Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13- YANIK GÖKYÜZÜ

@elfhikayelerii

"Kes şunu, anne. Yapma!" Karnıma inen ve ardı arkası kesilmeyen tekmeler, annemin eseriydi. Yavaş yavaş büyümeye ve dayak yemenin annemin kendine özgü sevgisi değil de, kendine özgü nefreti olduğunu anlamaya başlıyordum. En son dayak yememin üzerinden epey zaman geçmişti ve annem, şimdi de beni, babama laf eden bir kadına karşı babamı savunduğum için dövmeye başlamıştı. Ne içindi bilmiyordum ama artık yüzüme ya da bacaklarıma vurmuyordu. Sadece karnıma. Hep karnıma vuruyordu. Belki de izleri saklayabileceğimi düşünüyordu. "Saygısızlık yapmanın cezaları vardır!" Nefes nefese geri çekildiğinde elim karnımda, yerde acıyla kıvranıyordum. Dizlerimi kendime çekmiş, sımsıkı yumduğum gözlerimle annemi duymamaya, acıyı unutmaya çalışıyordum. Artık büyüyordum. Artık buna bir son verebilirdim.

"Ben bir şey yapmadım! Anlamıyor musun? Babam için kötü şeyler söylediler. Oturup dinleyemezdim!" İnleye inleye söylediğim sözlere annem muhtemelen daha çok sinirlenmişti. Topukluları üzerinde döndü. Yavaşça yanıma çöktü ve saçlarımdan kavrayıp yüzümü yüzüne yaklaştırdı.

"Ne olursa olsun, saygısızlık affedilemez. Ayrıca, baban söylenilen her şeyi hak ediyor. Görmüyor musun? O seni bile kurtaramıyor." Babam yine iş için uzaktaydı. Ben burada çığlık çığlığa ağlarken, babam yine uzaklardaydı. Ona bazen çok kızıyordum. Ama o burada olsa, benim bu hâlde olduğumu bilse, beni kurtarmaz mıydı hiç? Kurtarırdı tabi. Hem de bir an olsun beklemeden kurtarırdı. Annem bu işte o kadar çok ustalaşmıştı ki artık tüm yaralarımı babamdan bile saklayabiliyordu. Tıpkı bana öğrettiği gibi.

"Yok öyle bir şey!" dedim acıyla. Kadın babamın annemi iş yüzünden ihmal ettiğini, sırf bu yüzden kesin annemin aldatıldığını söylemişti ama biliyordum. Bu annemin, babamın itibarını lekelemek için ortaya attığı bir yalandı. Bu hikayede bir kötü varsa, o da annemden başkası değildi. O kendi öz çocuğunu dövecek, ona işkence edecek kadar acımasızdı.

"Söylesene," dedim, annem saçımı çekiştirmeye devam ederken. "Neden beni hiç sevmedin? Hep ablamı sevdin. Neden beni de onu sevdiğin kadar sevmedin?" Annem çektiği saçlarımı kafamı itekleyerek bıraktı ve doğruldu.

"İnanamazsın, güzel kızım. Kendini güçsüz gördüğün kadar güçlüsün sen. Bir gün gücünün farkına vardığında, o gücü bizi korumak için kullanmalısın. Senin gücün, yalnızca bizim olmalı. Gücünü açığa çıkartmak için yeteri kadar acı çekmelisin. Unutma, acı çeken ve o acıya dayanan insan en güçlü insandır. Ablan senin tırnağın bile olamaz." Dişlerimi sıktım. Acıyı hissetmemek için kesik kesik nefes alıyordum. Nefretim gittikçe büyüyor, daha çocuk sayılmama rağmen bana zarar veren bu kadına bana yaptıklarının aynısını yapmak istiyorum. Minnettar mı olmalıydım? Ablamdan daha güçlü olduğum için, beni daha güçlü gördüğü için minnettar mı olmalıydım? Beni bir canavara dönüştürmeye çalışarak, onları korumam gerektiğini mi söylüyordu yani? Gözümden yanağıma doğru bir yaş süzüldüğünde annem arkasını döndü ve odadan çıkmadan önce konuştu. "Aileni korumak için, canavar olman affedilebilir. Ancak ailene ihanet edersen, seni kendi ellerimle öldürürüm, güzel kızım."

Bu annemin ölümümden bahsettiği ilk andı ve benim o günden sonra, kimsem kalmadı.

*****

Bir kurşun, iki kurşun, üç kurşun...

Sayamadığım kadar çok kurşun.

Bedenime kapanan beden, ağırlığını bana vermemeye özen gösteriyordu. Nefesini, ensemde, oradan da boynumda hissedebiliyordum. Bir eli belime dolanmıştı ve diğer eli, başımı korumak için uğraşıyordu. "Çıkmamız lazım artık!" Kafasını kaldırıp bara doğru bağırdı. Kime bağırdı bilmiyordum. Etraf adam kaynıyordu. O kadar çok silah sesi vardı ki birazdan kulaklarım çınlamaya başlayacaktı.

Karan belimden daha sert kavradı ve büyük bir güçle bedenimi doğrulttu. Kolumdan tuttu. Yine de diğer kolunu omzuma atmıştı ve beni herhangi bir tehlikeden koruyordu. Hangi yöne olduğunu bilmeden koşuyordum. Üzerimde bir ağırlık vardı. Bu çatışma ortasında, ilk savunmasız kalışım değildi ama yanan kulaklarım ve titreyen ellerim sanki ilk kez oluyormuş gibi şaşırtıyordu. Bedenimde yanlış giden bir şeyler vardı çünkü gereğinden fazla hâlsizdim. Beni sürükleyen Karan'ı görmeye çalıştım ancak o kadar çok silah patlıyor ve rahatsız edici sesler çıkıyordu ki kırpıştırdığım gözlerim yüzünden etrafa bakamıyordum. İki büklüm koşuyorduk. Bir ara, Karan beni kollarıyla daha fazla sardı ve tüm kurşunlardan korumaya çalıştı. Neden böyle bir şey yaptığını, hemen yanımızda, havada asılı kalan kurşunla anladım. Hızımızı arttırmaya çalıştığı için beni daha sert sürükledi.

"Az kaldı, korkma!" Nefes nefese bar çıkışına geldiğimizi fark ettim. Bir an önce çıkmak istiyordum ancak Karan duraksadığı için ben de duraksamak zorunda kaldım. Arkamı döndüğümde, İlke'nin Alex'i koruma altına aldığını ve bize doğru koştuklarını fark ettim. Arkada pek çok adamımız vardı. Şimdilik yaralı bir insanla karşılaşmamıştım. Yine de sıkmaya devam ediyorlardı. Bu kadar şiddetli bir çatışmanın ortasında, hiç yaralı olmaması garip değil miydi?

"Sana kızı koruma altına al dedim sikik herif! Kız seni koruyor." Alex'e doğru bağıran Karan'a daha çok sokuldum. Kollarını bedenime daha fazla doladı ve ben onca adamın ve kurşunun arasında burnuma dolan kokusuyla ilk kez nefes alıyormuş gibi rahatladım. Sanki kokusu nefes aldırmış gibi. Kokusunu solumadan önce, yaşamıyormuşum gibi. Dudağımı büzdüm istemsizce. Kokusu beni ağlatacak derecede güzeldi. Ne zaman hak etmediğim bir şeyin yanında bulsam kendimi, tıpkı koskoca evrende varlığımı sorguladığımda ağlamak istemem gibi, yine ağlamak isterdim. Oysa ben, uzun zamandır ağlayamıyordum. Akmıyordu gözyaşlarım ve ben bir daha ne zaman ağlardım bilmiyordum.

