Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Bölüm 2-Kahvaltı

@efgan1

Keyifli Okumalar 🌹

***

Zaman aldığımız nefesten bile daha hızlı bir şekilde ilerlerdi. Gün içinde ne ara akşam olduğunu anlayamazdık. Hatta bırakın günü yıllar bile su gibi akıp gidiyordu. Yıllar önce yaşadığımız şeyleri daha dün gibi hatırlıyor hatta etkisini üzerimizden atamıyorduk.


Aslında güzel şeyler buna pek dahil olmayabiliyordu ancak belalar, kötü yaşanmışlıklar yıllar geçse de unutulmuyordu. Benim de unutmadığım şeyler hep kötüydü. Ne çocukluğumu unutabiliyordum ne ergenliğimi ne de yetişkinliğimi. Çünkü hepsi de acıya bulanmıştı. Hatırlamıyorum ki tek bir yılım bile kedersiz geçmesin.


Unutmuyorduk ama bir yerden sonra alışabiliyorduk, alışmak zorunda kalıyorduk. Tabi alışılmaz şeyler de yok değildi.


Zaman akıp gidiyor, hayat devam ediyordu. Ceyhun Uluç'u okulda görüşümün üzerinden dört hafta üç gün geçmişti. O günden beri bir daha da görmemiştim kendisini, tabi rüyalarımı saymazsak.


Yoktu, hiçbir yerde görmüyordum. Ne Yiğit için okula geliyordu ne de başka bir yerde bir şekilde karşılaşıyorduk. Sanki o gün bir rüya görmüştüm de öyle bitip gitmişti. Daha öncesinde de görmemiştim onu evet ama sanki o gün karşıma çıkınca ondan sonra hep görecekmişim gibi hissetmiştim.


İçimi merak duygusu ele geçirmişti. Kimseye de soramıyordum, aramızdaki tek bağlantı Yiğit'ti. Ufacık çocuğa da soramazdım ki "Dayın nerede?" diye.


Bu dört hafta boyunca onu düşünmediğim gün yoktu. Hayır bu bir ilgi değildi, ya da hoşlantı. Daha bir kez gördüğüm adamdan hoşlanacak değildim. Düşünmemin sebebi elbette rüyamdı. Bir sene boyunca her gece onu görmüştüm, başlarda her gördüğüm kahverengi gözlü adamın o olabileceğini düşünmüştüm ancak sonra onu aramaktan vazgeçmiştim. Ve o ansızın hayatıma dahil olmuştu. Yiğit'in dayısıydı evet ama başka kimdi? Neden rüyalarımdaydı? Eğer önce onu görüp sonra rüyama girseydi bu kadar yadırgamazdım ancak görmeden rüyalarımdaydı o.


Hayatım zaten zorken, yılların verdiği yük üzerimdeyken bir de bu belirsizlik canımı sıkıyordu. Bir an önce her şeyi öğrenmek istiyordum ama Ceyhun Uluç yoktu ortada. O ortalarda yokken sorularıma hiçbir şekilde cevap bulamıyordum ki.


Gerçi karşıma çıksa sanki bulabilecektim de.

Ne diyecektim ki ona. "Bir yıldır rüyalarımdasın. Söyle bakalım niye giriyorsun rüyalarıma?" mı diyecektim.


Ama artık yeterdi, bir şeyler yapmalıydım; kafamda bir plan yoktu ancak kim olduğunu, neden rüyalarımda olduğunu öğrenmeliydim bir şekilde.


*


Bu sabah yine her zamanki gibi kalkıp sabah rutinlerimi hallettim ve ardından yine okula geldim. Çocuklar geldikten sonra da eğlenceli bir gün başlamıştı. Şimdi ise ara öğün zamanıydı ve çocuklar getirdilerini yiyorlardı. Ben de oturmuş onları izliyordum sevgiyle.


Hepsi öyle masumdular ki... Anlam veremiyordum zalim insanlara, bu minik bedenlerden ve kalplerden ne isteyebilirlerdi ki? Hangi çıkarları, hangi istekleri onlardan daha kıymetli olabilirdi? Nasıl kıyabilirlerdi bu canlara? Halbuki onların tek istekleri biraz şefkat ve sevgiydi, tıpkı benim gibi.


Ben de öyle istememiş miydim? Ben de sadece sevgi ve şefkat istemiştim. Ama olmamıştı. Ne annem ne de babam bana bunu layık görmüştü. Beni bir kez olsun sevmemişlerdi ve ben bunun nedenini bu yaşıma geldim hâlâ bilmiyorum. Bana dışardaki bir köpeğe göşterdikleri ilgiyi dahi göstermemişlerdi, benden nefret etmişlerdi. Bunun nedenini hiçbir zaman anlayamayacağım.


Ben bu düşünceler arasındayken bir anda telefonumun çalmasıyla düşüncelerimden sıyrıldım. Çantamdan telefonu çıkarıp arayana baktığımda Yasemin Hanım'ın yani Yiğit'in annesinin ismini gördüm. Fazla beklemeden hemen açıp cevap verdim aramaya.


"Alo, buyrun Yasemin Hanım."


"Merhabalar hocam, nasılsınız?"


"Merhabalar, iyiyim çok şükür teşekkür ederim. Siz nasılsınız?"


"Ben de iyiyim hocam teşekkür ederim. Size haber vermek için aramıştım. Ne yazık ki benim de eşim Serhat'ın da önemli bir toplantımız var bu yüzden Yiğit'i biz almayacağız."


Bu genellikle olan bir şeydi zaten çünkü Yasemin Hanım da Serhat Bey de çalışan kişilerdi ve önemli bir şirketleri vardı. Bu yüzden genellikle Yiğit'i şoförleri alamaya gelirdi ancak ben bu gün biraz fazla heyecanlanmıştım çünkü daha önce başka bir kişi de Yiğit'i alamya gelmişti ki o da Ceyhun Uluç'tu. Ona kendi içimde Ceyhun Uluç diyorum sadece çünkü Bey demek çok resmi geliyordu ve ben bir yıldır rüyamda olan bir adama Bey demek istemiyorum. Elbette karşılaşsak ona Bey diye hitap ederdim ancak içimden nasıl bahsedeceğime kimse karışamazdı.


Dağılan düşünecelerimi toplayıp ve küçük heyecanımı belli etmeden dinlemeye devam ettim Yasemin Hanım'ı.


