Yeni Üyelik
5.
Bölüm

Bölüm 3-Kırık Kalp

@efgan1

Keyifli Okumalar 🌹

***

Karanlık gece...

Karanlık oda...

Karanlık...

Zifiri karanlık...


Ufacık bir beyazlığın, aydınlığın olmadığı küçük hücremde kapının önüne diz çökmüş oturuyorum.


"Anne, babama niye söyledin ki?"


"Hakettin çünkü."


Kapının ardından gelen sert ve acımasız kadın sesi korkumu daha da alevlendiriyordu. Bir annenin sesi bu kadar korkutucu olmamalıydı. Anne sesi şefkat ve merhamet sunmalıydı çocuğunun kalbine. Korkutmak yerine sakinleştirmeliydi.


"Ama bilerek yapmadım ki anne, bilerek kırmadım o vazoyu."


"Benim en sevdiğim vazoydu o, sen kırdın ve cezanı çekmelisin Aysima!"


Kırılan bir vazo değildi sadece. Kalbim bir kez daha bin parçaya ayrılıyordu. Basit bir vazodan dahi değersiz oluşum hem kalbimi hem de gururumu parçalıyordu.

Bir vazonun bedeli dövülüp karanlık odaya atılmak olmamalıydı.


"Beni niye sevmiyorsun anne?.."


Sessizlik ve ardından uzaklaşan adım sesleri. Cevabı verilemeyen belki de bininci soru. Aynı soru ve aynı sessizlik.


Anlamıyorum, bu zulmün sebebini anlayamayacağım...


*

Aklımda dolanan geçmişin anıları o anı yaşıyormuş gibi canımı acıtıyordu. Zaman geçmişti, mekan değişmişti ve ben büyümüştüm ancak içimde hâlâ yaşayan çocukluğum o günlerde kalmıştı. Unutmadığı gibi bu günkü halime de acı veriyordu.


Derin bir nefes çekip başımı iki yana saldım geçmişin anılarından kurtulmak için. Kendi kendime işkence etmekten vazgeçmeliydim.


Ceyhun Uluç'la birlikte yaptığımız kahvaltıdan tam olarak bir buçuk ay geçmişti. Bu süreçte Ramazan Ay'ıydı ve geçen hafta bayramdı. Tüm müslümanların neşe ve mutluluk içinde kutladığı bir bayram. Ben de mutluydum elbette çünkü Müslümanım ve Allah'ın hediye ettiği bir gündü ancak bu mutluluk da her mutluluğum gibi yarım ve buruktu.


Bayramı yalnız geçirmemek ve geçirtmemek için üç gün boyunca yetimhanede olmuştum. Sabah gidiyor ve akşam dönüyordum. Hem ben yanlız olmamıştım hem de oradaki çocuklarla eğlenceli vakitler geçirmiştim.


Bu bir buçuk ay içinde Uluç ile iki kez karşılaşmıştık ve bunlar da Uluç'un Yiğit'i okuldan almaya geldiği zamanlardı.


Uluç görevden geldikten kısa bir süre sonra tekrardan gitmişti. Tabi bunu Yiğit'ten öğrenmiştim. Dayısının gittiği gün üzgün olduğunu belirtmek adına üzgün emojisini alıp yapıştırmıştı fotoğrafının altına. Neden üzgün olduğunu sorduğumda da Uluç'un gittiğini söylemişti. Bu şekilde öğrenmiştim.


Öğrendiğim zaman şaşırmadım desem yalan olurdu. Evet o bir askerdi ama kahvaltıda bir süre buralarda olduğunu söylemişti. Demek ki aniden çıkmış bir görev vardı.


Uluç'un gittiğini öğrendikten yaklaşık iki hafta sonra geri gelmişti. Daha önce gittiğinde uzun bir süre kalmıştı orda ama bu defa hemen gelmişti. Fakat ben gelmesine rağmen onu hiç görmemiştim. Ne bir yerde karşılaşmıştık ne de Yiğit için okula gelmişti ta ki geçen haftaya kadar. Bayram tatili olduğu gün Yiğit'i okuldan almaya o gelmişti ve bir de dün. İki gelişinde de bir şey vardı, anlamlandıramadığım bir şeyler. Daha önceki iki karşılaşmamızda çok fazla olmasa da güler yüzlüydü. En azından gülmesi, gülümsemesi gereken yerde gülüyordu. Benimle bir kaç kelam ediyordu. Fakat bu son iki gelişinde eskisi gibi değildi.


Evet onu daha öncesinde de iki kez görmüştüm sadece ama ne bileyim değişmişti sanki. Belki de hep böyleydi de o ilk iki karşılaşmada farklıydı, bilmiyorum. Şimdi bırakın konuşmayı insanın yüzüne dahi bakmıyordu. Sadece bana karşı değil kimseyle konuşma tenezzülünde bulunmuyordu.


Normalde olsa asla umrumda olmazdı ancak Uluç farklıydı. Aklımda onunla ilgili delicesine merak ettiğim sorular vardı. Eğer Uluç rüyalarıma girmeseydi yine umrumda olmazdı ancak o hâlâ daha rüyalarımdayken onu umursamamak aptallık olurdu. Bir şey vardı ki rüyalarıma giriyordu, değil mi?