Vurulup vurulmadığımdan emin değildim çünkü şu an tüm bedenim uyuşmuştu. Boğazım kurumuştu. Nefeslerimi düzene sokamıyordum. Saç diplerim terlemişti. Tam anlamıyla berbat halde olduğumu düşünüyordum.

"Çıkarın lan beni buradan!" Bozuk Türkçesiyle bağıran ve her silah patladığında küfür eden Alex'i İlke dışarıya zar zor çıkarttı. Hemen arkalarından biz çıktık. İçeriden gelen silah sesleri yüzünden meraklı kalabalık toplanmıştı. Bazıları ise kaçıyordu. Özellikle Karan ile dışarı çıktığımızda, herkes panikle şaşkınlık arasında gidip geldi ve en sonunda, daha fazla beklemeden kalabalık dağıldı. Karan'ın olduğu her yer, belli ki tehlike arz ediyordu.

Karan beni önüne alarak arkamızdan gelecek herhangi bir tehlikeye karşı korumuş oldu.

"Alex, çıktık dışarı iyi misin?" İlke Alex'in yüzüne doğru eğildiğinde Alex kafası salladı ve yutkundu. "Vuruldum mu?"

"Hay ben senin!" dedi Karan öfkeyle. Alex oldukça korkmuş gibi görünüyordu. Tüm kurşunların hedefi muhtemelen ben iken benden çok Alex'in korkması, kendimi ya da Alex'i sorgulamama neden olmuştu. Alnında biriken ter damlalarını eliyle sildi ve soluklandı. Yüzü resmen kireç gibi olmuştu. İlke üzerinden çekildiğinde o da doğruldu ve titreyen elleriyle soluklandı.

"Hani eğitim almıştınız?" Tüm gözler bana döndüğünde omuz silktim. Konuyu değiştirmeli, suçlamaları reddetmeliydim. Sanırım konuşmam iyi olmamıştı. Karan'a varlığımı hatırlatmak yaptığım en büyük hataydı. "Eğitim almanıza rağmen çatışmaya girince Alex gibi kaskatı kesiliyorsanız aldığınız eğitimden şüphe ederim. Ben eğitim almamama rağmen sizden daha iyi durumdayım." Saçmalamalarıma hiçbir yanıt gelmedi. Aksine, Karan ellerini beline koydu ve bana döndü. Yüzündeki ifadeden korkmalı mıydım bilmiyordum ama ona suçumun olmadığını hemen açıklamak istiyordum.

"Ben bir şey yapmadım." dedim ellerimi kaldırarak. "Pamir denen adam senin çağırdığını söyledi. Şüphelendim tabi ama yapabileceğim bir şey yoktu. Adam giyinirken beni kapıda bekledi resmen." Konuşmamdan sonra yüzümü zorlayarak gülümsedim.

"Ne?" dedi Karan hızla. Verdiği tepkiye şaşkınlıkla baktım. Ne olmuştu? "Irzını, soyunu, sopunu..." Karan yeniden silah seslerinin geldiği bara girmeye yeltendiğinde, deminden beri bizi sessizce dinleyen İlke, önünü kesti ve ellerini Karan'ın göğsüne koyarak onu durdurmaya çalıştı.

"Karan, saçmalamayı kes artık. Bir an önce ayrılalım buradan. Afra'nın güç kaynağı olduğunu fark etmiş olabilirler. Oraya yeniden girersen, kızı tehlikeye atacaksın." Korkuyla Karan'a döndüm. Sıkıntılı bir nefes verip elini saçlarından geçirdi ve bana döndü. Beni baştan aşağıya süzdü ağzında bir şeyler geveleyerek ceketini çıkarttı. Omuzlarıma bıraktığı cekete şaşkınlıkla baktım. Hem sinirli olup hem de beni düşünmesi pek hayra alamet değildi. Korkmalı mıydım yani?

"Bir şey yaptı mı o pezevenk sana?" Kaşlarımı çatıp hayır anlamında başımı salladım. Derin bir nefes alıp göğsünü şişirdi ve gökyüzüne doğru kaldırdığı başıyla, gözlerini kapattı. Yutkunduktan sonra hareket eden adem elmasını takılan gözümü anında kaçırdım ve İlke'ye baktım. Tıpkı benim gibi Karan'a bakıyordu. Ne düşünüyordu? Benim gibi o da Karan kafasını gökyüzüne kaldırdığında, yutkunduğunda hareket eden adem elmasına gözü takıldığında, garip hissediyor muydu? Kendini sorguluyor muydu? Eğer gerçekten durum buysa, kendimden nefret etmeme onca neden varken, bir yenisi daha eklenecekti.

"Sadece, artık kartları açık oynayacağını, kaybedecek bir şeyinin olmadığını falan söyledi." İlke'ye birkaç saniye bakıp tekrar Karan'a döndüm. Olay neydi bilmiyordum ama anahtarın İlke olduğunu, çoktan fark etmiştim. Karan kafasını indirdi. Şişirdiği göğsünü serbest bıraktı ve elleriyle şakaklarını ovaladı. Söylediklerime kafasını sallamakla yetindi ve İlke'ye döndü. "Gidelim."

Herkes hareketlendiğinde, Alex'in daha iyi olduğunu fark ettim. Biraz daha toparlanmış gibiydi. Ona baktığımı fark ettiğinde gözlerini kaçırdı ve önden yürümeye başladı. Belki de ilgi odağı olmayı sevmiyordu. Tıpkı benim gibi.

Karan arkamdan yürümeye devam ediyordu. Hâlâ vurulmam konusunda endişeliydi sanırım. Güç onun için önemli olmalıydı ve benden sonra ne zaman bir güç kaynağı bulur, kimse bilmiyordu. Koruması bu yüzdendi muhtemelen.

Herkes arabaya binmek için kapılara yöneldiğinde, arka kapıya doğru uzandım ancak İlke elimi tutarak beni durdurdu. Kafamı kaldırıp yüzüne baktığımda, tuttuğu elime baktığını gördüm. Hipnoz olmuş gibi baktı birkaç saniye. Sonra kafasını yavaş yavaş kaldırdı ve gözlerimin içine bakarak gülümsedi. Ama öyle bir gülümsedi ki kimse onun elinden tutmamış sandım. Kimse ona sahip çıkmamış, onu korumamış sandım. Belki bir kuruntuydu ama ilk defa o an, İlke'yi kendime hiç olmadığı kadar yakın hissettim.

"Sen," dedi yutkundu. Diğer elini de elime koydu ve kafasını salladı gözlerini kapatarak. "Sen öne otur, Karan'ın yanına. Ben Alex'le ilgileneyim." Yeniden ellerimize baktı ve boğazını temizleyip daha fazla beklemeden elini çekti. Arka koltuğa yerleşmesi ve bana bakmadan önüne dönmesi uzun sürmedi. Herkes arabadaydı ve beni bekliyorlardı. Daha fazla beklemeden ben de arabaya bindim ve Karan'a kısa bir bakış atıp gözlerimi cama çevirdim.

"İyi misin lan?" Karan dikiz aynasından Alex'e laf attığında kafamı çevirip Alex'e baktım. Kafasını geriye yaslanmış ve gözlerini kapatmıştı. Neden bu kadar çok etkilenmişti anlam veremiyordum. Saçmaydı.

"İyiyim, aniden çatışma başlatmasaydın daha iyi olacaktım." Karan'a baktığımda, gözlerini devirdiğini gördüm. Çatışmayı o mu başlatmıştı?

