@ebru2_yuva_
|
"İnsan çoğu kez çaresizdizdir. Bazen duygularında bazen hislerinde bazen ise hayatında. Ama en büyük çaresizliği. Bunların hiç birisini hissetmeyecek kadar çaresiz olduğu zamandır..."
💦
Yamuk yazdığın bir yazıyı ne kadar silsen de yene yamuk gelirdi. Çünkü ilk yazdığın yamuktu. İnsan ilk hatasına göre hep yargılanırdı. Ne kadar başa sarsanda adımlarının izleri hala vardı o yolda. İstesen de baştan başlayamazdın. Ben eğer başa sarsaydım şimdi bu durumda olur muydum? Gerekirse bütün adımlarımı siler. Yene tekarlanmasına izin vermezdim. Ama şimdi gerçeğimdeydim. İşte bu yalan değildi. Bu benim ilk gerçeğimdi. Elimde bir kitap ile yürüyordum. Bu sefer bulmak istediğim ne ablam ne anılarım. Ben bu sefer kendimi bulmak istiyordum. Bu sefer kayıp olan benliğimin peşindeydim. Sanki hiç benimle olmamış gibi. Hep onun arayışındaydım. Saçmaydı. İnsam kendisini arar mıydı? Ben arıyordum. Kendinle ilgili herşeyi arıyordum. Herşey vardı. Tamamdı. Ama bir şeyler eksikti. O yılların içinde tamamlanmamış şeyler vardı. Sanki birileri anılarımı benden almış ve öylesine silip yok etmiş gibiydi. İşte ben o saklı anıları arıyordum. O adamın yanından geldikten sonra. Sahil bu sefer kendisine meyve götürmemi istemişti. Ve ona elma soymamı söylemişti. Beni bir hizmetçi sanıyorlardı. Yada öyle yapmak istiyorlardı. Ama artık kimsenin istediği her şeyi yapan bir kukla olmayacaktım. Tuvalete gitme bahanesiyle insanların yanından uzaklaşmıştım. Kapıyı koruyan muhafızlardan yalandan çığlık atıp bağırarak dikkatlerinin dağılmasını sağlamıştım. Kapıdan uzaklaştıklarında ise hızla adımlarla demir kapıyı açıp dışarı çıkmıştım. Muhafızları ilk gördüğümde açıkçası çok şaşırmıştım. Nöbetçiler yada ne bilim takım elbiseli adamları görmeyi bekliyordum. Ama muhafızları görmeyi hiç bekleyordum. Nasıl bir yere geldiysem hiç bir şey normal değildi. Şimdi elimde kitapla birlikte karanlığın içinde kaybolmuştum. Kaç dakikadır. Yada kaç saattir yürüyordum. Hiç bilmiyordum. Tek bildiğim bir an önce bana yardım edecek birilerini bulmaktı. Veyahut bir telefon bulmak. Neyse ki sokak lambaları vardı. Ve hiç değilse karanlıktan korkmak durumunda kalmamıştım. Sağıma soluma bakarak yürürken. Yolun sonunnda geceyi aydınlatan bir manzarayla karşılaştım. Adımlarım durdu. Mavi ışıkların. Ve beyaz ışıkların süslediği bir şehir manzarası vardı karşımda. Saklı bir diyar gibiydi. Öylesine güzel büyüleyici bir görünüşü vardı ki. Böyle bir manzarayla karşılaşmayı asla ama asla beklemiyordum. Şaşkınlığım yüzüme maske olmuştu. Yürümeye koyuldum. İşte sonunda aradığıma kavuşmuştum. Yüzümde bir gülümseme oluştu. Adımlarımı olabildiğince daha hızlı attım. Bir an önce oraya varmalıydım. Kendime hakim olamadan. "Sonunda kurtulacağım!" elimde ki kitapla birlikte etrafımda sevinçle döndüm. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda Hiç bir yıldızı göremedim. ÜVe ayda yoktu. Bu durum şaşırılacak bir durumdu. Gülümsemem ağır ağır yüzümde solduğunda. "Bu bu... Nasıl olur?" siyah bir perde gibiydi gökyüzü. Onu süsleyen o mucehveherler yoktu. Korkunç yüzünü sunmuştu bana. Başımı iki yana sallayarak. Yürümeye devam ettim. Kesinlikle bu normal değildi. Gökyüzünde hiçbir parlaklık yoktu. Bir gariplik vardı. Bunu şimdilik düşünmeyi erteledim. Ve yoluma baktım. Düşüneceğim son şey bu şehrin gariplikleriydi. Sokak lambalarının altında ilerlerken yolun beni götüreceği yere gidiyordum. Ayaklarım belkide beni cehenneme sürükleyecekti. ** Sokkalar yanlız, Ve toprak kokuyordu. Yağmur kokuyordu. Herşeyi geride bırakmıştım. Adımlarımın bedenimin yabancı olduğu bir şehirdeydim. Kokusu evleri, Camları, herşeyi yabancıydı. Fakat ruhuma bu kadar yabancı