Yine ve yine düşünceler içindeyken okula kadar gelmiştim. Tam okul kapısından içeri giriyordum ki arkamdan gelen sesle o tarafa döndüm.


"Öğretmeniiiiimm!"


Ece arkamdan bağırıp koşturarak gelirken şaşırmadan edememiştim çünkü ögrencilerimin gelmesine daha henüz vakit vardı.


"Ececiğim, hoş geldin. Erkencisin bu gün."


"Evet öğretmenim erken geldim. Seni çok özledim o yüzden hemen gelmek istedim. Babama diyince o da beni hemen getirdi."


Göz ucuyla bir kaç saniye Ece'nin babasına yani Batın Bey'e bakıp başımla selam vererek tekrardan Ece'ye döndüm.


"Ben de seni özledim Ececiğim. Hadi madem erken geldin o zaman beraber içeri girelim ve arkadaşlarını bekleyelim olur mu?"


Heyecanla ve sevimlice başını sallarken babasına doğru adımladı.


"Tamam girelim ama bir dakika bekle." Babasının yanağına kendince kocaman bir öpücük kondurduğunda Batın Bey de kızının alnını nazikçe öpüp bana baktı.


"Kızım size emanet Aysima Hanım."


"Tüm çocuklarıma gözüm gibi bakıyorum Batın Bey merak etmeyin."


"Tabi ki biliyorum, ben yine de söylemek istedim. Kızım sizi çok seviyor. Onun kimi sevip sevmediği, kiminle ilgilenip ilgilenmediği benim için çok kıymetli. Kıymet verdiklerine ben de kıymet veriyorum. Ne mutlu size ki çok şansılısınız çünkü kızım size değer veriyor."


Dudağının kenarı ile gülümserken söylediği şeylere göz devirmemek için kendimi zorladım.


"Peki Batın Bey, hayırlı günler diliyorum size. Biz içeri geçelim artık." diyerek geçiştirdim sözlerini. Hiç tahammülüm yoktu böyle egolu insanlara. Daha sonra Ece'nin elinden tutup Batın Bey'in cevap vermesini beklenmeden içeri girdim.


Bu adamdan ilk gördüğüm andan beri hiç hoşlanmamıştım. Yalan yok bu zaman kadar kötü bir hareketini, sözünü duymamıştım ama yine de hiç haz etmiyordum. Sanki insanına göre davranıyordu. İçinde bir yerlerde karanlığı saklıyordu. Belki de Ece'yi yetiştirme tarzı hoşuma gitmediği için böyle düşünüyordum.


Ece'nin annesi yoktu. Kendisi Ece'yi doğururken vefat etmiş. Bundan dolayı Batın Bey, Ece ne derse yapıyordu. Bir dediğini asla ikiletmiyordu. Yeter ki Ece'nin ağzından istediği şeyin adı dökülsündü. Ece'nin tek bir isteği için tüm servetini harcayabilir, dünyayı önüne serebilirdi.


Bu kimileri için ‘iyi baba’ imajı verse de bu doğru değildi. Ece'nin şimdiki istekleri küçük ve yapılabilir şeylerdi ama büyüyünce istekleri de büyüyecek ve zorlaşacaktı. Para ile alınamayan şeylerin anında olmasını isteyecekti. Olmayınca belki de başına büyük belalar açacaktı çünkü hemen her şeyin olmasına alışıktı. Olmadığı zamanlarda onun için hiç iyi şeyler olmayacaktı. Bunu Batın Bey'e söylediğimde gereksiz yere düşündüğümü söyleyip konuyu kapatmıştı ancak bu konu asla küçümsenmemesi gerekirdi.


Ece'yle birlikte beklerken diğer çocuklar da geldiğinde bu gün aklımda bahçede düzenleyeceğimiz bir etkinlik vardı. Mayıs ayına girmemize rağmen havalar hafif serindi ancak bu bahçede etkinlik yapamayacağımız anlamına gelmiyordu.

Üniversiteyken bir hocamızın söylediği şu sözü unutamıyorum. "Kötü hava yoktur, yanlış ve yetersiz kıyafet vardır."

Bu cümleyi duyduğumda gerçekten mantıklı gelmişti. Belki maddi durumu çok da iyi olmayan yerlerde bunu uygulamak mümkün olmayabilirdi ancak, burada tüm aileler zengin olduğu için istediğimiz her şeyi alabiliyorduk. Bu yüzden çocukların okulda bile çeşit çeşit kıyafetleri vardı.


Sınıf içi bir kaç etkinlik yaptıktan sonra çocukların üşümeyecekleri şekilde giyinmelerine yardım edip dışarı çıkmıştık. Aslında aklımda bir etkinlik vardı ancak çocuklar serbest zaman diye tutturunca önemli olanın onların eğlenmesi olduğunu bildiğim için serbest bıraktım. Tabi bu sırada gözüm hepsinin üzerinde, bir şey olmaması için dikkat ediyordum. Arada Yiğit'i fazla koşmaması için uyarsam da çok zorluk da çıkarmıyorlardı.