"Çatışmayı siz mi başlattınız yani?" Yüzümü buruşturdum. "Neden?" Karan'dan ses gelmeyince arka taraftan cevap geldi. Konuşan İlke'ydi. Sesi oldukça sakindi.

"Karan, diğerlerinin seni gördüğünü ve gücünün farkına vardıklarını düşündüğü için oyalamak istedi onları. Oradan başka türlü sağ çıkamazdık. Merak etme, kimse yaralanmadı. Amaç zarar vermek değil, dikkat dağıtmaktı." Kaşlarımı çatıp yeniden Karan'a baktığımda yolu izlediğini ve yine, oldukça düşünceli olduğunu gördüm. Elini kaldırdı, yeni çıkmaya başlayan sakallarında gezdirdi. Çıkan ses yüzünden yutkunduğumda, bana döndü. Bu ses beni tuhaf hissettiriyordu. Aklımı mı okumuştu? Niye bakıyordu? Aklımı okuyamadığını söylediğine göre, ona birkaç dakikadır boş boş baktığımdan bana dönmüştü. Önüme yeniden döndüm. "Dikkatlerini dağıttık. Peki şimdi ne olacak, bırakacaklar mı peşimi?"

"Hayır," Karan'ın net sesi karşılığında herhangi bir tepki vermeden yolu izlemeye devam ettim. "Kaçacağız."

"Ne?" Yüzümü buruşturup Karan'a döndüm. Üstelik ona bakmamaya çalışırken. Verdiğim tepkiye tepki vermeyen bu defa oydu. "Ne demek kaçacağız? Nasıl kaçacağız? Nereye kaçacağız?"

"Kemerini bağla." Karan'ın kastettiği kemere baktım ve kaşlarımı çattım. Arkama yaslanıp kemerimi bağlarken, sorduğum soruların cevabını bekliyordum ama cevap bir türlü gelmiyordu.

"Cevap versene. Nereye kaçacağız? Ne kaçması Allah aşkına? Delirdin mi?" Karan sıkıntılı bir nefes verdi ve tek eliyle yüzünü sıvazladı.

"Sessiz ol, düşünüyorum. Kaçmazsak seni çiğ çiğ yiyecekler, Afra. İstediğin buysa bana da uyar ama onlar sana benim kadar nazik davranmazlar!" Gözlerimi büyütüp ona döndüm.

"Sen mi nazik davranıyorsun bana?"

"Ne kabalığımı gördün kızım?" Kaşlarımı çatıp düşünmeye başladım.

"Şu an tam olarak şey edemedim ama yine de kabasın. Hem, benim tokalarım nerde? Tokam bitti tokalarımı ver!" Karan dudaklarını aralayıp muhtemelen bağıracağı sırada, arkadan biri sözünü kesti.

"Susun artık, kusacağım!" Alex arkada resmen can çekişiyordu. Bizi uyarmaya çalıştığında ona döndüm. İyi görünmüyordu. O kusarsa ben de kusardım. Karan için iyi bir intikam olurdu ancak iğrençti. Benim midem bulanırdı bir kere. Uğraşamazdım.

Karan'a baktım. Kesinlikle o pisliği bize temizletirdi. Tekrar baktım. Evet evet, temizletirdi. Bu fikirden vazgeçtim.

"Neden böyle oldu bu?" Karan dikiz aynasından İlke'ye baktı. İlke görebildiğim kadarıyla omuz silkti ve elini Alex'in omzuna koydu. "Bilmiyorum. Daha önce hiç böyle olmamıştı. Fazla stres yaptı sanırım. Stres olunca hep midesi bulanır."

"Ne demek kaçacağız? Anlatacak mısınız?" Sorduğum soruyla tüm gözler bana döndü ve araba birden sessizleşti. Muhtemelen bir noktada takılı kalmamı takdir etmiyorlardı ama bana kaçacağız dedikten sonra susmamı bekleyemezlerdi. Karan'a baktım. Belki de beklerdi. Evet evet, beklerdi. Sessizliği bozan, Karan oldu.

"Bak Afra, biliyorum. Kaçmaktan nefret ediyorsun. Artık kalmak istiyorsun. Ama kalırsan, annenden daha acımasız insanlarla yüzleşeceksin. Hatta insan bile denemez onlara. Canını yakarlar. Siktiğimin Pamir'i bilerek getirdi seni oraya. Biliyordu fark edileceğini. Nereden haberi oldu senin, benim güç kaynağım olduğun bilmiyorum ama yakalarlarsa, sana yemin ederim canın yanar. Seni ben bile koruyamam o zaman. Hele başka bir evrenden olduğun öğrenilirse. Bittik demektir."

"Çok mu yakarlar canımı?" Gözünü bir öncekilerden çok daha uzun süre yoldan ayırdı ve dimdik yüzüme baktı. Gözlerini kırpıştırıp kafasını salladı. "Çok yakalar canını. Seni her zaman korurum. Hem de her zaman. Seni korumak istiyorum, Afra. İzin ver bana, seni koruyayım. Ama sözümü dinlemek zorundasın. Anlıyor musun? Burası sandığından çok daha acımasız bir dünya. Sandığın gibi masum değil. İyi insanlar güçsüz olanlardır ve burada güçsüz insanların sözü geçmez."

Kafamı salladım anladım demek için ve yola bakmaya devam ettim. Dikkatimi çeken tek şey, asfalt üzerindeki ince, beyaz çizgilerdi. "Bir cehennem gibi." diye mırıldandım. Arabadaki kimse beni duymadı. Sadece Karan, ne dediğimi anlamak istermiş gibi yüzüme baktığında omuz silktim. Yoldaki ince, beyaz çizgileri izlemeye devam ettim. Yine pek bir işe yaramıyordum. Tıpkı babamı koruyamadığım gibi kendimi de koruyamıyordum. Birine muhtaç yaşamaktı sanırım bunun adı. Korunmak güzel bir histi pek tabi ancak özgürlüğümün kısıtlanması, benlik bir şey değildi. Bu durum şimdiden canımı sıkmıştı bile.

Sonunda kaldığım eve yaklaştığımızda arkadan İlke'nin sesini duydum. "Nasıl yapacaksınız? Hemen ayrılmalısınız buradan. Şimdiden peşimize düşmüşlerdir." Tepkisini görmek için Karan'a baktım. Sadece yolu izliyordu. Bir müddet sonra dikiz aynasından arkasını kontrol etti ve dudaklarını araladı.

"Hemen ayrılacağız zaten. Şimdilik takip edilmiyoruz ama onun etrafa yaydığı gücü hissettiler bile. Bu hiç iyi olmadı." Kafasını olumsuz anlamda salladığında içimdeki son umutların da tükendiğini hissettim. "İlke, şimdilik ayrılalım. Siz onları oyalayabildiğiniz kadar oyalayın. Daha sonra uygun bir zamanda birleşiriz." Arkadan ses gelmediğinde, onların sessizliğinin bir tür onay olduğunu anladım. Karan ve İlke, belli bir süre dikiz aynasından bakıştı. Birbirlerine gözleriyle bir şeyler anlattılar. Bu dikkatimden kaçmadı ancak neden bu şekilde bakıştılar bir türlü çözemedim.

Alex arada mırıldanıyor ve dışarıyı izliyordu. Eli sürekli karnında geziniyor, arabaya binmeden önce az da olsa iyi görünen suratı, gittikçe sararıyordu. Hepimizden çok stres yapmıştı. Oysa, onunla yine aynı şekilde oldukça tehlikeli bir operasyon atlatmıştık. Şimdi o zamanki kadar rahat değildi. Belki de o adamlardan gerçekten korkuyordu. Nedenini ben bilmiyordum ancak diğer her şeyi bildiği gibi, Karan bunu da biliyordu.