"Bu yüzden şoförlerimizden biri gelecek, Mustafa. Tanıyorsunuz zaten kendisini."


"Evet, tabi. Mustafa Bey'e ile gönderirim Yiğit'i."


İçimdeki heyecan yavaşca solduğunda yapacak bir şeyim yoktu. Uluç'tan haber almak zor olacaktı sanırım.


"Teşekkür ederiz hocam, ayrıca sizi başka bir şey için de aramıştım. Bu akşam için sizi yemeğe davet etmek istiyoruz. Müsaitseniz ve bizi kırmazsanız çok memnun oluruz."


"Teşekkür ederim, bir işim yok aslında ama zahmet olmasın size."


Sakin olmalıyım, sakin. Uluç hakkında belki bir şey öğrenebilirim hatta belki kendisini bile görebilirim.


"Estağfurullah hocam ne zahmeti. Sizin Yiğit için yaptıklarınızın yanında bir yemek ne ki? Gelirseniz çok mutlu oluruz."


"Peki o halde, davetiniz için teşekkür ederim."


"Rica ederiz hocam, akşam görüşmek üzere."


"Görüşürüz."


Günler sonra içimdeki umut yeşerirken çok mutluydum. Bu gün belki onu görme ya da en azından ondan bir haber alma şansım olacaktı. Umarım bu gün bir şeyler öğrenebilirdim.


***


Gün bittiğinde ve öğlenci olan çocuklara da evlerine gittiğine ben de eve gidip hazırlandım. Çok heyecanlıydım, hem de çok. İki yıllık görev hayatımda ve Yiğit'in iki yıllık eğitim hayatında öğretmeni bendim. Bu yüzden onlara daha önce gitmiştim ancak ilk kez böyle heyecanlıydım, inşallah bu heyecanım boşa çıkmazdı.


Aynaya son kez bakıp şalımı son kez düzelttim. Evde bir yemek olacağı için şık bir elbise giymemiştim ki zaten istesem de bir tane elbisem dışında diğer kıyafetlerim günlük sayılırdı. Öğrenciyken burs dışında bir gelirim olmadığı için çok fazla harcama yapamazdım, okul bittikten hemen sonra atanmıştım ancak hiçbir zaman şık olmamı gerektirecek herhangi bir şey de olmadığı için bu yüzden farklı bir elbise de almamıştım.


Kahverengi tonlarında oldukça salaş olan elbise feracelerimden birini giymiştim. Kolları bileklere doğru hafif bollaşırken rahatsız edici değildi. Üzerine de acı yeşili rengi şalımı yapmıştım. Tesettüre uygun güzel bir kombin olmuştu.


Bu zamana kadar makyaj yapan biri de olmamıştım hiç. Önceden makyaja verecek param olmadığı için yapmazken yaşım ilerledikçe tesettürüme uymadığı için yapmıyordum. Neyse ki cildim konusunda nasipliydim de herhangi bir leke yoktu. Tek leke sol alt dudağımın hemen üzerindeki küçük bendi ancak buna leke denilemezdi çünkü kötü durmuyordu. Onu seviyordum.


Kendimi süzmeyi bıraktıktan sonra gülümseyip çantamı alarak odamdan çıktım ve siyah kabanımı giyinip dışarı çıktım. Yasemin Hanım şoför göndermek için ısrar etmişti ancak kabul etmeyip taksiyle gelebileceğimi söylemiştim, insanları zahmete sokmaya gerek yoktu.


Ben çıktıktan birkaç dakika sonra gelen taksiye binip yola koyulduğumda aslında bu taksilerin de güvenilir olmadığını biliyordum. Eğer Yasemin Hanım'ın teklifini kabul etseydim daha rahat olurdum ancak dediğim gibi onlara zahmet vermek istememiştim. Çocukluğumdan beri güven problemi yaşadığım için en ufak şeyde bile kimseye güvenemiyor ve olası tüm kötü senaryolarla beynim anında film çekiyordu. Bu yüzden çantamda her zaman bir çakı bulundururdum.


Kafamda kötü senaryolar ve olabilme ihtimali olan şeyler ile yolu bitirdiğimizde geleceğimden haberdar olan güvenlik, villaya açılan büyük demir kapıyı bizim için araladı. Villanın da içinde bulunduğu oldukça geniş olan bahçeye girdiğimizde daha ben ücreti öderken kapım açılmıştı bile. Açan kişi Yiğit'i genellikle okuldan almaya gelen ve ismini oradan bildiğim Mustafa Bey'di. "Hoşgeldiniz Aysima Hanım. Buyrun şuradan geçelim lütfen." Söylediklerini başımla onaylayıp "Hoşbulduk." dedikten sonra zaten bildiğim yolu onun eşlik etmesiyle eve doğru adımlamaya başladım.


Yiğitlerin evi bulunduğumuz bölgenin en güzel evlerinden biriyidi. İlk girişte büyük ve oldukça gösterişli bir yapay şelale bulunuyordu. İki katlı bir villayı içinde barındıran kocaman bir bahçesi vardı, arka kısmında büyükçe bir havuz bulunuyordu. Sol tarafında kalan kısma bir çardak yerleştirilmiş ve yerlere de renkli minderler döşenmişti. Hemen az ileride bir yemek masası yer alıyordu.


Villanın sağ tarafında kalan kısmındaysa renkli renkli çiçeklerin olduğu bir kış bahçesi mevcuttu. Daha önce geldiğimde Yiğit sayesinde o bahçenin içinde bulunmuştum ve hayran olmuştum.


Giriş kapısına ulaştığımızda geldiğimizi gören Aslı daha zili çalmadan kapıyı açmıştı. "Hoşgeldiniz Aysima Hanım." Güzel bir gülümseme eşliğinde beni karşılayan genç kıza ben de tebessüm ederek karşılık verdim. "Hoşbulduk Aslı, nasılsın?" Aslı evin bir çalışanı olan Selma Teyze'nin yeğeniydi ve o da burada çalışıyordu. Buraya geldiğim zamanlarda her ikisiyle de biraz muhabbet etme şansım olmuştu. "Çok teşekkür ederim Aysima Hanım, iyiyim. Siz nasılsınız?" Kabanımı çıkarırken cevap verdim. "Çok şükür iyiyim ben de, teşekkür ederim."


Bu sırada önce koşarak gelen Yiğit ardından da gülümseyerek gelen anne babası beni karşıladılar.


"Hoşgeldin öğretmenim."


