@ebru2_yuva_
|
"Bazı gerçeklerin bir gün uyanması için hep ölümsüz olarak kalması gerekiyordur. Bir gün zaman herşeyi sildiğinde bile. 'Unuttum.' deme. Çünkü Geçmiş sağır olsada kör değildir gelecekte onu unutanları elbette iyi tanır."
💦
Bu hayatta gerçeği yalandan ayırt etmek için önce gözlerinin önünde ki perdeyi çekmek gerekiyormuş. Ama nedense bana o perdeyi çekmek çok zor geliyordu. Birşeyler çözüldükçe arkamdan düğümlenip çözülmez hale geliyordu tekrar. Nereye adım atsam çıkmaza giriyor. Adım attığım yer çamur olup bana sıçrıyordu. Kendi bataklığımda boğuluyordum ben. Bir zaman sonra bunu düşünmeyi bırakmıştım. Aalında bir çok şeyi düşünmeyi bırakmıştım. Belkide birşeyler ters gitmiyor. Ben şansızım diye düşünüyordum. Ama bugün yaşadıklarımdan sonra artık emin oldum. Ben değil birşeyler gerçekten ters gidiyor. O kadar garip olaylar yaşadım ki bugün. Nereye geldiğimi sorgulamama bile fırsat kalmadı.
"Karanlıktan kormalısın. Çünkü o çok tehlikeli." "Hayır. Bence kabuslar daha tehlikeli. Çünkü onlar kötü şeyler yaşadığında geliyorlar." "Kabuslar karanlığın en sadık adamıdır eğer kabuslar seninleyse bil ki karanlıktan korkmalısın. Çünkü kabuslar düşmandır. Ve karanlık onları yöneten bir lider." Bu sözler belleğimden asla silinmeyen öğeler. Denesem de asla başaramıyordum. Ne zaman karanlıktan nefret ettiğimi kabulensem bu sözler hep beni bu düşünceden yanıltmak için zihnimde uyanıyordu. Ve ben sırf o sesi duymamak içizn de olsa bu düşünceden uzaklaşıyordum. Ama uzaklaşamıyordum. Çünkü aklım bu yalanı çoktan sahiplensede kalbim bir türlü bu riyakar düşünceleri benimsemiyordu. Karanlık neden herkesi korkutuyor? Neden gündüzler değil de hep karanlık tehlike olarak anılıp korkulan oluyor? Dün geceye kadar da böyle düşünenlerdendim. Fakat şimdi düşüncem farklıydı. Bu sabah karşımda sahil'i gördüğümde o an anlamıştım. Karanlığın neden sevilmediğini. Çünkü bütün tehlikeler o siyahın içinde rahatça gizlenebiliyordu. Buda korkmak için yeterli bir sebepti. Çok fazla sebebi vardı. Sabaha kadar hiç uyumamıştım. Işık bir yanıp bir sönmüştü. Benim için iyi bir ceza olmuştu. Çünkü hata yapmıştım. Sahil bu sabah gelip beni o karanlık odadan çıkardığında. başımın üstünde havin gibi konuşup durmuştu. Onu neden havin'e benzettiğimi de bilmiyordum. Ama bazen hareketlerini havin'e benzetiyordum. Yada benim etrafımda olan insanlar hep havin gibiydi. Bilmiyorum. O karanlık yerden çıktığımızda dışarda aydınlığın beni karşılayacağını sanacak kadar aptaldım. Hava bulutluydu. Bulutlu havalardan da korkuyordum. Ama bunun bir sebebi yoktu. Bu sebepsiz bir korkuydu. Bana kurallardan bahsetti. Yasak olan bloktan ve yasak olmayan yerlerden. Dışarısı yasakmış. Çünkü Gökyüzü mutluluk veriyormuş. Bana nedense artık vermiyordu. Gökyüzüne bakınca özgürlüğe heves edip kaçmalarından korkuyorlarmış. Bedenler değil. Ruhlar tutsaktı. İnsan asla bedeniyle tutsak olamazdı. Fakat ruhuyla esir olurdu. Hemde yıllarca. Ve bu esaretten kurtulduğun gün bile. Ruhunda ki zincirleri açamazdın. Çünkü ruh görünmezdir. O bağlanılmaz. Tutulmaz. O hisseder. Ve hissettiklerine alışır. Dışarı çıkamıyordum. Gidemiyordum. Bütün sorularım cevapsızdı. Saçma sapan şeyler haricinde bana ihtiyacım olan cevapları vermiyorlardı. Bana istemediğim şeyler söylüyordu. En sonunda delirmiştim. Ve mutfakta ki herşeyi kırıp dökmüştüm. Ve sonuç yene cezalandırılmıştım! Asi değildim. Kavgacı bir tip de değildim. Beni buna zorluyorlardı. Beni yapmamam gereken hatalara sürüklüyorlardı. Oturduğum demir bankın üzerinde bütün kemiklerim uyuşmuştu. Açıkmıştım.ve susamıştım. Bana "yemek yapmak zorundasın" diyorlardı. Hiç bir şey yapmak zorunda değildim. Oturmaktan sıkıldığım için en sonunda Ayağa kalktım. beni tıktıkları bu küçücük yerde nefes alamadığımı