Uzun bir süre dışarda kaldığımızda artık sınıfa döneme zamanıydı. Ara öğün yapıp son iki etkinlikten sonra onlar gidecekler ve diğer grup gelecekti.


Bütün çocukları bir araya toplayıp ikili sıra oluşturmalarını istediğimde hemen sözümü dinleyip sıraya geçtiler. Bu sırada Yiğit "Öğretmenim." diyerek bana seslendiğinde yüzünden bir sıkıntısı olduğu okunuyordu.


"Efendim Yigitcigim.


"Öğretmenim benim çok çişim geldi, tuvalete gidebilir miyim?"


Çocukları henüz sınıfa götürmediğim için onları bırakıp Yiğit'le lavaboya gidemezdim ancak Yiğit'i tek başına da gönderemezdim. Bu sırada Hilal Abla bahçeye çıkmış bize doğru gelirken şükrettim içimden. Bu kadına ne kadar teşekkür etsem azdı, o olmasa bu kadar çocukla tek başıma baş etmem zor olurdu. Yanımıza geldiğinde benim çocukları sınıfa götüreceğimi onun da Yiğit'i lavaboya götürmesini rica ettim. Beni başıyla onaylayıp "Tabi ki, hadi gel canım gidelim." dedikten sonra Yiğit'in elini eli arasına alıp kapıdan içeri girdi. Ben de diğer öğrencilerimle beraber içeri girip sınıfa doğru ilerledim.


Bir kaç dakika içinde cocukları sınıfa sokmuş sınıfın içindeki küçük lavaboda sırayla ellerini yıkamalarını izliyordum. Bu sırada dışarıdan bir bağırış sesinin gelmesiyle hemen sınıf kapısına doğru baktım. Bu ses Hilal ablanın sesiydi. Korku anında tüm bendimi kuşattığında çocukları hemen lavaboda çıkarıp sınıfa götürdüm. Hepsine oturmalarını ve asla burdan çıkmamalarını söyleyip kapıya doğru ilerledim. Kapıya doğru yaklaşmamla Hilal ablanın yeniden "Yardım edin!" diyen sesi ulaştı kulaklarıma.


Allah'ım lütfen düşündüğüm şey olmasın, lütfen Yiğit iyi olsun.


Aceleci adımlarımla ayakkabılıktan ayakkabılarımı alarak tam giymeden dirket üzerine bastım ve hızla açtım kapıyı. Kapıyı açmamla gördüklerim dehşete düşmeme neden oluyordu. "Yiğit!" Sesim koridorda yankı yaparken elim ayağım birbirine dolandı ve kaç saniye donup kaldım. Daha sonra Hilal Ablaya doğru koşmaya başladım. Kolları arasında burnundan kanlar akıtarak baygın şekilde yatan Yiğit'in küçük bedenini taşıyordu.


"Abla! Abla ne oldu Yiğit'e?"


"B-ben bilmiyorum. Lavaboya gidince tuvaletini tek başına yapmak istediğini söyledi. O tuvaletin içindeyken ben de lavaboda bekliyordum. S-sonra hiçbir ses gelmediği dikkatimi çekince kapıyı tıklattım ama yine ses gelmedi ben de hemen kapıyı açıp baktım. Yerde böyle burnu kanar şekilde yatıyordu."


Hilal Abla telaşlı sesiyle olanları anlatırken ben de elbisemin cebindeki telefonu çıkartıp hemen ambulansı aramaya koyuldum. Telefona cevap verildikten sonra hemen acil bir şekilde ambulans istemiş ve okulun adresini vermiştim.


Bu sırada karşı sınıfın kapısı da açılmış ve o sınıfın öğretmeni Yavuz Bey ve merdivenlerden koşarak gelen müdürümüz Halil Bey de telaşla yanımıza geldiler.


"Ne oluyor hocam?"


Halil Bey'in söylemine cevap vermeden Hilal Ablanın kucağındaki Yiğit aldım. Olanları Hilal abla anlatırdı


"Tamam ben şimdi ambulansı aradım geliyor. Ben ambulansla gidicem abla. Sen çocukların yanına git ailelerine haber ver alsınlar çocukları."


Müdür Bey'e bakınca o da beni başıyla onaylayarak gitmeme müsade etmişti. Daha fazla beklemeden koşar adımlarla dışarı çıktım. Ben dışarı çıkarken ambulans da bahçe kapısında içeri giriyordu.


Dakikalar içinde ambulansın içinde hareket ederken ambulans hemşiresine olanları anlatıp Yiğit'in de Lösemi hastası olduğunu söyledikten sonra az önce cebime koyduğum telefonu tekrardan çıkartıp Yasemin Hanım'ı aradım. Sonuna kadar çalmasına rağmen telefonu açmadı. Bunun üzerine Serhat Bey'in numarasını bulup onu aramaya başladım. Telefon üç kez çaldıktan sonra Serhat Bey telefona cevap verdi.


"Alo, Aysima Hanım. Buyrun."


