Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Damarlarda Ki Türk Kanı

@efsoviaa

Bu yıl ekim ayına göre oldukça sıcak günler yaşıyorduk. Şırnak da, küçük bir köy okulunda yaptığım öğretmenlik görevimin henüz ikinci yılındayım. Buraya alışmaya başlasam da hala zaman zaman korktuğum oluyor. Zaten kim ansızın gelen silah seslerinden korkmazdı ki? Ama genel olarak söylenenlerin aksine köy okullarında çalışmanın zorluğu olduğu gibi iyi yanları da var. Mesela, bazı günler tertemiz köy havası eşliğinde derslerimi işleyebiliyorum.

Ben Peri Akaç, görevini layığıyla yerine getirmek isteyen ve ilimin gücünü tüm dünyaya göstermek isteyen öğretmenlerden yalnızca biriyim. Köylerde eğitim imkanı çok kısıtlıyken buradaki çocuklara bir şeyler öğretebilmenin gerçekten tarifsiz bir mutluluğu var...

Tam düşüncelerimin ortasındaydım ki çalan ders zili ile bütün düşüncelerim uçup gitti.

Telefonumu, çantamı ve çayımı aldıktan sonra sınıfıma doğru gittim. İkinci dersteydik ve dersimiz Türkçeydi. Sınıfa girdiğimde ayağa kalkan öğrencilerime oturun dedikten sonra eşyalarımı masama bıraktım.

Kırmızı tebeşiri elime aldım ve dersimizin konusunu tahtaya yazmaya başladım. Tebeşirin tahtaya her sürtündüğünde çıkardığı sesten nefret etsem de, mesleğim ve bulunduğum şartlar dolayısıyla katlanıyordum.

Tahtaya dersimizin konusu olan, kelime bilgisini yazdıktan sonra çocuklara doğru döndüm.

''Çocuklar, kelime ne demek biliyor musunuz ya da bir tahmininiz var mı?''

Sınıf derin bir sessizliğe gömüldü. Demek ki kimse bilmiyormuş ya da kimsenin bir tahmini yokmuş.

Tam açıklayacaktım ki orta sıranın en arkasında oturan öğrencim Mert parmağını kaldırdı.

Mert'in parmak kaldırmasına şaşırmıştım çünkü çok akıllı ve zeki bir çocuk olsa da zekasını ders konusunda kullanmak yerine haylazlıkta kullanmayı tercih ediyordu.

''Seni dinliyoruz Mertciğim.''

Minik öğrencim oturduğu sırasından ayağa kalktı ve konuşmaya başladı; "Öğretmenim babam geldiğinde söylemişti, konuştuğumuzda ağzımızdan çıkan şeylerde birer kelimeymiş.''

Gülümsedim.''Baban çok doğru söylemiş, kelimeleri konuşurken kullanırız. Şimdi yerine otur lütfen.'' Mert yerine oturduğunda bende dersimi anlatmaya devam ettim.

''Çocuklar, kelimeler veya diğer adıyla sözcükler tek başına anlamı olan ve ses değeri taşıyan dil birimidir. Mesela ağaç, bulut, mont, beyaz veya mor bunların hepsi birer kelimedir. Şimdi bu anlattıklarımı defterinize yazalım.''

Tahtaya doğru döndüm ve elimde tuttuğum tebeşir ile anlattıklarımı örnekleriyle beraber yazmaya başladım. Öğrencilerim henüz ikinci sınıf olduklarından dolayı pekte hızlı yazamıyorlardı bu yüzden yazmayı bitirdiğimde benimle beraber bitiren yoktu.

Masama geçtim ve soğumaya yüz tutmuş çayımdan bir yudum aldım.

Güneş gibi saçları ve ela gözleri olan öğrencim Melek, sırasından kalkıp yanıma geldi. Ne için geldiğini tahmin etsem de konuşmasını bekledim.

''Öğretmenim tuvalete gidebilir miyim?''

Tamda tahmin ettiğim gibi, küçük öğrencim lavaboya gitmek için izin istemeye gelmişti.

