Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1- ÖLÜM ISLIĞI

@elfhikayelerii

Bir gece saati, sanki bana inat yüzüme tokat gibi inen yağmur damlalarına karşı, çöktüğüm soğuk sokağın tam ortasında acıyla inledim. Saç diplerime kadar ulaşan ıslaklığı yüzüme vuran, esen sert rüzgardı ve bu sert rüzgar bana hasta olmam gerektiğini haykırıyordu. Kuruyan boğazım, bana acı verse de acıyı benimsedim ve onu sevdim. Evet, acıyı benimsedim ve acı karşılığında bana dinç kalma sözü verdi. Ben, ona güvendim. Acıya boyun eğdim.

Soğuk zeminden kalkmaya çalıştım. Hemen yanımda duran sokak lambası ortalığı tam aydınlatmıyordu ve bu sokakta benden başka kimse yoktu. Sokağa girmek için adımını atanlar beni görüyor ve muhtemelen saat geç olduğu için yollarını değiştiriyorlardı. Beni ne sanıyorlardı bilmiyordum ancak şu an kesinlikle düşündükleri kişi değildim. Buraya kadar nasıl gelmiştim hatırlamıyordum. Hareketlerim normal insanların yapacağı hareketler sayılmazdı bu yüzden benden korkmaları normaldi. Açıkçası, bu işime gelmiyor da değildi. Şu an, en çok yalnızlığa ihtiyacım olduğunu biliyordum. Sanki yarın yokmuş gibi ağlıyor, olacak yarınları da hiçe sayıyordum. Ağrıyan karnıma geçmesini umarak elimi bastırıyordum ama geçmek bir yana dursun, sanki beni öldürmek istiyormuş gibi daha da şiddetleniyor ve dayanılmaz bir hâl alıyordu.

Herhangi bir şekilde yaralanmamıştım. Karnımın ağrımasının sebebi psikolojikti.

Elim karnımdayken dişlerimi sıktım ve doğrulmaya çalıştım. Ayaklarım her seferinde birbirine dolanıyordu. Hiç dinmeyecekmiş gibi yağan yağmur işimi zorlaştırıyordu.

Oysa yaz mevsimindeydik. Bu aralar böyle yağmur yağması imkansızdı ancak sanki bana inat çok daha sert hatta kışın yağan yağmurlardan bile sert ve dondurucu bir yağmur vardı. Belki de bulutlar bana, beni anladıklarını göstermeye çalışıyorlardı.

Kesinlikle başarıyorlardı.

Üşüdüm. Normalde üşümeyen bedenim, güçsüzmüşüm gibi titredi ve ben hiçbir şey yapmadan kafamı göğe kaldırdım. Elim hala karnımdaydı ve diğer elimi sanki uzanabilecekmişim gibi bulutlara kaldırdım. Elime damlayan yağmur damlalarını hissederek bir kez daha hıçkırdım.

"Neden?!" dedim boğazımın acımasını umursamadan. "Neden?!" Bu bir isyan değildi. Kimseye kızmıyordum. Eskiden kendimi suçlardım ancak şimdi kendimi bile suçlayamıyordum. Dayanacak ne gücüm kalmıştı ne de sabrım. Birilerini suçladıkça daha kötüleri yaşandı ve ben nefessiz kalsam da kimse umursamadı. Ben de suçlamak yerine suçlandım ancak yine ve yine nefesim yetersizdi. Şimdi ne yapacaktım?

Gökyüzüne diktiğim bakışlarımı kıstım ve yüzüme damlayan yağmur damlalarını gözlerimle takip ettim. Gözyaşlarım yağmur damlalarına karıştı. Bunu bile umursamadım. Az önce kalktığım yere yine oturdum. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim. Tüm bunlar beni yormuştu. Karnımın acısı daha da arttı. Öyle çok acı çekiyordum ki ayakta bile kalamamıştım.

Ellerim ıslak saçlarıma gitti. Tüm olanları zihnimden atmak belki de hafızamı kaybetmek istedim. Kafamı duvarlara vura vura bilincimi yitirsem de kâbusumda yine o görüntüleri görürdüm. Belki de bu bir kâbustu. Bu, kâbus olmak zorundaydı. Delirdiğim düşünmek, tüm bunların gerçek olduğuna inanmaktan çok daha kolaydı.

Yerde oturmam yeterli gelmedi bana. Başım asfalt zeminle temas etti ve ben bir kez daha acıyla inledim. Bacaklarımı kendime çektim. Kamburumu hissederek ağlamaya devam ettim.

Beni kimse aramadı.

Beni kimse sormadı.

Beni kimse merak etmedi.

Bir kez daha hissettim her zerremde acıyı. Sabah yaşadığım o olayı hatırladım. Titreyen dudaklarım arasından titrek bir nefes soludum ancak bu yetersizdi. Ciğerlerim patlayacakmış gibi hissediyordum. Yer de hava gibi soğuktu ancak soğuğa karşı koymak için fazla yorgundum. Yüzüme bulaşan çamuru, bedenimi yağmalayan yağmuru, yanımda sanki beni kendime getirmek istermiş gibi havlayan köpeği umursamadım. Yavaş yavaş kapanan gözlerime inat direndim ancak bilincimi kaybetmem uzun sürmedi.

Ben tamamen tükenmiştim.

Çünkü bu gece, zaten çoktan vazgeçtiğim ancak vazgeçtiğimi kendime bir türlü yediremediğim birine son kez veda ediyordum. Saf duygularıma, çocukluğuma...

Anneme.

Zira eskiden nefret dolu cümleler dökülürken ağzımdan. Onu hâlâ severken üstelik. Ne yaparsa yapsın severdim de. Ancak durum artık tamamen değişmişti.

Siz hiç canınız pahasına sevdiğiniz birine ona söylemeden, söyleseniz bile önemsemeyeceğini bildiğiniz birine sessizce veda ettiniz mi?