Ne diyeceğimi bilemez bir haldeydim. Derin bir nefes alıp sesimin titrememesine özen gösterdim. Sakin olmalıyım, sakin.


"Serhat Bey nerdesiniz?"


"Şirketteyim, bir şey mi oldu? Sesiniz çok kötü geliyor. Yiğit'e bir şey mi oldu yoksa?"


Sesimi istesem de düzgün çıkaramadığım için hemen anlamıştı bir şey olduğu.


"Yiğit, bayıldı biz şimdi ambulansla hastaneye gidiyoruz."


"Ne, nasıl bayıldı? Şimdi nasıl iyi mi?"


"Lavaboya gitmişti, lavabodayken bayılmış. Şuan hâlâ baygın. Ambulans hemşiresi müdahale ediyor şimdi."


"Tamam hangi hastaneye gidiyorsunuz?"


Hemşireye hangi hastaneye gittiğimizi sorduktan sonra Serhat Bey'e de söyledim. Ardından konuşmaya devam ettim.


"Bu arada Yasemin Hanım'ı aradım ama açmadı, haberi yok yani siz söylersiniz."

Dedikten sonra Serhat Bey tamam diyerek beni onayladı ardından telefonu kapattı.


Çok şükür ki hastane çok uzak değildi. Ambulansın hızı ve yol önceliği sayesinde 10 dakikadan daha kısa bir süre içinde varmıştık hastaneye.


Yiğit'i hemen sedyeye yatırıp bir odaya aldıklarında benim dışarda beklemem gerektiğini söyleyip bir doktor ve iki hemşire içeri girdi. Doktora da Yiğit'in lösemi hastası olduğunu söylemiş ve belki gerekir diye Yiğit'in kendi doktorunun numarasını vermiştim.


Doktor ve hemşireler de içeri girince boş hastane koridorunda bir sağa bir sola volta atmaya başladım. İçimde müthiş bir telaş ve korku vardı. Durmadan içimden dua ediyordum. Büyük ihtimalle hastalığından kaynaklı bayılmıştı ama başını bir yere çarpmış olma ihtimalinin ya da başka sebeple bayılma ihtimalinin korkusu sarmıştı tüm benliğimi.


Ya bir şey olursa Yiğit'e, ne derdim ailesine ben? O çocuklar bana emanetti. Evet belki benim suçum yoktu ama kendimi inanılmaz kötü hissediyordum. Yiğit'e kötü bir şey olma ihtimali göz yaşlarımın akmasına neden oluyordu.


Bir sağa bir sola gidip gelirken koridorun başında birinin varlığını hissettim. Hemen başımı kaldırıp baktığımda Ceyhun Uluç'u gördüm. Nasıl haberi olmuştu ki hemen? Serhat Bey mi haber etmişti? O zaman Serhat Bey nerdeydi?


Bir kaç adım atarak yerinde sabit bir şekilde duran Uluç'un yanına gitmek istedim ancak iki adım attıktan sonra aniden durmuştu adımlarım kendiliğinden. Çünkü Uluç öyle bir bakıyordu ki gözlerindeki öfke uzaktan bile belli oluyordu. Doğal olan çatık kaşları iyice çatılmış, sinirden çenesi gerilmişti. O koyu kahve çekirdekleri adeta alevler arasında kavruluyordu. Benim durduğumu görünce bir kaç büyük adımla yanıma gelmiş iki adım ötemde durmuştu.


+Biz size bir çocuk dahi emanet edemeyecek miyiz!?


YARIM SAAT ÖNCE


YAZAR'DAN


Haftalardır içindeki acı bitmiyordu genç adamın. Yaşadığı o kabus gibi gün bir türlü aklından silinmiyordu. O gün içinden bir şeyler kopup gitmişti sanki, aklını yitirmişti. Olanları unutamıyordu, kucağındaki yük unutulacak gibi gelmiyordu. Haftalardır aldığı psikolojik tedavi de bir işe yaramıyordu ona göre aksine daha da kötü yapıyordu onu. Kullandığı ilaçlar sanki beynini uyuşturuyordu.


Aklı başında değildi, hareketlerini kontrol edemiyordu. Yaşadığı o korkunç gün tüm dengesini alt üst etmişti.


Evde bunaldığı için dışarı çıkmak istemiş ancak herhangi bir arkadaşıyla buluşamamıştı, bu yüzden eniştesi Serhat'ın yanına gitmişti. Onunla bir kahve içip dertleşebilirdi, belki biraz olsun iyi gelirdi.


İstedikleri kahveleri geldiğinde daha bir yudum almamışlardı ki Serhat'ın telefonu çaldı. Acı bir haber verecekmişcesine odayı doldurmuştu telefonun gür sesi.


Serhat telefonda konuşurken yanındaki Ceyhun Uluç eniştesinin Aysima ile konuştuğunu anlamış ve kötü bir şey olduğunu sezmişti. Serhat telefonu kapattıktan sonra hemen odadan çıkmaya koyulurken Ceyhun Uluç anlamaz gözlerle eniştesine bakarken konuşmaya başladı.


