@elfhikayelerii
|
Bilincim yavaş yavaş yerine gelirken ağzımdaki kuruluğu hissettim. Başımda bir ağırlık vardı ve bu ağırlık homurdanmam için yeterli bir sebepti. Elim, yattığım yumuşak zeminde gezindi ve birbirine bir sarmaşık gibi sarılıp asla ayrılmayacağını düşündüğüm kirpiklerim yüzünden göz kapaklarımı zorlukla araladım. Avuç içime dolan yumuşak örtüyü gördüm ilk başta. Başımdaki ağırlık yüzünden yüzümü buruşturmadan edemedim. Elim anında gözüme giderken, yanmaları canımı sıktı ve onları çıkartmak istermiş gibi ovaladım. Açılan gözlerim karşı camdan yüzüme vuran güneşle tekrar kapandı ve daha sonra kısık bakışlarla güneşe meydan okudum. Elimi güneşe siper edip söylenmeye başladığımda, uyandığım yerin neresi olduğunu düşündüm. Sanırım bilincim asıl şimdi yerine gelmişti. Kaşlarımı çatıp ayaklarımı yataktan sarkıttığımda gözüme gelen güneş biraz da olsa azaldı ve en sonunda gölgede olma fikri bana güven verdi. Kısık bakışlarım güneşten kurtulup etrafta dolanmaya başladı. Ancak gözlerim, bir çift kara gözle kesiştiğinde zaten çatık olan kaşlarım daha da çatıldı. Dün ne olmuştu? Acilen durum güncellemesi yapmam gerekiyordu. Telefonuma gelen şüpheli bir mesajla evden çıkıp atılan konuma gitmiştim. Annemi şirketimizin sağlam hissedarlarından biri ile basmıştım. Amaçsızca koşup içimdeki yangını söndürmek için saatlerce yağmur altında baygın kalmıştım. Uyandığımda kendimi bir mezarlıkta, ıslık sesi dinlerken bulmuştum. Daha sonra bu adamla karşılaşmıştım ve mezarlığın bekçisinden kaçmıştık. Sonra da bayılmıştım. Evet, bayılmıştım. Ama burada ne arıyordum? Aklıma üşüşen kötü düşüncelerle gözlerim büyüdü ve kendimi sanki çok daha güvende olacakmışım gibi yatağa mıhlarken buldum. Bana ne yapacağını bilmediğim ve bakışlarından da hiçbir şey anlamadığım adam, yüzümü inceledi. Yatağın hemen karşısındaki tek kişilik koltukta rahat bir pozisyonda oturmuş, dirseğini kolçağa koymuştu. Sanırım düşünceli görünüyordu. Kolçakta yaslı olan kolunu kaldırmış ve dudaklarına siper ederek düşündüğünü kanıtlamak istermiş gibi yüzüme boş bir ifade ile bakıyordu. Ancak anlayamıyordum. Ne düşünüyordu? Karşımda oturan boş bakışlı adamın kim olduğunu ve bana neler yapabileceğini bilmiyordum. Ondan kaçmalı mıydım onu da bilmiyordum ancak bilmem gereken tek bir şey vardı. Bu adam bana burada herhangi bir şey yaparsa, bir kahraman bekleyemezdim. Fazladan bir insan dahi tanımamak için kaçan eski ben, şu anki bana el hareketi çekiyor ve 'kendin ettin kendin buldun' diyerek söyleniyordu. Maalesef ki en yakın arkadaşım Duru'nun en yakın arkadaşı değildim ve o beni ancak kaybolduktan birkaç gün sonra fark ederdi. O birkaç gün içerisinde de bu adam bana neler yapmazdı neler! Gözlerimi, boş gözlerine sabitledim. Dün tam anlamıyla inceleyemediğim ancak temas ettiğimizde zihnimde az çok resmini çizebildiğim suratı şimdi daha incelenebilirdi. Karizmatik bir adamdı. Dün de fark ettiğim gibi oldukça kalıplıydı ve oturmasına rağmen uzun boylu olduğunu anlayabiliyordum. Gözleri benim gözlerim gibi boş bakıyordu. O da benim gibi karşısındaki inceliyordu. Arada gözleri kısılıyor, düşünceleri gözlerine yansıyacak gibi olduğu an kendini toparlıyordu. Garip bir şekilde kendine çeken bir yanı vardı. Dediğim gibi oldukça karizmatik ve her kadının isteyeceği bir adamdı. Üzerinde siyah bir boğazlı kazak vardı. Altındaki siyah pantolon bana selam çakarken, titrek bir nefes verdim ve kafamı kendime gelmek için sallayarak gözlerimi kaçırdım. Ben kanmazdım. Kanamazdım. Kara gözlerini hala üzerimde hissedebiliyordum ancak aldırmadım ve sanki çok lazımmış gibi odayı incelemeye başladım. Çift kişilik büyük yatağın hemen karşısında tek kişilik bir koltuk ve koltuğun üzerinde de tahminlerime göre katilim oturuyordu ancak konumuz bu değildi. Koltuğun hemen yanında bir kapı vardı ve bu kapının odadan ayrılmak için kullanılan kapı olduğu aşikardı. O kapının hemen yanında, oturduğu koltuğun hemen üzerinde ve benim karşımda büyük bir tablo vardı. Simsiyah, üzerinde siyahtan başka renk olmayan bir tabloydu. Hatta tablo bile değildi. Sanki, arka planı tamamlanmış ancak asıl resim resmedilmemiş gibi, muhtemelen