Ben ettim.

Bir veda, bir yok oluş...

Ya da bir var oluş...

Kapanan gözlerime direnmedim. Bir kez daha pes ettim.

4 saat önce:

İçeriden gelen kahkaha seslerini dinledim. Bağı çözülen bacaklarımın buraya kadar nasıl geldiğine dair en ufak bir fikrim bile olmasa da beynim hâlâ bu duruma karşı çıkıyor ve kendine somut kanıtlar arıyordu. Titreyen ellerimi umursamadan önümdeki kapıya uzandım. Derin bir nefes aldım ve tüm o acıyı içime hapsettim. Tutsak ettiğim gözyaşlarımın taştığı gün, benim öldüğüm gün olacaktı. Bunu biliyordum. Yavaş yavaş araladığım kapıyla birlikte yerde olan kısık bakışlarım odaya döndü. Şimdiye kadar sakindim ancak gördüğüm görüntü karşısında boğazımdan bir hıçkırık yükseldi. Sürekli ağlayan kızlardan değildim. Ben savaşırdım. Sadece yorulduğumda ağlardım çünkü biliyordum. Ağlamak; güç toplamak, tüm olanlar sona erdiğinde daha güçlü ayağa kalkacağına inanmak demekti. Ağlamak pes etmek değil; ağlamak haykırmak, seni ağlatana güçlü adım seslerini duyurmak demekti.

"Anne, " dedim ona bakarak. Sesim sanki annesine seslenen, korkmuş, küçük bir kız çocuğu gibi çıkmıştı. O kadar içten ağlıyordum ki annem beni duydu. O gün annem beni ilk defa duydu hatta. İlk defa gördü gözleri çaresizliğimi.

Annem beni fark etti.

Dağınık odada gezindi bakışlarım daha sonra yatakta üzerine yorganı siper eden adamı gördüm. Yüzünde kocaman bir şaşkınlık vardı ve yavaş yavaş şaşkınlığı utanca dönmeye başlamıştı.

Elimi saçlarımdan geçirdim ve bir ihtimal acıyı keser diye çaresizce onları çekiştirdim. Acı her yerdeydi. Acı, saç diplerimdeydi. Acıyı kessin diye çekiştirdiğim saçlarımdan elime daha fazla acı bulaştı. Ben yavaş yavaş acıya battım. Yine kimse duymadı. "Neden yaptın bunu bize? Babama bunu nasıl yapabildin, söylesene!" Gözlerim onu sınıyordu. Kalbimi bir kez daha yaralaması, beklemediğim bir şey değildi. Annem sayesinde acıya bağışıklık kazanmış bedenim, umursamak istemiyordu. Aklım almıyordu. Bir anne nasıl bu kadar acımasız olurdu?

Acıyla bağışıklık kazanmak mı? Sanırım becerememiştim.

Hiçbir beden acıya bağışıklık kazanamazdı. Bunu geç olsa da fark etmiştim. Acıyı benimserdik sadece. Acıya alışırdık ancak o acı yine de can yakmaya devam ederdi. Sen ses çıkarmadıkça, nefesini keserdi. Dururdun. Acıya boyun eğmek yerine öylece karşısında dikilir, pes etmeyeceğim diye haykırırdın.

Sonra benim gibi, diz çökerdin. Pes etmek bazen kurtuluş olurdu. Çünkü ruhlarımıza çok fazla kan bulaşmıştı.

Annemle göz göze geldiğimizde, utanmasını bekledim. Yüzünde, bana acıdığını dair bir iz aradım. Annemin ilk defa bana acımasını istedim. Yoktu. Annem, anneliğini göstermediği gibi, duygularını da göstermiyordu bana. Tanımadığım o adam bile utanırken, annem öylece yüzüme baktı. Duygusuz biriyle savaşmak, duygu yüklü bir insan için çok zordu.

"Anne bir şey söylesene!" dedim bağırarak. Hırsla elimdeki çantayı yere savurdum. "Bir şey söyle kendini savun, kendini savun ki gözlerime değil sana inanayım." O benimle dalga geçiyor olmalıydı. Bu bir şakaydı ve annem birazdan büyük, şen bir kahkaha atarak bana sarılıp şaka olduğunu dile getirecek, daha fazla gülecekti.

Oysa annem bana hayatım boyunca bir kez bile gülmemişti.

Anneme söylediklerim ağır gelmiş olmalı ki elleriyle yüzünü sıvazladı bir harabe gibi. Yıkık dökük bir harabe gibi. Üzülmemişti benim gibi. Yakalanmak ona ağır gelmişti. Ama kırılan, yıkılan, dökülen bendim. Benim duygularımdı. Geçmişim ve geleceğimdi. Onlar benden hayatımı değil onlar benden beni çalmıştı. O yine yıkılmadı. O yine utanmadı ve dimdik yüzüme bakmaya devam etti. Bu bakışlarını biliyordum. Birazdan beni öyle bir yerin dibine sokacaktı ki bin kat toprak atılsa üstüme yine de böyle hissetmeyecektim.

Annemdi o benim.

Kokusunu anımsamak isterdim ancak o bana kokusunu hissettirecek kadar bile sarılmamıştı.

Annem değildi o benim.

Her hatasını görmezden gelmiştim. Ama bu biraz fazla değil miydi?

Bazı kadınlar anne olmamalıydı. Çünkü olamazlardı.

Tıpkı karşımda bana canımı kanatacak kadar duygusuz bakan annem gibi.

Benim en büyük şanssızlığımdı. En derin yaramdı.

Omuzlarından yakalamak, onu o hastalıklı beyninden uzaklaştırmak istedim. Her şeyimi verirdim. Hem de her şeyimi. Gerekirse canımı bile. Ama daha fazla kırılmaya tahammülüm kalmamıştı. Buna daha fazla dayanamadım. Annem olsa bile artık ona katlanamazdım.