Eğer Meleğin lavaboya gitmesine izin verirsem neredeyse bütün sınıfın gelip lavaboya gitmek için izin alacağını bildiğim için ağzımı hayır demek adına açacağım esnada Melek melül melül bakmaya başlayınca kıyamadım ve ağzımdan hayır yerine, ''Elbette gidebilirsin ama lütfen çabuk dön Melekciğim.'' cümlesi çıktı.

Meleğin koşarak lavaboya gitmesinin üzerinden yirmi saniye bile geçmemişti ki minik öğrencilerimden biri olan Ahmet de lavaboya gitmek için izin istemeye geldi.

Sanırım lavaboya gitme faslı başlıyordu. Birine izin verip, diğerine izin vermemek olmayacağı için Ahmet'e de izin verdim.

Öğrencilerime kıymadığım için bir dersim daha heba oldu. Birazdan diğer öğrencilerimde yanıma lavaboya gitmek için izin istemeye gelirlerdi.

Tutmasını istemesem de bu tahminimde tuttu. Öğrencilerim lavaboya gitmek için izin istemeye sırayla yanıma geldiler.

Biri lavabodan döner dönmez diğeri gidiyordu. Bu süreç ders boyunca devam etti.

teneffüs zili çaldığında, 'Çıkabilirsiniz ama sakın koşmayın çocuklar düşersiniz!' dememle öğrencilerim dışarıya çıktı. Bende eşyalarımı alıp öğretmenler odasına gittim.

Öğretmenler odasının kapısının önünde yerleri silen Mahmut Bey ile karşılaştım.

''Günaydın, kolay gelsin Mahmut abi.'' Mahmut Bey benden yaşça büyük olduğundan dolayı ona abi diye hitap etmeyi tercih ediyordum.

Mahmut abide tıpkı benim gibi gülümseyerek konuştu. ''Günaydın hoca hanım.''

''Mahmut abi, bahçeyi onarmak için ne zaman gelecekler? Park çok kötü durumda her yeri paslanmış ve çivilerinin de bir kaçı çıkmış. Bu çiviler çocuklara batabilir ve paslı çiviler batarsa, işin sonu tetenoza kadar gidebilir.''

''Bu hafta içerisinde gelecekler inşallah hoca hanım.''

''Tamamdır, teşekkürler Mahmut abi.''

Öğretmenler odasına girdiğimde çoğu öğretmen yoktu. İlk olarak gidip kendime bir bardak kahve yaptım. Bir sonraki ders beslenme saati olduğundan dolayı kahvemi soğutmadan rahat rahat içebilecektim.

Öğretmenler odasında daha fazla durmadan, bir kenara koyduğum poğaçalarımı da alıp sınıfa gittim.

Kahvaltı yapmayı sevmiyordum bu yüzden poğaça yemeyecektim ama her zaman olduğu gibi yanımda getirmiştim çünkü bazen öğrencilerim beslenmelerini getirmiyorlardı, bu okulda da kantin olmadığı için aç kalmasınlar diye ben evden poğaça veya börek yapıp getiriyordum.

Her gün hamur işi şeyler yapmak benim gibi üşengeç biri için oldukça zor oluyordu fakat onların gülümsemelerini görmek üstümdeki bütün üşengeçliği atıyordu.

Zilin çalması ile çocuklar yavaş yavaş sınıfa gelip, beslenmelerini çıkarmaya başladılar. Birkaç dakika sonra bütün çocuklar gelip beslenmelerini çıkardılar. Sadece üç öğrencimin beslenmesi yoktu.

Üç tane peçete çıkardım ve her bir peçetenin üstüne poğaçalardan ikişer tane koyduktan sonra poğaça kabının ağzını açık bıraktım ki canı çeken öğrencilerimde gelip alabilsin. Daha sonra poğaçaları beslenme getirmeyen öğrencilerime vermeye başladım.

Son olarak Mert'e poğaçasını vermiştim ki Mert elimi tutup; ''Bakıcı abla yapmıyordu anne poğaçasından, teşekkürler öğretmenim.'' dedi ve sırasından kalkıp boyunun yettiğince bana sarıldı.