yarım kalan bir tabloydu. Bu tablonun bana ne kadar çok benzediğini, birkaç saniye baktıktan sonra fark edebildim. Asla duvarıma böyle bir şey asmazdım ancak karanlığın içinde kalmış ve etrafımda hiçbir şeyi görmemişim gibi hissettirmişti ki bu, benim hayatımın özetiydi. Bu tablonun duvarda ne işi olduğuna dair bir fikrim yoktu ve açıkçası asla merak etmiyordum. Hemen çaprazımda gözüme çarpan kapı muhtemelen banyoya açılıyordu. Banyo kapısının karşı duvarında ise birkaç dakika önce kısık gözlerimi kaçırmaya çalıştığım güneşin bana ulaşma sebebi vardı. Bir pencere. Perde yoktu. Tüm bu incelemeyi birkaç saniyede yapmıştım. Zihnim şu an asla yeni uyanmış gibi değildi. Tetikteydim ve adrenalinin bedenimi delip geçecek bir kurşun kadar göz ardı edilemeyecek olduğunu hissedebiliyordum. Göz ucuyla hâlâ bana bakan, ancak biraz öncekinden farklı olarak gözleri şüpheyle kısılan adamla göz göze gelmedim ve yalnızca birkaç dakikadır oturduğum yerde hareketlenerek banyoya girdim. Kanımda gezinen haddinden fazla adrenalin, midemi bulandırmıştı. Kusacakmış gibi hissediyordum. Adam hâlâ odada bekliyordu. Bir şekilde bu bulantı hissinden kurtulmalıydım. Yüzümü yıkadım, saçlarımı asla bileğimden çıkartmadığım toka ile topladım ve tüm bunları yaparken, üzerimde hâlâ varlığını hissettiğim kara gözler yüzünden yerimde rahatsızca kıpırdandım. Midem bulanmaya devam ediyordu. Ancak adamın yanına dönmek ve onu göz hapsine de almam gerekiyordu. Kendimi çok çaresiz hissediyordum. Derin bir nefes alıp odaya geri girdim ve sanki hiçbir şey yokmuş gibi yeniden yatağa oturup tuttuğum nefesimi bıraktım. Neden bana böyle bakıyordu? Gözlerim gözlerinden ayrılmazken, bana söyleyeceği ya da yapacağı herhangi bir açıklama bekliyordum. Öylesine rahatsız olmuştum ki. Birkaç dakika boş boş birbirimize baktık. Eli yeni yeni uzayan sakallarında geziniyor, bir şeyler düşünüyordu. En sonunda elini çenesinden çekti ve tüm bunları yaparken gözlerini gözlerimden ayırmadı. Bir yandan da ayağıyla ritim tutuyordu ki bu beni biraz germişti. Dudaklarını araladı, "Kimsin sen?" diye sordu. Cidden, bana sorması gereken ilk soru kim olduğum muydu? Üstelik onun evinde, yeni uyanmışken! "Afra ben, tanıştığımıza memnun oldum. Asıl sen kimsin?" İğneleyici tavrım karşısında kaşlarını çattı. Tamam, iğnelenmekten hoşlanmıyordu. Zaten iğnelenmekten kim hoşlanırdı, değil mi? Dudaklarımı birbirine bastırdım ve yatak başlığına yaslanarak ellerimle oynamaya başladım. İsmimi bu şekilde söylemem onu gerse de, gerginliğinin azalması vakit almadı. Verdiğim cevap, kim olduğum konusunda onu tatmin etmiş gibi davranıyordu. "Ne yapıyordun gece mezarlıkta?" Gözleri iki saniyeliğine oynadığım ellerime kaydı ve sonra çatık kaşları ve kısık gözlerini gözlerime sabitledi. "Islık sesini duydum. Kaybolmuştum ve etrafta yardım isteyecek birileri yoktu. Mecburen sesi takip ettim." Ben neden açıklama yapıyordum şu an? Sanki karşımdaki adam benim evimdeydi! Benim ondan bir açıklama duymam gerekiyordu asıl. "Soruma cevap vermedin. Asıl sen kimsin ve burada ne yapıyorum ben? Gecenin bir yarısı mezarlıkta ne yapıyordun ve dahası, neden ıslık çalıyordun?" Çatık olan kaşları daha da çatıldığında ve demir kadar sert bakışları üzerimde daha da yoğunlaştığında sesli yutkunmadan edememiştim. Tamam, ondan biraz korkuyor olabilirdim. Suyuna git, suyuna git! Bakışları altında ezildiğimi hissettiğimde tırnaklarımı avcuma geçirmeden edemedim. Kendimi sıktığımı fark ettim. Normal iki insan gibi konuşmak normal kaçar mıydı, ölçüp biçmeye çalışıyordum. Bakışı bakış değildi. Sanki benimle ilgili bir şeyler arıyor gibiydi. "Nasıl kayboldun?" Sesi bakışlarına zıt bir şekilde oldukça sakindi. Hâlâ çatık olan kaşlarına kaydı gözlerim ancak hemen gözleriyle birleştirdim. Bakışlarından asla hoşlanmamıştım. Beni çok geriyordu ve sanki sorgudaymışım gibi sorduğu net sorular karşısında ne yapacağımı bilemiyor, cevap vermek zorunda kalıyordum. "Aslında," dedim pes ederek. Sesimde bıkkınlık vardı. Ciddi anlamda vereceğim cevaptan utanıyordum. Ona ortalıkta delirmiş gibi koştuğumu tam olarak nasıl açıklayacaktım? Dahası bunun ilk defa başıma