hisseyordum. Demir parmaklıkların ardındaydım. Suçsuzken mahkum gibi tutulmuştum! O adam varya. Onu bu sefer bulduğum yerde dalacağım! Karanlıktı, soğuktu. Her tarafta kir vardı. Ve yene yanlızdım. Yanlızlıktan korkuyordum. Korkularım günlük hayatta insanların yüzleştiği şeylerdi. Ama ben yüzleşemiyordum. Korkular benim için bir zayıflıktan ziyade bir kusurdu. Ruhumda kusurlar vardı. Hemde asla geçmeyecek kusurlar. Başımı kaldırıp tavana baktım. Nasıl bir durumun içindeydim. Annemi özlemiştim. Babamı da öyle. Yabancısı olduğum bu yerde kendimi çok yanlız hissediyordum. Bana güven verecek hiç bir şey yoktu. Kiç kimse yoktu. Tavana öylece boş boş bakarken. Tam o esnada tutulduğum hücrenin koridoruna bir kadın bedeninin gölgesinin düştüğini farkettim. Sonunda birilerinin geldiğini bilmek içimi bir nebze olsada rahatlamıştı. Çok geçmeden Sahil'in bedenini karşımda bulduğumda. O rahatlık anında yok oldu. Bu kıza uyuz olmuştum. Yüz ifadesine bakılırsa onunda benden çok hazettiği söylenilmezdi. Ona ters ters bakışlar atarken. Homurdanarak "Bunu haketmedim." yüzüme bakmadan elinde ki anahtarla kapıyı açtığında. Dışarı çıkmam için demir kapıyı açtı. "Daha fazlasını hakettin de. Dua et merhametli biriyim." söylediklerine güldüm. Açık kapıdan dışarı çıktığımda. "Sen hayatımda gördüğüm en uyuz insansın." dedim. Alaya almadan. Sahil bir şey konuşacaktı ki. Hızla sözü ben aldım. "Ne zaman kurtulacağım bu yerden. Beni bu şekilde tutamazsınız. Bu şehirden kaçacağım." bana öyle bir baktı ki. Yeryüzünde ki en geri zekalı insana bakar gibi bakıyordu. Bakışları dahi beni sinirlendiriyordu. Zerre sevemiyordum bu kızı. "Seni tutan yok. İstediğin kadar dene. Belli ki bu cezayı çok sevmişsin. Merak etme böyle devam ettikçe bununla kalmayacaksın." önümden yürürken arkadan o örüklerinden tutup yolana kadar çekmek istiyordum. Sırtıyla bakışırken. Tekrar konuşmaya başladı. "Bugün kutlama var. O yüzden hazırlıklarda bize yardım edeceksin. Çünkü görevin bu." yene saçmalamaya başlamıştı. Sessiz kaldım. Bu sefer bağırıp çağırmak yerine suskunluğumu korumayı denedim. Bu leş gibi yere bir kez daha kapatılmak istemiyordum. Bu sefer kimseyle konuşmadan gidecektim. Hiç bir güç beni istemediğim bir yerde tutamazdı. Suskunluğumu onu gerçek anlamda dinlediğime bağlayan sahil konuşmaya devam etti. "Şimdi senin görevin tek bir adama hizmet etmek. Hiç bir şekilde saygıda kusur etmeyeceksin. O senin efendin. Gitmekten falan da bahsetmeyeceksin. Yoksa tekrar bu korkutuğun yere kapatılırsın. Burda sadece sen değil. Bir sürü kız var. Ve itaatsizlik yapan her kimse en büyük zaafıyla tehdit edilir. Senin zaafın da karanlık olmalı." Yutkunmaya çalıltım. Ama başarız oldum. Zaafıyla tehdit edilir. Benim zaaflarımı nerden biliyorlardı. "Hayır." dedim hızlıca. "Neden karanlıktan korkayım ki. Çocuk muyum ben." dedim. İnandırıcı olmaya çalışarak. Tabikide inanmadı. Bana hiç bakmadan. "O yüzden mi o kadar çok ağlamıştın. Korkumuyorsan niye ağladın? Demek ki çocukların küçükken korkutuğu şeyler büyürken de devam edebiliyomuş." Hiç bir tepki vermedim. Benim hakkımda bu kadar bilgiye nasıl sahip olmuşlardı? En merak ettiğim sorulardan birini sordum. "Beni nerden tanıyorsunuz? Hakkımda ki bilgileri kim verdi size. İsmime kadar kim söyledi?" bu kız beni nerden tanıyordu? Tanımadığım insanlar beni nasıl olurda tanıyabiliyorlardı aklım almıyordu. Bana hiç dönmeden. "Sana anlattığım onca şeyi duymazlıktan mı geldin? Oysa Sana hangi konumda olduğunu güzelce anlattığımı varsayıyordum." Bahsettiği konum. Hizmetçiydi. Bu sefer güzel bir dilde konuşmaya karar vererek. "Bak anlamıyorsun." dedim ona yetişirken. "Ben sizden değilim. Buraya nasıl geldiğimi bile bilmiyorum. Benim bir ailem bir hayatım var." anlatmaya çalışarak. Sahil bir an durdu. Ve yüzüme