Yine herkesin bir hikayesi vardı. Gözlerinden okunuyordu. Bu arabadan bulunan insanlar, bağımsızlardı ancak birbirleri olmadan da hayatta kalamazlardı. Ben, Karan'a sığınmıştım. Tıpkı İlke gibi. Alex, fazla hissettirmese de bugün ilk defa güçsüzdü. O Karan'a mı sığınıyordu bilmiyordum ama oldukça gizemliydi. Sanırım bu arabada herkesin birbirine sığınması konusunda tek bir istisna vardı. O da Karan'dı. Karan kimseye sığınmaz, kendi gücünü kendisi elde ederdi. Belki de gereğinden fazla düşmanının olması bu yüzdendi.

İlke'nin, Pamir denen o adamla ilgisi olduğu belliydi. Karan'ın sevdiği bir kadın olduğunu ve onun öldüğünü biliyordum. Ama Alex, her şeyiyle yabancıydı. Telefonla oynamayı severdi. Oldukça kabaydı. Tek bildiğim buydu. Belki de onun hikayesi hepimizden farklıydı. Belki de bir hikayesi bile yoktu.

Hayır, herkesin iyi ya da kötü bir hikayesi olurdu.

"Evden alman gereken bir şey var mı?" Karan'ın sorusuyla dışarıda gezinen bakışlarım ona döndü. Ne ara gelmiştik bilmiyordum. Arabanın durduğunu bile şimdi fark etmiştim. İlke ve Alex arabadan çoktan inmişti. Yalpalayarak yürüyen Alex'in halini gören İlke, koluna girdi ve birlikte İlke'nin kapısında durdular.

Yeniden Karan'a döndüm. "Bilmiyorum. Kıyafet alsam iyi olabilir."

"Uğraşma. Vakit kaybı olur. Bir şekilde kıyafet ayarlarız." Kafamı sallayıp yeniden cama çevirdim bakışlarımı. Hemen gidecek miydik? Nereye gidecektik?

"Haklıymışsın. Çok fazla kötü adam varmış burada." Sohbet başlatmak, hep benim işim olmuştu. Konuşmayı sevmediği belliydi. Gereğinden fazla konuşmuyor, sessiz kalıyor ve çoğunlukla dinleyen taraf oluyordu.

"Daha hiçbir şey görmedin." Arabayı çalıştırdığında kısa süreliğine göz göze geldik ancak gözlerini ilk kaçıran ben oldum. Onunla göz teması kurmak istemiyordum.

Mecburiyetler, hapsedilişler, çaresizlikler... Bizi bağlayan yüzlerce şeyden en acı olanlarıydı. Maalesef bizi bağlayan iyi bir şey yoktu ve bu kötü hissettiriyordu. Karan arabayı nereye sürüyor bilmiyordum. Sadece arabadan yükselen, kısık sesli adını dahi bilmediğim bir şarkı, Karan'ın sigara içmek için açtığı camdan yüzüme vuran soğuk gece rüzgarı, mayışmamı sağlıyordu. Araba fazla sarsılmasa da, ilk defa bir gece yolculuğuna çıkıyordum.

"Sence, farklı şartlar altında karşılaşsaydık, ne bileyim aynı evrenlerde doğup büyüseydik, iyi birer arkadaş olabilir miydik?" Uykulu sesimle ortamdaki sessizlik kayboldu. Saçlarımı uçuran rüzgar, hiç olmadığı kadar serindi. Göz kapaklarımdaki ağırlığa anlam veremiyordum. Bugün tüm gün huysuz huysuz gezmiştim ve günün sonunda, bir çatışmaya karışmıştım. Gerçekten, inanılmazdı.

"Aynı evrenlerde doğmak bizi yine birleştirebilir miydi? Asıl soru bu olmalı bence. Bizi rahat bırakırlar mıydı? Mesela çocukken tanısaydım seni. Oyunlar oynar mıydık? İzin verirler miydi buna?" Camdaki bakışlarım ve koltuğa yaslı başımı, koltuktaki temasını kesmeden ona yönelttim. Birkaç saniye, ifadesizce onu izledim. Tek elle direksiyonu tutuyordu ve diğer eliyle, sigarasını içiyordu.

"Bu asla cevaplanamayacak bir soru. Bizim cevaplanamayacak sorularımız..." Gülüp kafamı salladım. Her konuşmamızda, cevabıyla eşleşmeyen birkaç sorumuz kalıyordu. O sorular birikiyordu. Umarım bir gün, o sorular tarafından öldürülmezdik. O sorular kesmezdi bileklerimizi.

"Sen de mi çocukken, özgür değildin?" Ona bakmadım bu defa. Cevabı geciktirdi ama önemli olan, cevap vermesiydi. "Ben hâlâ bir mahkumum, Araf. Ben bir Araf'ta sıkışıp kaldım." Neyi kastediyordu bilmiyordum ama istemezdim. Onun bir Araf'ta sıkışıp kalmasını yani. İstemezdim. Çünkü ben de kalmıştım uzun süre o Araf'ta ve sanılanın aksine, Araf cehennemden daha acı vericiydi. İnsanın canını bilinmezlik çok daha fazla yakıyordu bir yerde.

"Tadı nasıl?" Neyi kastettiğimi anlamak için yoldaki gözlerini kısa süreliğine gözlerime sabitledi. İşaret ve orta parmağında hapsedilmiş sigarayı kastettiğimi anladığında, derin bir nefes aldı. "Bok gibi." Kafamı kaldırdım.

"O zaman neden içiyorsun?" Elindeki sigarayı açık cama yaklaştırdı ve külünü, rüzgara teslim etti. Uçuşan küllerin bazıları, nasıl oldu anlamadım ama saçlarımda takılı kaldı.

"Ölmek için." Yan profili kusursuzdu. Ancak ne olursa olsun, kızıl gözlerini görmek için ön profilini tercih ederdim. "Fazla uzun bir intihar süreci değil mi, sigara içmek?" Kafasını sallamakla yetindi.

"Başka türlüsünü kendime yediremedim. Acısız, hissetmeden ölmek bana yakışmazdı."

İronikti. Gerçekten, ironikti.

"Sen, ölmek için mi yaşıyorsun o hâlde? İntikam dedin. Beni bu noktaya getirenlerden hesap sormak için yaşadım dedin. Sen, acı çekmek için mi yaşadın?"

Şimdi yavaş yavaş çözüyordum çoktan birbirine karışan düğümlerini. O, kendine bir ceza kesmişti. Acı içerisinde yaşama cezası ve buna intikam demişti.

"Hayır," dedi izmaritini dışarıya bırakarak. Ardından camı kapattı ve derin bir nefes aldı. "Bu bir intikamdı. Kendimden aldığım intikam." Kaşlarımı kaldırmak istedim ama bunun için fazla ağırdı göz kapaklarım. Emniyet kemerimi çözdüm. Oturduğum koltukta bacaklarımı kendime çektim, tüm bedenimi ona doğru döndürdüm ve yanağımı koltuğa yasladım. Arada geçip giden sokak lambaları sayesinde gördüğüm yüzünde, ifadesiz bir acı vardı. O ifadesizliğine gizlemişti tüm acılarını.

"Yaşayarak aldın intikamını. Acı içerisinde yaşayarak." Çok derindi. Onun düşünceleri, onun nefesleri, zihninden yükselen çığlıklar çok derindi. Boğuluyordu. Her ne hata yaptıysa, kendinden nefret ediyordu.