Arkadaki adam bize bakarken o gün geldi aklıma. Aynı bu şekilde görmüştüm ablamla hoşlandığım çocuğu, yatakta.

Neden bu hayatta hep ben aldatılıyordum? Ablama anlatmıştım. Onu ne kadar sevdiğimi ama açılamadığımı. İstese sonsuza kadar anlatırdım. Ama silip attı. Daha gençsin dedi ve hiç anlatmamışım gibi davrandı. Umursamadım. Yine ve yine umursamadım ablamı. Çünkü o benim canımdı, o benim kanımdı. Gururumu ayaklar altına aldım ve yine onlara döndüm ben. Onlara sığındım.

Keşke, yalnızca kendimi korusaydım.

"Kızım bunu babana söyleyecek misin? " O bana ilk defa böyle içten bir şekilde kızım diyordu. Annemin ağzından bir kere bile ciddi anlamda kızım kelimesi çıkmamıştı. Genelde alaylı olurdu. Gerçek anlamda hep babam söylerdi ve ben de annem böyle içten bir şekilde söylese nasıl hissederim diye düşünürdüm. Ancak şimdi fark diyordum da bazı şeyler yaşanmadan daha katlanılırdı. Kendimden iğrendim o an. Onun kızı olmak bana büyük bir utanç kaynağıydı. O kadar sinirliydim ki annem olmasa onu şuracıkta öldürebilirdim. Bana nasıl sorardı bu soruyu? Nasıl hiçbir şey olmamış gibi sanki hiç suçlu değilmiş gibi babamdan saklamamı isterdi?

"Neyi anne?" dedim bir kez daha bağırarak. Parçalanan kalbimi bir kez daha gözlerine sokmaya çalıştım ancak o yine bakmadı bana. Bir insan, annesinden sevgi dilenebilir miydi? Bir insan, annesine ona acıması için yalvarabilir miydi? "Babamı şirketimizin ortağıyla nasıl aldattığını mı?" Gerçekleri yüksek sesle söylemem, biraz ağır gelmişti bana. Bu yüzden birkaç adım geri gittim.

Annem bana boş gözlerle bakarken ben, arkamı döndüm ve çantamı elime aldım. Kapıdan çıkıyordum ki annemin katı sesi beni yine, bir kez daha paramparça etti.

"Baban zaten hasta, Afra! Hatta son günlerini bile yaşıyor olabilir. Eğer bildiklerini söylersen onun ne direnci kalır ne de hayatı. Ayrıca hadi bunu göze alıp söyledin diyelim. Seni mirastan men ederim!" Şok geçirdim. Evet, tam anlamıyla şok geçirdim. Normal bir günde 'Annen böyle söylese şaşırır mıydın?' diye sorsalar düşünmeden hayır derdim ancak ondan duymak beni bitirdi. Bu, büyük bir yüktü değil mi? Yüzümde bir parça sırıtma olsa da bunun sinirden olduğu açıkça belliydi. Elimdeki çantaya baktım. Sonra yavaş yavaş arkamı döndüm ve elimin tersini ağzıma kapattım. Gerçekten, kusmamak için üstün bir çaba harcıyordum. Midemi bulandırıyorlardı. Bu annemin beni ilk ezdiği gün de değildi, ilk kırdığı gün de değildi. Ama aptallık bendeydi. Her seferinde umut etmenin acısı, daha fazla yakıyordu canımı.

"Biliyorsun kızım," Yavaş adımlarla yanıma ulaştı ve saçlarımı okşadı. Saç uçlarımda parmaklarını hissettim. "Tüm bunları sizin için yaptığımı biliyorsun." Kafasını salladı beni ikna etmek için. Ne yapmıştı benim için? Ben ondan hiçbir şey istememiştim ki. Sadece annelik yapsa yeterdi. "Gel otur benimle." Ellerimden tuttu ve beni yönlendirdi. Gücüm yoktu. O kadar dermanım yoktu ki annemin beni çekiştirmesi hiçbir şey hissettirmedi. Ayakta duramıyordum ama bir an önce bu odadan çıkmak istiyordum.

Beni balkona çıkartırken kafasını adama döndürdü ve ufak bir işaretle onu gönderdi. Bu kadar mıydı yani? Bu kadar basit miydi?

Adamı da umursamadım annemi de. Yanan ve şiştiği için zor dayandığım gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım ve beni yönlendirdiği sandalyeye resmen kendimi bıraktım. Konuşamıyordum, sesim çıkmıyordu. Ayağa kalkıp istediğim gibi odayı terk edemiyordum, canım yanıyordu.

Dışarıdan bakan birisi sakinleştiğimi düşünürdü. Ancak içimde öyle bir savaş veriyordum ki sakinliğimin bir maske olduğunu düşünüyordum. Gözlerim gözleriyle kesiştiğinde önüme bir bardak su koydu. Bardağa bakmak yerine anneme diktim bakışlarımı ve görmek istedim duygularını. Hiçbir şey yoktu. Hepsi sahteydi ve bu yüzümü buruşturmama yetmişti.

"Neden?" dedim kısılan sesimle. Ağzımdan ufak bir hıçkırık daha kaçtı. Dudaklarımı birbirine kenetledim ve kendimi dizginledim. "Ne, neden?" Gerçekten yine hiçbir şey olmamış gibi mi davranacaktı? Amacı neydi?