baktı. Çok kısa bir an gözlerinin ardında o duyguyu gördüm. Gözleri dolacak gibi oldu. Ama çok hızlı topladı kendini. Başını iki yana sallayarak. "Ne sanıyorsun sen. Biz buraya kendi isteğmizle kendi rızamızla mi geldik sanıyorsun? Kim hizmetçi olmak ister. Asıl sen anlamıyorsun. Sende bende burda geberene kadar sürünmeye devam edeceğiz." son sözünü söylediği an dışarıya çıktık. Son sözlerine vurgu yapmıştı. Sözlerine takılmadım. Çünkü O an temiz havanın oksijenini doya doya almanın çabasındaydım. Ama Sahil'in sözleri kafamda takılı kalmıştı. "Nasıl yani buraya istemeden mi geldiniz?" "Sen nasıl geldiysen bizden öyle geldik." öylesine bir şeyi söyler gibi söylese de hiç öyle değildi. Daha fazla konuşmak yerine etrafıma bakındın. akşam sularıydı. Havanın kararmasına az bir vakit kalmıştı. Uzun bir zamandır burda tutuluyordum. Ve Çok açtım. Genelde bu tür durunlarda çok utanan biriydim. Fakat nedense sahil'den utanmıyordum. O yüzden hiç çekinmeden sahil'e dönüp. "Ben açım." dedim. Bir anda. Bu sırada etrafıma bakıyordum. Sahil anlamayarak bana döndü. "Aç mısın?" sanırım beni iyi anlamamıştı. Gözlerine baktım. "Siz yemek yemiyor musunuz?" Önüne döndü. Sanırım ne demek iistediğimi anlamıştı. "Önce çalış sonra yersin yemeğini." açlıktan artık bitkin düşmüştüm. Beni çalıştırmayana kadar yemek vermeyeceği bariz bir gerçekti. Uzatmanın anlamı yoktu. Beraber o karanlık taraftan uzaklaşıp taşlı yoldan ilerlediğimizde. Bakışlarım ilkz karşımda ki manzarada takılı kaldı. Koca bir küleydi. Külenin sonu yoktu. Bir saray genişliğindeydi. Geniş avlusuna milyonlarca insan rahatça sığabilirdi. Bir bölüm hizmetçilere diğer bölüm efendi dedikleri kişilere. Sanırım bir diğer bölüm ise majestelere. Daha bir çok yer vardı. Sahil hepsini anlatmıştı. Ama çok kulak vermemiştim. Büyük demir kapı iki adam tarafından açıldığında. Hiç istemeye istemeye sahil'in peşinden girdim. Gözlerim ilk avluda ki ağaçları buldu. Ceviz ağaçlarına benzer ağaçlardı. Ama yaprakları kan kırmızısıydı. Bakışlarım ağaçlarda fazla oyalanmadı. Çünkü Avlunun ortasında koşturan kızlar dikkatimi çekti. Sahil'in söyledikleri aklıma gelince dudaklarım istemsizce iki yana kıvrıldı. Bugün kutlamaysa eğer. Kalabalığın arasından daha rahat kaçabilirdim. Aksi halde bu insanların beni bırakacağı yoktu. Amaçları neydi? Benim hakkımda ne planlar kuruyorlarsa o planları alt üst edecektim. Ait olmadığım bir yerde ömür boyu kalamzdım. İstedikleri kadar etrafıma adam sarsınlar bir şekilde ne yapıp edip kaçmanın yolunu bulacaktım. Ama onun öncesinde Acil bir telefona ihtiyacım vardı. Durduğum için Sahil omzunun üzerinden dönup varlığımdan emin oldu. Daha sonra tamamen bana döndü. Mavi gözleri kuşkuyla beni süzüp. Eliyle bir yeri işaret ettiğinde bakışlarım eş zamanlı işaret ettiği yeri buldu. Gösterdiği yer bir bitki köşesi gibi bir yerdi. Ama tek fark bu bitkiler saksılarında değildi. Bir sürü çiçek vardı. Sayamasığım kadar çok çiçek çeşidi. Her tür çiçekten vardı. Benim bildiklerim sadece. Zambak, lale, gül, ağlayan gelin çiçeği, orkide, menekşe, sadece bu çiçekleri tanıyabilmiştim. ve hatta aralarında en köşede lavanta çiçeği de vardı. Her ne kadar güzel olsada hiç sevmiyordum çiçek. Ben çiçeklere dalıp gitmişken. Sahil'in sesini duydum. "O çiçekleri mejestelerein masalarına sen yerleştireceksin." kaşlarım çatıldı. "Çiçeklerin güzelliği aldatıcı. Onlar bir çok hayat katili. Sakın onalra aldanma." "Hani görevim sadece bir adama hizmet etmek olacaktı." dedim. Bu surada hala çiçeklere bakıyordum. Çiçekler bende yanlızca hasar bırakmıştı. Kimse ına hasar veren bir şeyi sevmezdi. Ve Hayır onalara asla dokunmayacaktım. Sahil'in sinir bozucu bakışları yüzümdeyken. Bir hatırlatmada bulunarak. "O gecenin sonunda gelecek. Herkes toplandığında. Eğlence