"İnsanları anlamaya çalışıyorsun." Benim üzerinden yürüttüğü tahmin karşılığında gözlerimi kapattım. "Hayır," dedim ben de. Bir müddet sessizliği dinledim. "Bu bir intikam. Kendimden aldığım bir intikam. İnsanlar, fazla kötüler. İçlerinde iyilik aramak, kendime yaptığım en büyük saygısızlıktı."

Dinlediğim sessizlik, daha da büyüdü. Kendime yaptığım en büyük saygısızlığın, insanları anlamaya çalışmak olduğu doğruydu. Muhtemelen hiç bu açıdan düşünmediğinden, sesini çıkartmadı.

"Ne kadar yolumuz kaldı?" Uykulu sesimle konuşmaktan rahatsız olmadım. Kapalı gözlerime rağmen, bana baktığını hissettim.

"Az kaldı. Uyuyabilirsin." Gözlerini birkaç saniye daha üzerimde hissettim. Yola bakmak zorunda olmasa beni izler miydi bilmiyordum ama bundan rahatsızlık duymuyordum. Yanında rahat, güvende hissediyordum. Peşimde birçok adam olduğunu, her birinin amacının beni öldürmek olduğunu söylemişti. Peki şimdi, neden bu kadar rahattım? Neden ona, gereğinden fazla güveniyordum? Ben kimseye güvenmezdim ki. Benim güvendiklerim hep canımı yakmıştı. Ben kendimden başka kimseye güvenmezdim ki bu saatten sonra. Neden güven veriyordu bana? Neden?

"Tuhaf ki evren değiştirmek bile hayatımı değiştirmedi." Uykulu ve aynı zamanda alaylı olan sesim tam bir mırıltı halindeydi ancak Karan beni duymuş ve üzerine bir de gülmüştü. Onu güldürmeyi seviyordum. Bunun bir kere daha farkına vardım.

Bilincim kapanmak üzereyken, arabanın durduğunu hissettim. Sonra bir kapı sesi. Kemerini bağlamadığını fark ettim. Bana bağla demişti ama kendisi kemerini bağlamamıştı. Ona kızmak istedim ama gözlerimi aralayamadım.

Benim kapım açıldı. Kapıya sırtımı döndüğüm için, belime doğru soğuk bir rüzgar çarptı ve titremeye başladım. Belimde ve bacağımda iki el dolandı. Beni kucağına aldığını fark ettim. Uyanmam garip kaçar mıydı?

Uyanmak istemedim. Başımı göğsüne yasladım ve beni taşımasına izin verdim. Nereye geldiğimizi bilmiyordum. Önemi yoktu. En azından şimdilik önemi yoktu.

Kapıya geldiğimizde duraksadı. Ellerini kullanmadan kapıyı nasıl araladı bilmiyordum. Sanırım olağanüstü bir şekilde yapmıştı. Bakmak istedim. Görmek istedim ne yaptığını ama gözlerimi açarsam, beni indirirdi.

Merdivenlerden çıktığımızı fark ettim. Birkaç adım daha yürüdü. Daha sonra sırtım, yumuşak bir yüzeye değdi. Bunun bir yatak olduğu belliydi. Ona arkamı döndüm. Bilincimi açık tutmak için sarf ettiğim gücü hiçe saydım ve o ayakkabılarımı çıkartıp üzerimi örterken, bilincimi yitirdim.

*****

Uyandığımda hava yeni yeni aydınlanıyordu. Dün erken uyumuştum ve bu yüzden erken kalkmışım. Kendimi dinlenmiş gibi hissediyordum uzun zaman sonra. Ancak bu şekilde hissetmem, aklıma peşimde olan kötü adamları getirdi ve uyanır uyanmaz böyle bir kabusla karşılaştığım için ufak bir küfür mırıldandım.

Odada benden başka kimse yoktu. Yataktan çıktım. Saat çok erkendi. Karan uyanık mıydı bilmiyordum ama uyanık olduğunu düşünüyordum. Uyuyamıyordu. Odasında olabilirdi. Yanına gitmek hoş olmazdı sanırım. Banyoya girip elimi yüzümü yıkadım. Hâlâ uykuluydum ama yatsam muhtemelen uyuyamazdım.

Bulunduğum odadan çıkıp beni dün çıkarttığı merdivenleri teker teker indim. Gözlerimi ovuştururken, salondan yükselen sesi duydum. Bir ıslık sesiydi bu.

Karan'ın ölüm ıslığı...

Yavaş adımlarla salona yaklaşmaya başladım. Salonun ortasında adam öldürmezdi değil mi? Öldürmezdi öldürmezdi. Kafamı uzatıp koltukta oturan Karan'a baktım. Kalbim artık çok daha hızlı atıyordu. Ölü bir insan görmek istemiyordum.

"Sen çok yaşadın bence. Önce, alnına dayanan silaha bak. Daha sonra fısılda. 'Uzun süre, boktan bir hayat yaşamanın bedeli, acılı bir ölümdür.' Daha sonra gökyüzüne bak ve gör. Seni bekleyen ve gittikçe yükselen alevleri gör." Islık çalmaya devam etti. Bu kadar keyifli olması beni şaşırtmıştı. Psikopat olabilirdi ve ben şu an onunla aynı evde kalıyordum. Kaşlarımı kaldırıp izlemeye devam ettim. Islığı kulağımın çınlamasına neden oluyordu. Belki de amacı buydu. Islığını duydum diye, beni de öldürür müydü? Öldürmezdi öldürmezdi.

"Aslan, acı çekmesini sağla. Çığlık çığlığa kalsın. Acı çekerek ölsün. Yaktığı canların acısını çıkart ondan. Her bir zerresine acı hissetmeden vermesin son nefesini. Anladın mı beni?" Bir müddet karşı tarafı dinledi ve telefonu kapatıp arkasına yaslandı. Eliyle yüzünü sıvazladı. Yorgundu. Muhtemelen yine uyumamıştı. Bu tahmin edilemez değildi. Onun için üzüldüğümü fark ettim. Kötü görünüyordu, karanlık ve kötü olan adam. Uyuyamamasının sebebi belki de öldürmekti. Sahi, öldürmek istiyor muydu? Evren yönetmek zordu muhtemelen. Sonuçta bir kral öldürmezse şayet, düzeni sağlayamazdı. Şimdiye kadar ona hep bu düşünce tarzıyla yaklaşmıştım. Kötü bir insan olup olmadığını bilmiyordum pek tabi. İçinde bulunduğumuz şartlar bizi birbirimize muhtaç kılıyordu. Elinde olsa beni de öldürürdü belki. Onu savunamazdım. Ama yine de evrenin bir bölümünü yönettiği için ona katil gözüyle bakamıyordum. Fazla masum göründüğünden değildi. Haklı olduğunu düşünmek istediğimden ve ona hak verdiğimdendi. Sonuçta kimse masum değildi.

"Neden orada bekliyorsun, Afra?" Gözleri kapalı bir şekilde bana seslendiğinde yerimden sıçradım. Beni görmüş müydü? Görmediğine emindim çünkü arkası dönüktü. Hissetmiş olabilirdi. Sonuçta ona güç sağlıyordum. Bu daha olası bir tahmindi.

"Islığını duyduğum için beni öldürür müsün? Öldürmezsen gelirim." dedim kapının arkasından. Bıkkınlıkla bir nefes verdi ve yerinden doğruldu.

"Sanki ölmek istemiyormuşsun gibi." dedi ifadesiz bir sesle.