"Enişte noldu, Yiğit'e bir şey mi olmuş?"


Serhat bir yandan koşuyor bir yandan da Uluç'a onları anlatmaya çalışıyordu.


"Yiğit okulda lavaboda baygın bulunmuş. Şimdi hastaneye gidiyorlar."


"Ne, ne demek baygın bulunmuş. Öğretmeni nerdeymiş?"


"Bilmiyorum Ceyhun bilmiyorum. Şimdi sen doğruca hastaneye git. Ben de evden Yasemin'i alıp geliyorum."


Ceyhun Uluç, eniştesini onayladıktan sonra hızla otoparka inmiş ve arabasına binmişti. Buraya dertleşmeye gelmişken aldığı haber dehşete düşürmüştü genç adamı. Yiğidi onun her şeyiydi. İçinde endişenin yanında öyle bir öfke de oluşmutu ki, bir insan öfke ile öldürülür olsaydı muhtemelen ona bakan herkes anında ölmüş olurdu.


Ne demek baygın bulunmuştu? Öğretmeni nerdeydi? Çocuklara sahip çıkamayacaksa ne işi vardı ki orda?

Hayattaki en büyük varlığına, yiğidine, bir şey olursa o okulu başlarına yıkardı. O yıkıntının altında kalacak ilk kişi de Öğretmen Hanım olurdu.


Endişe ve öfke ile yolları son sürat gitmiş ve sonunda hastaneye varmıştı. Hastane resepsiyonuna Yiğit'in adını ve soyadını söyleyip kaldığı odanın hangi katta olduğunu ve oda numarasını öğrendiğinde hızlı adımlarla asansöre girip 3. kata çıkarak oda numarasını taradı gözleri.


Tam koridordan dönecekti ki karşıdan bir sağa bir sola endişeli adımlarla yürüyen Aysima'yı gördü. Onu görünce öfkesi katlanarak artmış gözlerinden alevler çıkarmıştı.


Aysima onu fark edince yanına gelmek için bir kaç adım attı fakat aniden durdurdu adımlarını. Genç adam öfkesinin farkına tam olarak o an varabilmişti. Artık yüzü ne haldeydi bilmiyordu ama öğretmen hanımın onu görünce az önce yüzünde bulunan endişesi iyice artmış ayrıca gözleriyle karşısındaki adamın yüz ifadesini anlamadığını belirtir şekilde bakmaya başlamıştı.


Ceyhun Uluç öfkesini daha fazla kontrol edemeyerek bir kaç büyük adımla endişeli gözlerle bakan kadının karşısına dikildi.


AYSİMA'DAN


"Biz size bir çocuk dahi emanet edemeyecek miyiz?"


Karşımda tüm hücrelerine kadar öfkeyle bürünmüş adama şaşkın bakışlar eşliğinde bakıyordum sadece. Neydi şimdi bu sinir?


"Uluç Bey, sakin olun. Bakın hastan-"


"Ne sakin olması ya ne sakin olması. Sizin sorumsuzluğunuz yüzünden yeğenim şuan burda." Yüksek sesi hem şaşırtıyor hem de dehşete düşürüyordu. Anlamadan ve dinlemeden bağırması bambaşka biri ile konuşuyormuşum gibi hissettirmişti.


"Bakın anlıyorum endişelisiniz ama anlamadan, dinlemeden konuşmayın." Endişesini anlayabiliyordum elbette ama bu tavır çok gereksizdi.


"Neyi anlayıp dinleyeceğim. Sorumsuzluğunuzu mu anlatacaksınız bana? Ama anlatmanıza gerek yok her şey gayet açık bir şekilde ortada görünüyor zaten."


Tam ağzımı açıp cevap verecektim ki Yasemin Hanım'ın "Yiğit, Yiğit nerde!" diye bağırış sesi duyuldu. Uluç'un omzunun üstünden baktığımda koridorun başında bize doğru koşarak gelen Yasemin Hanım ve Serhat Bey'i gördüm.

Koşar adımlarla yanımıza geldiklerinde endişe gözlerinden okunuyordu. "Hocam noldu, Yiğit nerde? Nasıl, iyi mi? Niye bayıldı, bir şey mi oldu?"


"Yasemin Hanım lütfen sakin olun. Yiğit şimdi içeride doktor geldi muayene ediyor. Henüz ben de bilmiyorum durumunu."


"Niye oldu hocam, niye bayıldı?"


"Niye olacak ki, öğretmen hanımın sorumsuzluğundan tabiki. Bir de güvenip çocuk emanet ediyoruz."


Bu kadarı da fazlaydı ama. Dinlemiyordu bile beni, hemen nasıl yargıya varabilirdi?


"Yeter. Deminden beri konuşup duruyorsunuz. Benim bir suçum yok ama siz hâlâ..."


"Evet ya hiç suçunuz yok(!) Yiğit'i tek başına tuvalete göndermek ne demek?!"


"Tek başına falan göndermedim. Yardımcımız Hilal abla vardı yanında. Benim tek öğrencim Yiğit değil. Geride daha bir çok öğrencim var."


