değildi. Bu kızı başıma musallat eden annnemle de hesaplaşacaktık. Ama önce şu meşhur kanlı yola girmek istiyorum. Buraya gelmişken hiç bir şeyi aksatmak istemiyordum. Hiç bir şey içimde ukde kalmamslıydı.

Doğrusunu söylemek gerekirse. Her ne kadar heycanlı olsamda ürküyordüm. Çünkü orda beni neyin karşılayacağını bilmiyordum. Biraz daha yaklaşınca tabelada ki yazıyı gördüm. Fakat yabancı bir dilde yazıldığı için ne yazıldığını anlamdım. Yane ingilizce fransızca. Hatta arapça bile biliyordum. Ama bu dil üçüde değildi.

"Ahbar rawu. (Kanlı yol)"

Ne ne demek bu şimdi. Bir umut havin'e baktığımda oda bana baktı. "Ne bakıyorsun. Benim gibi on yaşında zor türkçeyi öğrenen bir insandan bu dili bilmesini bekleyemezsin." dediğinde gözlerimi devirdim.

Umut etmemde kabahattı. Zira bu kız yanlızca laf dadaşı için dünyaya gelmişti. Ona bir şey demeden tabelayı geçip ilk adımımı attım. Nedense attığım adımla birlikte bedenime ve ruhuma aynı anda bir huzursuzluk çöktü. Bu öyle bir histi ki. Göğüs kafesim daraldı. Elimi göğsüme koyup derin bir nefes içime çektiğim sırada havin'in sesini duydum. "Neden bu kadar huzursuz oldum. Doğru söyle beni nereye getirdin. Yoksa beni öldürmek için burda bir plan falan mı yaptın?" kuşkulu sesi cidden bunu yaptığıma şüphesiz inandığını doğruluyordu.

"Keşke öyle bir şey için burda olsaydım."

"O zaman bende senin için aynı hazırlığı yapardım. Canım arkadaşım."

"Arkadaşın falan değilim."

"Aynen senin gibi biri zaten dengim değil. Öyle bir anlığına seni mutlu etmek için söyledim."

"Ay yeter. Bak en sonunda boğacağım seni!" diyip cinnet geçirir gibi üstüne yürüdüğümde. Gözleri arkamda bir yere takıldı ve gözbebekleri yerinden çıkacakmış gibi oldu. Ama bunu umursamadım. Tam boğazını tutuyordum Kİ. "B-burnun kanıyor." diye kekeleyince. Şaşkınlıkla yüzüne baktım bir kaç saniye boyunca. Sonra beni şok eden o sözleri söyledi.

"Kanlı yol ikimizden de kan aldı. Mehla."

Kanlı yol ikimizden de kan aldı.

Bedenim büyük bir şok etkisiyle sendeledi. Ne demek istemişti. Ne anlatıyordu? Burnumdan akan sıvıyı tenimden aktığını hissedince işaret parmağımla burnumdan oluk oluk akan sıvıya dokundurdum. Ve sonra parmağımı havaya kaldırıp baktım. Gözlerim ardına kadar açıldı. Sakinleşmek adına yutkunup. "Tansiyonun falan yükseldi herhalde." dediğimde havin beklemediğim bir harekette bulunarak. kahkaha attı. Ama bu normal bir kahkaha değildi. İri kahverengi gözleri alaycı bir ifadeyle gözlerimin içine bakarken. Eliyle etrafını gösterdi. "Bak bir etrafına. Her yer kurtuluşumuzun yollarına engel dikiyor. Ve sen hala tansiyondan bahsediyorsun. Sence herşey sıradan bir tesadüf muydu? Ben söyleyeyim hayır değildi. Herşey başlı başınca planlanmış bir oyundu. Ve kabul etmeliyiz ki. Bu oyunu çok güzel oynadık." yutkundum. Hiç bir cevap veremdim. Gözlerimi kaçırdığımda alayla güldü. Ama o gülüşün içinde büyük kayıplar vardı.

"Sen sanıyor musun burdan çıkabileceğini?" dediğinde hışımla ona döndüm. Fakat gözlerini gördüğümde dehşetle irkilerek çığlık attım. Geri geri adım atarken. Nefes bile alamadım.

Bu doğru olamazdı. Şuan yaşadığım bu şey gerçek olamazdı.

"H-havin gözlerin..." diyip devamınk getiremedim. Gözleri bembeyaz olmuştu. Gözbebeği bilene bembeyazdı. Allah'ım lütfen bir rüya olaun lütfen.

İçimden dualar ederek gözlerimi yumdum. Hızlı hızlı nefesler alıp verdim. "Lütfen." diyip gözlerimi korkuyla araladığımda. Görüş açımda havin'i bulamayınca endişeyle etrafıma baktım. Fakat o an havin'in yokluğundan daha büyük bir şey vardı. Ve bu öyle bir şeydi ki inanılması güçtü Gerçek olması imkansızdı. Nefesim boğazımda kaldı. Tökezledim. Herşey durdu o an. Yanlızca ben ve bu sahne kaldı. Aklımda hep nasıl olur? Diye geçerken. Zihnim susmuştu. İrademin son kırıntılarını da kaybederken. Dudaklarımın arasından tek bir kelime firar etti.

"Biz...biz nasıl geldik buraya?"

 

 

 

 

 

Öncelikle merhabakar Nasılsınız?

Sizi çok bekletmedim umarım. Biraz kısa oldu bölüm. Ama düzenlenecek.

Kitappad'a henüz alışamadım valla. Elim bir türlü alışmıyor.

 

Bazı konularda watpad'a çok benziyor. Bu tarafını çok sevdim. Sanırım burda kalıcıyız.

 

Loading...
0%