Gözlerim doldu, yutkunamadığımı hissettim.

Mert ile aynı boyda olabilmek için dizlerimin üzerine çöktüm ve bende Mert'e sarıldım. Bildiğim kadarıyla Mert'in annesi, onu doğurduktan hemen sona gitmişti buralardan. Babası ise yüzbaşıydı. Devamlı görevlere gittiğinden dolayı Mert'e bakıcısı bakıyordu.

''Rica ederim Mertciğim. Unutmadın değil mi, tıpkı diğer arkadaşların gibi sende getirdiğim poğaçalardan veya böreklerden beslenmen olduğunda da alabilirsin.''

Mert cevap vermek yerine başını olumlu anlamda salladıktan sonra yeniden sırasına oturdu ve poğaçalarını iştahla yemeye başladı. Daha fazla orada durmadım ve masama gittim. Tabi masama giderken dolan gözlerimi de silmeyi unutmadım.

Çocuklar sohbet ederek beslenmelerini yaparken bende kahvemi içiyordum.

Telefonumun çalması ile elimde tuttuğum kahvemi masaya bıraktım ve çantamdan telefonumu çıkarttım. Arayan kişi annemdi.

Annem bu saatte derste olduğumu bildiği için aramazdı. Ne olmuştu da arıyordu? Daha fazla beklemeden çağrıyı yanıtladım.

''Alo annecim bir sorun mu var?''

''Sakin ol kızım, sorun yok.''

''Ama sen ders saatlerimde aramazsın ki.''

''İçime bir sıkıntı düştü, sesini duymak için aradım kızım.''

''Hayrola annecim!''

''Kahvaltı yapmadım ondandır herhalde Peri kızım. Sen nasılsın, iyisin değil mi?''

Ben gittikten sonra annem İstanbul da yalnız kalmıştı. Yalnız yaşadığı içinde bazen öğünlerini atlayabiliyordu.

''Merak etme annecim, ben gayet iyiyim. Hadi sende bir an önce kahvaltını yapıp ilaçlarını iç.''

''Tamam Benim güzeller güzeli kızım, kendine oralarda çok dikkat et. Geceleri kapını sıkı sıkı kilitlemeyi unutma.''

''Tamam annecim, şimdi kapatmam gerekiyor sonra görüşürüz.''

'' Görüşürüz Peri'm.''

Annemle vedalaşmamız bitince telefonumu kapatıp çantama koydum. Çocuklara döndüğümde neredeyse hepsi beslenmesini bitirmek üzereydi. Çocuklara bakarken yüzümde bir gülümseme peydah oldu. Bu meslek zor olsa da çocuklarla iç içe olmayı, onlara bir şeyler katabilmeyi seviyordum. Hem zaten hangi meslek kolaydı ki?

🌚

Dördüncü dersteydik ve ders hayat bilgisiydi. Çocuklar hayat bilgisi dersini sevdiği için bu dersi işlerken zorlanmıyordum.

Tahtaya yazdığım notları çocukların defterlerine yazmasını beklerken koridorda Ecem Hocanın çığlığı yankılandı, Bütün çocuklar korkuyla ve merakla yüzüme baktılar.

''Yok bir şey çocuklar, sakin olun ve yerlerinizde kalın. Ben ne olduğuna bakıp geliyorum.''

Kapıya doğru yönelmiştim ki kapı bir anda açıldı ve içeriye yüzlerini bandanayla örtmüş, ellerinde silahlar olan adamlar girdi.

Çocuklar korkudan çığlık atmaya başladılar.

''Ne oluyor, siz kimsiniz?''

''Fazla konuşma hoca hanım. Sınıfındaki asker veletlerini de alıp bizimle geliyorsun!''

''Ne?''

Adam silahını kaldırdı kendisine en yakın sırada oturan öğrencim Ferhat'ın kafasına silahı dayadı.

''Hadi dedim hoca hanım! Eğer biraz daha oyalanırsan, bu veletin kafasını dağıtırım!''

''Tamam çocuğa zarar verme! Benim sınıfımda asker çocuğu yok.''