mıydı? İşte bunu bilmiyordum. Kucağımda sıkıca sarıldığım kitapla birlikte izbe sokaklarda yürüyordum. Tek yaptığım yürümekti. Hiç bir kapıyı çalmaya cesaretim yoktu. Yürürken tek düşündüğüm havin'di. Benimle gelmil miydi buraya? Belki gelmştir. Peki ya gelmemişse ve ben bu koca şehirin içinde tek başımaysam. Gökyüzünde yıldız taşımayan bir yerdeydim. Kimden yardım isteyebilirdim. Geldiğim için pişman mıydım? Hayır değildim. Artık pişman olmamayı öğrenmiştim. Yürümekten yorulduğum için kaldırımın üstünde oturdum. Oturduğum an diz kapaklarımın altı sızlamaya başladı. Saatlerdir yürüyordum. Ve çok susamıştım. Kaçtığımı şimdi öğrenmişkerdir. Acaba beni arıyorlar mıdır? Sanmam tanımadıkları bir kızı arayacak halleri yoktu. Peki ya sandığım kadar yabancı değilsem onlara? Etrafıma bakarken bir şeyi farkettim. Burda ki hiç bir ev normal değildi. Hepsi gökdelen uzunluğunda. Ama görünüş olarak küleyi anımsatıyorlardı. Ama pencereleri renkleri hepsi koyu bir lacivertti. Neden lacivertti? Ve aynı zamanda o kadar yol katederken hiç bir market yada bakkala raslamadım. Onu bırak insan bile görmedim. Zaten görseydim şidmiye dek yardım istemiştim. Ama yoktu. Daha fazla oturmadan ayağa kalktım. Nedense içimden bir ses bu şehire boş geldiğimi söylüyordu. Bu sefer yürümek yerine gördüğüm evlerden birine doğru adımladın illa ki birileri vardı. Olmak zorundaydı. Hayır asla üçaresiz değildim. Sadece nerde olduğumu bilmeme gerek vardı. Evet sadece buydu. Bu sokakta hiç bir bina yoktu. Sadece yazlık ev tarzı evler vardı. Boğazımı temizledim. Ve yumruk yaptığım elimi kapıya bir kaç kez vurdum. Aldığım tek ses sessizlik oldu. Gözlerim kapının üzerinde oylandı. İki adım gerileyip. Bir başka evin kapısını çaldım. Aynı yanıtı ondan da alınca. Başka bir kapıyı çaldım. Devam ettim. Nerdeyse o mahallede ki bütün kapıları çaldım. Hiç birisi açmadı. Pencerelerini bile açmadılar. Işığı yanık evler bile kapısını çaldığım an ışıklarını kapattılar. Benden kaçıyorlar mıydı? Yoksa bana yardım etmeyecek kadar umursamıyorlar mıydı beni? Yada hep böyle acımasızlardı. Gözümden bir damla yaş aktı. Yanağımdan akmasına izin vermedim. Ağlamayı seven bir insandım. Ama ağlamak zayıflıktı. O yüzden çoğu zaman gözyaşlarımı geri göndererek kırardım onları. Sokağın ortasında durdum. "Kimse yok mu! Bana yardım edecek hiç kimse yok mu!" gözümden bir damla daha aktı. Neden gözyaşlarım geliyordu. Oysa üzülecek hiç bir şey yoktu. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Ve burukça gülümsedim. Hava çisliyordu. Yağmur yavaştan yağmaya başlarken. İri damlaların vücüdümda soğuk bir his yarattığını hissettim. Soğuktu. Hemde çok soğuk. Bunun tek bir anlamı vardı. O burdaydı. Benim yakınındaydı. Kokusunu soluyacağım kadar yakındaydı. Kalbim kasıldı. Gökyüzüne odaklı bakışlarım yere indi. Başımı çevirip omzumun üstünden arakama baktım. Işıklar bir yanıp bir sönüyordu. Işıklar onu sevmiyordu. Oda sevmiyordu. Çünkü ışıklar onun gerçeğini gösteriyordu. Sokak bir karanlığa gömlüp tekar aydınlığa bürünüyordu. Ve bu sırada doğada bir sarsıntı vardı. Yağmur aniden şiddetini artırdı. Başımı tekrar kaldırdım. Gök gürlemiyordu. Sanki bu yağmur göğe davetsizdi. Öyle şiddetle yağıyordu ki. Üzerimde ki ünlükten su damlamaya başladı. Elimde ki kitabu sımsıkı göğsüme bastırmıştım. Kızıl saçlarım ıslanıp omzuma yapıştı. Işıklar bir yanıp bir sönüyordü. Ve bu yağmur bana huzuru vadetmedi. Bana acıyı korkuyu verdi. Bana herkesten gizlediğim o kusurlarımı geri verdi. Onların farkına varmamı sağladı. Ve o an sessizliğin benimsediği sokakta ağır adımların sesi yükseldi. Islak zeminle buluşan adımların sahibi öfkeliydi. Yutkundum. Yürümeye başladım. Hızımı