Bu konuda asla suçlu değildim. Evet Yiğit'i çok seviyor ve onun için endişeleniyordum ancak benim tek öğrencim o değildi. Bir öğrencim için diğerlerini yalnız bırakamazdım ki zaten Yiğit'i de yalnız göndermemiştim.


"Ama Yiğit hasta onun başında siz gi-"


"Ceyhun Yeter! Bir sus da kadın anlatsın artık!"


Serhat Bey'in araya girmesiyle ikimizde Serhat Bey'e dönmüş ve Uluç da susmuştu. Ardından Serhat Bey bana dönerek sakin kalmaya çalıştı.


"Hocam lütfen siz anlatmaya başlayın. Ne oldu, öğrenelim artık."


Derin bir nefes çektim içime. Sakin olmalı ve bana merakla bakan anne babaya olanları anlatmalıydım. "Öncelikle dediğim gibi tek başına göndermedim Yiğit'i. Bahçede etkinlik yapmış içeri giriyorduk. Bu esnada Yiğit tuvaletinin geldiğini söyleydi. Diğer öğrencilerimi bahçede bırakıp Yiğit'i lavaboya götüremezdim. Ama Yiğit'i tak başına da gönderemezdim. Bu yüzden Hilal Abladan rica ettim o götürdü. Ben de çocukları sınıfa götürdüm. Ardından 5 dakika sonra Hilal Ablanın yardım diye bağırdığını duydum. Yiğit tuvaletini tek başına yapmak istemiş. O yüzden Hilal abla tuvalet kabinden içeri girmemiş ama kapının önünde beklemiş. Bir süre ses gelmeyince de korkup bakmış ve Yiğit'i yerde baygın şeklinde bulmuş, olan bu. Yiğit'i tek başına bırakmadım ve dikkatsiz değildim."


Anlattıklarımdan sonra Yasemin Hanım iyice göz yaşlarına bulanmış bir şekilde ağlamaya başladı.

"Bu yine de sizin sorumsuz olduğunuz gerçeğini değiştirmez. Ne olursa olsun anında haberiniz olması gerekirdi."


Bu adam beni deli edecekti. Tam yine ağzımı açıp cevap verecektim ki Yiğit'in kaldığı odanın kapısı açıldı ve doktor dışarı çıktı. Hepimiz aynı anda kapıya doğru ilerleyerek doktorun ağzından dökülecek cümleleri beklemeye başladık.


"Doktor Bey, oğlum nasıl?" Konuşan Serhat Bey'di..


"Merak etmeyin, iyi. Şuan uyuyor ama birazdan uyanır."


Doktorun söylediklerinden sonra hepimizin ağzından bir şükür kelimesi döküldü göğe doğru. "Şükürler olsun Allah'ım".


"Ne oldu, neden bayılmış?"


Serhat Bey konuşsa da bu soru hepimizin ortak sorusu ve sorunuydu aslında. Neden bayılmıştı? Sadece onlar değil ben de benim bir ilgisizliğim olup olmadığını merak ediyordum. Benim yüzümden olmuş olabilir miydi?


"Malum çocuğunuz lösemi hastası. Böyle şeyler arada olabilir. Ama bugünkü bayılmasının sebebi farklı."

Doktorun kelimeleriyle birlikte Uluç'un öldürücü bakışları anında beni buldu. "Size demiştim, sorumsuzluğunuz yüzünden Yiğit'in düştüğü duruma bakın."


Kendimi o kadar çok kötü hissediyordum ki? Gerçekten benim yüzümden olmuş olabilir miydi? Acaba tuvalette ayağı falan mı kaymıştı. Ya da bahçedeki etkinliğimizde fazla mı yorulmuştu? Belki de düşmüş ve başını çarpmıştı. Yerler ıslak olabilir miydi?


Uluç'un lafını yine Serhat Bey kestirip attı.


"Ceyhun yeter sus artık ya. Sus da doktor Bey'i dinleyelim."

Burnundan solurken Uluç'la uğraşmak ona da zor gelmiş görünüyordu. Sinirli bakışlarını ondna çekip doktora döndü yeniden.


"Ne o sebep doktor Bey? Niye bayılmış?"


"Sanırım bu gün alması gereken bir ilacı almadı." diyerek beni gösterdi. "Hastalığının hangi evresinde olduğunu bilmediğim için hanımefendi doktorunun numarasını verdi. Doktoruyla da konuştum. O da benimle aynı düşüncede."


"Sanırım ilaç kontrolü için ayrı bir kişi tutmamız gerekiyor, okulda."


Okulda cümlesini bilerek vurgulamıştı ve konuşan Uluç'tan başkası değildi yine.


"Evet Uluç Bey ilacını vermedim çünkü henüz saati gelmemişti." Ben bunları dedikten sonra Yasemin Hanım şaşkın sesi araya girdi. "Ben de sabah ilacını verdim ama. Her sabah bir ilaç kullanıyor onu da verdim."