gelmediğini. Bazen bilinçsiz davrandığımı... İstifini bozmadı. Bakışları yüzünden yerin yarılmasını ve içine balıklama atlamayı istiyordum. Hadi ama bu tavır da neyin nesiydi? Bakışlarındaki ifadesizlik yüzünden yerimde rahatsızca kıpırdandım. Çatık kaşları yavaş yavaş düzeldi ancak boş bakışlarında asla bir duygu göremedim. "Nasıl kaybolduğunu bilmediğini söyleme bana." Sesi az önceki ifadesizliğinden arınmış oldukça şaşkın çıkmıştı. Yerimde rahatsızca kıpırdandım. Benim hakkımda ne düşünüyordu da bu isabetli yorumu yapabiliyordu, öğrenmeden rahat yoktu. Ancak saçma olan, kendi tahminine şaşırmasına rağmen bakışlarının hâlâ boş olmasıydı. "Öncelikle nasıl kaybolduğumu bilseydim bu kaybolma değil, bilinçli bir şekilde uzaklaşma olurdu. İkinci olarak, benim hakkımda ne düşünüyorsun bilmiyorum ama üslubun beni rahatsız ediyor ve son olarak," Derin bir nefes aldım. Utanmasam, bağıracaktım. Bu koca cüsseli adamı yere serebilir miydim? Hiç sanmıyordum. Peki tam olarak neyime güveniyordum? Sanırım izlediğim saçma sapan filmlere güveniyordum. Daha nerede olduğumu bile bilmiyordum. Suyuna gitmeye çalışmak da bir yere kadardı. Yarım kalan cümleme bir soruyla devam ettim. "Tam olarak neredeyiz?" Evet, bu soru asıl niyetini belli edecekti. "Hem, eminim başına dert açmışımdır. Sonuçta kimse bir yabancıya yatağını vermek istemez, değil mi?" Sırıtmaya başladığında ona şaşkınlıkla baktım. Gülerken bile, yüz kasları gevşememişti. Bu keyfi bir gülüş değildi. Tam olarak korktuğum gibi bir deliydi ve beni burada öldürecekti. Gülüşünde bile, bir tehdit saklıydı. Şimdi bu gülerken, yataktan atlayıp onun bacaklarının yarısı olan bacaklarımla odayı terk etmeye çalışsam beni yakalar mıydı? Sadece birkaç saniyesini alırdı. Neye gülüyordu bu şimdi? Kafayı yememek için zor duruyordum. Gözlerimi kısmış gülen adama bakarken, kendini yavaş yavaş toparladı ve dudaklarında kalan tebessüm kırıntılarıyla beni ayıplarmışçasına başını salladı. Dudakları arasından ayrılan ve kulaklarıma dolan cıkcıklama sesiyle dişlerimi sıktım. Kuş gibi sesler çıkartması sinirime dokunuyordu. Benimle eğlenmeye mi çalışıyordu bu ruh hastası? "Nerede olduğumuzu tabii ki söylemeyeceğim. Kaçmaya falan çalışırsın şimdi." Bu ne demekti şimdi? Yüzündeki tebessüm soğuk bir gülümseme halini aldı ve ben gülümsemesinden korktum. Hayır, gerçekten. Psikopatca gülümsüyordu ve bu kendimi güvende hissettirmiyordu. "Neden buradayım? Ne istiyorsun benden?" Titreyen bir nefes verdiğimde elim kalbime gitti. Kalbime inmeden buradan kurtulmam lazımdı. Duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Tekrar cıkladı ve ben, soğuk gülümsemesi altında ezildim. "Seni kaçırmadım." dedi gülümsemesine rağmen ciddi bir ses tonuyla. Arkasına yaslandı. Gülümsemesi gittikçe soldu ve en sonunda keskin hatlara sahip olan yüzünde yine ifadesizlik hüküm sürdü. Ellerini birleştirdi ve sağ elinin yüzük parmağı ile oynamaya başladı. Hareketlerine, tavırlarına anlam veremiyordum. Bir insan nasıl gülümsemesine rağmen ciddi olabilirdi? Tamam, kaçırmamıştı. O zaman benim burada işim neydi? "Sana tekrar soruyorum, ne istiyorsun benden? Derdin paraysa annemde bol bol var!" Evet, annemde bol bol para vardı. Ancak benim için o parayı harcamazdı. Hatta tek kuruşunu bile. Yüzüme vuran gerçeklerle düşünmeye başladım. Kimse bana yardım edemezdi. Tek başımaydım. Yalnız başıma neler atlatmıştım ben! Şimdi, bu adamı da yere serebilirdim bence. Kısılmış gözlerle yüzümü inceliyordu. Ben ise onu nasıl alt edeceğimi düşünüyordum. Ayağa kalktım. Normalden çok daha hızlı kalktığımdan, refleks olarak o da koca cüssesiyle karşıma dikilmişti. Geriye doğru adımlamamak için çok zor tuttum kendimi. Kaçmak için kıvranıyordum. Bakışlarımı koca cüssesini görmezden gelerek yüzüne çıkarttım ve bir kadının tek kurtarıcısı olan hamleyi yaptım. Çocuğu olup olmaması umurumda bile değildi. Bu darbeyi beklemiyor olmalıydı ki acıyla inledi ve ellerini kasıklarına siper etti. Korkuyla birlikte, göz açıp kapatana kadar kapıya ulaştım. Ancak bir sorunumuz vardı. Kapı kitliydi ve arkamda, çocuğunun olmasını muhtemelen imkansızlaştırdığım bir katil duruyordu. Saçma sapan