biraz daha artırdım. Sonra ise koşmaya başladım. Hem koşup hem arkama bakıyordum. Kimse yoktu. Sakin ol. Ama Sakin olamıyordum. Lanet olsun korkuyordum. Koştum. Nefes nefese kaldığımda bile durmadım. Işıklar tamamen söndü. Ve ben karanlıkla yolumu kaybettim. Adımlarım yavaşladı. Ve tamamen durdu. Ensemden soğuk bir ürperti geçti. Koşmama rağmen sanki hep aynı yerdeymişim gibi hissettim. Büyük bir sessizlik oluştu. Nefes alıp verişlerim haricinde hiç bir ses yoktu. Ama bir ses daha vardı. Düşüncelerim yalan söylüyordu. Bir ses daha vardı. Onun sesi. Adımları yaklaştı. Kokusu ortamı esir aldı. Tarçın kokusu. Ve daha çok üşümeye başladım. Öyle ki titremeye başladım. Irıpıslaktım. Ama bu kıyafetlerimin ıslak olmasından kaynaklı değildi. Benim ruhum üşüyordu. Adım sesleri çok yaklaştığında. Gök bir kez gürledi. İşte şimdi gökyüzü o yağmurun davetini kabul etmişti. Bu yağmur karanlıktı. Yaklaştı. Çok yaklaştı. Arkamı döndüğümde onun iri cüssesini karanlığın ardından süzülerek yaklaştığını gördüm. Hayır onu göremiyordum. Yağmur hızını hiç azaltmadan yağmaya devam etti. Korku daha da büyüdü. Bu sefer ayaklarım kaçmak istedi. Geri geri adımlar attım. "Söz dinlemez. Kural tanımaz. Kuralları yanlızca aşk çiğner. Eğer aşka kapalıysa da. Pişman et. Öyle bir pişman et ki. Alıştığına uzak olsun. Sevdiğine nefret olsun. Ölüme acısın. Öldürdüğüne acısın." Hala geri geri adımlar atarken. Başımı eğip kucağımda ki kitaba baktım. Okuduklarım zihnimde yankılanıyordu. Bir adım daha geri attığımda sırtım sertçe duvara çarptı. Yerimde kalakaldım. Bütün duvarlarım bu an yıkıldı. Onun görünmeyen silüeti bana yaklaştı. Nefesi yaklaştı. Ve bedenini tam karşımda hissettim. Hissettirdi. Zorlukla yutkunup. "Sen... Nasıl geldin?" sorular çoktu. Ve cevapları korkunçtu. Çeneme sıcak parmaklar dokundu. Başımı kaldırdığında nefesi yüzüme değdi. "Benim şehrimde." diye başladı. Hala varlığına inancım yoktu. Fakat sesi beni gerçeğimle yüzleştirdi. "Benden başkasından yardım isteyemezsin. Çünkü ben izin vermediğim sürece kimse ama kimse." başını biraz eğdiğini yüzüme akın eden nefesinden anladım. "Yardım edemez." öyle baskın bir tonda konuşuyordu ki. Her bir kelimesi ağır basıyordu. "Ait olmadığım bir şehirden gitmek istiyorum." zorlukla konuşabildim. parmaklarını çenemin üzerinde hareket ettirdi. Duvarla bir bütün olmuş vaziyetteydim. Ve onun iri bedeni tam karşımdaydı. "yardım istedin. Ve sana yardım ediyorum. Ama gitmekten söz ediyorsun." Dilini damağına vurup onaylamayan bir ses çıkardı. "İşte bunu sevemedim melek." dişlerimi sıkıp. "Adım mehla." dedim ve ellerimi öne uzattıp göğsüne koydum. Ellerimde ki kitabı unutmuştum. Kitap aramızda onun göğsüne değerek yere düşürken hareleri düşen kitaba döndü. Fakat fazla oyalanmadı çünkü ateş gibi gözleri göğsünün üzerinde ki ellerime düştü. Sert göğsüyle buluşan ellerimin orayı benimsemesine izin vermeden kendimden uzaklaştırmak adına ittim. Ama zerre kımıldamadı. Ve tam o anda ışıklar yandı. İki elimin üzerinde sıcak ama sert bir baskı hissettim. Ve hemen sonra ise Ellerimin onun tarafından tek eliyle tutulup sertçe arkamda ki duvara başımın üzerinde yaslandığını hissettim. Başımı hışımla çevirip yüzüne baktığımda öfkeli mavileriyle yüzleştim. O kadar çok yaklaşmıştı ki bana. nefesi nefesimle buharlaşıyordu. Saçlarından damlayan ıslak damlalar aramızdada ki o küçük mesafeden zorlukla geçiyordu. Başım göğsüne geliyordu. Benden oldukça uzundu. Yapılı olması da onun karşısında cılız gibi görünmemi sağlıyordu. Su yeşili gözlerime bakarken. "Haddin olmayanı arzuluyorsun." diye tısladı. Ona dokunmam onu rahatsız etmişti. Başında pelerinin şapkaaı vardı. Ama anlına düşen ıslak