bittiğinde gelecek. Çünkü o mölüh'ün imparatoru." işte bunu beklemiyordum. ağzım açık bir şekilde ona döndüm. Sahil şaşırdığımı görünce başını evet anlamında salladı. "O hiç kimseye benzemez. Eğer onu öfkelendirisen gazabından öyle o karanlık hücrelerde kalarak kurtulamazsın." sözlerinde ciddiydi. Ellimi belime koydum. Umursamaz bir şekilde "Ben neden bu adana hizmet ediyorum. Neden böyle önemli bir adamı bana bırakıyorsunuz?" Bana cevap vermedi. Cevapsız bir soru daha. En önemli sorularıma hiç bir zaman bir cevap alamamıştın. *** Çiçekler güzel kokulu, Ve kendini kolayca sevdiren bitkilerdi. Fakat ben sevemiyordum. İnsanları kokularıyla güzellikleriyle bağlatıp ölüleriyle üzen bu bitkileri sevemiyordum. Çiçekler riyakardı. Bugüne dek asla dokunmadığım bitkilere. Sanki bana ceza verir gibi bütün günlerinin acısını çıkartmışlardı benden. Binlerce çiçeği alıp her masaya buket buket bıraknıştım. Sandığımın ötesinde zordu. Onlara olan nefretim daha da büyümüştü. Neyse ki o lanet çiçekleri her masaya yerleştirmenin sonucunda bir kase çorba içebilmiştim. Çok acıkmıştım. Çorbanın üzerine mutfakta bulduğum hasır sepette ki mandalinaları da araklamıştım. Üzerimde ki mavi önlüğün ön ceplerine mandalina koyarken önlüğün her tarafının çiçeklerin kırık dalları ve hatta dağıtırken üzerine yapışan yapraklarını farkedebilniştim. Çok ısrar etmeme rağmen kıyafet vermemişlerdi. O sahil denen kız başımda lider gibi durup konuşmaktan başka hiç bir iş yapmıyordu. Sadece kendini orda burda oyalıyordu. En çok çalışan ismini öğrendiğim dalga denen kızdı. Büyük kazanların başında yemek yapmaktan üstü başı balık ve diğer yemekler kokuyordu. Her birinin bir görevi vardı. Ama sadece bugüne özeldi. Bu akşam görevleri değişmişti. Ben ise Kendimi sahil'den kurtarmak için yapay bitkilerin arksına saklanmıştım. O Pörtleşmiş mavi gözleri her tarafı inceliyor pürüz olan yerde devreye giriyordu. Zihniyetsizin tekiydi. Ve insanlar yığınla gelmeye başlamıştı. Ben çiçekleri dağıtırken gelmeye başlamışlardı. Aralarında önemli davetlilerin koltukları masaları çok daha fazla şık ve ihtişamlıydı. Ben onları şık gece kıyafetleriyle görmeyi beklerken. Düşündüğümün aksine hepsinin üzerinde farklı kostümler vardı. Kadınlar rengarenk şık ve iddalı kostümlerle geceyi renklendiriyorlardı. Erkekler ise uzun pelerinli arkadan ceket tarzından inen kostümleriyle yıldız gibi parlayan kadınlara karanlık olmuştu. Bu durum beni en çok şaşırtan noktaydı. Binlerce kişi vardı. Ve nerdeyse hepsinin elinde yada kolunda kartal peçnesinin karalanmış dövmesi vardı. Pençenin iki yanında açılan iki kartal kanadı vardı. çok hoş bir dövmeydi. Dışardan bakılınca güzel bir görünüşü vardı. Ve eminim bunun bit anlamı da var. Genelde kartallardan nefret ederdim. Bütün hayvaları severken bir tek onu sevmem ayrı bir olaydı. Bakışlarım aşşağı indi. Elimde ki mandalinanın kabuklarını soyup soyup bitiriyordum. Mandalinaya zaafım vardı. Asla bıkmayacağım bir meyveydi. Yaz aylarında ise kavun tercih ediyordum. Sevdiğim iki meyveydi. Gözlerim tekar kalabalığı buldu. Her taraf süslenmişti. Buz mavi masalar. İşlemeli sandalyeler. Bütün insanlar sanki buraya akın etmişti. Bitkilerin ardında eğlenen insanları izlerken. Bazı genç kızlar sahil'lerle dalga geçip kendi aralarında güldüklerini gördüm. Onları aşşağılayan bakışlarla süzüp eğleniyorlardı. Bu durum hiç hoşuma gitmesede beni ilgilendirimiyordu. Sahil kızların yanından ayrıldı. Fakat o an gözüme sahil'den başka biri çarptı. Sahil'e bakan bir adam. Simsiyah saçlara sahip. Uzaktan seçemesem de gözleri ela yada bal gibi bir şeydi. Koltuğunda oturmuş hem elinde ki kristal bardağın içinde ki rakıyı yudumluyordu. Hem sahil'i izliyordu. Bakışları çok derindi. Tekar sahil'e döndüm. Agresif kızlara sürekli laf atıp duran