"Hoşbulduk canım benim."


Yasemin Hanım ve Serhat Bey de selamlaşırken, Yasemin Hanım sarılmayı ihmal etmemişti. Ancak Serhat Bey artık beni tanıdıkları için elini dahi uzatmamıştı çünkü tutamayacağımı biliyordu. Buna sebep dini gereklilikler bile yeterliyken benim çok başka sebeplerim de vardı ancak onlar bilmese de olurdu.


Birlikte salona geçtiğimizde gözlerimle turlardım salonu. Villanın büyüklüğü sadece salonda bile anlaşılıyordu çünkü gerçekten çok büyüktü. Sadece filmlerde görebildiğim o büyük salonlardan biriydi burası. Aslında ben büyük odaları çok sevmezdim ancak burası ferah durduğu için göze de hitap ediyordu.


Evde, ne kadar şimdi tatilde olsalar da Serhat Bey'in anne ve babası da kalıyordu ancak onlar olduğunda bile bu kadar kişi için fazlaca büyük bir ev olduğu kesindi. Ancak ne olursa olsun bu yapıyı ev kılan büyüklüğü değil içinde yaşayanlardı, içindeki insanların mutluluğuydu.


Yasemin Hanım ve Serhat Bey gerçekten de iyi insanlardı ancak ne olursa olsun hiçbir zaman birine tamamıyla güvenmeyecektim. Bu iyi bir şey değildi elbette, güvensizlik içinde yaşmak çok zor ve yorucuydu ancak bu elimde olan bir şey değildi. Annem babam, benim sonsuz güvenmem gereken kişiler beni yarı yolda bırakmışlardı. Onlar bana kötülük yapabildiyse herkes yapardı bunu.


Düşüncelerimden sıyrıldığımda çoktan koltuğa geçmiştik bile. "Hocam iyiki geldiniz, bizi kırmadınız." Yasemin Hanım sarı saçlarını eliyle arkasına doğru atarken güzel bir gülümseme eşliğinde konuşmuştu benimle. Güzel bir kadındı. Sarı saçlarıyla uyumlu beyaz teni ona yakışıyor ve daha da güzel yapıyordu onu. Gözleri benim gözlerimden daha koyu bir kahverengiydi ancak kardeşinin yani Ceyhun Uluç'un gözleri kadar da koyu bir renk de değildi. Boyu uzundu ve güzel bir fiziği vardı. Bırakın erkekleri kadınlar bile hayran olup kıskanabilirleri onu.


"Estağfurullah, ben teşekkür ederim davet ettiğiniz için." Bu defa sözlerime karşılık veren Yasemin Hanım değil Serhat Bey olacaktı.


"Biz teşekkür ederiz hocam, Yiğit'e yaptıklarınız bizim için çok kıymetli. Hastalığından dolayı okulda onunla ayriyeten nasıl ilgilendiğinizi biliyoruz."


Evet Yiğit ile ayriyeten ilgilenmek durumunda kalıyordum okulda ancak bu ayrımcılık yaptığım anlamına gelmiyordu. Özellikle yorucu bir şekilde hareket etmesi gereken etkinliklerde daha az yorulması için onunla daha fazla ilgileniyor, oyunları onun için daha basitleştiriyordum.


"Bunlar büyütülecek şeyler değil, öğrencilerim benim de bir nevi çocuklarım. Onların sağlığı benim için her şeyden daha önemli. Tüm öğretmenlerin yapması gereke şey bu zaten."


"Yok hocam her öğretmen öyle değil maalesef. Bazıları hakkını veremiyor. Mesela ben ilkokul öğretmenimi hiç sevmedim, çok cadaloz bir kadındı. Annem gelip şikayet etmese bize çok çektirecekti vallahi."


Yasemin Hanım'ın söylemlerine istemsiz kıkırdarken haklılık payının olması gerçekliği de bir yandan üzüyordu. Maalesef her önüne gelen öğretmen olmamalıydı, tıpkı anne baba gibi. Mesela benimkiler asla olmamalıydı.


Serhat Bey uyarıcı ses tonuyla eşine "Hayatım." derken eliyle de Yasemin Hanım'ın koluna tutunmuştu. Ela gözleri uyarırcasına açılmıştı karısına karşı. Ela gözler... Bu gözler bana birini hatırlatırdı her zaman. Ne zaman Serhat Bey veya ela gözlü birini görsem asla görmek istemediğim birinin görüntüsünü gözlerimin önüne getirirdi. Kırgın olduğum, kızgın olduğum hatta artık nefret ettiğim birini...


"Yasemin Hanım masa hazır, dilerseniz geçebilirsiniz."


Selma Teyze'nin sözleri ile kendime gelmiştim. Ela gözler çocukluğuma götürürdü. O yaşlarım ise içinden çıkılmaz bir girdaptı.


Birlikte sofraya geçtiğimizde Yiğit benim yanıma oturmak isteyince seve seve kabul etmiştim bunu. Kendisi yiyebilse de arada yardım istiyordu ve ben de memnuniyetle kabul ediyordu.


Sofrada yine günlük olaylardan bahsediyorduk. Genel konumuz ise hepimizin ortak noktası olan Yiğit'ti.


Arada Yasemin Hanım ve Serhat Bey işleri hakkında konuşuyorlar ve bana da anlayabileceğim kısımlardan bahsediyorlardı.


Serhat Bey'in kendine ait Türkiye'de hatrısayılır baba mirası bir şirketi vardı. Babası Mazhar Bey kendi isteği ile emekliye ayrıldığında tüm şirketi tek varisi olan oğluna bırakmış.


Serhat Bey ise Yasemin Hanım'la beraber aynı üniversitede okumuşlar ve üniversite bitince Yasemin Hanım'a iş teklifinde bulunmuş. Bunun üzerine Yasemin Hanım da şirketin İç Mimarı olarak işe başlamış. Aradan geçen zamanda da birbirlerini sevip yakınlaşmışlar ve evlenmişler.


Ben aslında öğrencilerimin ailelerinin maddi kazançlarıyla ve özel hayatlarıyla pek ilgilenmezdim. Beni ilgilendiren tek şey çocuklardı. Ama Yiğit'in hastalığı sebebiyle Yasemin Hanım ve Serhat Beyle olan ilişkim diğer veliler ile olan ilişkimden daha fazla olmuştu. Haliyle sohbet sırasında onların kendi kişisel yaşamlarından da bir şeyler öğreniyordum. Zaten bulunduğum bölge zengin insanların olduğu bir yerdi, haliyle genel olarak maddi durumları tahmin edilebilirdi.