Adam havaya sıktı. Ben korkudan sıçramamak için kendimi sıkarken, çocuklar korkudan ağlamaya başladılar. ''Sen anlamadın herhalde hoca. Bir dahaki kurşunun hedefi bu çocuğun kafası olur! O yüzbaşının piçini al ve gel!''

O yüzbaşı diyordu çünkü sınıfımdaki tek asker çocuğu Mertti. Mert'in yanına gittim ve elini tuttum. ''Mertciğim söz veriyorum sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim, korkma tamam mı?''

Mert elimi öyle sıkı tutuyordu ki kendimi çok çaresiz hissettim. Adam Ferhat'ın kafasına dayadığı silahı çekti ve geçmemiz için kapıyı açtı.

Sınıftan çıktığımızda adam beni kolumdan tuttu ve adeta sürükleyerek okuldan dışarıya çıkartıp bir arabaya bindirdi. Arabaya binmeden önce etrafıma baktım. Bütün sınıflardaki öğretmenleri ve asker çocuklarını arabalara bindiriyorlardı.

Adam bana ve Mert'e birer bez uzattı. ''Hoca hanım önce çocuğun sonrada kendi gözlerini bağla.''

Bezleri aldım ve ilk önce Mert'in gözlerini bağlamaya başladım. ''Mertciğim sakın korkma tamam mı? Ben burada olacağım ve elini hiç bırakmayacağım.''

Mert başını korkuyla aşağı ve yukarıya doğru sallayarak beni onaylayınca yavaşça ve dikkatlice, canını acıtmayacak şekilde gözlerini bağladım. Ardından da kendi gözlerimi bağladım ve tekrardan Mert'in elini tuttum.

''Nereye gidiyoruz, bize ne yapacaksınız?''

''Yüzbaşı istediklerimizi yapana kadar sizi bir süre dağlarda misafir edeceğiz.''

İliklerime kadar korksamda, korkumu belli etmeyecektim çünkü ben şehit Tuğgeneral Atilla Akaç'ın kızıyım.

Babamın bana her zaman söylediği gibi; Benim damarlarımda Türk kanı akıyordu, ay yıldızımın ışığını gördüğüm gibi bütün korkularım gidecekti! Ve bu kan damarlarımda aktığı müddetçe bir avuç soysuza papuç bırakacak değildim!

Bakıp bakmamaları umrumda değildi, başımı öne eğmezdim ve şimdide eğmedim. Her zamanki gibi dik tuttum.

🌚

Araba durduğunda birisi gelip kapımı açtı ve inmem için kolumdan çekti. Adamın çekmesine ve gözerimin bağlı olmasına rağmen olabildiğince dikkatli bir şekilde indim ve Mert'in de inmesine yardımcı oldum.

Adamlar bizi bir yere doğru sürüklediler ve yere oturmamızı sağladılar. ''Gözerinizi açabilirsiniz ama kaçmayı denemeyin! Eğer denerseniz hem sizin için hem de yüzbaşının veledi için hiç iyi olmaz!''

Adım sesleri duydum. Sanırım adam gidiyordu. İlk olarak kendi gözlerimi ardından da Mert'in gözlerindeki bezi yavaşça çıkarttım. Bizi bir mağaraya getirmişlerdi.

''Mert sakın korkma tamam mı? Türk askerleri gelip bizi kurtaracak.''

''Sizde korkmayın öğretmenim babam bizi burada bırakmaz.''

Gülümsedim. ''Evet tatlım baban ve nice askerlerimiz bizi burada bırakmayacaklar.''

🌚

Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum fakat mağaranın dışından gelen konuşma ve adım seslerinden buraya doğru birilerinin geldiğini anlamıştım.

Ayağa kalktım ve gelecek kişileri beklemeye başladım. Ben ayağa kalkınca Mert de kalktı.

''Tatlım sen oturabilirsin. Boşu boşuna ayağa kalkıp yorulma ayrıca buraya birileri gelirse hemen kulaklarını kapat ve ne konuşacaklarını sakın dinleme olur mu?''