"Doğru. Beni bir kerecik öldürür müsün? Hem ıslığını da duydum." İçeriye hoplaya zıplaya girdiğimde bana yüzünü buruşturarak baktı.

"Sabahın köründe ne bu enerji?"

"Enerjik değilim." Kendimi karşısındaki koltuğa bıraktım. Üzerinde yine bir şey yoktu. Bu adamın giyecek bir şeyi yok muydu Allah aşkına? "Boşver beni. Sen yine uyuyamadın değil mi?" Kafasını sallayıp şakaklarına masaj yapmaya başladı. Başı mı ağrıyordu?

"Sormayacak mısın, kimi öldürdüğümü?" Gözlerini açıp sorduğu soru karşılığında omuz silktim. Ne bekliyordu? Hep bu tür sorular sorması, onu yargılamamı beklediğinden miydi? Neden onu yargılamamı istiyordu ki? O kendisini kötü bir insan olarak tanıtmıştı bana. Kötüyüm demişti. İnsan öldürmenin, onun açısından yargılanacak çok tarafı vardı. Benim de vardı pek tabi ancak bazı acılar, karşılığında ölüm gerektirirdi. Ölüm cezası, yapılan suçun gittikçe azalmasına hatta belki de yok olmasına neden olabilirdi.

"Normal bir şekilde büyümediğimi biliyorsun, Karan. Öldürdüğün için seni yargılayacak bir insan değilim. Sevdiğim insanlar kategorisine girseydin senin için üzülürdüm hatta. Hem, sen de söyledin. Burada iyi olanlar güçsüzdür ve kötü olanlar güçlüdür diye. Öldürdüğün insanların kötü insanlar olduğunu düşünüyor ve bu konuyu kapatıyorum. Soru sormak haddime değil." Gülümsedi ve arkasına yaslandı.

"Haklısın. Buradan gideceksin nasıl olsa. Soru sormak haddine değil." Gitmemle bu konunun ne alakası vardı şimdi? Kafasını geriye atıp gözlerini kapattı ve yüzündeki gülümsemenin hemen solması, bana sahte bir gülüş olduğunu kanıtladı. Onu izledim. Ancak adem elmasından aşağıya inmedi bakışlarım. Bakmak istemedim.

"Neden uyuyamıyorsun? Ne görüyorsun ki kabuslarında?" Derin bir nefes aldığı için, göğsü şişti ve sonra o nefesi geri verdi. "Kötü insanları ve onların aksine, iyi insanları. Benim kabuslarım bile savaşır Afra. Benim hayatım iyiyi ve kötüyü ayırt etmeye çalışmakla geçti. Bir cehennem gibi. Sen söyledin. Burası çıkışı olmayan bir cehennem gibi." Beni duymuştu. Arabada, kendi kendime mırıldadığımda beni gerçekten duymuştu. Devam etti. "Aklını okuyamıyorum ama düşüncelerini biliyorum. Sen diğerlerinden farklısın. Benden korkmak için ölümden de korkmak gerekir. Acıdan korkmuyorsun. Kafa tutuyorsun. Güçlüsün. Benim aksime güçlüsün. Dayanmışsın. Pes etmemişsin hiç. Seni hayata bağlayan bir dal bulmuşsun kendine, benim aksime. Sonra hiç bırakmamışsın o dalı. Yine benim aksime." Güldüm ve kafamı hayır anlamında salladım. Ona katılmıyordum. Çünkü benim tutunduğum ne bir dalım vardı. Ne de o dalı tutacak gücüm. Hoş dalım da olsa gücüm de olsa o dalı kesen bir bıçak olurdu baş ucumda. Ya bana kestirirlerdi ya bir başkasına.

Kafasını kaldırmadan konuştuğu süre boyunca, sadece adem elmasına odaklanmıştım. Asla başka bir yere bakmamıştım. Arada duvara da bakmıştım tabi.

"Güç konusu tartışılır Karan. Kendini güçsüz hissettiğinde, yönettiğin şu evrene bak. Bir de benim elimdekilere. Kafa tuttuklarına bak. Sonra benim kafa tuttuklarıma bak. Tutunduğum dalım koptu Karan. Koparttılar o dalı. Ama bak, önemli olan dal değilmiş. Çünkü arkamızda bir uçurum değil, korkularımız varmış. En çok korktuğum şeyi yaşadım ben. Sen benden önce yaşamışsın korkularını ve bu da seni benden daha güçlü yapar. Öldürmek, iyi insanlar için cehennemi harlamaktır. Sen iyi değilsin ama söylediğin gibi kötü bir adam da değilsin. En azından şimdilik öyle düşünüyorum. Sen sadece karanlıksın ve harladığın cehennem sadece seni yakıyor. Bir de umutla baktığın gökyüzünü. Senin harladığın ateş o kadar yükselmiş ki gökyüzün cayır cayır yanıyor." Gökyüzü yanıyordu ve onun umutlarını da yakıyordu o ateş.

"Peki bu iyi bir şey mi? Sadece benim yanmam, iyi bir şey mi? Yakmak istediklerim var, Araf. Onlar da benimle yansın. Çok canları acısın istiyorum." Bu hırs dolu cümlesinin aksine sesi oldukça yorgun çıkmıştı. Yakmak istediği kişiler kimdi yine ve yine bilmiyordum ama bahsettiği kişiye ya da kişilere şimdiden acımaya başlamıştım. Karan'ın eline düşmek kolay olmasa gerekti.

"Yakmak istediğin kişi ben değilsem, sorun yok. İstediğin kadar insan yak." Kafasını kaldırıp gülümsedi ve kafasını salladı. "Tamamen delirmişsin."

"Ölüm ıslığını duymak delirtiyor insanı biraz, kusura bakma." Gülümsemesi büyüdüğünde ben de gülümsedim. "Islığımda sadece benim yapabildiğim bir büyü gizli." dedi dirseklerini dizine yaslayarak. "Ölümle burun buruna gelen insanlara acı çektirecek bir büyü." Kaşlarımı çattım. Soracağım soruyu anlamış gibi cevap verdi. "Her duyan etkilenmiyor. Önlüyorum." Göz kırpıp, önündeki orta sehpaya çok önceden bırakılan kupayı eline aldı ve ayağa kalktı. "Kahve ister misin?" Kesinlikle mükemmel olurdu.

"Evet, isterim." Elimi çırpmaya başlayacaktım ki beni durduracak saçma sapan bir cümle kurdu.

"Ayağında uşağın yok. Kalk kendin yap." Evet, Karan'ın eline düşmemek en mantıklı olanıydı. Yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş soldu. Elime yanımdaki yastığı aldım ve ona doğru, hırsla fırlattım. Tabi ki kaçması kolay oldu. "Kinci misin sen?"

"Eh, biraz." Tekrar göz kıprtığında bağırdım.

"Elimde olsa seni öldürürdüm, Karan Başer!" Mutfağa büyük bir sırıtışla girerken içeriye doğru seslendi. "İstediğin zaman öldürebilirsin." Şimdi öldürsem eminim ben de ölürdüm.

"Seni öldürmeye geliyorum!" Ayağa kalkıp ben de mutfağa ilerledim. Tezgahın başında kahvesini hazırlamaya çalışıyordu. Gözlerimi devirip ben de bir kupa buldum ve kaynattığı suya ortak olmak için gülümsedim. Kafasını beni kınar gibi salladığında daha çok gülümsedim. Suyundan bana da verir miydi? Yüzüne baktım. Verirdi verirdi. Her ne kadar ters ters baksa da suyundan kendime de pay çıkartmayı başarmıştım. Zaten fazladan koymuştu suyu. Belli ki beni de düşünmüştü. Elimde kupayla salona geri dönerken, arkamdan gelen Karan konuşmaya başladı.