"Yasemin, Yiğit'in bu gün haftada bir defa kullanması gereken ilacı alması gerekiyordu. Onu da verdin mi?" Serhat Bey'in sorusuyla bir ona bir Yasmin hanıma bakıyordum. Yüzü daha da solgunlaşan Yasmin hanım zaten cevabını vermişti. İlacı vermemişti muhtemelen.


"B-ben onu unuttum, Allah kahretsin. Nasıl unuturum ya nasıl? Ya benim yüzümden bir şey olsaydı Yiğit'e." yeniden ağlarekn Serhat Bey'in kollarına bıraktı kendini. Serhat Bey ise kızmak yerine tüm içtenliğiyle eşini kollarıyla sarmalayıp teselli etmeye çalışıyordu. "Tamam canım sakin ol, benim suçum da var. Sen dünden beri hastaydın, halsizdin. Aklından çıkmış olabilir. Böyle bir durumda olduğunu bile bile ben de kontrol etmedim. Ama çok şükür ki bir şey olmadı oğlumuza."


Bu tablo ister istemez gülsememe sebep oldu. Birbirlerine kızmak yerine birbirlerine sığınmışlardı çocukları için. Onların bu hallerine imrenerek bakarken gözlerim bir anlığına Uluç'a kaydı, o korkunç bakışları hâlâ üzerimdeydi. Anlamamış mıydı hâlâ bir suçum olmadığını? Eğer o lavaboya Yiğit benimle gitseydi aynı şey olacaktı yine de. Niye hâlâ böyle davranıyordu?


Konuştuğunda hepimizin bakışları onu buldu. Onun öldürücü bakışları ise tek bir kişideydi, benim üzerimdeydi. "Dua edin Yiğit'e bir şey olmadı. Eğer ona bir şey olsaydı o okulu başınıza yıkardım."


Anlayamıyordum, gerçekten anlayamıyordum. Ne istiyordu bu adam benden? Şaşkın bakışlarım üzerindeyken bu defa söze Yasemin Hanım girdi. "Ceyhun yeter artık. Doktoru duydun tüm suç benim. O ilacı vermiş olsaydım böyle bir şey olmayacaktı. Aysima Hanımı suçlamayı bırak artık."


"Abla sen dur. Evet o ilacı vermeliydin ama öğretmen hanım da Yiğit'in başında öğretmen gibi durmalıydı." Gözleri yeniden bana döndüğünde az sonra söyleyecekleriyle bu kadar ileri gideceğini düşünmemiştim. "Tabi kendisinin kimsesi olmadığı için kaybetme korkusu ne demek bilmiyor, o yüzden bu kadar sorum..."


"Yeter artık yeter, sus artık!"


Gözleri acımasızlıkla benim üzerimdeyken sözlerinin ne kadar çirkinleşebileceğini düşünüyordum, ancak beni yaralayacak kadar ileri gideceğini düşünmezdim. Yaralarımı kanatayacağı aklımın ucundan geçmezdi.


Güvenmeyecektim, kimseye güvenmeyecektim. Kimse güvenilecek kadar iyi değildi.


Yalnızlığım her gün zaten gözümün önündeyken birinin buna yüzüme vurması çok beterdi, bunu yıllar sonra bir daha tatmak çok acıydı.

Ben yalnızdım, kimsem yoktu. Bu koca dünyada tek bir yakınım yoktu.


Olduğum yerde dururken gözlerim ilk kez bu kadar uzun süre kaldı gözlerinde, acaba açtığı yarayı görebiliyor muydu kırgınlığı gizleyemediğim gözlerimde.

Sarfettiği kelimeler hiç istemesem de gözlerime sadece kırgınlığı değil yaşları da biriktirmişti. Akan bir damla yaş onun tarafından çeneme doğru takip edildi. Onun yüzünden akan bir yaş...


Hastanenin kasvetli havası boğucu şekilde atarken daha fazla o ortamdan kalacağımı zannetmiyorum, bir an önce gitmeliydim. O ortamdan da karşımdaki acımasız sözlerin sahibi adamdan da uzaklaşmalıydım.


Ateşi yavaşça sönen kahverengi gözlere bakmadım daha fazla, bakamadım. Ateşi sönse de o ateş kalbimde yanmaya devam ediyordu. Canımı yakan Uluç değil, sözleriydi daha kötüsü haklı oluşuydu.


"Ben artık gitsem iyi olacak, geçmiş olsun." Ardıma bile bakmadan hızlı adımlarla uzaklaştım o koridordan. Arkamdan Serhat Bey'in Uluç'a kızgın ifadelerle konuşmasını duysam da hiçbir şey umrumda değildi. Şu an tek isteğim bu iğrenç ortamdan kurtulup bir an önce ciğerlerime temiz havayı hapsetmekti.


Hızlı adımlarla merdivene doğru ilerledim. Öyle bir haldeydim ki asansörü dahi beklemek istemiyordum. Tüm merdivenleri bitirdiğimde giriş katta, koridorda koşarak çıktım dışarı.


Hastaneden tamamen çıkınca yerimde durup başımı gök yüzüne kaldırarak derin derin bir nefes çektim içime. Temiz havanın içime işlemesini istiyordum. Fakat hâlâ ciğerlerime temiz hava giremiyor gibiydi. Ruhum daralıyordu. Canım yanıyordu...