Bu kızın birde sevgilisi mi vardı? İnalımaz bir şeydi. Herkesten beklenirdi. Ama sahil'den asla beklenilmezdi. Sadece o esmer adam değil. Aynı zamanda Yeşil gözlü kumral bir adam da yene hizmetçi kızlardan birine bakıp kendi kendine mırıldanarak gülümsüyordu. Sanırım o kızın ismi de balen'di. Hatta ismini söylerken ağlayıp durmuştu. Ve vana. "Sırf biraz kiloluyum diye beni balinaya benzetiyorlar." istemsizce gülümsedim. Hepsinin ayrı bir olayı vardı. Ama onları izleyen adamların da maşallahı vardı. En az Bir doksan boylarında. İri yapılı tiplerdi. Ve oldukça yakışıklılardı. Üzerlerinde diğer insanların aksine daha şık ve göze hitap eden kıyayfetler vardı. Fantastik dizilerinde ki kraliyet kostümleri gibi kıyafetlerdi. Bugüne özeldi. Adamın yoğun bakışların sahil değil dönüp bakmak. Umarsamıyordu bile. Sanırım kavgalılardı. En azından düşüncem bu yöndendi. Yani büyük ihtimalle bu adam onun sevgilisiydi. Yoksa zengin olupta bir hizmetçiye bu denli yoğun ve derin bakması olur şey değildi. Onları izlemeye başlarken. Yene olduğu gibi garip bir soğukluk tekar bedenimde meydana geldi. Ellerimde kalan son mandalina dilimini tutan parmaklarımın titrmeye başladığını gördüm. Afalladım. Az önce gayet iyiydim. Şimdi neler oluyor? Tenim soğuktan olsa gerek kızarmaya başlamıştı. Hasta değildim. Eğer olsaydım bunu bilirdim.
Titremeye başladığımı bile farketmedim. İklimde bir sorun mu vardı? Neden böyle bir durumla sürekli karşılaşıyorum. Kendime o kadar çok dalmıştım ki kalabalığın sessizliğini yeni yeni farkedebildim. Bir anda neden suspus kesildiklerini merak ederek bakışlarımı avluda ki insanlara çevirdim. O an bir şey oldu. Bütün kalabalık ayağa kalktı. Ve birine saygı gösterir gibi hepsi iki yana çekildi. Avlunun ortası boşaldığında, merakım daha da büyüdü. Neler oluyordu?
Ellerim daha çok üşümeye başladı. Ellerimi gövdeme doladım. Soğuk bir rüzgar esti. Hemen sonra ağır adımların sesini işittim. Bu adımalr öyle kuvvetli adımalrdı ki. Sanki yer ayaklarımın altından çekildi. Göğüs kafesim sıkıştı. Öyle bir sıkıştı gövdeme doladığım kolarımı çözüp elimi göğsümün üzerine koydum. Kalbim kasıldı. Gözlerim hala o boşluğun üzerindeydi. O an Mavi loş ışıklarım aydınlattığı avluda bir silüet belirdi. Işık ağır bir yavaşlıkta bedenini aydınlatırken insanların sağır edici sessizliği ürküttü beni.
Sonra onu gördüm. Tarçın kokakn o adamı. Gökyüzüden aldığı rengi gözlerine yerleştiren o adamı gördüm. Semanın maviliği onun günahkar ellerinin İşlediği günahlara göre yargılanıyordu. Belki bir gün karanlıktan bulutlu havalardan nefret ettiğim gibi güneşten de nefret edecektim.
İnsan en nefret ettiğine alışırken en sevdiğinden vazgeçiyordu.
Bir gün herşeyimden vazgeçeceğimi nedense hissediyordum.
Bakışlarım onun bedenini buldu. Yüzlerce ışığın arasında bile karanlık kuvetli bir güçle onu sarıp sarmalıyordu. Hiç bir ışığın onu seçmesine izin vermiyordu. Bu geceye davetli olan bütün insanların üzerinde kostüm vardı. Fakat bu adamın kostumu ürkütmekten ziyade sadece kendinisinin imparator olduğunu haykırıyordu. Yürüşü, güçlü adımları bile onu herkesten farklı kılıyordu.
Koyu lacivert bir kostüm vardı üzerinde. Arkadan pelerin gibi yere uzanan kumaşı yüzünü de gizlemişti. Yanlızca kalın dudakları hedefimdeydi. Ve keskin çene hattı. Parmaklarında ki yüzüklerin taşı parlıyordu.
Ağır adımlarla kalabılığın arasından geçip geldiğinde. Saatlerdir kimsenin değil oturmak yanaşmadığı o tahta doğru ilerledi. Ve insanlar ardından sol elini havaya kaldırıp selam verir gibi eğildiler. Neden sol ellerini kaldırıyorlar?
Saf altın işlemeli tahta oturduğunda. Başındakini indirdi. Ve bu sayede yüzünü görebildim. Bu o kahrolası adamadı! Bana verdiği o cezayı hatırladıkça vucüdüm taşıdığım o yoğun öfkeye dışarı püskürmemi istiyordu.