"Bu arada, fazla kalmayacağız burada. Yer değiştirmemiz lazım. Kahveleri içtikten sonra çıkalım." Kaşlarımı çattım ve elimdeki kahvenin dökülmemesine dikkat ederken kendimi koltuğa bıraktım. "Neden?"

"Onlar normal insanlar değil, Afra. Seni bulmaları için hissetmeleri yeter. Varlığın güç yayıyor." Yüzümü buruşturdum. "Hani nerede? Ben neden göremiyorum o gücü?" Gözlerini devirip kahvesini içmeye başladı. Onu yeniden güldürebilirim sanmıştım ama gülmemişti.

"Peki ne kadar sürecek bu iş? Her gün farklı bir eve mi gideceğiz yani? Saçmalık!"

"Ölmek istiyorsan, burada kalabiliriz." Tam dudaklarımı aralayıp dalga geçecektim ki beni durdurdu. "Sus, biliyorum ölmek istiyorsun." Kaşlarımı kaldırıp indirdim ve sırıtarak kahvemi içtim.

"Öğreniyorsun, Karan Başer." Bir kez daha gözlerini devirdi ve telefonunu alıp bakınmaya başladı. Ne yapıyordu o telefonda?

"Sana telefon aldım. Benim ve İlke'nin telefon numarası kayıtlı. Başka numaraya gerek yok zaten." Kahvemi sehpaya bıraktım. "Alex'in numarası neden yok?" Onu dışlamıyorlardı değil mi? Öyle olsaydı, onu yanlarında başka bir evrene götürmezlerdi. Birbirlerine güvenleri tam gibi görünüyordu.

"Gerek yok." Elindeki telefonu bana uzattığında, sehpahanın üzerinde başka bir telefon olduğunu fark ettim. Sehpahadaki telefon, onun telefonuydu. Elime telefonu alıp kurcalamaya başladım.

"Alex'e de yeni bir telefon almalısın. Adamın telefonunu alıp dışarıya fırlattın resmen." Bana bir kez daha ters ters baktığında gülümsedim. "Niye taktın sen Alex'e bu kadar?" Gözlerini kısıp yüzümü incelemeye başladığında omuz silktim.

"Takmadım. Sadece, ona güvendiğini düşünüyordum." Kaşlarını çattı.

"Ona güvenmediğimi söylemedim?" Yüzüme cevap beklermiş gibi baktığında gözlerimi devirdim. "Ne saçma bir konu bu böyle?"

"Alex'le aranızda bir şey mi var?" Tek kaşını kaldırıp kahvesini yudumlamaya devam ettiğinde ağzım şaşkınlıkla açıldı. Bu nasıl bir soruydu böyle? Nereden böyle bir kanıya varmıştı ki? "Dün de çok endişelendin onun için, tuhaf!"

Ah, ben de birine böyle bir soru sormuştum ve o, gülümsemekle yetinmişti. Bir şey varmış gibi gülümsemeye başladığımda yüzüme alık alık bakmaya başladı. Sanırım şimdi intikam vaktiydi.

"Bu bir cevap değil, Afra." Kaşlarımı kaldırıp indirdim ve elimde kupayı dudaklarıma götürdüm. Şüpheli tavırlarım karşısında kaşlarını çatarak yüzüme bakmaya devam etti ve elindeki kupayı sertçe sehpaya bırakıp ayağa kalktı.

"Gidiyoruz. Hazırlan." Kapıya doğru yöneldiğinde kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Kafasını aşağıya doğru indirdi. Üstünün çıplak olduğunu gördü. Bana tekrar dönüp sert bir bakış attı ve merdivenlere yöneldi.

Arkasında sessizce güleyim derken elimdeki kupa ters döndü ve tüm kahveyi döktüm. Bu kadarı hiç iyi değildi. Hem de hiç. Hafifçe inleyerek ayağa kalktım ve zıplamaya başladım. Üzerime giyeceğim bir şeyler de yoktu zaten. Kaçan keyfimize birlikte, onun kupasını da alıp mutfağa gittim ve kupaları bırakır bırakmaz üzerimdeki elbiseyi tenimden uzaklaştırmaya çalıştım. Hızla merdivenlere yöneldim. Az önce Karan'la yanma konusunu konuşmuştuk ve şu an ben ciddi anlamda yanıyordum. Karan yapmamıştı değil mi? Evet yapmamıştı. Sonuçta ben kendim dökmüştüm üzerime. Yine de bu yüzden ona sataşabilirdim.

"Karan!" Yavaş yavaş soğuyan kahveyle oflamaya başladım. Tenim, özellikle de karın kısmım yanmıştı ve çok acıyordu. Sinirle yerimde zıpladım ve merdivenleri bitirip koridoru döndüm. Karan neredeydi? Evi tam olarak bilmiyordum.

"Karan!" Koridorun hemen sağındaki kapı hızla açıldığında Karan dışarıya çıktı ve bana baktı. Sonra elimle tuttuğum elbiseye.

"Ne oldu?" Üzerimdeki gece elbisesi siyah olduğu için, belli olmuyordu.

"Kahve döktüm kahve. Senin yüzünden! Üstüme giyecek bir şeyim de yok. Yandım, yemin ederim yandım!" Karnım çok acıyordu. Zıplamaya devam ediyordum.

"Of kızım, kahve içmeyi bilmiyor musun sen? Geç içeri benimkilerden vereyim sana." Kapıyı açtığında içeriye resmen daldım. "Çabuk ol, yandım!" Sonunda kahve soğumuştu. Ancak elbise temine değdikçe, canım yanıyordu. Alışıktım ama yanıklar hep beklenmedik bir şekilde daha çok acıtıyordu. Yanıklara alışılmıyordu.

Dolabına yöneldi ve bana bir tişört verdi. Yüzüme doğru fırlattı desem daha doğru olurdu tabi. Daha sonra gözleri bacaklarıma kaydı. Gözlerimi büyütüp yüzüne bakmaya çalıştım. "Sabır, sabır." dedi tıslayarak ve yeniden dolaba döndü. Eline geçirdiği gri şortu da kafama doğru fırlattı.

"Hızlı ol." Kapıya doğru yöneldiğinde gözlerimi devirdim. Kapıyı kapatır kapatmaz elimdekileri yatağa bırakıp arkama ulaşmaya çalıştım ancak elbise her tenime temas ettiğinde canım yanıyordu.

"Karan!"

"Ne!"

"Baksana bir!" Karan kapıyı yavaşça açıp bana baktı ve gözlerini devirdi. "Hani giyinmemişsin."

"Açamıyorum yardım et." Kaşlarını kaldırdı ve bana doğru büyük adımlarla yaklaştı.

"Nasıl kapattıysan öyle açsaydın, Afra. Kim dedi sana bu saçma sapan kumaş parçasını giy diye?"

"Canım yanıyor, canım! Hem, istediğimi giyerim sana mı soracağım?" Evet, sormayacaktım. Ne giymek istiyorsam onu giyerdim. Bıkkınlıkla bir nefes verdi ve arkama geçip fermuarı yakaladı. Yavaşça aşağıya indirirken soluklandım.

"Gözlerin kapalıdır, umarım."