"Ne yetmiyor sana anne! Paramız var, aç değiliz açıkta değiliz! Hâlâ neden aç gözlülük yapıyorsun?!" Bu kadar ileri gidebileceğini tahmin etmemiştim. Annemin yaptığı her şeye göz yummuştum ama babama zarar verecek herhangi bir şeye göz yumamazdım. "Ne biliyorsun ki sen?" dedi alaylı bir ifadeyle. Arkasına yaslandı ve üzerindeki geceliği çekiştirdi. Saçlarını geriye atarak derin bir nefes bıraktı ortaya ve gözlerini yeniden gözlerime dikti. "Benim için de kolay değil Afra. Görmüyor musun ne kadar uğraşıyorum şirket için? Ben olmasam o hasta adam, ayakta tutabilir miydi şirketi?" Yutkundum. Bu öyle acı dolu bir yutkunmaydı ki boğazımdaki yumruyu daha sert hissetmeme neden olmuştu. Annemin kocasından, babamdan, hasta adam diye söz etmesi beni gittikçe derinleşen bir çukura attı ve o çukurun üstü yavaş yavaş toprakla kapandı.

Şirket ve geri kalan tüm miras annemin üzerindeydi. Babam uzun süre sonra kenara çekilince işleri anneme devretmişti. Annemin de zaten para için evlendiğini biliyordum. Parayı alınca her gün evin huzurunu kaçırdı. Yapmadığı halde her suçu babama attı. Babam kızları için ses çıkarmadı uzun süre. Sonra dayanamadı. Annemi boşamak istedi. Annemse içindeki kötülüğü belli ederek babamı parasız bırakmakla tehdit etti. Aslında babam onu bile göze almıştı. Ama benim yalvarmalarım sonucunda bu rezil hayatı benimle yaşamayı kabul etti.

Biliyordum çünkü. O hasta haliyle tek kuruş vermezdi ona. Tedavisi için para gerekliydi. Babamın acı çekmesini izleyemezdim.

Ama aptallık bendeydi.

'Keşke,' dedim içimden. 'Keşke babamın kararına saygı duysaydım.' Şimdi bu suçluluk duygusuyla nasıl yaşayacaktım? Gerçi yine olsa, yine tedavisi için anneme boyun eğerdim. Babamın canı için gururumdan vazgeçerdim. Belki de bu yüzden tüm bunlara katlanmak zorundaydım. Bu bir bedeldi. Ödenmesi gereken bir bedel...

"Sen güçlü bir kadın değilsin ki anne!" Sesimdeki o fısıltı kulağına ulaştığında, sert bakışları yüzüme dokundu. Ben de onun yaptığı gibi arkama yaslandım ve sert, tehditvari bakışlarından kaçtım.

"Yaptığın utanılması gereken bir şey. Diğerleri babamı aldattığını duyarsa sana nasıl bakarlar, haberin var mı?" Gözlerini kıstı ve yüzümü inceledi. Ancak bu yeterli değildi. Elimdeki telefonu kaldırdım. "Her şey, benim elimde anne." Görüntüleri, sesleri, kanıt sayılabilecek her şeyi önüne bıraktım. Telefonu eline aldı ve uzun uzun inceledi fotoğrafları. Gözlerinde ilk defa herhangi bir ifade okundu. Korkuydu bu ancak bilirdim ben. Onun korkması demek, benim korkmam demekti. Çünkü o bir şeyden korkarsa titremezdi. O bir şeyden kokarsa, karşısındakini titretirdi.

"Bunu nasıl yaparsın anne? Beni bunu yapmayan nasıl mecbur bırakırsın? İçinde ufacık da olsa bir evlat sevgisi yok mu senin? İnsanlığın nerede, söylesene?" Elindeki telefonu sertçe masaya bıraktı. Aldığı derin nefesi verirken gözleri gözlerime tırmandı ve dudaklarını araladı.

"Bunu yapamazsın. Babanın tüm masraflarını ben karşılıyorum. Eğer bu cemiyetten herhangi birinin eline geçerse şirket batar ve tahmin edersin ki babanın tedavisi için gereken parayı alamazsın. Yani ikimiz de biteriz." Şimdi ise bakışlarında özgüven vardı. O hep kazanırdı. O hep benimle savaşır ve kazanırdı.

"Benimle oynama, anne. Yaparım. Yemin ederim sırf acı çektiğini görmek için bile yaparım. Babama dua et sen. Babamı yaşat ki paylaşmayayım bunları. Onun öldüğü gün," Gözlerimle telefonu işaret ettim. "Hepimizin öldüğü gün olacak çünkü." Yavaşça ayağa kalktığımda o da bana eşlik etti ve ufak adımlarla yanıma geldi. Tehdidimi pek tabii anlamış, harekete geçmek için vakit kaybetmemişti. Eli yavaşça saçlarımda dolanırken dudağının kenarı yavaşça kıvrıldı ve eli saçlarımı bir kıskanç gibi yakaladı. Tüm gücüyle saçıma yapıştığında, acıyla inledim ve nefret dolu bakışlarımı ona yönlendirdim. Boyu benden kısaydı ancak annem olması, en başından onu alt edememem için bir engeldi. Daha doğrusu engel olan onun annem olması değil, benim saygılı bir insan olmamdı.

"O kadar toysun ki, insanların çalışarak başardığını düşünüyorsun. Hep yüzeysel bakıyorsun ve asıl olayı görmüyorsun. İyi bir dersi hak ediyorsun sen! Çok yüz buldun tabi benden o yüzden böyle davranıyorsun değil mi?" Büyüttüğü gözlerine korkuyla baktım. Beni korkutan bu bakışlarından nefret ediyordum. "Elindeki tüm kanıtları bana vereceksin. Yoksa, babanın kanserle olan savaşına kendi ellerimle son veririm." Sadece alınan ve verilen nefesleri duydum. Annemin asıldığı saçlarımın diplerinde acıyı hissettim. Derin derin nefes aldım ve yavaş yavaş verdim. Gözlerim duvardaki saate takıldı ve ondan gelen tik tak sesleriyle kendimi avutmaya çalıştım. Yanağımın ıslandığını fark ettim.