Beni içeriye attıran o herif bir imparator muydu? Bu yerin kurucusu lideri miydi? Bu durumda ona saygısızlık etmiş bulunuyordum.
Allah kahretsin!
Hayatta ona hizmet etmezdim. Edemezdim. Bu herif beni gördüğü yerde tekar cezalandırırdı. Sahil hizmetini yapsın bananeydi ki sanki. Benim mi imparatorum. O zihniyetsiz kız sürekli itaat etmek zorundayız diyordu. O adamın dilinden de zaten anca o anlardı.
Hızla bitkilerin ardından çıkıp. Dikkat çekmemeye özen gösterek sahil gibi iş yapıyormuş gibi görünerek uzaklaşmayı denedim. Ama fazla uzaklaşamadım. Çünkü arkamdan benim hakkımda konuşan kadının sözlerine takılıp kaldım. "Jaha'nın hediyesi bu muymuş?" bana söylenmedi. Ama konuşurken yüzüme baktı. Buda bana söylediğini anlamına geliyordu. Düşündüm.
Ne hediyesi? Kimsenin hediyesi falan değilim.
Hızla arkamı döndüm. Ve az önce benim hakkımda konuşan genç kadına doğru adımladım. Kadının haset dolu bakışları direk beni buldu. Zaten amacı da buydu.
Az önce Doğru duyup duymadığıma emin olmak zorundaydım. "Pardon hanımefendi." dedim. Masanının önüne gelerek. Bakışları yüzümü ve bedenimi inceledi. Kinayeyle suratıma bakarken. "Ne var." dedi. Memnuyetsiz bir ifadeyle. Onun aksine sakin bir tonlamayla. "Az önceki söyledikleriniz benim adıma mıydı?" bu sırada elimi masaya koymuştum. bilmek istiyordum. Neden burda olduğumu. Bu insanların neden gitmeme izin vermediğini öğrenmeliydim. Sabırsızca kadının yüzüne bakarken. Kadın kızıl saçlarıyla oynayıp. "Evet." dedi. Bunu söylerken o kadar kindardı ki. Benden hiç hazettemediğini açıkça belli ediyordu. Genç ve oldukça güzel bir kadındı. Kızıl saçları doğal değildi. Fakat kızıl kahve gözlerine güzel bir uyum olmuştu. Belirgin yüz hatları vardı. Üzerinde ki kırmızı elbisesi ise onu daha iddalı göstermişti. Bakışlarımı bedeninden çekip yüzüne çıkardım. "Ne demek istiyorsunuz? Ben kimsenin hediyesi falan değilim. Bir insan hediye edilmez." sert bir dille konuştuğum an. Kadın bu sert çıkışımdan rahatsız olmuş olacak ki. Hızla ayağa kalkıp öfkeyle işaret parmağını bana doğrultu. "Sen Benimle ne cüretle böyle konuşabilirsin. Bir hizmetçi benimle böyle konuşamaz." ani yükselişine bir anlam veremesem de. "Kesin o sesinizi. Ben kimsenin hizmetçisi yada hediyesi değidlim. Benim hakkımda ne konuşacağınıza bundan sonra dikkat etseniz iyi olur." öfkeyle parlayan gözlerine bakıp sevimlice gülümsedim. Ellerimi masanın üzerinden çektim. "Yoksa bende sizi konuşmaya başlayacağım. Ve inanın konuşacaklarım hiç hoş şeyler olmayacak." ona konuşma hakkı tanımadan arkamı dönüp yüürmeye başladım. Arkamdan "benimle böyle konuştuğun için seni pişman edeceğim!" yürümeye devam ettiğimde sahil'in bana doğru yaklaştığını gördüm.
Burnundan soluyordu. Bu kadar sinirli olması dikkatimden kaçmaıştı. Büyük ihtimalle yene sorun çıkardığım için öfkelenmişti. Sahil Tam karşımda durduğunda. Hesap soran bir ifadeyle. "Nerdesin sen saeetlerdir. Sana verilen görevi de mi bana yıkmaya çalışıyorsun. Ve ayrıca ne bu görültü. Daha ilk günde kavga çıkarmak için yer mi arıyorsun?" o kızıl saçlı şirretten bahsediyordu. normali de sinirliydi. Fakat şimdi daha da huysuzlaşmıştı. O kadını hiçe sayarak. "Bana verilen görev falan yok. Ben bir çalışan değilim." benden gerçekten bıkmış gibi. "Senden kurtulan insan cennetlik olmalı. Düş peşime." kolumdan tuttu. Ve beni içecekler bölüme doğru çekiştirdi. Biraz yürüdüğümüzde Dalga'nın dirseğini masaya yaslamış. Diğer eliyle başını tutmuş bir şekilde ağlarken gördüm. Ama sanırım bu acıdan kaynaklı değildi. İsyandan geliyordu gözyaşları. Başında esmer bir kız onu dürtüp duruyordu. Ama omuz silkip tekar ağlıyordu. Nedense bu beni üzmek yerine güldürdü.