düşüncelerimi bir kenara bırakıp potansiyel katilim kendine gelmeden önce, pencereye doğru koşmayı akıl edebildim. Ancak aşağıya bakmamla başımın dönmesi bir oldu. Aşırı olmamakla birlikte, yüksekteydik. Kaçacak bir delik arıyordum ama asla bulamıyordum. Adamın sesi kısa süreliğine kesildiğinde içimden dualar ede ede arkamı döndüm. Adam hâlâ dizleri üzerinde iki büklümdü. Ancak çektiği acıyı sesine değil, sert bakışlarına yansıtıyordu. Sesli bir şekilde yutkundum ve sert bakışlarına rağmen pes etmeden yeniden kapıya doğru koştum. Kolu kırmak istermiş gibi zorladığımda arkamda hissettiğim hareketlilik içimin titremesine neden oldu. Evet, filmlerdeki sahneleri izlerken adamı alt etmeyi biliyordum. Şimdi neden dilim lâl olmuş, bedenim kaskatı kesilmişti. Derin derin nefes alıp ver, derin derin nefes alıp ver! Arkama yavaş yavaş dönerken başıma geleceklerden habersiz bir şekilde gözlerimi kapattım. "Aç gözlerini!" Sesi çok soğuktu. Sesi ölüm kadar soğuktu. Korkuyordum. Hem de çok korkuyordum. Düşündüm de, burada ölüp gitsem yokluğum ne zaman fark edilirdi cidden? Ölümle burun buruna geldiğimde hep bunu düşünürdüm. Her gün kaçırılmıyordum belki ama her gün yeni bir ölüm haberine uyanıyordum. Etrafımda olsa da, olmasa da birileri ölüyordu. Birileri çaresizce can veriyordu ve ben bir gün öleceğimi biliyordum. Belki de hiç fark edilmezdim çünkü pek çok kez evi terk etmiştim. Ancak her seferinde orada bir mahkum olduğumu hatırlayıp geri dönmüştüm. Şimdi geri dönmesem, bu akıllara ölüm fikrini sokar mıydı? Âna geri dönmemi sağlayan şey buz gibi olan elini kolumda hissetmemdi. Koluma yayılan uyuşma hissiyle ürperdim ve bedenimi tamamen ona döndürdüğümde eli karnımda gezindi. Beni sertçe duvara yasladığında, dudaklarım arasından acı dolu bir inleme döküldü ve kara gözleri, gözlerimi hedef aldı. "Seni," dedi zorlukla konuşarak. Sesi acı dolu geliyordu. "Bitireceğim." Ama şimdi acı dolu gelmiyordu. Nedendir bilinmez, onu birkaç dakika öncesine kadar ciddiye alamıyordum ancak şimdi, korkudan ayağına kapanıp yaşamama izin vermesi için yalvarabileceğimi düşünüyordum. Aslında hayır, böyle düşünmüyordum. Sanırım pes etmek bazen güzeldi. Ben hep pes eden taraf olmuştum ve son kez pes etme fikri daha cazip gelmişti. Eli hâlâ karnımdaydı ve hemen yanımda, duvarda konumlandırdığı kolundaki damarlar, öfkeden midir bilinmez, daha belirgin görünüyordu. Kafasını öne eğmiş kendine gelmeye çalışıyordu. Ben ise ölüm fermanımı ondan dinlemeyi bekliyordum. Bazı şeyler yapmıştım. Bir bedel ödenmeliydi tabii ancak yaptığım şey, kendimi korumak için başvurduğum bir yoldu. Bunun dışında onu sinirlendirecek ya da damarına basacak herhangi bir davranışta bulunmamıştım. Belki de beni tanıyordu. Hayatım boyunca stres topu gibi insanların dertlerini, yüzüme doğru bağırmalarını dikkatle dinlemiş ve her birinden sonuçlar çıkartmıştım. Bunun konuyla alakası neydi bilmiyordum ancak belli ki benden önce de sinirliydi ve beni sinirini çıkartmak için bir stres topu gibi kullanacaktı. "Bırak beni!" dedim zorlukla konuşarak. Korku dolu sesimi duymuş ancak duymamış gibi birkaç dakika beklemiş sonra da yere doğru eğdiği başı yüzünden göremediğim dudaklarının kıvrıldığına hatta güldüğüne şahit olmuştum. Kafasını olumsuz anlamda salladı ve yerde olan bakışlarını gövdesiyle aynı andan doğrulttu. Karnımda gezinen eli diğer yanımda kendine yer bulduğunda duvarı delip kaçmak istermiş gibi yerime daha da sindim. Kaldırdığı kafası ve doğrulttuğu büyük cüssesi, önümü aynı zamanda da nefesimi kestiğinde üzerimde bıraktığı etkiden ötürü muhtemelen, kısa bir süre yüzümü keyif içerisinde izledi. Çok gerilmiştim ve ağlamak istiyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlamak, ona beni bırakması için bağırmak istiyordum. Ancak yapamadım. Bedenim gibi gözyaşlarım da buz tutmuş olmalıydı. Titrek bir nefes bıraktığımda hâlâ fazla olmasa da yakındık. Eminim soluğumu yüzünde hissetmişti ancak tepki vermedi. Sadece yüzümü incelemeye, mesafesini korumaya ve hafifçe gülümsemeye devam etti. "Ne yapacaksın bana?" dedim dosdoğru çıkması için kastığım bedenimle. Ellerimi de bedenim gibi sıktım ve korku