"Nasıl bu kadar kötü olabilirsin, anne? Sen nasıl benim annem olabilirsin?" Sesim o kadar aciz çıkmıştı ki onun karşısında kendimi bir böcek gibi hissediyordum. O beni hiç acımadan ezen bir insandı ve beni öldürmesi umurunda bile değildi. Ona verdiğim değerin yarısını bile bana vermiş olsa, şimdi mutlu bir ailemiz olurdu değil mi?

"Asıl sen nasıl benim kızım olabilirsin? Senin gibi bir kızım olacağına ölmeyi yeğlerim." Boğazımdaki yumru yeniden baş gösterdi. İnip kalkan göğsüme tezat annemin sakinliği, beni çileden çıkartacak kadar sinir bozucuydu. Titreyen sesimi umursamadım. Ağlayan gözlerimi, titreyen ellerimi, ona karşı koyamayan bedenimi umursamadım.

"Seni kesinlikle mirastan men etmeliyim!" Asıldığı saçlarımı kafamı ittirerek bıraktı ve masada duran telefonu eline aldı. Ne zaman anlayacaktı? Benim mirasına, parasına değil, anneliğine ihtiyacım olduğunu.

Ağzımdan ufak bir hıçkırık kaçtı. Bu ufak hıçkırık bir çığ gibi büyüdü. Yavaş yavaş beni de içine kattı ve ölmem için daha fazla güç uyguladı. Yavaş yavaş benliğimi kaybettim ve bir ağlama krizine kurban gittim. "Senin," dedim gittikçe artan hıçkırıklarımı biraz olsun dizginleyerek. "Senin soy ismini taşımaktansa ölmeyi tercih ederim." Kafasını telefondan hızla kaldırıp bana öyle bir baktı ki, içimin yandığına emin oldum. Ağzım kurudu. Hatta bayıldım sandım ancak dimdik ayaktaydım. Katlanamıyordum ona. Katlanamıyordum yaptıklarına. Ruhum artık bedenime ağır geliyordu. Zaten uzun zamandır terapi görüyordum. Ama olmuyordu. Hayatım boyunca aldatılmış ama küçük şeylere aldanmıştım. Kandırılmış ama mutlu olmak için uğraşmıştım.

"Öl o zaman!" Annem bir kez daha bağırdı. Bir kez daha sildi beni hayatından. O da ölmeyi yeğlediğini söylemişti, ben de. Ancak annem eklemişti. Sen, demişti. Ölmelisin.

Elim elindeki telefonuma kaydı. Almama izin verdi çünkü biliyordu. Ona tutsak yaşıyordum ve hiçbir tutsağın bir bedel ödemeden özgür olamayacağını biliyordu. Her tutsak ödeyeceği bedelden korkardı. Çünkü ödenen bedel hep acı verici olurdu.

O ölmeden, bana ölüm yoktu artık.

Arkamı döndüm usulca. Kimseye sezdirmeden, kendimi bile hissetmeden.

"Merak etme, " dedim gücümün her zerresini bağırmak için kullanarak. "Öleceğim. Senin kızın olmaktansa ölmeyi tercih ederim."

Daha fazla kalamadım. Bunu başaramadım. Adımlarımı hiç olmadığı kadar hızlandırdım ve kendimi bir hışımla dışarı attım.

******

Gözlerimi araladığımda, annemin yanından ayrıldıktan sonra saatlerce acı içerisinde kıvrandığım sokak ortasında buldum kendimi. Ne zamandır buradaydım hiçbir fikrim yoktu ancak hava daha aydınlanmamıştı. Ortalıkta fazladan bir insana bile yoktu. Gecenin ıssızlığı sokaklara çökmüştü ve kendimi kaybetmeden önce yeni yeni yanan sokak lambasının loş ışığı, şimdi daha etkiliydi. Karnımda ufak bir sızı hâlâ vardı ancak daha iyiydim. En azından kendimdeydim.

Yattığım yerden doğruldum ve ıssız sokakta arkamda kalan evleri umursamadan yürümeye başladım. Yokuş sayılmayacak kadar dik bir yola sapıp, sarsak adımlarla yürüyor, etrafıma bakınıp iyi olmayan zihnimin bir rüzgar gibi beni nereye savurduğunu anlamaya çalışıyordum.

Karşımda bir mezarlık vardı. Ne yani koşarken, neredeyse bir mezarlığın sokağına girmiş ve hiçbir şey olmamış gibi bilincimi tam anlamıyla yitirmiş miydim? Nerede olduğumu bilmiyorum ancak annemden ayrıldıktan sonra bir taksiye binmiştim. Adama yalnızca sürmesini söylemiş, kısa süre sonra da inmiştim. Daha sonra uzun süre koşmuştum. En son bir otelin önündeyim ve o otele en yakın mezarlık en az bir saatti. Neler oluyordu böyle?

Sakinleşmek adına derin bir nefes aldım ve karanlıkta göremediğim her yeri gözlerimi kısarak görmeye çalıştım. Ancak bunun bana bir faydası olmadı. Kulaklarım, korkutucu baykuş sesi ve rüzgarla beraber birbirine sürünen ağaç dallarını çıkarttığı ses dışında hiçbir şey duymadı. Üzerimdeki kısa süreli bir ürperti geçti. Hasta olacağıma adım kadar emindim. Muhtemelen saatlerce sokak ortasında, yerde kıvrılmış üstelik üzerime pek çok damla yemiştim. Yağmuru severdim ancak haddinden fazlası, işkence oluyordu. Bunu en iyi ben bilirdim.

Kollarımı bedenime dolandım ve ufak adımlarla mezarlığa bile girmeden, yürümeye başladım. Etrafta ne insan ne de araba vardı. Neredeydim ben böyle?

Ne kadar yürüdüm bilmiyordum ancak arkama baktığımda, yürüdüğüm süreye oranla oldukça kısa bir mesafe kat ettiğimi fark etmem uzun sürmedi. Kaşlarımı çattım ancak sonra aklıma ufak adımlar attığım geldiğinde elimi saçlarıma daldırdım.