Sahil kolumdan çekerek beni içkiler bölümüne çektiğinde. Kolumu bırakıp masanın üstünde ki hazırlanmış tepsiyi alıp ellerime tutuşturdu. başımı eğip tepsiye baktım. Ne görmeyi bekliyordum. Bilmiyordum ama. Kesinlikle papatya çayı görmeyi beklemiyordum. İmparatora papatya çayı mı götürecektim. Sahil büyük ihtimalle servisleri karıştırmış olmalı. Aslında düşününce dün ben kahve götürürken bitki çayından bahsetmişti.
Ama Ne yani bu herif kutlama günlerinde de mi bitki çayların tercih ediyordu. Gerçekten zevkten yoksun bir adamdı. Başımı kalıdırp sahil'e baktım. Sahil gözleriyle bana götüreceğim yeri işaret etti. Göz ucuyla o tarafa baktım. Tahtına yaslanmış hemen yanında az önce sahil'i ve diğer kıza bakan o adamlar vardı. Tekrar sahil'e döndüm. Ve tepsiyi ona uzattım. "Sen götür."
Gözlerini yumdu. "Sen aptal mısın yoksa çok iyi mi rol yapıyorsun. Bu senin görevin benim değil." tepsiyi bana doğru itti. Fakat ben tekar uzattım. "Tamam. Ne olmuş yani. Sen götürüver işte. Hem yemez ya seni." sesimde ki yalvarış görülmeye değerdi. Sahil örgülü saçını çekiştirip. "Bu adam normal biri olsaydı zaten senin gibi becerksize bırakmadan ben götürürürdüm. Ama sorun o senin getirmeni istiyor." bana bir şeyler açıklamak ister gibi anlatıyordu. Başımı iki yana sallayıp Sahil'in söylediğini reddettim. "Beni nerden tanıyır ki. Sen götür işte. Yada dalga götürsün." dalga'nın ismini andığım gibi. Dakikalardır bir türlü kaldırmadığı o kadar hızlı kaldırdı ki. Ağzım açık kaldı. Sahil ise umutsuz bir vakaya bakar gibi baktı dalga'ya. gözlüklerinin ardında ki yeşil gözleri kocaman açılarak bana baktı.
Kendisini işaret ederek. "Sen zavallı benden servis yapmamı mı istiyorsun. Bir senin beni kullanmadığın kalmıştı. Senin de gözün açıldı." yazık der gibi baktıktan sonra tekrar ağlamaya başaldı. Hayır bu kadar gözyaşı nerden geliyor anlamıyorum.
Ofladım. Ve elimde ki tepsiyle arkamı dönüp yürümeye başladım. Burda ki hiç kimseden de zaten bir şey istenilmiyordu. Ya işlerini sayıyıyorlardı. Yada kendilerini acındırıyorlardı.
Adımlarımı mümkünce çok yavaş atıyordım. Ne kadar geç gitsem o kadar iyiydi. O adamla tekar yüzleşmek istemiyordum. Gerçi bana yaptıklarının hesabını sormayı düşünüyordum. Ama adam imparator. Tek bir el işaretiyle burda ki bütün insanlar beni saniyeler içerisinde parça pinçik ederler.
Bu yolda aklımı kullanmalıyım. Kendimden kat be kat güçlülere kafa tutamazdım. Hemde arkamda bir ekibim olmadan. Ölmek için gelmedim ben buraya. Ben ona yaklaştıkça insanların bana odaklı bakışları daha da arttı. Ama keşke sadece onların bakışlarıyla kalsaydı. En kötüsü artık onun bakışları da benim üzerimdeydi. Gözleri ona doğru giden adımlarımı, sonra elimde ki tepsiyi, daha sonra gözlerimi buldu. Ve dudakları yavaşça iki yana kıvrıldı. Bu gülüşü çok iyi biliyorum. Bu kaçamayacak kadar başarısız. Ve aynı şekilde bana onun ceza vermesine rağmen ona hizmet etmemin zaferiydi. Gözleri de bu düşüncemi zaten doğruluyordu. Yaklaştıkça seyrek sakallarının hafif kızılımsı uçlarına kadar net görebiliyordum yüzünü. Her bir adımımda bedenimde ki soğukluk daha da artıyordu. Nedeni ise yoktu. Onu ilk gördüğüm anda da bu olmuştu. Şimdi de aynı şey oluyordu. Ona yaklaşınca bedenim üşüyordu. Artık bunun farkındaydım.
Aramızda iki adım meaafe kaldı.
Yürüdüm. Ve mesafeyi yokettim.
Ve tam karşısında durdum.
Yanında oturan iki adamın da bakışları da eş zamanlı beni buldu. Ama garip olan beni zaten tanıyor gibilerdi. O yüzden bakışları üzerimde fazla oyalanmadı. Şaşırdım. Bu işte bir şey vardı. Tek elimle tepsiyi kavrayıp. Üzerinde ki kristal bardağı kavrayıp masanına sertçe bıraktım. Bu gözünden kaçmadı. Herşeyi ihtişamlı görkemliydi. Buna Masası dahil.