dolu bakışlarımı onun keyifli ifadesine yerleştirdim. Sanki az önce beklemediği acı dolu bir darbe yememiş gibi hemen kendine gelmişti. Hâlâ iki büklüm dursa da bu bana artı değil eksi puan kazandırmıştı çünkü boylarımız neredeyse eşit sayılırdı. "Bilmem." Nefesi, yüzümü yaladı. Dudaklarından dökülen o tuhaf fısıltı nefeslerimi yaktı. Gözleri yüzümü talan ediyor, aklından geçenleri bir an bile dışarıya yansıtmıyordu. "Ne yapsam sana?" Dudakları ve dudaklarım arasında fazlasıyla mesafe vardı. Ancak aldığı ve verdiği tüm solukları hissedebiliyordum. Yabancı bir ruh hastasıyla yüz yüzeydik ve ben bundan kesinlikle hoşnut değildim. Herhangi bir girişime karşı hazır bekleyen ellerime gerek kalmadan rahatsız olduğumu anlayarak biraz geriledi. Eğer bir saniye bile gecikse, şu an belki de üzerine kusmuştum. İğrençti, gerçekten midemi bulandıracak kadar iğrençti. Zira dün gece annesini başka bir adamla basmış olan genç bir kız için özel alan şu an en önemli olanıydı. Ciddi bir ifadeyle daha fazla geri çekildi ve kendime gelmem için bana kısa bir süre verdi. Gözlerimi kapatıp yanağıma damlayan yaşı elimin tersiyle sildim ve burnumu çekerek önüme döndüm. Aklımda, annemin sözleri dönüp duruyordu. Bana resmen, başarabilmek için bir adama ihtiyacı olduğunu söylemişti. Para için, işinin kolay olmadığından bahsetmişti. Hepsi iğrençti. Hepsinden öylesine iğreniyordum ki karşımda duran bu adamın yüzüne tükürmemek için kendimi çok zor tutuyordum. Amacı neydi? Beni neden burada tutuyordu? Kapıyı kitlemesinin nedeni, bana vereceği kötü haber sonucu kaçmaya çalışacağımdan emin olmasından kaynaklanıyordu. Bu resmen bir öngörüydü. Tutsak edilmenin ne demek olduğunu iyi biliyordum ve bir kez daha iliklerime kadar tutsak edildiğimi hissediyordum. Gözümden bir kez daha intihar eden gözyaşım yanağımda çeneme doğru yol aldı. Elim yavaş yavaş nükseden ağrının bulunduğu yere, karnıma, gittiğinde karşımdaki adamın bakışlarında şüphe olduğunu gördüm. Ne düşünüyordu bilmiyordum. Gözleri yüzümü en ince ayrıntısına kadar inceledi. Yanağımdan çeneme doğru yol alan gözyaşına baktı uzun süre. Bakışları kısıldı. Sonra omuzlarımdan aşağıya, kollarımda oradan da ellerimde göz gezdirdi. Karnıma baktı. Neler olup bittiğini anlamıyordu. Bunu bakışlarından anlayabiliyordum. Karnıma giren keskin bir acıyla dişlerimi sıktım. Onun karşısında bu kadar kolay pes etmeyecektim. "Neden burada tutuyorsun beni?" Dişlerimi sıktığımdan sesim boğuk çıkmıştı. Kasılan bedenime inat iki büklüm olmam gerekirken, dimdik ayaktaydım. Duvardan aldığım destek kesilse muhtemelen çoktan yere yığılmıştım. Yavaşça geri çekildi. Ben ise hâlâ duvara yaslanıyor ve gözlerine dimdik bakmaya çalışıyordum. Bu biraz zordu. "Dua et sınırları iyi bilen birine denk geldin. Sınırına müdahale etmene rağmen senin sınırına saygı duyacak birine." dedi afallamış bir sesle. Sanki az önce beni duvara sıkıştıran o değilmiş gibi. Aramızda gerçekten mesafe olmasına rağmen bunu yapmamalıydı. Ancak görüyordum ki yaptığının yeni farkına varıyordu. Farkına vardığı için kaşları çatılmıştı. Gözüme bakmıyor aksine gözlerine bakmaya çalıştığımda bile bakışlarını kaçırıyordu. Eliyle yüzünü sıvazladı. Pencereden dışarıya baktı. Daha sonra bana döndü. Beni kapının önünden uzaklaştırdı ve uzakta olan yatağa doğru hafifçe yönlendirdi. Beni itekleyeceğini düşündüğüm için tetikteydim ancak aklımı kaçırmadıysam eğer o, gereğinden fazla nazikti. Yatağın yanından büyük adımlarla uzaklaştı ardından bana omzunun üzerinden kısa bir bakış attı. "Yat dinlen. Kendine geldiğinde gitmene izin vereceğim." O bilmiyordu. Benim karın ağrılarım hiçbir zaman geçmezdi ve şimdi de geçmeyecekti. Ancak bu hissettiğim karın ağrısı farklıydı. Muhtemelen dün yağmurda kaldığım için üşütmüştüm. Beni resmen nazikçe bıraktığı yataktan dimdik ona baktım ve geniş sırtı yüzünden aradığım hiçbir şeyi bulamadım. Altındaki pantolonun arka cebinden çıkarttığı anahtarı deliğe soktu ve dışarı çıkarken anahtarı yeniden yanına aldı. Şaşkınlıkla arkasından baktım. Böyle davranmasını beklemiyordum. Kaçıran bir insana nazaran oldukça nazikti ve beni bırakacağını söylüyordu. Beni kaçırmamış