Yemek boyunca edilen sohbette hep Uluç hakkında konuşulur mu diye beklerken hiç bir şekilde ondan bahsedilmiyordu. Sanki bana bilerek yapılıyormuş gibi en alakasız şeylerden bile bahsedilmiş ama Uluç'a değinilmemişti bile. Bunu aslında yadırgamamam gerekiyordu çünkü daha önce hiç bahsedilmemişti ondan şimdi bahsedilmesi garip olurdu.


Güzel sohbetler eşliğinde yenilen yemekten sonra Yasemin Hanım, Selma Teyzeden bizim için kahve yapmasını rica etmişti. Biz de yeniden koltuklara geçip sohbete devam ettik.


Aradan geçen zamanda kahveler içilmiş ve zaman ilerlemişti ancak ne Uluç vardı ortada ne de onun konusu. Ondan bahsedilmeyeceğini kabullenmiştim artık. Biz Yasemin Hanım ile sohbet ederken Serhat Bey de telefonuyla ilgileniyordu. Bu esnada Yiğit aniden söze girdi.


"Anneee, dayım ne zaman gelecek?"


İşte sonunda bahsediliyordu. Sabahtan beri beklediğim konuya değiniliyordu. Demek ki Uluç burda değildi, bir yere gitmişti. Hemen düşüncelerimi bırakıp Yasemin hanımın sesine odaklandım.


"Anneciğim biliyorsun dayın görevde. Ne zaman geleceğini bilemiyoruz ki. Daha sabah aradık karargahı henüz bir haber yok. O ne zaman karargaha gelirse bize haber edecek merak etme."


Duyduklarımla şaşkına uğramış ve kendimi aptal gibi hissetmiştim. Ben bu ihtimali hiç aklıma getirmemiştim ki. O bir askerdi. Ben haftalardır neden gelmiyor diye düşünürken gelmiyor değildi, gelemiyordu. Vatanını korumak için belki de hainlerin arasına atmıştı kendini. Bu ihtimali nasıl düşünmezdim anlamıyorum.


Duyduklarım içimde anlayamadığım bir huzursuzluğu oluşturdu. Onun şunan görevde olması hatta hainlerin arasında olma ihtimali canımı sıktı. O bir askerdi, olması gereken yerdeydi ancak bu iyi gelmemişti bana.


Dalıp gittiğimin farkında bile değildim. Yasemin Hanım koluma dolunca kendime gelebildim ancak. "Hocam, iyi misiniz?"


İyi miyim, bilemiyorum. İçimde küçük bir huzursuzluk var.


Bana ne oluyor ya. Adam asker, ait olduğu yerde. Hem ben kimim de üzülüyorum?


Evet asker ve bu yüzden üzülüyorum, kesinlikle. Bizim için şu an belki de kötü bir halde ve bu yüzden canım yanıyor. Sırf vatanını ve milletini korumak için bu halde. Diğer tüm askerler için nasıl endişeleniyorsam Uluç için de bu yüzden endişelendim, fazlası değil.


"İyiyim ben, sorun yok. Aslında artık kalksam iyi olur."


"Otursaydınız biraz daha."


Yasemin Hanım'ın teklifi bitmeden Yiğit bacağıma tutunup sarıldı. "Öğretmenim gitme, biraz daha kal lüütfeeen."


Önce Yasemin Hanım'a döndüp ona cevap verdim. "Yok teşekkür ederim. Siz de yorgunsunuz zaten. Yiğit'in de dinlenmesi gerekiyor. Yemek için teşekkür ederim tekrardan." Ardından Yiğit'e dönerek konuştum. "Artık gitmem gerekiyor miniğim. Hem senin de dinlenmen gerekiyor. Bu gün biraz fazla yoruldun. Yarın ve ondan sonraki gün tatil. Bu iki günde güzelce dinlen. Pazartesi seni enerjik bir şekilde bekliyor olacağım tamam mı?"


Bu konuşma Yiğit'in fazla hoşuna gitmemişti ancak uykusunun geldiğinin o da farkında olduğu için üzgünce başını salladı. Ben de ilk geldiğim vakit koltuğun kenarına bıraktığım çantamı alarak yakalandım.


"Peki madem, sizi geçirelim o halde." Yasemin Hanım'ı sadece başımla onaylayıp sakin kalmaya çalışarak çıktım salondan. Askılıktan kabanımı alıp çantamı da omzuna taktığım esnada Serhat Bey konuşmaya başladı. "Hocam isterseniz sizi şoförlerimizden biri bıraksın."


"Teşekkür ederim ama giderim ben. Biraz temiz hava almak istiyorum zaten."


"Serhat doğru söylüyor hocam. Hava iyice karardı gitmeyin bu saatte tek başınıza."


Aslında dediğim gibi biraz temiz hava almaya ihtiyacım vardı. Ama biliyordum ki sokağa tek başıma adımımı attığım ilk anda bu teklifi kabul etmediğim için pişman olacak ve hemen bir taksi çağıracaktım. Yaşadıklarım her şeyden korkan bir insan haline getirmişti beni. Heleki karanlık sokaklardan...


Yasemin Hanım ve Serhat Bey'in de böyle rahat edeceklerini düşünerek bu sefer reddetmeden kabul ettim teklifi. Serhat Bey hemen kapıya çıkıp kapıdaki adamlardan birine arabayı hazırlamalarını söyleyerek benim geçebilmem için kapının önünden çekildi.


Yasemin Hanım ve Serhat Bey'e hayırlı akşamlar deyip Yiğit'in de yanağına bir öpücük kondurduktan sonra evden ayrıldım.


Bir süre sonra kaldığım eve geldiğimde önce duş aldım ardından namaz kılmadığım için temiz pijamalarımı giyinip yatağa girdim. Saat henüz geç değildi ancak uyumak istiyordum. Aklım sürekli Ceyhun Uluç'a gidiyor ve bu da huzursuz hissetmeme neden oluyordu.


Şubat ayındaydık ve hava soğuktu. Kim bilir askerlerin görev yaptığı yerler daha ne kadar soğuktu... Biz burada sıcak yatağımızda uyuyabilelim diye onlar buz gibi havada belki de uyuyamıyorlardı bile.