Bu defa, karnıma gerçek bir acı saplandığında üşüttüğüme emin oldum çünkü bu acıyı bilirdim. Delirmek üzereydim. İki büklüm bir şekilde, kaldırıma çöktüm ve dizlerimi kendime doğru çektim. Yardım isteyebileceğim kimse yoktu. Resmen dağ başında sayılırdım ve birazdan kurda kuşa yem olacağıma emindim. Tam o sırada, kulağıma bir kurt uluması geldiğinde korkuyla sıçardım. Ellerim kulaklarıma siper olduğunda gözlerimi de kapattım ve titremelerimi dizginlemeye çalıştım.

Gözümden yanağıma korkunun eseri, silik bir yaş düştü. İçim ürperdi ancak ben çaresizce üzerimdeki gri, en sevdiğim hırkama sokuldum. Altımda siyah taytım ve içimde de siyah kalın askılım vardı. Havalar yavaş yavaş ısınıyordu fakat sanki bu gece, inadına çok daha soğuk ve çok daha acımasızdı.

Çaresiz gözyaşlarımı bıçak gibi kesen bir ses çalındı kulağıma. Bir ıslık sesi...

Uzaktan gelmiyordu ancak yakın da sayılmazdı. Duymak çok zordu. Dizime gömdüğüm kafamı kaldırdım ve ağzımdan kaçan ufak hıçkırığı nefesimi tutarak dağıttım. Elimin tersiyle bu soğukta yanağımı üşüten yaşlardan arındım. Yeni yeni geçen karın ağrımın yeniden baş göstermemesi için içimden dualar ettim. Elim karnıma gitti ve titrek bir nefes alarak dimdik olmasa da, yine de dik olan sırtımla fazla hareket etmeden yürümeye başladım. Ufak adımlarla ıslığı takip etmeye çalıştım. Bu ıslık kime aitti ya da ıslığın sahibi neredeydi bilmiyordum. Etrafıma bakındım ancak bir insan silüeti bile görmedim. Etrafın karanlık olması bunun en büyük etkeni olabilirdi tabi. Hiç istemesem de, ıslığın mezarlıktan geldiğine emin olarak o tarafa doğru döndüm ve duraksadım. Zombiler gerçek değildi. Hayalet diye bir şey de yoktu zaten. Korkuyordum ve bu korku beni çocuk gibi ağlamaya sevk ediyordu. Telefonum ya da çantam neredeydi yine bilmiyordum. Delirmemek için çok zor duruyordum. Yeniden etrafıma bakındım son çare olarak. Görünürde yine insan yoktu. Bir zombinin ıslık çalacağını hiç düşünmüyordum. Hayalet de çalmazdı herhalde. İstemeye istemeye mezarlığa ilk adımımı attım ve kaldırım taşları ile döşenmiş yola girdim.

Ne kadar yürüdüğümü hesaplayamayacak kadar korktuğum bir anda, arkamdan birkaç kuşun hızla göğe yükselmesi ile korkuyla sıçradım. Bana inat oluyordu tüm bunlar! Korku filmi mi çekiyorduk canım?

Islık sesi kısa süreliğine kesildi. Yüzüm korkuyla buruştuğunda yeniden bir ıslık sesi duyarım umuduyla kulak kesildim ve istediğim gibi de oldu. Islık sesi daha yakından geliyordu. Ancak tam arka tarafımdan gelmesi biraz daha tırsmama yol açmıştı. Titreyen bedenime tezat beynimin verdiği komutu yerine getiren bacaklarım yavaş hareketlerle arkama dönmeme ve ıslığı hissetmeme yol açtı. Çok yakındaydı. Bu ıslığın sahibi her kimse, yalnızca birkaç adım uzağımda olmalıydı.

Titreyen bacaklarımı umursamadım ve inadına daha fazla güç toplayarak yürümeye başladım. Karanlıktan önümü de göremiyordum zaten. Yaklaştım, yaklaştım ve yaklaştım...

Islık sesi artık hemen önümden yayılıyordu etrafa. Suratıma bir nefes vuruyordu ve ben, aciz bedenimle daha fazla titriyordum. Mezarda, bir ıslık sesine kurban gidiyordum. Son bir adım daha attığımda ıslık çalmayı kesti ve yavaş yavaş çiseleyen yağmurun sesi, kulaklarımı esir etti.

Karşımda benden oldukça uzun, siyah bir kapüşonluyla yüzünü gizlemiş, siyah pantolonu ve geniş omuzlarıyla arkasını görmemi engelleyen bir adam duruyordu. Oldukça korkutucuydu ve yüzünü görmemek beni daha çok strese sokuyordu. Alamadığım derin nefesler canımı yaktı ve titrek bir nefes almadan duramadım.

Kim gecenin bir yarısı, ıslık çalarak ve simsiyah giyinerek mezarlığın ortasında dolandırdı ki?

"İyi akşamlar." dedim titreyen sesimle. Gerçekten iyi miydi akşamlar? Aman, ne iyi akşamı canım? Ne diyordum ben Allah aşkına? Sanırım korkudan aklımı kaçırmıştım. Şu an sadece yere çöküp bağıra bağıra ağlamak istiyordum. Bana cevap vermedi ve ıslık çalmaya yeniden başladı. Yağan yağmura ıslığı karıştı ve birlikte ahenk içinde dans ettiler. Her düşen yağmur damlası onun dudaklarının arasından çıkan nefese karıştı ve ortalığa beni bile bir anlığına etkileyecek bir ezgi çıktı.