tutamlarından akan sular şimdi saçlarıma düşüyordu. Kollarımı çekiştirmek için hiç bir hamldede bulunmadım. Çünkü orantısız bir kuvetti vardı. İstesem dahi kurtulamazdım. Öfkeyle parlayan mavi irislerine bakarken. "Sende bu hakka sahip değisin imparator. Şimdi geri çekil." ne yaptığını farkettiğinde esaretine aldığı ellerimi özgür bıraktı. Ve Aramıza belirli bir mesafe koydu. Gözlerini yumdu. Ve dudaklarının arasından yabancı bir dilde kelimeler döküldü. Fakat anlamadığım bir dil olduğu için ne söylediğini anlamadım. Bu sırada acıyan bilekleri ovalıyordum. Başında ki pelerinin şapakısını tamamen indirdiğinde görüş açımda bu sefer sadece kalın dudakları vardı. Arkasını dönmeden önce, "benimle geliyorsun." sertçe konuşup yürümeye başladı. Yerimde öylece kalakaldım. Onunla gitmek mi? Yürümek yerine eğilip yere düşen kitabı aldım. Ve peşinden ilerlemeye başladım. Onun kendinden geriye bıraktığı izleri takip ettim. 🍈 Uzun bir zaman geçti. Ama öylesine yavaştı ki benim için. Hala aynı yerdeymişim gibi hissediyordum. Yürümekten bacaklarımda derman kalmamıştı. Ve bunu şimdi farkediyorum. İnsan bedensel olarak yorulunca dinlerir ve yorgunluğu geçerdi. Peki ya ruhun yorgunsa. O zaman dinlenince onun da yorgunluğu geçer miydi? "Sen ruhun ne demek olduğunu biliyo musun? Arkadaşım Onun hep bizimle olduğunu, ve o olmasa yaşayamayacağımızı söyledi doğru mu?" "Çok doğru söylemiş arkadaşın. İnsanın ruhu hep onunladır. İnsanın bedeni hasar almaz. İnsanın yaralarını hep ruhu alır." "Peki acımıyo mu canı. Ben yere düşerken dizim çok ağrıyo. Ve o zaman ben ağlıyom. Neden ruhum ağlamıyo?" "Ruhlar gülerken ağlar insanlar gibi gözyaşları olmaz. Onlar yara alınca o yara izi bedende geçsede ruhta hep kalıcıdır." "Hani izler kalıcı değildi. Benim ruhumda da kalıcı olmasın o zaman. Üzülürüm ben ona." Geçmiş gözlerimin önünde bir film gibi geldi. Kulaklarımdaydı hala o sözler. Zaman eskiyip gidiyordu. Ve kendinden geriye güzel anılar bırakıyordu. Bazen ise acıyla denklenmiş anılar. Sessizlik bir süredir oturduğum masadaydı. Ne benim sesim çıkıyordu nede onun. Sanırım yemek yerken konuşmayı sevmiyordu. Yada benimle konuşmayı. Bilmiyorum. Ama tek bildiğim dakikalardır sessiz olduğu. Daha doğrusu o sokkata yaşadıklarımızdan beridir sessiz olduğu. O sokkata yaşadıklarımızdan sonra istediği üzere onu takip etmiş. Lüks bir eve gelmiştik. Her tarafı ağaşlarla sarmaşık bir evdi. Saklı bir köşke benziyordu daha çok. İçi de öyleydi. Herşeyiyle dekorasyonu harikaydı. Sanırım burası onun eviydi. Lacivertin hakim olduğu bir salonda akşam yemeği yiyiyorduk. Üzerimde eflatun bie elbise vardı. Normal hayatta ki kıyafetlerin aksine daha çok yöresel bir kıyafetti. O kutlamaya gelen kadınların giydiği elbiselerin bir başka verisyonuydu. Bu şehirde ki kadınların giyimi sanırım böyleydi. Elbise bileklerimin biraz üstünde bitiyordu. Ve korsesi vardı. Kosresinin bağcıklarını biraz fazla sıktığım için rahatsızdım. Yerimde kıvranırken. Masanın başında oturan adamla göz göze geldim. O adam imparatordan başkası değildi. Sahi ismi neydi? Önümde ki balığı bıcakla deşerken bakışlarımı tabağıma çevirdim. "Senin adın ne?" diye sordum. İsmini gerçekten merak ediyordum. Her gelişinde garip bie şekilde neden üşüdüğümü anlamıyordum. Bu adam kimdi? Ve neden üzerinde geçmişin kokusu vardı. kokusuna aşinaydım. Ama çok eskiye aitti. Sorum cevap vermedi. Yemeğini yemeye devam etti. Vazgeçmedim. "İsmin ne?" byu sefer başımı kaldırıp dümdüz ona bakmaya başladım. Başını kaldırdı. Bu sırada gözlerim üzerine çevrildi. Kıyafetlerini değiştirmişti. Aynı şekilde bana da bir elbise vermişti. Çünkü yağmurun altında ırıpısalk olmuştuk. Üzerinde beyaz bir gömlek ile