O an fark ettim ki asker olmak kadar zor bir şey şey varsa o da geride kalan olmaktı. Asker annesi, asker babası, asker eşi ya da kardeşi olmak. Her an tetikte beklemek ve diken üstünde durmak... Çok zordu. Benim bile Uluç hiçbir şeyim değilken, ona karşı hiçbir his beslemezken içim bu kadar acıyorsa o annenin, babanın, kardeşin, eşin canı ne kadar yanıyordu acaba?


Onlara çok şey borçluyduk, bizim için soğuktan donan askerlerimize fazlasıyla borçluyduk. Allah onlardan razı olsun, Allah onları korusun.


***


Gözlerim yeni güne açılırken bir yandan da ne kadar sıradan olduğunu düşünüyordum. Dünle aynı olan bir gün daha...


Çok boş ve sıradan. Hiçbir değişiklik yok. Hayatımda her şey aynıydı. Yine kalkacaktım yataktan. İşlerimi halledip okula gidecektim. Çıkış saatine kadar öğrencilerimle ilgilendikten sonra eve gelecektim tekrardan. Sonra yine yemek, çay, kitap belki film ya da YouTube'den izleyeceğim birkaç video ve yine uyku.


İki yıldır ziyaret ettiğim bir çocuk yetiştirme yurdu vardı. Bir süredir oraya da gitmiyordum, oradakileri ihmal etmiştim. Belki oraya giderdim sonra ya da bu gün hava güzeldi belki okul sonrası küçük bir yürüyüş yapabilirdim, bilmiyorum. İşte yapabileceğim maksimum değişiklik bu olacaktı.


Aslında tek olmayı severdim, tek başıma kendimle vakit geçirmeyi severdim. Bu yaşıma kadar zaten genellikle böyle olmuştu. Gerçi sevmesem ne olacaktı ki? Yalnızlığımı kabullenmesem, kendimle vakit geçirmeyi istemesem ne olacaktı? Koca bir hiç. Etrafımda kim vardı da vakit geçirecektim?


Benim çevrem sadece öğrencilerim ve velilerdi, bir de okuldaki öğretmenler. Onlar bana sadece okul hayatımda eşlik ediyordu. Sadece Yiğit ve ailesi ile bazen okul dışında da görüşmüşlüğümüz, muhabbetimiz oluyordu. O da yine genellikle Yiğit'in eğitimi ve rahatsızlığı ile ilgili olurdu.


Sanırım bu yalnızlığı sevmek değil de alışkanlıktı. Daha da kötüsü mecburiyetti. Kimseye güvenemiyordum bu hayatta. Kimseyle bir arkadaşlık kuracak kadar güçlü hissetmiyordum kendimi. Her zaman uzak tutmuştum insanları kendimden. Sanırım ömrüm boyunca da bu böyle devam edecekti.


Uluç'un görevde olduğunu öğrendiğimden bu güne kadar tam iki hafta geçmişti. Bu gün yine cuma idi. Yani yarın hafta sonu tatiliydi.


Yataktan kalktığımda rutin işlerimi halledip okula geldim. Daha sonra öğrencilerimin de gelmesiyle onları karşılayıp yarım ay şeklinde oturttum. Her gün öğrencilerimi geldikleri gibi oturtur etkinlikler başlamadan önce sınıfın genel duygu durumunu ölçerdim.


Bir panoya öğrencilerimin fotoğraflarını asmıştım. Tek tek öğrencilerimi çağırır elimde bulunan duygu emojilerini onlara uzatıp bu gün hangi duygu içindeyse o emojiyi alıp fotoğrafının altına yapıştırmasını söylerdim. Ardından içinde bulunduğu duygunun sebebini de kısaca anlatmasını isterdim. Böylelikle aslında çocuklar hem dil gelişimleri açısından hem de sosyal-duyusal gelişimleri acısından ilerleme gösterirlerdi.


Daha sonra aynı olan emojileri birleştirip toplayarak sayılarını belirttikten sonra sınıfın günlük genel duygu durumunu sayısı çok olan emojiye göre belirlemiş olurduk.


Yine aynı şekilde sırayla çocukları çağırıp duygu durumlarını ölçmeye başladığımda şimdiye kadar altı öğrencim duygusunu belirtmişti. Dördü mutlu olduğunu, biri kızgın olduğunu diğeri de heyecanlı olduğunu söylemişti.


Sıra Yiğit'e gelince Yiğit de ayağa kalktı ve yanıma gelip mutlu olan emojiyi alarak fotoğrafının altına yapıştırdı. Daha sonra bana dönerek içtenlikle gülümseyince ben de ona daha fazla dayanamayıp gülümsedim. "Demek bu gün kendini mutlu hissediyorsun Yiğitciğim. Mutluluğunun sebebini bize anlatmak ister misin?"


Hevesle başını sallayışı anlatmaya dünden razı olduğunu belli ediyordu. "Evet öğretmenim bu gün çok mutlu hissediyorum. Çünkü yarın eve gidince Ceyhun dayımla konuştum ve bugün bize geleceğini söyledi ve bir süre burda kalacağını söyledi."


Yiğit'in söyledikleriyle öylece kalakalmıştım. Hayır düne yarın demesine şaşırdığım için değil. Bunu çoğu kez yanlış söylüyorlardı zaten, alışmıştım. Sebebi anlattıklarıydı.


Ceyhun Uluç'tan bahsetmişti hem de döndüğündenden. Görevden sağ salim dönmüştü demek. Bir anda tüm hücrelerime kadar heyecan bastı. Belki yine karşıma çıkardı.


Karşıma çıksa ne olacaktı bilmiyorum ama onunla konuşmak istiyorum. Elbette rüyamdan bahsetmeyecektim ama Yiğit için bile olsa, bir iki cümle bile olsa onunla konuşmak ve onu görmek istiyorum.


Ona karşı bir şey hissetmiyordum. Zaten iyi veya kötü hissedebileceğim bir şey yaşamamıştım onunla. Rüyamda gördüklerimle hemen gerçek duygularımı karıştıramazdım, bu doğru olmazdı. Ama yine de onu merak ediyordum. Konuşmak istiyordum. Görmek istiyordum.


Kendimi kaptırdığım düşüncelerimden zorlukla çıkarabilmiştim. "Demek dayın geliyor Yiğitciğim. Çok sevindim senin adına."


"Evet öğretmenim. Ben onu çok seviyorum. Büyüyünce ben de onun gibi bir asker olucam."