Gözümden bir damla daha düştüğünde yavaşça sildim onu. Ben insanların arasında ağlamak istemiyordum ama olmuyordu, durduramıyordum kendimi.


Hasteneden biraz uzaklaşıp küçük ağaçlık bir alana geldim. Üç beş adım aralıklarla banklar koyulmuştu ağaçların arasına. Bankalardan birine doğru ilerleyip oturdum.


Artık kendimi tutmadım. Göz yaşlarım birer birer dökülmeye başladı gözlerimden. Ardı ardına dökülüyordu. Ama hiç sesim çıkmadı. Çünkü alışmıştım. Zamanında o kadar çok ağlamıştım ki insanların yanında, sessizce ağlamaya alışmıştım. Öyle ki yüzüm dahi gerilmiyordu. Karşıdan biri baksa, göz yaşlarımı görmese "Bu kız ağlıyor." demezdi.


Uluç'un son söylediği kelimeler zihninde yankı yapıyor, durmuyordu. Beni en derin yaramdan, bu hayatta canımı en çok acıtan yerimden, yalnızlığımdan, annesizliğimden, babasızlığımdan, ailesizliğimden vurmuştu.


Bu hayatta en çok buradan yara almıştım zaten. Her zaman anne babamın yokluğundan yaralanmıştım. Doğduğum günden beri onların yokluğu ile savaşıyordum. Yedi yaşıma kadar yanımdalardı ama yoklardı. Beni hiç bir zaman sevmemişlerdi. Yedi yıl boyunca bana yapılmadık şey bırakmamışlardı.


Belki beni bırakmaları benim için bir kurtuluştu. Ama bu hayatta anne babasız bir kurtuluş hep yarımdı. Ben hep yarımdım bu hayatta. Benim dünyaya gelmeme vesile olan o iki insan varlıklarıyla da yokluklarıyla da beni hep yarım bırakmışlardı. En büyük acım, öfkem, kızgınlığım, nefretimdi onlar benim.


Onlar normal bir anne baba olsaydı, beni sevselerdi, beni yalnız bırakmasalardı bunların hiçbirini yaşamazdım belki de. Yetimhaneye gitmezdim. Sevgisiz büyümezdim. Okulda veli toplantılarında yalnız olmazdım. Mezuniyetimde tek başıma olmazdım. O yaşadığım iğrenç, beni darmadağın eden olayı yaşamazdım. İnsanlara karşı bu kadar güvenemez biri olmazdım. Bu gün burda bu halde olmazdım. Beni yalnızlığımdan vuramazlardı.


Göz yaşlarımın yanında yıllardır parçalara ayrılan kalbim Uluç'tan sonra tuz olmuştu artık. Kalbim çok kırılmıştı. Aslında kızmam gerekirdi, kırılmam değil. Çünkü insan tanımadıklarına kızar sevdiklerine kırılırdı. Ama ben kızmaktan çok kırılmıştım.


Sanırım rüyaya kendimi fazla kaptırmıştım. Rüyadaki gibi olacak sanmıştım. Ona güvenebileceğimi zannetmiştim. Rüyamdaki Uluç'a güvenebilirdim hatta hiç tanımadan da o kahvaltı masasındaki Uluç'a bile güvenebilirdim. Ama bugünkü karşımdaki adama güvenemezdim. Beni daha iyileştirmekten çok kabuk bağlayamayan yaramdan vurmuştu. Bu adama nasıl güvenebilirdim ben.


Niye böyle yapmıştı ki? Niye anlamak istemedi? Hiçbir suçum yoktu oysa. Yasemin Hanım ve Serhat Bey bile anne baba olmalarına rağmen anlamışlardı beni. O niye bu kadar ısrarcıydı suçlu olmamda?


Ben bu gün bir şeyi daha çok iyi anlamıştım ki kimseye güvenip zayıf yanlarını anlatma. Çünkü seni ilk fırsatta o zayıf yanından vuracak kişi güvendiğin kişidir.


Yalnızlığa mahkumdum ben... Kimse olmayacaktı hayatımda. Ne bir anne, ne bir baba, ne bir arkadaş, ne bir eş, ne de... bir çocuk. Ben hiçbir zaman birinin bir şeyi olmayacaktım. Bu yaşadığım bana ikinci bir ders olsundu.

***

Herkese yeniden merhabalar. Nasılsınız?

Umarım beğenmişsinizdir bölümü.

Bazı şeyler oldu, geçmişten kısa bir anı okuduk ve tabi ki Uluç'un kötü tepkilerini. Sizce sebebi ne olabilir.


​​​​​​Ve tabiki Batın sahneye girmiş bulunmakta ve uzun bir süre inmek niyetinde değil. Sizce nasıl bir karakter olacak.

Düşüncelerinizi bekliyorum. Yorum ve beğenileriniz benim için çok önemli. Şimdiden teşekkür ederim.

Gelecek bölümlerde görüşmek üzere hoşçakalın 👋 💕


Loading...
0%