acı kahve kumaş bir pantolon vardı. Gömleğinin iki üç düğmesi açıktı. Ve bronz teni gözler önündeydi. Kabul etmeliyim ki her kadının ilgisini çekebilecek bir adamdı. "Neden adımı merak ediyorsun?" balığını ustaca kesip yerken bana anlamadığım bir bakış attı. Nemli saçları dalga dalga anlına düşmüştü. Tutamları kaşına geliyordu. Gerçekten yakışıklı bir adamdı. Bunu bie kez daha kabul ettim. Ne zaman baksam hep fazla detayla inceliyordum. O yüzden bakışlarımı indirdim. Oda bakışlarımdan rahatsız olmuşa benziyordu. Ve Artık yemek yemiyordu. Sırtını yaslamış bana bakıyordu. "Merak işte." dedim kısık bir sesle. Önüme düşen saçımı kulağımın arkasına atarken. "Yabancı bir adam neden senin için bir merak?" soruya soruyla karşılık veriyordu. Ama haklıydı. Neden merak ediyordum ki. Kendimi savunmak adına. "Sana adınla hitap etmem daha doğru." saçmalıyordum! Bakışları hala benim üzerimdeyken. "Ruhan." diye seslendi. O ruhan denen herifi de unutmuştum! Geldiğimden beridir masadan biraz uzakta ayakta dikiliyordı. Onun seslenmesiyle. Ruhan. "Buyurun efendim." dedi. Bakışlarımı kaldırıp ruhan'a baktım. Ondan nefret ediyordum. Beni o karanlık yeraltına götürken o kadar bağırmama rağmen beni duymazlıktan gelmişti. Ruhan benim bakışlarıma bir kez bile dönmedi. Çünkü Gözleri patronu olacak adamın üzerindeydi. Gözlerimi ruhan'dan çekip tekar tabağıma döndüm. Ama kulağım ondaydı. " sen Gitmek istediğin şehrin sahibi olan adamın ismini merak eder misin?" Adam manyak çıkmıştı. Resmen takmıştı o kelimeme! Ruhan denen o adamdan hiç bir cevap gelmedi. Ve o an beni şaşırtacak bir şey söyledi. "Bak merak etmiyormuş angel." angel. Melek. "Adım mehla." "Sana adını sormadım." öyle bir tonda söyledi ki resmen ona ismini sorduğum için beni kınıyor sanacaktım. Başımı kaldırıp. "Bana melek veya angel diye hitap ediyorsun. İsmimi eğer öğrenmek istiyorsan." sözümü keserek. Ellerini masanın üzerinde birleştirdi. Buz mavileri koyulaştı. Yutkundum. "Senin ne adınla nede kendinle ilgileniyorum. Ama eğer ilgime girersen de." başını eğip gözlerimin en derinine baktı. Dudaklarını aralayıp. "Gitmek isteğin bu şehirden değil gitmek. O kelimeyi dahi dudakkarının tamamlamasına izin vermem" keskin sözleri bieçr bıcak misali ruhuma darbe indiriyordu. Bir kez daha Yutkundum. Sözleri bir tehdit değil. Apaçık yapacağını ve asla çekinmeyeceğini anlatır nitelikteydi. Dizlerinin üstüne koyudğu peçeteyle dudaklarını ağır ağır silerken. "İyi bir misafirperver olarak seni iyi ağırlayamadım." sesinde yalancı bir üzüntü vardı. Gözleri ise herşeyin isteği gibi olduğunu gösterecek raddedeydi. Gözlerinin içine bakarken düşündüğüm tek şey şuydu. Adi bir herifin tekiydi! Bu adamdan bir an önce kurtulmalıydım. Elimde ki çatal bıçağı bıraktım. "Ben balık sevmiyorum. Bunu masaya otururken de söylemşltim." sert bir bakış attım. Ama kendisi bu bakıştan hiç etkilenmedi. Sanki duymamış. Ve yeni duymuş gibi. "Bu aralar kulaklarım iyi duymuyor. Değil mi ruhal?" Artık delirmenin raddesine gelmiştim. Öfkeyle elimi masaya vurdum. Ve sinirle ona döndüm. "Ne onaylaması be! Adamın ağzını bıçak açmıyor Ne onaylaması! Sen bence sağır değil delirmişsin. Hemde en temizinden!" hırsla ayağa kalktığımda. Hiç kıpırdamadı. Söylediğim herşeye duyarsızdı. Dilini damağına vurup cıkladı. "Çok fazla sinirlisin." masanın ortasında ki hasır sebetten yeşil bir elma ve bir bıçak aldı. Şaşkınca izledim onu. Elinde ki elmayı yavaş yavaş soymaya başladı. Hep yaptığı bir işi yapar gibiydi. Dikkatle elmaya bakarken."Meyveler sinire iyi geliyormuş. Özellikle de elmalar." bana çenesiyle sepeti işaret etti. "Alsana bir tane." delirecektim. Şimdi havin'i çok iyi anlayabiliyorum. Her zaman