"Hayır, açık." Keyifli sesiyle gözlerimi büyüttüm. Dalga mı geçiyordu? Hızla ona dönüp vurmaya kalkışacaktım ki karnımın sızladığını hissettim. "Çık şu odadan elimde kalacaksın şimdi." Beni baştan aşağıya süzüp odadan çıktığında yumruklarımı sıktım. Şu elbiseden bir an önce kurtulmak istiyordum. Kurtulduktan sonra ona haddini bildirirdim.

Elbiseyi sinirle yere fırlattım ve verdiklerini giydim. Şort daha beter acıtıyordu. Ne yapacaktım ben bu acıyla? Elbiseyi elime alıp odadan çıktım. Salona inip Karan'a bakındım.

"Bu acıyla daha fazla yaşayabileceğimi sanmıyorum." Önce somurtkan yüzüme, daha sonra elimle tuttuğum şortun beline baktı. Üzerimdeki bol tişört karnımı kapatıyordu neyse ki. Ayağa kalkıp bana doğru adımladı.

"Özel gücün falan yok mu? Geçirsene şu acıyı." Mızmızlanmaya devam ettiğimde tam önümde durdu ve tişörtümü yavaşça, tepki vermeme zaman kalacak kadar yavaşça kaldırdı. Ona karşı koymamı bekledi ancak karşı koymadım. Ufak bir duraksamanın ardından şaşırsam da bakmasına izin verdim. Gözleri açık olan karnımda gezindikçe kısıldı. Elini hafifçe kaldırdığında derin bir nefes verdim. Sonunda yaram geçecekti.

Karan kullanılmalıydı. Karan'ın çok tuhaf güçleri vardı.

Eli karnıma temas etmeden birkaç saniye duraksadı. Gözleri kapalı olan Karan gözlerini yeniden açtı ve gözlerime baktı. "Sanırım senin merheme ihtiyacın var." Yanımdan geçerken söylediğini yeni idrak edebilmiştim. Öfkeyle ona döndüğümde, elinde bir merhemle bana yaklaşmaya başladı. Ne ara merhemi almıştı bilmiyordum. Merak da etmiyordum şahsen.

"Geç otur şöyle, geç otur! Şu halimize bak. Yola çıkmamız gerek dedim. Dediğim an başımıza yine iş açtın." Karnım acımasaydı şayet, gerilip ona bir tane çarpmak isterdim ama karnım acısa da acımasa da ona vuramayacağımı biliyordum. Gözlerimi devirip işaret ettiği ikili koltuğa oturdum.

"Aç karnını." dedi yanıma oturarak. Sesli bir şekilde yutkunduğuma yemin edebilirim. Sahte bir şekilde gülümseyip yüzüne baktım. "Bence ben kendim sürebilirim." Karan dümdüz yüzüme baktı ve yanıma oturdu.

"Afra," dedi bıkkınlıkla. "Hemen şu işi halledemezsek geç olacak. Sinirlenmeye başladım. Hazır sakinken, karnını aç ve yanık olan bölgeye merhem süreyim. Sana dokunacağım demedim. Merhem süreceğim. Tamamen masumca. Anladın mı?" Yüzümdeki sahte gülüş yavaş yavaş silindi ve omuzlarımı düşürdüm. Bundan nefret ediyordum. Çekindiğim şey karnıma dokunması falan değildi. Yüzüme bakmaya devam ettiğinde kafamı salladım ve elim, tişörtümün eteğine gitti. Karnımı yavaşça aralayıp merhem sürmesini için ona yer açtım.

Parmakları karnıma temas ettiği an bedenimin kaskatı kesildiğini hissettim. Nefeslerim düzensizleşti. Elleri buz gibiydi. Soğuk kalmak istediğini söylemişti. Her anlamda. Kesinlikle başarıyordu. Soğuk kalıyor, bu sayede uyanık kalıyordu. Bu da daha güçlü olmasına olanak sunuyordu. Eli nazik dokunuşlarla karnımda hareket etmeye devam etti.

"Kendini sıkma, Afra." Kafasını kaldırıp gözlerime baktı. "Yanlış anlamaya başlayacağım." Harika, şimdi kendimi daha fazla sıkmaya başlamıştım. "Saçmalama, canım yanıyor. Ondan." Kaşlarını kaldırıp indirdi ve sırıttı. Eli karnımda gezinmeye devam ediyordu. Dudağımı dişlemeye başladım. Canım cidden yanıyordu. Özellikle karnıma dökülmek zorunda mıydı?

"Bu izler, ne zaman oldu?" Kastettiği şeyi hemen anlamıştım. Bedenimi göstermekten, özellikle karnımı göstermekten çekinmemin nedenini kastediyordu.

"Çok önceden oldu. Ama bilirsin, her yaranın izi kalır." Gülümsediğimde kafasını kaldırıp gözlerime baktı. Yüzümü incelerken ona bakmaya ve buruk bir şekilde gülümsemeye devam ettim. Bana acımış mıydı? Eğer öyleyse, bu benim canımı yakardı. "Hayır, sadece çok derin yaraların izi kalır, Afra. Senin her yaran çok derin." Gözlerimi kıstım. O çoktan karnıma odaklanmaya devam etmişti bile.

"Bazen beni tanıdığını düşünüyorum." Bunu ağzını aramak için sormuştum. Neden beni tanıyormuş, yaşadıklarımı ezbere biliyormuş gibi konuşuyordu?

"Seni tanımıyorum, Afra. Tek bildiğim, bana benzediğin. Yaşadıkların sonucunda neler hissettiğin tahmin edilemez. Ama ben ederim. Seni sadece ben anlarım."

Seni sadece ben anlarım... Anlar mıydı? Beni gerçekten, anlar mıydı?

"Tamamdır, hadi gidelim artık. Fazla oyalandık." Kafamı sallayıp tişörtümü indirdim. Ayaklanıp elindeki merhemi elime tutuşturdu. "Daha sonra yeniden süreriz." Elimdeki küçük merhem kutusunu şortun büyük cebine koydum. Etrafa bakındım. Sehpahanın üzerindeki telefonumu aldım ve onu da diğer cebime sıkıştırıp çoktan evden çıkan Karan'ı takip etmeye başladım.

Evden dışarıya çıktığımda havanın dün geceye kıyasla çok daha sıcak olduğunu fark ettim. Geceleri burası, orman nedeniyle oldukça soğuk oluyordu. Gerçi gündüz de serindi. Ama güneş, ısıtıyordu.

Arabaya binen Karan'ın peşinden arabaya bindim ve arkama yaslandım. Arabayı çalıştırmasını beklemeye başladım. Ancak Karan arabayı çalıştırmadı. Bir terslik vardı. Ormanı izleyen bakışlarımı Karan'a çevirdim. Tek bir noktaya odaklanmıştı ve kaskatı kesilmiş gibi görünüyordu. Bakışlarını takip ettiğimde, içinde bulunduğumuz arabanın tam karşısında, ayakta dikilmiş bir adamla göz göze geldim.

Ve tam o anda, karşımızdaki bu adamın da Karan gibi, kızıl gözlere sahip olduğunu fark ettim. Bedenimdeki tüm tüylerin diken diken olduğunu hissettim. Stresli bir şekilde, titreyen nefesimi dışarıya verdiğimde, Karan'ın elinin bileğimi yakaladığını gördüm. Yanımda Karan'ın olması beni güvende hissettirse de adamın bakışları, kötü insanların bakışları gibiydi. Yüzündeki alaylı gülüş, ezbere bildiğim bir meydan okumaydı.

Daha sonra Karan'ın dudaklarından, durumumuza tam olarak uyan bir fısıltı karıştı havaya.

"Siktir!"

Loading...
0%