Yiğit'in söylediklerinden sonra yüzüme buruk bir tebessüm yerleştirdim. Umarım iyi olurdu da hayalini gerçekleştirirdi.


"Eminim sen çok iyi bir asker olursun Yiğitciğim. Askerlik sana çok yakışır. Hadi bakalım sen geç yerine." diyerek sıradaki öğrencime döndüm. "Berilciğim hadi gel bakalım sıra sende."


Tüm öğrencilerim sırayla gelip hepsi de duygularını belirtmişti. Ben de sonucu toplayıp sınıfın genel durumunu belirlemiş oldum. Bu gün sınıfımın geneli mutluydu. Bu durum benim de mutlu olmama neden oluyordu. Onlar mutlu hissedince ben mutlu hissediyordum.


Daha sonra gün içinde yapmamız gerekenleri yapmıştık. Bu gün hava güzel olduğu için bahçede yapabileceğimiz bir etkinlik oluşturmuştum kafamda. Okul bahçemiz o kadar geniş ve güzeldi ki çocukların gelişim alanlarını etkileyebilecek şekilde tasarlanmıştı.


Okulumuz bir devlet okuluydu ve o kadar gelişmiş ve yeni düzene uyum sağlamış şekilde tasarlanmıştı ki bu bölgede yaşayan insanlar zengin olmalarına rağmen çocuklarını özel okula göndermek yerine bizim okulumuza gönderiyorlardı. Okulun sadece dış tasarımına bile baktığınızda ne kadar gelişmiş bir okul olduğunu anlayabilirdiniz. Ögretmenler de müdürümüz tarafından çok dikkatli inceleniyor ve gerektiğinde uyarı vermekten asla çekinmiyordu.


Saatler sonra öğlenci olan çocuklar da ailelerinin gelmesiyle okuldan ayrılmışlardı. Bugün okulda başka işim olmadığı için önce öğretmenler odasına gidip kabanımı giydim. Ardından da öğretmenlere hayırlı günler dedikten sonra çıkmıştım okuldan.


Hava güzel olduğu için biraz dolanmak istedim. Bu aralar hava fazlasıyla soğuktu. Güzel havayı bulunca bu fırsatı kaçırmak istememiştim.


Uzun bir süre etrafıma bakarak dolandım. En sonunda daha önce hiç görmediğim bir park çıktı karşıma. Yaklaşık iki yıldır bu bölgede yaşıyordum ama hiç karşıma çıkmamıştı burası. Aslında evime çok da uzak sayılmazdı nasıl burayı daha önce görmediğime şaşırarak park alanına girdim.


Küçük bir çocuk parkıydı ama oyuncaklar dışında büyük kamelya tarzı oturma alanları da da vardı. Küçük bir piknik yapmak için tercih edilebilecek bir yerdi. Bir süre parkta dolandıktan sonra havanın güzel olduğu bir gün kendimce bir piknik yapmayı kafamda planlayarak eve doğru yürümeye başladım.


Eve gelince yine her zaman yaptığım artık rutin haline gelen alışkanlıklarımı yapmaya başladım. Önce üzerimi değiştirdim sonra bir kahve yapıp bir süre dinlendim. Ardından namazımı kılıp dünden kalan yemeğimi ısıtarak karnımı doyurdum. Sonra çay demleyip kütüphanede kitabımın başına geçtim. Bu arada vakti giren namazımı da kılmayı ihmal etmedim. Yarın tatil olduğu için kitap okumaya daha fazla zaman ayırmıştım.


Kitaplar bu hayattaki en yakın arkadaşlarım haline gelmişti. Yalnızlığıma onlar ortak olmuştu. Kitap okumadan geçirebileceğim bir gün dahi hayal edemiyorum.


Yaptığım çayı kitap okuyarak bitirdiğimde henüz uykum yoktu. Yine yarının tatil olmasının avantajıyla bu sefer bilgisayardan bir film açıp onu izledim. Bu gün iştahım yerinde olacak ki bir tabak meyve bile yemiştim bu sırada.


Film bittiğinde göz kapaklarım da kapanmak üzereydi. O kadar uykum gelmişti ki uzun bir aradan sonra ilk kez hiçbir şey düşünmeden dalmıştım uykuya.


*


Gözüme vuran güneş ışığı uyanmam için beni zorluyor ben ise kalkmamak için zorluyordum kendimi. Elimle yüzümü kapatıp güneş ışığından kaçmaya çalışırken başımı geriye çektim. Sabah namazından sonra hâlâ o kadar çok uykum vardı ki dayanamamış ve namazı kıldıktan sonra hemen gerisin geri girmiştim yatağa ve anında kapanmıştı gözlerim.


Sonunda gözlerimi açtığımda bu gün çok fazla uyuduğumu anlayabiliyordum. Telefondan saate baktığımda yanılmadığımı anlamış hatta şaşırmıştım çünkü saat on biri geçiyordu. Daha önce bu kadar fazla uyumuşluğum çok nadirdi.


Saati görmemle uykum tamamen açılırken yataktan kalkıp lavaboya girdim, ardından yeniden odama dönüp yatağımı topladım. Pencereden göründüğü kadarıyla bu gün de hava oldukça güzel duruyordu. Emin olmak için balkona çıkıp baktım ve gerçekten uzun zamandır en iyi hava olduğu kesindi. Dünkü keşfettiğim park aklıma geldiğinde hemen mutfağa yönelip çay koydum. Evet bu gün piknik yapacaktım.


Mutfakta bir süre vakit geçirdikten sonra her şey hazırdı. Buzluktan börek çıkarıp onu pişirmiş ve patates salatası yapmıştım. Tabi kahvaltılıklardan da küçük saklama kaplarına koyarak her şeyden ikişer tane olacak şekilde tabak, bardak, çatal vs. aldım. Dışarda böyle piknik yapacağım zaman tanıdığım biriyle karşılaşma ihtimalim düşük olsa da her şeyden birinin kırılma ya da yere düşme ihtimaline karşı ikişer tane koyardım.


En son üzerimi de değiştiğimde her şey hazırdı.


Yarım saat içinde parka varmış hatta masayı bile hazır hale getirdim. Bu gün dünden beri iştahım gayet iyi ve açıktı. Getirdiklerimi yemek için acele ediyordum resmen.


Park çok kalabalık olmasa da oyuncaklarda oynayan bir kaç çocuk ve ebeveynleri vardı. Onlardan biraz uzağa oturmuştum ki yediklerim canlarını çekmesindi.