"Ee," dedim üzerimdeki hırkaya yeniden sarılarak. Acilen söze girmem gerekiyordu. Resmen kıvranıyorum ve bu utanç vericiydi. Ancak şu an utanmak yerine kafama takmam gereken daha mühim konular vardı. "Şu an neredeyiz acaba?" Durmadı, ıslık çalmaya ve bana işkence etmeye devam etti. Bense korkudan hırkama daha fazla sarılmış, karşımdaki muhtemelen ruh hastası olan adamın bana yapacağı acı verici işkenceyi hayal ediyor ve yeniden titriyordum. Neden ıslık çalıyordu bu adam? Ne istiyordu şu an benden? Madem yardım etmeyecekti önümde çekilseydi de zaten kendimde bulduğum son damla gücümle başka bir insan arasaydım. Medeniyetten ne kadar uzaklaşmıştım acaba? Burada telefon çeker miydi? Belki de bir kaldırıma çöküp ölmeyi beklemeliydim. Ya da bu karşımdaki adam benim belam olacaktı ve o bir katildi. Aklımda kurduğum saniyelik senaryoya karşılık gözlerimi büyüttüm ve birkaç adım geriye gittim.

"Telefonunuz var mı acaba? Kullanmam lazım da." Harika, harika! Ruhumu teslim etmeden önce katilime telefonunun olup olmadığını sormak çok mantıklıydı. Ne yapacaktım? Arkamı dönüp kaçsam, beni yakalaması birkaç saniyesini aldırdı. Hem güçsüzdüm hem de uzun bacakları benim daha kısa olan bacaklarımla karşılaştırıldığında, onun bir adımı benim iki adımıma tekabül ederdi. En mantıklısı oturup yukarıya süzülen ruhuma bir fatiha okumak gibi duruyordu şu an.

Elini kaldırdığında, refleks olarak bir adım daha geri gittim. Hızla kapanın gözlerimle birlikte kafamı sağa yatırdım ve bedenime temas edecek bir el bekledim. Beklediğim darbe gelmediğinde, tek gözümü yavaşça aralayıp korku dolu bakışlarla eline baktım. O, elini arka cebine atarak bir telefon çıkarttı. Belki de kurbanının son dilediğini yerine getirmeyi amaçlıyordu.

"Burada çekebileceğini pek zannetmiyorum ama yine de dene istersen." Sesini ilk defa duydum. Erkeksi, kalın ve eşsiz sesi karşılığında elim kalbime gitti. Ah, sesi çok güzeldi. Kesinlikle katilim olmayı hak ediyordu. Telefon umurumda bile değildi, beni hemen öldürebilirdi.

Şaka.

"Almayacak mısın?" Bir anlığına duran beynime ufak bir küfür savurdum. Hemen toparlandım. Gören de erkek düşkünü bir sapık olduğumu sanırdı. Beynim şu an pek iyi çalışmıyordu yoksa bu katil adamın elinden çoktan kurtulmuştum!

Telefonu elime alırken ellerimiz temas etti ve muhtemelen bu temastan kaynaklanan bir ürpertiye ev sahipliği etti bedenim. Kendimi hızla geri çektim ve titreyen ellerimle birlikte gözlerimi telefona çevirdim.

Elime çamur bulaşmıştı. Gözlerim yine büyüdü ancak kafamı kaldırıp adama bakamadım. Tanrım, utanmasam korkudan altıma yapacaktım.

Duru'nun numarası neydi? Duru kimdi? Evet, Duru en yakın arkadaşımdı. Tamam, şimdi numarası neydi?

Titreyen parmaklarımı harekete geçmeleri için zorladım ve ne zaman ezberlediğimi dahi bilmediğim numarayı tuşlayarak titreyen nefesimi bir kez daha verdim. Hiçbir şey çaktırmamam gerekiyordu. Kendimi toparladım ve şansıma küfür etmek için hazırladım.

Telefon, çekmiyordu.

Yapay bir gülümseme ile adama döndüm ve elimdeki telefonu uzattım. "Neyse ki arkadaşım burada olduğumu biliyordu önceden. Gelir birazdan, polis kendisi!" Yalan, yalanı doğururdu. Ama korkudan yalan söylediğimin bile farkından değildim. Adam elimdeki telefona uzanırken kendi kendine fısıldadı. "Polis mi?" Öldürecek! Yemin ederim öldürecek seni Afra! Kaç kurtar kendini kızım, kaç kurtar!

"Evet, bayağı güçlü bir polistir. Her türlü suçluyu falan yakalar. Kaç katili tıktı hapse hesaplayamadım. Siz düşünün." Yapay gülümsemelerim yüzünden yüz kaslarımın zedelendiğini düşünüyordum. Kafamı salladım ve onu inandırmaya çalıştım. Burada kesinlikle ölmeyecektim. Üzerimdeki hırkaya daha fazla sarıldım.

"Anladım." dedi kafasını sallayarak. Yüzünü neden göstermiyordu? Ben dikkatli bir şekilde adamı inceleyip kanıt sayılabilecek her şeyi hafızama kazırken adamın arkasından, ki arkasını uzun boyu ve geniş omuzlarından göremiyordum, bir ses yükseldi. Kulağıma kadar ulaşan adım sesleri ve ortalığı aydınlatan bir fener ışığı... Adam hızla arkasını döndü ve nefes verirmiş gibi "Siktir!" dedi. Keskin bir sesle söylediği bu küfür gözlerimi büyütmeme ve olanları idrak etmekte zorlanmama neden oldu. Neler oluyordu yine?

"Bana bak!" dedi önüne dönüp omuzlarımı yakaladığında. Parmaklarının, tenimde iz bıraktığına emindim. Acıyla inledim ancak durmadı ve beni sarstı. Elinden kurtulamıyordum. Resmen kaskatı kesilmiştim.

"Sessiz olmazsan ikimizin de ölüsü çıkar buradan, anladın mı?" Kesik kesik aldığım nefeslerini yüzüne üfledim ve kafamı salladım. Rehin mi alınmıştım şimdi? Gelen kişi kimdi? Yoksa bu adamın peşinde kötü adamlar mı vardı? Nereye düşmüştüm ben yine?