sakin olduğum için şimdi havin'in ne hissettiğini daha iyi anlayabiliyorum. Kahretsin bu herifin sakinliği insanı delirtecek derecedeydi. Daha fazla bekleyip bu adamla ilgilenemezdim. Eminin annesi olsa bu kadar kahrını çekmez. Ona arkamı döndüm. Ve üst kata çıkan merdivenlere doğru ilerledim. Biraz daha bu adamla kalırsam şüphesiz delirdim. Hızlı adımlarla merdivenleri çıkarken ne o sırada yapacağımı düşünmeye başladım. Ortada kalmıştım. Öyle bir durumdaydım ki çaresiz bile değidlim. Nerde olduğumu bilmiyordum. Neden burda olduğumu da bilmiyordum. Ama bir şey vardı. Burası normal bir şehir değidli. Bu yerde de insanlarında da bir sorun vardı. Ve aldığım o kitap? İçinde okuduklarım, Beni şoka uğratmıştı. Merdivenlerin sonuna gelirken. Aşşağıda onun gür sesini duymamla birlikte o an duraksadım. "Bu gece benim misafirimsin angel. gitmeyi unut!" Gitmeyi unut? Angel? Bu adam delinin tekiydi. Ona dönmeden hızlı adımlarla ilk geldiğimde giyinmek için girdiğim odaya girdim. Hızlı bir şekilde komidine doğru ilerledim. Ve üzerine bıraktığımın kitabı vakiy kaybetmeden aldım. Kitabı iki elime alıp baktım. Siyah parlak bir yazıyla. Ölüm ve kehanet. Yazılmıştı. Bir diğer adıyla da. Geleceğin ölümü. Bu kitabın nedense işime çok yarayacağını hissediyordum. Ama bunu saklamalıydım. Herkesten herşeyden. Etrafımı kolaçan ettiğimde gözüme beyaz bandana çarptı. Üstümü çıkarırken bütün herşeyi çöpe atarken onu yerde unutmuşum. Ve iyikide unutmuşum. Kitabı beyaz bandanın içine koyup bandanayı iyice her tarafını kapatacak şekilde örttüm. Derin bir nefes içime çektim. Artık gitmem gerekiyordu. Kalmamam gereken bir yerde solumamam gereken bir adamın havasını yeterince solumuştum. Beni öldüren o zehirli kokuyu solumuştum. Odadan çıktığımda. Nefesimin daraldığını hissettim. Saçlarım ıslaktı. Ama üşümuyordum. Çünkü evin içi çok sıcaktı. Ama beni o kadar da ısıtmıyordu. Sadece üşütmuyordum. Merdivenlerden aynı hızla indim. Basamakları ikişer ikişer indim. Yangından mal kaçırır gibi görünüyordum. Aşşağı indiğimde onu hala aynı yerde görmeyi bekliyordum. Fakat düşündüğümün aksine Salonda tek kişilik koltukta ayak ayak üstüne atmış bir pozizyonda yene bitki çaylarından birini içiyordu. Bu adam kusursuz bir deliydi. Kusursuzluğu yanlızca yüzüne maske değil. Deliliğine de ayrı bir maskeydi. Kitabı tek elimle tutarken bakışları elimde ki bandananın içinde ki kitabı buldu. Kitap olduğu belli oluyordu elbette. ama en azından ismi ve kapağı görünmüyordu. Bu kitap değerli bir kitaptı. Öylesine değildi. Ölesiyeydi. Tıpkı onun gibi. Bakışları orda oyalanmaya devam etti. Kaşları çatılırken. "O ne kitabı?" sesinde hoşlanmadığım bir tını vardı. Kıvranmadan. "Benim kitabım." benim değildi. Onun adına yazılmıştı. Kurucu; imparator oydu. Alt dudağımı dişlerimin arasında ezerken bakışları ona yasak olanı gördü. İrisleri dudaklarıma odaklandı. Bakışlarını hemen çekti. Saçlarıma çevirdi. Uzun uzun inceledi. Her bir telini. Sonra gözlerime geldi. Sevmediği bir şeye bakar gibi baktı gözlerime. Sanırım gözlerimin renginden hoşlanmıyordu. Herkesin sevdiği gözlerimdi. O ise sevmiyordu. Herkesin nefret ettiği saçlarım iken o saçlarımı beğeniyordu. Zorlukla yutkunup. "Herşeye rağmen teşekkür ederim. Artık gitmem gerekiyor." sesim son derecede ciddi bir tonda çıkmıştı. Elinde ki kupuda yanlış değilsem yene bitki çay türlerinden vardı. Koku duyularım güçlü olduğu için aşşağı indiğim ilk anda o kokuyu almıştım. Başını yana yatırdı. "Bende sana bu gece benim misafirimsin dedim." asla gitmeme izin vermeyecekti. Gitmeye kalkışırsam da zoru deneyecekti. Ve ben bunda da yenilecektim. Her konuda olduğu gibi. Şansımı denememe gerek yoktu. Manyak bir