Tabağımı yiyeceklerle doldurduğumda hâlâ sıcak olan börekten bir parça ısırdım. O kadar lezzetliydi ki üzerine de çaydan yudumlayıp lezzet şöleni oluşturdum ağzımda.


Ben böyle keyifle ve kendimi mini soframa kaptırmış yemek yerken birinin konuşmasıyla irkildim. "Afiyet olsun öğretmen hanım."


Bu ses... Tanıdıktı ancak görmeliyim, kahverengi gözleri görmeden emin olamam.


Başımı çevirdigimde Uluç'un tebessüm eden yüzü ve gözleri üzerimdeydi. Heyecan anında bedenimi kuşattığında elimdeki çatal tabağıma düştü. Çıkan sesle kendime geldiğimde hemen ayağa kalktım.


"Kusura bakmayın, korkutmak istememiştim."


"Yok sorun değil, ben öyle dalmışım." diyerek sofrayı gösterdim.


Bir dakika bu sahne bana çok tanıdıktı. İlk karşılaşmamız da böyle olmuştu. O zaman da ben kendimiz Bulut'u severken dalmıştım ve Uluç da arkamdan gelip seslenince yine irkilmiştim. Daha sonra sözcüklerimiz az önceki gibi ilerlemişti.


Uluç'un suratına baktığımda dudaklarının hafif, belli belirsiz yana doğru kıvrılışı onun da bu sahneyi hatırladığını belli ediyordu. "Sanırım siz her karşılaşmamızda benden korkmayı sürdüreceksiniz."


"Sanırım siz de beni her korkuttuğunuzda korkutmak istemediğinizi söyleyecek ama yine de korkutmaya devam edip sürdüreceksiniz."


Söylediklerimle beraber az önce yüzünde belli belirsiz olan gülümsemesi belirgin hâle gelmiş sağ yanağında kirli sakallarından dahi görülebilir olan gamzesi ortaya çıkmıştı. Evet bir gamzesi vardı ve ben de ilk kez görüyordum bunu. Rüyalarımda belli değildi hiç.


"Bir dahaki karşılaşmamızın böyle olmamasını umut edelim o hâlde."


Sözlerinden sonra gözlerimi gamzesinden çekip tebessüm ettim. "Umarım korkunun olmadığı bir karşılaşma olur."


Söylediğim cümleyle beraber gözlerimi ondan kaçırıp ne diyeceğimi bilemez bir halde beklemeye başladım. Zaten çok beklememe gerek kalmadan Ceyhun Uluç konuşmaya başladı.


"Umarım sizi rahatsız etmemişimdir."


diyerek bir bana bir de kahvaltı masama baktı.


"Yok hayır rahatsız etmediniz. Hatta buyrun oturun çay ikram edeyim size. Yeni başlamıştım ben de zaten."


"Yok ben sizi rahatınızı bozmayayım."


"Sorun yok gerçekten, eğer önemli bir işiniz yoksa lütfen oturun."


Vardı, hem de büyük bir sorun vardı. O karşımdayken nasıl konuşmam gerektiğini bile bilemiyordum. "Yok, yani önemli bir işim yok. Havanın güzel olduğunu görünce biraz hava almak istemiştim."


"Peki, buyrun o hâlde."


Bendeki bu ısrar da neyin nesiydi anlamıyorum. Uygun olmamasına ve heyecandan duramazken kendimi zor duruma sokmakta bir numaraydım.


Uluç bu sefer itiraz etmemiş beni başıyla onaylayarak karşıma oturdu. Ben de hemen sepetten tabak, çatal ve bardak çıkartıp Uluç'un önüne bıraktım. Hemen ardından çayını da doldurduğumda umarım heyecanımı ona belli etmiyor olurdum.


"Aslında aç değilim, bir bardak çay yeterli olurdu."


"Olur mu öyle, ben yerken siz bakacak mısınız öylece? Börek falan sıcak, lütfen yiyin."


"Peki madem bir kaç parça bir şey alayım." diyerek börekten ve patates salatasından bir miktar aldı tabağına.


O an fark ettiğim şeyle sıkıntılı ses tonum ortaya çıkıverdi. "Ben şeker kullanmadığım için şeker getirmemiştim. Siz kullanıyor muydunuz?"


Cevap verecekti yüzüme bakıp sustu. Ne diyecekti de vazgeçmişti anlayamamışken tebessüm ederek başını iki yana salladı.


"Yok, ben de kullanmıyorum. Teşekkür ederim."


"9yle mi, sorun yok o zaman."


İyi ki her şeyden ikişer tane almışım diye içimden geçirirken Ceyhun Uluç iç sesimi mi duymuştu anlayamadım.


"Yedek tabak varmış yanınızda, birini falan mı bekliyordunuz"


"Yok hayır kimseyi beklemiyorum. Alışkanlık haline getirdim, her zaman ikişer tane alırım kırılır yere düşer falan diye."


Anladım dercesine başını sallayıp çayında bir yudum aldı. "Güzel" diyerek diyerek sözlerine devam ettiğinde anlamadığımı belli edercesine tek bir kaşımı kaldırıp yüzüne baktım.


"Ne, yani güzel olan?"


"Kendinizle vakit geçirebilmeniz. Tek başınıza bir şeyler yapabilmeniz. İnsanlar genellikle basit bir kahve içimini bile tek başına yapamıyorlar, hep yanlarında birilerini arıyorlar."


Evet güzel olabilirdi ancak bir seçim olsaydı o zaman güzel olurdu. İnsan mecbur kalınca bazen zor oluyor...


İçimden geçenleri ona belli etmek istemedim, bu yüzden bir gülümseme takındım yüzüme.


"Kendimle olmayı seviyorum. Yalnız başıma vakit geçirmek, bir şeyler yapabilmek benim için zor değil. Ki zaten burda pek fazla tanıdığım da yok. İstesem de birileriyle bir şeyler yapamam."


Sanki başka yerlerde tanıdığım vardı da.


"Anne babanız?"


Şaşkınlıkla yüzüne baktığımda içimden geçirdiğimi zannederken sesli düşündüğümü o an farkedebilmiştim.


"Sanırım farkında olmadan sesli düşünmüşüm. Anne babama gelecek olursam da onlar yoklar."


"Öyle mi, Allah rahmet eylesin."


Ben aynı fikirde değilim. Allah masum bir çocuğun intikamını onlardan alsın.