Az önce temas eden ellerimizden bedenime yayılan ürperti şimdi, bir bütün haline gelen bedenimizde dolanıyordu. Ürpermedim ancak eli elime temas ettiği an gözlerimi korkuyla açtım. Büyük adımlarla ilerledi ve beni de peşinden sürükledi. Düşecekmiş gibi yalpaladığımda öfkesini hissettim. Sanki şimdi o adamlara yardım için bağırsam, beni hemen burada öldürecekti. Kime güvenecektim? Yardım için sesimin son noktasına kadar bağırmalı mıydım? Ya o adamlar, karşımdaki bu adamdan daha kötüyseler? O zaman ne olacaktı? Beklemekten başka çarem yoktu. Şu an herkesten korkuyordum ve beni resmen sürükleyen bu adamdan daha fazla korkuyordum.

Ellerini bacaklarımda ve belimde hissettim. Ağzımdan tiz bir çığlık kaçmadan önce yerden havalanan bedenimle birlikte ellerimi ağzıma götürdüm ve kendimi susturdum.

Beni kucağına alarak yavaşlama fikri, düşe kalka yürüyerek onu yavaşlatan bedenimi sürükleme fikrinden daha ağır basmıştı muhtemelen. Neredeyse koşarcasına ilerlerken korkuyla kollarımı boynuna doladım. Kimden kaçıyordu bilmiyordum? Ancak yürürken beni düşürürse bu hayatı ona zindan ederdim. Şu an düşmem, ölecek olmamdan daha önemliydi kesinlikle. Düzensiz nefesleri boynuma çarpıyor ve ensemden aşağıya ılık bir ürperti yol alıyordu. Dudaklarının kalın olmasını, arada sırada omzuma denk gelen dudaklarından anlıyordum. Sakalları boynuma, oradan da köprücük kemiklerime ufak darbelerle sürtüyordu ve normalde beni rahatsız edecek bu olay şimdi gerginlikten hissedilemeyecek bir dokunuştan ibaret kalıyordu.

Kısa süre sonra beni yere bıraktı. Ancak o kadar korkmuştum ki, ayakta kalacak gücüm bile kalmamıştı. Dizlerimin üzerine yığıldığımda kafasını sabır dilenircesine kaldırdı ve beni bıraktığı iki mezar arasına kendisi de oturdu. Korkudan tir tir titreyen bedenimi kendine doğru çekti. Bacaklarını iki yanımdan uzatıp beni üzerine doğru yatırdığında ilk defa tepki verip kalkmak istedim ancak beni yine engelledi ve eli ağzıma kapanarak hareket etme hakkımı kısıtladı. Sıcak nefesi boynumu yaladı ve pürüzlü, uyarı dolu sesi kulaklarıma ulaştı. "Sessiz ol yoksa yemin ederim seni öldürürüm." Zaten korkudan titreyen bedenim daha fazla kasıldı. Koştuğundan olsa gerek hızlanan nefesini, inip kalkan ve sırtıma yaslı göğsünden anlayabiliyordum. Onu tam anlamıyla hissetmek beni bitiriyordu. Kimdi bu adam, neyin nesiydi bilmiyordum ancak o kadar kimsesizdim ki, adam beni tam burada, bu saatte öldürse en yakın arkadaşım Duru bile beni ölü bedenim çürümeye başladığında fark ederdi. Babam zaten hastalıktan iki büklüm bir haldeydi. Annemi düşünmek bile istemiyordum çünkü onunla kavga etmiştik. Eve değil iki gün, iki ay gitmesem arayıp sormazdı. Üç yıla yakındır görüşmediğim ablam onu aramamamı dert bile etmezdi. Yani evet, birilerinin kurbanı olabilecek kadar önemsizdim.

"Sakin ol ve nefes al!" O kulağıma bir kez daha fısıldamadan önce, nefesimi tuttuğumdan haberim yoktu. Ağzımda olan eli biraz da olsa gevşedi ve nefes alabilmem için burnumu açıkta bıraktı. Diğer eli karnımda gezindi. Hemen ayağıma denk gelen fener ışığıyla karnımda olan elinin baskısı arttı ve kendini yukarıya doğru çekerken beni de kendine bastırdı.

"Kim var orada?" Bağıran adamla birlikte burnumda derin bir nefes aldım. Bu adam bekçi miydi? O zaman arkamdaki adam kimdi? E, bu adam neden bekçiden kaçıyordu?

Aklıma gelen kötü şeylerle bedenim yeniden kasıldı. Elime bulaşan çamur lekesi, simsiyah giyinmesi, kapalı olan kapüşonlusu, gecenin bir vakti şüpheli bir şekilde mezarlıkta olması... O, gecenin bir yarısı mezarlıkta ne arıyordu? Daha da önemlisi, neden bekçiden kaçıyordu?

Gözlerim büyüdü ve yerimde tepinmeye başladım. Kötü olan adam, peşimizde olan adam değildi. Kötü olan adam, bedenimle bütünleşen bedenin sahibiydi. Bu daha fazla panik yapmama hatta kendimi kaybetmemi sağladı.

Karnıma saplanan bir diğer ağrıyla, ki bu ağrının sebebi kesinlikle onun karnıma baskı yapan eliydi, acıyla inledim. Eli ağzımda olduğu için boğuk çıkan inlemem onun üzerimde daha fazla baskı kurmasına ve beni daha fazla etkisiz hale getirmesine yol açtı. Yay gibi gergin sırtım yavaş yavaş çözüldü. Koluna tutunan elim gücünü kaybetti ve ıslak saçlarımı yüzümden çeken adamın fısıltıları arasında zaten hasta olan bedenim daha fazla nefessizliğe dayanamadı ve tam orada, o adamın kucağında bilincim kapandı.

Loading...
0%