mıydı yoksa? Kafamda dolanan binlerce soruyu bir kenara attım. Odadan çıktığı an ayağa kalktığımda, kapının arkasından tıkırtı sesleri geldi. Beni, bu küçücük odaya mı kilitlemişti? kaçırmadığı birini neden hapsediyordu?Kapıya aceleci adımlarla yaklaşırken kaşlarımı çattım. Bu kadar kolay pes etmeyecektim. Ciddi anlamda canımı sıkmıştı ve ben, onun canını sıkmayı da bilirdim. Umarım, canı sıkıldığında öldürmek gibi tuhaf yollara başvurmuyordur. Aksi takdirde kendi ölüm fermanımı kendim imzalamış sayılacaktım. "Açsana kapıyı, ruh hastası!" Onu hissediyordum. "Madem bırakacaksın neden kapıyı kilitliyorsun!" Hemen kapının arkasında olduğunu biliyordum. Bunu kanıtlar nitelikte bir ses dolduğunda kulağıma, kapıya aralıksız ve sert bir şekilde vurmayı bıraktım ve sese kulak kesildim. Beni delirtmek istediği açıktı. Dün çaldığı ıslık, aynı melodisiyle kulaklarıma dolduğunda ve gittikçe uzaklaştığında pes ettim ve çaresizce odaya dönüp kapıya yaslandım. Şimdi ne yapacaktım? Karnım bir kez daha acıya gebe kaldığında, yaslandığım kapıdan iki büklüm bir halde yere doğru kaydım ve kalçam yerle temas edene kadar kendimi durduramadım. Dizlerimi kendime çekerken düşündüğüm tek şey, yalnız olduğumdu. Sanki her gün kaçırılıyormuş gibi tüm ihtimalleri gözden geçirdim. Yapabileceğim ya da bir şekilde yaptırabileceğim her ama her şeyi düşündüm. Ancak bir çözüm yolu bulamadım. Pes eden bedenim ve ondan daha sonra pes eden zihnimle birlikte ağzımdan ufak bir hıçkırık kaçtı. Ne işlere bulaştığımı bile bilmeden, kahramanım diye adlandıramadığım kimsem olmamakla birlikte tam olarak yalnızdım. Normalde olsa yalnızlığımı hissettiğimde bu kadar üzülüp çaresizce ağlamazdım hatta sevinirdim ama yalnız ölme fikri beni çok kötü etkiliyordu. Ne kadar süre o kapının önünde çaresizce kendimi dinledim, düşündüm ve ağladım bilmiyordum. Karnımın ağrısı dayanılmaz bir hâl aldığında, kendimi yatağa kadar zor taşıdım ve beyaz yorganın altına sığınıp bacaklarımı kendime doğru çektim. Kısa süre sonra, kapı araladığında ve odaya koyu, uzun saçları olan, güler yüzlü bir kadın girdiğinde doğrulmaya çalıştım ancak başarısız oldum. Elini kaldırıp beni durdurdu. "Kalkmanıza gerek yok, rahatsız olmayın!" Dediğini dinlemedim ve bedenimi yatak başlığına kadar zor doğrulttum. Dizlerimi kendime çekip bana gülümseyen kadına, ki oldukça genç görünüyordu, sorgulayıcı bakışlar göndermeyi ihmâl etmedim. Bakışlarımı gören kadın, nereden çıkarttığını anlayamadığım sandalyeyi yatağın yanına bıraktı. Tüm bunları yaparken yatağın yanına konumlandırılmış komodinin üzerine bıraktığı tepsiyi yeniden eline aldı. Elindeki tepside taşıdığı, sıcak çorbadan başka bir şey değildi. Kolunun altına bir sıcak su torbası sıkıştırmış, dikkatli hareketlerle sandalyeye oturmaya ve aynı zamanda da elindeki tepsiyi dengede tutmaya çalıştı. "Lütfen çorbayı için." Tepsiyi kucağıma bırakırken, aynı zamanda kolunun altına sıkıştırdığı sıcak su torbasını da karnıma koymaya çalışıyordu. Neler döndüğünü çok sonradan fark ettim. Karnımın ağrısını, regl sancısı sanmıştı. Peki bu kadın da kimdi? Kadın derin bir nefes aldı ve sanki düşüncelerimi okumuş gibi arkasına yaslanıp yüzüme baktı. Gözleriyle içmem için çorbayı işaret ettiğinde yanlış anlaşılmayı düzeltme zahmetinde bile bulunmadım. Dün yalnızca sabah kahvaltısında iki lokma bir şeyler yemiştim ve kurt gibi açtım. Ne olursa olsun, karnımı doyurmak için yanlış anlaşılmalara katlanabilirdim. Karşımda oturan bu kadın sayesinde, benim pek çok sorum yanıt bulacaktı. Elimde tuttuğum kaşığı çorbaya daldırdım. Sıcak olduğu, yüzüme vuran buharından belliydi. Sanırım mercimek çorbasıydı. "İsminiz nedir?" Muhtemelen sohbet etmeye çalışan kadına cevap vermeden önce önümdeki çorbayı dudaklarımdan aşağıya yolladım. Kaşığı tabağa bırakıp yeniden kadına döndüğümde, onun da az önceki adam gibi şüpheli gözleriyle tanıştım. Neden herkes bana böyle bakıyordu bilmiyordum ancak kendimi bir suçlu gibi hissediyordum. Bilmeden adam falan mı öldürmüştüm acaba? "Lütfen bana sen diye hitap edin. İsmim Afra." Kafasını salladı ve gülümsedi. Bacak bacak üstüne atıp ellerini diz kapağında birleştirdiği