adamdı zaten. Öfkesini üzerime çekmek mantıksız olurdu. Zaten gidecek bir yerim de yoktu. Ve üstelik bu gece gece dışarı da tekin değildi. Üstelik soğuktu. Burda kalmam için yeterince sebep vardı. Fakat bir sorun vardı. İşin ucunda bir pürüz vardı. Elimde ki kitabın kapağı ısınmaya başladı. Git gide daha da ısınıyordu sanki onu açıp okumamı istiyordu. Okuyacaktım da. Sessizlik içinde boğuşacağımı hissettiğşmde. "Olur." dememkle kaldım. Uslu bir kız değildim. Hiç bir zaman olmamıştım. Şimdi de olmayacaktım. Bu evde kendim için kalmayacaktım. Oturduğu koltuğunda bakışlarını benden çekti. Hiç kimse onun rahatını bozamıyordu isteği an kendi raahtını kendi bozabiliyordu. Kendi istediği üzere değişiyordu. ** Gecenin yarısıydı. Ay yoktu. Yıldızlar yoktu. Simsiyah bir perden farksız gökyüzü kendini ulaşılmaz kılıyordu kendini bir canavar ilan ediyordu. Geceler uyutmuyordu. Uzandığım Yatak, yastık, yorgan, ve hatta odanın içine kadar tarçın kokuyordu. Bende artık tarçın kokuyordum. Tarçın kokusu huzuru versede. Beni rahatsız ediyordu. soğuk bir his o huzurla birlikte ruhuma konuyordu. Ve ben o soğuk histen rahatsızdım. Bacaklarımı yataktan sarktım. Ellerim çarşafkarı sıktı. Boğazım kurumuştu. Su içmem gerekiyordu. Fakat komdinin üzerinde duran biblo gibi konulmuş surahi. Süs eşyasından bir farkı yoktu. Ayağa kalkıp lambayı açıp odanın aydınlanmasını sağladım. kapının kolunu yavaşça tutup çevirken yavaş olmaya mümkünce dikkat ediyordum. Üzerimde ki eflatun elbiseyke gece yarısı evin içinde dolaşmam gece eve gizi gizli bardan gelen ev kızı gibi görünmemi sağlıyordu. Gold merdivenlerden inerken zeminde çıplak ayakla olduğum için ses çıkıyordu. Merdivenleri zorlukla indiğimde. Salonda cılız bir ışığın aydınlatması vardı. Bu teknoliji gece kalkıp su içemek için aşşağıya inenler için mühteşemdi. Şuan benim yaptığım gibi. Salonun içinde paytak adımlarla mutfak olduğunu düşündüğüm kapıdan içeriye girdim. Aynı şekilde o soluk ışıktan burda da vardı. Herşey net değildi. Sadece önünü görebileceğin kadar ışık vardı. buda iyi bir şeydi. Mutfak gerçekten çok ihtişamlıydı. Çok net görğnmese de şuan gözlerimin gördüğü dolaplar masa, Biblolar, Sandalyeler. hee şey gerçekten çok görkemliydi. Ve mutfak tamamen koyu bir lacivertle dekore esilmilşti. Gri detaylar da vardı. Ama çoğunluğu koyu lacivertti. Artık emindim laciverti seviyordu. Tezgaha doğru ilerlerken. Bakış açımda sadece lavabo tezgahında ki musluk vardı. Tezgaha yaklaşıp bir bardak alabilmek için dolapları açmaya başladım. Üst dolaplarda gördüğüm bardaklarla rahat bir nefes aldım. Her çeşidinden vardı. Uzanıp elimin yetiştiği bir bardağı aldım. Musluğu açtığımda direk suyun gelmesini bekliyordum. Fakat öyle olmadı. Bir kaç saniye geçti. Öyle ki saniyeler dakikalara dönüştü. Musluğu kapattım. Ve tekrar açtım. Musluktan su sızınca içim bir nebze olsun rahatladı. bir an suların kesildiğini düşünmeye başlamıştım. Su sızıntısı normale döndüğünde elimde ki bardağı uzatıp suyu doldurdum. Fakat bir şey oldu. Bir görültü koptu. Korkarak iki adım gerilediğimde. Başımı eğip elime baktım. Ve hemen sonra lavabo tezgahına. Gördüğüm manzarayla dehşete düştüm. öyle bir şey oldu ki. Gözlerime inanamdım. Şaşkınlıkla nevrim tutulurken inanmayarak baktım. Gerçek olamazdı değil mi? Bu yaşadığım herşey bir rüyadan ibaretti. Evet öyle olmalıydı. Gözlerimi kapattım. Açtığımda aynı manzarayla karşılaşmayı beklemiyordum. Tekar kapattım. Ve yene açtım. Aynı manzara. Hayır hayır kesinlikle rüya görüyorüm. Gözlerimi ovaladım. İmkansızdı. Bardak kırılmıştı. Hemde daha bardağı doldurmadan. Küçük bir su damlası bardağı paramparça etmişti. Üstelik elimi de kesmişti. Fakat bu en