''Peki öğretmenim ama ben korkmuyorum ki neden kulaklarımı kapatayım?''

''Korkmadığını biliyorum Mertciğim, sen çok cesur bir çocuksun ama yine de onları dinleme olur mu?''

''Olur öğretmenim.''

Mert'in oturmasıyla içeriye bir kaç adamın girmesi bir oldu. Mert'e baktığımda kulaklarını kapatıp başını dizlerinin arasına aldığını gördüm.

Ortada duran ve diğerlerine nazaran hafif göbeği olan adam konuşmaya başladı; ''Umarım odanızı beğenmişsinizdir hoca hanım.''

Cevap vermek yerine, başım dik bir şekilde yüzlerine baktım.

''Hoca hanım ben Behram, buraların sahibiyim. Bir isteğiniz olursa çocuklara söylemeniz yeter.''

Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım. ''Bizi ne zaman bırakacaksınız?''

Sorum Behram denen adama komik gelmiş olmalıydı ki güldü. ''Yüzbaşı Acar Alp istediğimizi yaptığı zaman serbest kalacaksınız.''

Yüzbaşının, bu insanların dediklerini yapacağını pek sanmıyordum hatta sanmıyorum değil emindim.

''Peki ya yüzbaşı dediklerinizi yapmazsa, o zaman ne olacak bize?''

''İlk önce senin,'' dedi ve adamlarına hiç de hoş olmayan kısa bir bakış attı. "Senin ve diğer bayan hoca arkadaşlarının videolarını izlerler yine yapmazlarsa, sende dahil bütün hoca arkadaşlarının ölümlerini izlettiririm onlara. Ve hala ikna olmamış olurlarsa yüzbaşıya oğlunun ve diğer asker veleterinin ölümlerini izlettiririm.''

Behram'ın adamlarına attığı bakışı hiç beğenmedim ama yine de tebessüm ettim.

''Eğer yüzbaşı dediklerini kabul etmezse, ben kafama sıkmadan veyahut sizden birinin canını almadan evvel videomu çekerseniz ne mutlu size.''

Tuğgeneral kızı olmak kolay değildi. Normal babalar ve çocukları hafta sonlarını avmlerde, parklarda ya da başka yerlerde geçiriyorlarken, ben babamla poligona giderdim. Bu rutin babam üç yıl önce şehit oluncaya kadar devam ettiğinden dolayı her türlü silahı veya bıçağı iyi bir şekilde kullanabiliyordum. Dövüş konusunda da fena sayılmazdım.

Elime herhangi bir silah geçerse herkesi buradan çıkaramazdım elbet ama çoğu pisliği mezara götürebileceğime ve en azından Mert ile beraber buradan kaçabileceğimize inanıyordum.

Babam beni hep gizli tutmuştu bu nedenle Behram'ın babamın kim olduğunu ve benim şehit kızı olduğumu bildiğini sanmıyordum.

Behram yüzümü iyice inceledikten sonra meraklı bir ses tonuyla konuştu; ''Hoca hanım yerinde başkası olsaydı korkudan tir tir titrerdi. Sende ki bu aptal cesaretinin kaynağı nedir, kahvaltıda yürek mi yedin?''

Tahminimde yine yanılmamıştım.

Behram babamı bilmiyordu bu yüzden içi boş tehditler savurduğumu sanıyordu. Büyük ihtimalle beni ciddiye bile almıyordu.

Behram'ın sorusuna karşı daha geniş tebessüm ettim. ''Benim damarlarımda Türk kanı akıyor Behram, sen anlayamazsın.''

Sonum veya sonumuz ne olacaktı bilmiyordum, bildiğim tek bir şey vardı o da; Ben şehit Tuğgeneral Atilla Akaç'ın kızıyım. Bir avuç soysuzun önünde el öpmek hariç asla eğmediğim başımı eğecek, korkudan tir tir titreyecek değildim!

🍀

◉Lütfen oy verip yorum yapmayı unutmayınn ᜊ

◉Bölüm hakkındaki düşünceleriniz nedirr?

𖤐Tiktok: efsoviaa

 

 

Loading...
0%