sırada ben çorbamla aşk yaşıyordum. Bu kadın bana zarar verebilir miydi? Bir dakika, çorbada zehir olma ihtimali var mıydı? "İçinde hiçbir şey yok. Rahatlıkla içebilirsin." Kadın çorbaya attığım dehşet dolu bakışlardan düşüncelerimi okuyabilmişti. Oldukça zeki olmalıydı. Şahsen ben, çorbaya böyle bir bakış atılsa beğenilmediğini düşünür üzülürdüm. "Hayır hayır," dedim elimi kaldırıp. Bu konuda yanlış anlaşılıp, sorularımın cevaplarına sırt dönemezdim. Kadına oldukça yakın olmalı, onu kendime çekmeliydim. "Sadece," Ne diyeceğimi bilemeyerek yüzüne baktığımda anlayışla gülümsedi ve dudaklarını araladı. "Sorun değil, anlıyorum. Korktuğunun farkındayım ama bana güvenebilirsin. Sana zarar gelmesine izin vermem." Ona güvenmiyordum. Açıkçası, o adamdan sonra bu ortamda bulunan küçük bir sineğe dahi güvenmiyordum. Manyak olduğu aşikardı. Neler dönüyordu anlamam gerekiyordu. Neredeydim ve ne için tutsak ediliyordum? "Pek çok sorun olduğunu biliyorum. Sana hepsini teker teker açıklayacağım. Ancak önce çorbanı içmelisin. O, öyle istedi." Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. Soru sormak için dudaklarımı araladım ancak şu an bunu erteleyebilirdim. Üşütmüştüm ve bu çorbayı da içmezsem muhtemelen hastalıktan ölecektim. Büyük bir iştahla yemeği yerken kadın beni izledi ve sabırla bekledi. Normalde yemek yerken izlenilmekten nefret ederdim. Ancak öylesine açtım ve bu çorbaya muhtaçtım ki, bunu dert edecek kadar düşünemedim bile. Zaten böyle bir hakka sahip olmadığıma da emindim. Belki de katil değildi. Öyle olmasa, neden karnımın ağrısı için birilerine emir verip, beni iyi edecek bir çorba yaptıracaktı ki? Yediğim yemekle mantıklı düşünebiliyordum şimdi. Bakıldığı zaman, oldukça büyük bir evdeydik ve paraya ihtiyacı olmadığı ortadaydı. Ancak neden buradaydım? Para istemiyorsa ne istiyordu? Sapık olsaydı az önce yaptığını yapmazdı. Gerçi aynı yatakta uyuduk iması da bunu düşünmem için bir sebepti. Tepsiyi kucağımdan alıp yanımdaki komodine bırakan kadını dikkatle inceledim. Güzel bir fiziği vardı. İnce uzun bacakları, ince beli ve uzun koyu saçları kesinlikle onu güzel kılıyordu. O da adam gibi simsiyah giyinmişti. Onlardaki bu siyah takıntısı neydi acaba? Gerçi, benim üzerimde de renkli sayılabilecek tek şey gri hırkamdı. Belki de onlar da benim gibi fazla dikkat çekmekten hoşlanmıyordu. Bana dönen kadın, sorularımı yanıtlamak için arkasına yaslanıp kollarını bağladığında derin bir nefes verdim. "Tamam," dedim kendimi hazırlayarak. Tüm kafa karışıklığımı giderecektim. "Neredeyiz?" Kadın bana tekrar gülümsedi ve kollarını kaldırarak dışarıyı işaret etti. "Ormanın ortasında." Ona "Gerçekten mi?" dermiş gibi bakarken beni takmadı ve konuşmasını sürdürdü. "Kaçmaya çalışırsan, bizden önce seni kurtlar kuşlar bulur ve onlara yem olursun." Evet, beni tehdit etmesini bekliyordum zaten. Ancak bu kadar açık konuşması beni şaşırmıştı. Açık sözlülüğü karşısında açılan dudaklarım ve gözlerimi kapattım ve hemen toparladım. Bugün onların eline koz vermeyecektim. "Benden ne istiyorsunuz? Neden buradayım?" Kadın derin bir nefes aldı. Uzun bir konuşma yapacaktı muhtemelen. Kendini hazırladı, söyleyeceklerini sindirdi. "Senin evreninde olduğumuza emin olabilirsin." Histerik bir kahkaha attım. Zorlanıyordum. Ciddi anlamda iletişim kurma konusunda zorlanıyorum ve karşımdaki bu kadın bana hiç yardımcı olmuyordu. Sinirlendiğimi ve patlamak üzere olduğumu muhtemelen o da fark etmişti. "Benimle dalga mı geçiyorsun sen? Neden saçma sapan yanıtlar veriyorsun? Beni resmen kaçırdınız! Odaya hapsettiniz ve şimdi de sanki çok umrunuzdaymışım gibi bana çorba yapıp getirmişsiniz. Çıldırtmaya mı çalışıyorsunuz siz beni!" Sakin kalmak için kendime söz versem de eninde sonunda patlayacağımı biliyordum. Benim evrenimdeymişiz! Aman tanrım, nasıl olur? Karşımdaki kadın elini kaldırıp beni sakinleştirmeye çalıştı. "Haklısın, lütfen bağırma. Sakin ol. Bir yanlış anlaşılma olmuş. Bayıldığın için buradasın. Sana yardımcı olmak istedik sadece." "Ne sakin olacağım! Adam az önce resmen beni rahatsız etti! Bu mu sizin yardım anlayışınız?!" Hiç dinmeyen öfkem, sesime yansıyordu. "Haklısın. Seni