baaitiydi. Kanımı donduran manzara musluktan akan suyun kırılan bardağın parçalarını eritmesiydi! Artık emindim rüya görmüyordum. Hayal değildi. Halüsinasyon görmüyordüm. Herşey gerçekti. En ince detayına kadar gerçekti hemde. Bu su normal değildi. Gözlerimin önünde cam parçalar eriyip yok olmuştu. Ve dahası lavaboda da büyük bir etki yaratıyordu. Bir felakete dönüşeceğinin korkusuyla hızla kendime gelerek. Titriyen parmaklarımla kapattım suyu. Bacaklarım tutmuyordu resmen. Bu şey insan bedeni için çok tehlikeliydi! Ateşin yok edemediği cam parçalarını nasıl eritebildi? Eğer cam parçasını saniyeler içerisinde eritecek kadar güçlü bir şeyse. Bu insanlar neden bunu evlerinde barındırıyorlardı. Ve neden su gibi musluktan akıyordu. Görünüşü su. Fakat su değildi. Yok ediyor. Herşeyi eritip yok ediyor. Bu şey insanların bedenine nasıl bir hasır verirdi tahmin dahi edemiyordum. Korkunç bir şeydi. Ölümden daha ağır bir ceza yoktu. Fakat eğer bu şey insanlar için bir ceza olarak üretiliyorsa ölümden daha korkunçu vardı. İnsanlar hata yapmamak için çabalamalıydı. Çünkü gördüklerim tüyler ürperticiydi. Tek bir damla bardağı parçalamıştı. Şaşkınca mutfaktan çıktım. Korkmuştum; korkulacak bir durumdu. Musluklardan ölüm akıyordu. Merdivenleri nasıl çıktım. Nasıl odaya girdim hiç bilmiyordum. Şaşkındım. Şaşkınlığım geçecek gibi değildi. Yatağın üstünde bağdaş kurdum Ve yastığın altına koyduğum kitabı elime aldım. Çok ağır bir kitaptı. Kaç sayfaydı hiç bilmiyorum. Kitap onu elime aldığım an ısınmaya başladı. Bu inanılmayacak bir durumdu. Fakat bu kitap temasımla alarma geçiyordı sanki. Derin bir nefes alıp kitabın kapağını açtım. Ve en son kaldığım sayfaya geldim. Uzun bir satırla karşılaştım. Bu dili anlamam gerekiyordu fakat ben anlıyordum. Çok garipti. Doğaüstü şeyler yaşıyordum resmen. Satırlarlada ki yazıları okumaya başladım. Günahlar eğer satırlara sığsaydı. Hiç görünmez kalır mıydı? Eğer açtığın her sayfada yüzlerini görseydin şimdi baktığında tanımaz mıydın o yüzleri. Bilirsin ki karanlık kendini çok iyi gizler. Öyle ki sen bile kendini tanıyamazsın. Taki o araftan çıkıp ışığa girdiğinde. İşte o vakit kandırdığın kişinin aslında hep kendin olduğunu anlarsın. Bir dilek tuttuğunda bile o dileğin gökyüzünün maviliğini kirletecek kadar yasak olmasın. Yasaklar hep fazla güzeldir. Güzel olan herşey ise ölümü temsil eden o simgedir; Kimse ölümü bilmez. Ölüm hep gizemli kapılar ardındadır. Bir gece vakti sadece nefesinin senden alındığını hissedersin. Hep böyle diyip geçiyorlar onlar. Çünkü kimse herkesin tanıdığı bir canavar olarak anılmak istemez. Onlar karanlıkta maskelerini indirir aydınlıkla takıp gezerler. Ve sen hiç bir vakit tanıyamazsın katilini. Son satırına geldiğimde nefesim kesildi. Kalbim artık atmıyordı. Bu kitap gerçekten korkunç bir kitaptı. Kim yazmış böylesine bir kitabı? Bu kitap daha çok bilmeceli bir kitaptı. Zeki bir insanın çözeceği sorularla doluydu. Okunduğu gibi değildi. Her bir kelimesinin altında farklı farklı anlamlar vardı. Ama neydi? En alt satırda ki isim gözüme şarptı. Ve hemen altında ki yazılar. Bedenimi buz kapladı. O isimi okuduğumda. Öyle ki bir daha bu buzun hiç bir zaman çözül "Ager Jahu haldrat" Bütün dengeleri kuralları yıkan o kimse. O gündüzü geceye çevirip maviyi siyaha değiştiren o imparator... HELOOOOO evet düşüncelerinizi alayım. İLK SORU GELSİN! Baş rol karakterin ismini size bölüm sonunda böyle okutmak istedim. Ve bölüme gelelim. Siz mehla'nın kaçacağını düşünüyor muydunuz? Ve aynı günde ager'in evine geleceğini? Peki kitap hakkında ne düşünüyorsunuz. Bu soruları çözmeyi size bırakıyorum. Sizleri çokkkk seviyorum. Kendinize iyi bakın canlarım😍😍 |
0% |