Acı olan şey birine annem babam yok diyince ölmüş olduklarını düşünmeleriydi çünkü olması gereken buydu. Bir insanın anne babası yoksa onlar ölmüş olmalıydı çünkü anne ve babalar çocuklarını korurlar ve kendi istekleriyle onları bırakmazlardı. Ancak benimkiler öyle değildi...


Yaşayıp yaşamadıklarını dahi bilmiyorum, belki ölüp gitmişlerdi ve haberim yok. Çünkü onlar benim için ben yedi yaşımdayken beni bir çöp poşeti gibi bırakıp gittiklerinde zaten öldüler. Nefes alıp almamaları önemli değil hatta daha öncesinde bile öldüler benim için. Onlar anne baba değillerdi, hiç olmadılar.


"Üzdüysem kusura bakmayın. Açmamam gerekirdi sanırım bu konuyu."


Uluç'un sesi beni kendime getirdiğinde başımı iki yana sallayıp gülümsedim. Onların yokluğu artık canımı yakmamalıydı çünkü on sekiz yıl olmuştu ancak unutamıyordum, anne babamın beni sevmeyişi ve benden vazgeçmeleri bu gün hâlâ daha canımı yakıyor. Çünkü onlar beni bırakarak zindan olarak gördüğüm hayatımı kabusa çevirdiler. O evde ömrüm boyunca mahkum bile kalsaydım daha az çekerdim.


"Sorun değil… siz benim kusuruma bakmayın."


Ona anlatmayacaktım gerçeği. Onlar, annem ve babam, zaten benim için ölmüşlerdi. Uluç'un, beni terk ettiklerini bilmesine gerek yoktu. Çayımdan bir yudum aldığımda konuyu değiştirmek istiyordum. "Siz de görevdeymişsiniz, Yiğit söylemişti. Çok şükür ki sağ salim kavuşmuşsunuz sevdiklerinize."


"Teşekkür ederim. Öyleydi, görevdeydim. Dün geldim daha. Bir süre buralardayım artık."


"Evet biliyorum." Sazan gibi lafa atılırken kendimi öldürebilirdim. Ne o öyle meraklı gibi. "Yani dün Yiğit söylemişti büyük bir heyecan içinde. Sizi çok seviyor ayrıca büyük bir gurur duyuyor sizden."


"Ben de onu çok seviyorum. O da sizden bahsedip duruyor. Emin olun sizi daha tanımadan önce yıllardır tanıyormuşum gibi hissediyorum. Hiç düşürmüyor sizi dilinden."


Söyledikleriyle utangaç bir ergen kız gibi yanaklarımın kızardığına emindim. Hem Yiğit'in beni böyle sevmesine mutlu oluyordum hem de Uluç'un tıpkı benim onu hiç tanımadan yıllardır tanıyormuşum gibi hissetmeme karşılık onun da öyle hissetmesine istemsiz mutlu olmuştum.


"Ben de çok seviyorum onu. Öğrencilerim benim için çok kıymetli."


Dediklerimi başıyla onayladığında bir süre ikimizde sessiz kalıp tabaklarımızdakileri yemeye devam ettik. Uluç gelince az önce olan tüm iştahım gitmişti. Ama Uluç'un yanlış anlamaması için kendimi yemeye zorluyordum.


Boşalan çay bardağını tekrardan doldurup tabağının yanına koydum. Bu yaptıklarım belki doğru değildi ancak onunla biraz daha kalmak ve onu tanımak istiyordum. Rüyalarıma girme sebebini öğrenmeliydim.


Ancak saniyler yerinde durmadan hareket ettiği için küçük kahvaltımız da sona eriyordu.


"Her şey gerçekten çok lezzetliydi öğretmen Hanım. Ellerinize sağlık, teşekkür ederim. Ben artık kalkayım."


"Rica ederim, beğenmenize sevindim."


Uluç ayaklandıktan sonra tam ben de ayaklanıyordum ki ellerini öne uzatıp durdurdu beni.


"Lütfen rahatınızı bozmayın. Çay için ayrıca teşekkür ederim. Bu gidişle size olan borcum katlanarak artacak."


"Anlamdım ne borcu?"


"Çay borcu. Bu ikinci çaydı bana ikram ettiğiniz." Şimdi anlamıştım, okulda ikram ettiğim çaydan da bahsediyordu. "Umarım üçüncü çay içişimizde borcumu ödemiş olurum."


"Estağfurullah ne borcu. Borçlu değilsiniz, karşılığını bekleyerek yaptığım bir şey değildi."


"Olsun ben bir borç olarak görüyor ve ödemek istiyorum."


"Peki bir daha çay içecek bir durumda olursak bu sefer sizden olsun. Fakat borç ödeme olarak değil bir ikramınız olarak göreceğim."


"Peki o hâlde siz nasıl istiyorsanız öyle olsun. Hayırlı günler diliyorum, görüşürüz."


"Hayırlı günler Uluç Bey, Allah'a emanet olun."


Beni başıyla onaylayıp gözlerimin içine baktı. Bakışı anlayamadığım bir şekilde uzun sürdüğünde içimdeki anlamlandıramadığım duygu gözlerimi kaçırmama neden oldu.


Saniyeler sonra "Siz de..." diyip park alanından çıkıp gitti. Bakışındaki anlamı çözebilmiş değildim ancak onun da bunu fark etmediğini, istem dışı yaptığını "Siz de" derken ki sesinin tuhaflığından anlayabilmiştim.


Daha fazla bunu düşünmek istemediğim içi başımı iki yana salladım. Zaten kafamın içinde bir an bile susmayan sesler varken bunu da düşünecek değildim. Kendime bir yük daha bindirmek niyetinde olmayacaktım.


***


Herkese merhabalar. Umarım bölümü beğenmişsinizdir.


Bu bölümler biraz daha tanışma bölümü oldu diyebiliriz. Hem karakterler birbirini hem d bizler karakterleri tanıyoruz. O yüzden lütfen gelecek bölümlere de şans verebilirsiniz çok mutlu olurum.


Ayrıca destekleriniz de bekliyorum. Bir yorum veyahut beğeni sizin için küçük ve kolay olabilir ama benim için büyük bir destek.


Ataş ekle butonu ile kitabımı takip ederek ve profilimi takip ederek yeni bölümlerden haberdar olabilirsiniz.


Gelecek bölümlerde görüşmek üzere hoşçakalın 👋 💕


Loading...
0%