Başımı kaldıp ona baktım. Gözleri önce kristal bardağı sonra ise gözlerimi buldu. Buz mavileri daha açık bir tona büründüğünde. Bu durumun aleyhime olduğunu nedense hissedebiliyordum. Eli bardağı tutmak için uzandığı esnada. Bana bakarak. "Hala ait olduğun yere sanırım varamadın." dedi. Olmam gererek asıl yer burasıymış gibi ima yapmıştı. Çenemi kaldırdım. "Nereye ait olacağıma ben karar veririm. Bu sizi hiç ilgilendirmez." papatya çayından bir yudum alırken. Gözleri aksini idda ediyordu. Dudaklarını yalayıp. Aldığı tatdan büyük bir haz almış gibi gözlerini yumdu. Sadece şaşkınca izliyordum bu adamı. Papatya çayından nefret ederdim. Ve tadı da iğrençti.
Gözlerini tekar açtığında "dikkat et ait olduğun yere ben karar vermeyim." söyledikleriyle yüzümde alaycı bir gülümseme oluştu. "Ne olur. Yoksa beni toprağa mı ait kılarsın imparator." dedim. Son kelimeye vurgu yaparak. Yüzü katıydı. Hiç bir konuda kimseye taviz vermiyordu. Bilakis bana vermiyordu. Parmakları bardağın üzerinde hareket ederken.
Bardağı gözümin içine bakarak dudaklarına doğru götürdü. Papatya çayını içerken bile göz temasını kesmedi. Diğer iki adam kendi aralarında sohbet etmeye başlamışlardı. Artık gitmeliydim. Burda kalıp bu adamın neden üstü kapalı tehditlerini dinlediğimi de bilmiyordum. Ama artık zamanım bittiğini nedense hissediyordum içten içe.
Elimde ki tepsiyle tam gitmeye hazırlanmıştım ki. Gideceğimi anlayarak. "Bekle." dedi. Elinde ki kristal bardağı gözleriyle işaret ederek. Durdum ve yüzüne baktım. Arkasına yaslandı. "Yaklaş." zorlukla yutkunarak bir adım daha yaklaşıp bardağı alabilmek için elimi uzattım. Fakat bana uzatmadı. Sanırım bana uzatmak yerine ondan almamı istiyordu. Ortamızda bir masa vardı. daha fazla adım atamazdım. Ancak eğilebilirdim. Daha fazla bu adamla aynı havayı solumamak için eğildim. Ve kristal bardağa uzandım. O kadar çok eğildim ki nerdeyse yüz yüze geldim. Gözleri o an yüzüme düşen kızıl tutamlarımı buldu. Bakışları fazla oyalandı orda. Kıa bir an gözlerinde ki beğeniyi gördüm. Ama fazla sürmedi bu duygu. Hiç varolmamış gibi tekar silindi. Ama gördüm.
Saçlarımı beğenmişti. Herkesin nefret ettiği saçlarımı.
Bardağı hızla kavradım. nefesi yüzüme çarptı. Sıcak nefesi yüzümde daha fazla dağılmadan hızla geri çekildim.
Resmen o kısa anda soğuk terler döktüm. Kalbimin atışları yükseldi. Buna hiç bir anlam vermezken daha fazla beklemek yerine. Seri adımlarla ordan uzaklaştım. Ne insaların konuştuklarını nede onun sırtımda ki bakışlarına aldırış ettim. Bir an önce uzaklaşmalıydım. Gözlerim yüzüme düşen saçımı buldu. Kızıl tutamlar.
Neden o kısa anda saçlarımı beğenmesi bu kadar rahatsız etti ki beni? O bakışı bana eski bir zamanı hatırlatıyordu. Kayıp zihnimde yabancısı olduğum anılar meydana geliyordu. Ve ben hiç birinin yüzünü seçemiyordum. Benden sadece anlarımı değil. Günlerimi de almıştı.
O kitabın ilk satırında ki sözü beynimde canlandı.
"Tek bir dokuş bütün ölen zamanı ayaklandıracak. İşte o gün uyuyan o kadının ruhu bir direniş başlatacak. Kaybolan o isim tekar anılacak."
ÖNCELİKLE MERHABALAR!
her iki bölümün sonunda bir söz bırakmak aslında size bir ipucu bırakmaktı. Daha çok açıklayıcı olmak için. Henüz beşinci bbölümdeyiz. Ve ilerde ki bölümlerde kafamızda ki sorular yok olacak.
Ve gelelim bölüme. Umarım bölüm sizi sarmıştır. Bu kurgu kalablık bir kurgu olacak. Kızları yavaş yavaş tanıyacağız.
Sahil hakkında ne düşünüyorsünüz?
Yada imparator hakkında?
Düşüncelerinizi çok merak ediyorum. Burda eleştirilerinizi ve güzel yorumlarınızı bekliyorum. Ve lütfen okurken oy atmayı unutmayın. Bakın buna gerçekten çok ihtiyacım var.
O zaman gelecek bölüme kadar kendinize çok iyi bakın. Sizi seviyorum. Görüşmek dileğiyle. Hepiniz ALLAH'A EMANET OLUN💙💙
|
0% |