birine benzetti. Sesini yükseltme. Lütfen." Eliyle beni sakinleştirmeye çalışsa da başarısız oldu. Bu panik hâli, onun geri dönmesini istemediğinden olsa gerekti. Ondan korkuyordu. "Seni kaçırmadık. Rahatsız etmek falan da istemedi. Asla yapmaz böyle bir şey!" "O zaman kapıyı neden kilitlediniz üzerime!" Elleriyle beni durdurmaya çalıştıysa da başaramadı. Odanın kapısı sertçe araladığında ve içeriye, keskin bakışlarıyla bile beni korkutan o pislik girdiğinde yerime sindim. Birilerinden korkmaktan nefret ediyordum. Üzerine, siyah bir gömlek giymişti. Açık tenine oldukça yakışıyordu ancak şu an konumuz bu değildi. "İlke, sen odadan çık ben anlatayım. Bu güzellikten anlamıyor belli ki. Tutturmuş bir kaçırdınız, kaçırdınız! Kaçırmadık kızım, kaçırmadık! Çık sen. Onunla anlayacağı dilden konuşmak daha mantıklı." Gözlerini büyütmüştü. İlke kafasını kaldırıp ayaklandığında ona gitme dermiş gibi baktım ancak beni anlamadı. Her ne kadar sinirli olsam da karşımdaki kadına sanki her şey onun suçuymuş gibi bağırsam da, ki az da olsa suçu vardı, bu adamla aynı odada tek kalmaktansa kadının odadan çıkmamasını tercih ederdim. Bizi yalnız bırakmamalıydı. Ancak öyle olmadı. Odadan çıktı ve kapıyı da arkasından kapattı. Odada baş başa kaldığımızda, dudaklarımı birbirine bastırdım. Bağırmadan konuşmayı asla beceremiyordum. Özellikle sinirlendiğimde beni kimse tutamazdı. Bunu da biliyordum. Bildiğim bir diğer şey ise şu an kesinlikle sinirli olduğumdu. Hızla ayağa kalktım ve duvara yaslanıp ellerine ceplerine sokan, sert bakışlı adama doğru ilerledim. "Bana hemen mantıklı bir açıklama yap! Yoksa," Kaşlarını kaldırdı ve yine bana o sinir bozucu gülümsemesini gönderdi. "Yoksa?" dedi yüzüme dimdik bakarak. Gözlerimi anında kaçırdım ve ondan birkaç adım uzaklaştım. Dikkatimi dağıtmasına izin vermeyecektim. "Yoksa seni doğduğuna pişman ederim!" dedim kendimden emin bir sesle. Ancak kendimden emin falan değildim. Korkuyordum ama korkmam, ona korktuğumu belli edeceğim anlamına gelmiyordu. Sinir bozucu gülümsemesi büyüdü ve kafasını salladı. Benimle dalga geçiyordu. Sinirle ayağımı yere vurdum. Onu öldürmek istiyordum. Beni sinir ediyordu. "Güzel hikaye!" dedi alaylı ifadesi ve kıvrılan dudakları arasından. Sakinleştiğinde yaslandığı duvardan ayrıldı ve elleri hâlâ ceplerindeyken az önceki gibi yüz yüze gelmemiz için eğildiği hâline geri döndü. Yüzümü inceledi. Ne aradı, ne istiyordu yine ve yine hiçbir şey bilmediğim gibi bunu da bilmiyordum. Dudaklarını araladı. Gözleri, kaçamak bakışlarla dudaklarımı yokladı. Ancak yine geri çekildim. "Amacın ne?" dedim sakin bir ses tonuyla. "Ne istiyorsun benden? Madem kaçırmadınız rahat bırakın beni de gideyim." Duruşunu dikleştirdi ve yaklaşık bir saat önce kalktığı koltuğa yeniden kuruldu. Eliyle yatağı işaret etti. Oturmamı istiyordu. "Senden bana güvenmeni beklemiyorum. Sadece, beni dinle. Sözümü kesme ve asla sesini yükseltme." Ne saçmalıyordu? Tabii ki de sesimi yükseltecektim. Beni sinirlendirmemek onun elindeydi. "Şu an yaşadığın şehrin sınırlarında sayılırız. Evin nerede bilmiyorum ama araba olmadan oraya ulaşamazsın." Tepki vermemi bekledi. Bense öylece boş bakışlarla onu dinlemeye devam ettim. Aralanan dudaklarını kapattı. Yüzümü inceledi ve derin bir nefes alıp yeniden konuşmaya başladı. Bunda şaşırılacak bir şey olduğunu düşünmüyordum. O, öyle mi düşünüyordu yani? "Seni neden kaçırdım?" Duraksadı ve bir nefes verdi. Vereceği bir cevabının olmadığını düşünüyordum. Aksi takdirde neden düşündüğünü asla açıklayamazdım. Yine tepki vermem için bekledi. Soru sorarmış gibi elini salladı ancak ben yine ona boş gözlerle bakmaya devam ediyordum. Yavaş yavaş sinirlendiğini hissedebiliyordum ve evet, bundan kesinlikle zevk alıyordum. "Seni kaçırmadım. Üzerime yığıldığın için buradasın." Yüzümü buruşturdum. "Bunu söylemek için neden bu kadar bekledin?" "Susmadın çünkü. Kafanın içinde nasıl bir kargaşa varsa, beni şekilden şekle soktun. Muhtemelen katil zannettin, üstüne bir de sapık zannettin..." Baygın baygın baktı. Aklımı mı okuyordu yoksa? Evet, biraz haklı gibiydi. "Kapıyı neden kilitledin üzerime o zaman?" Kollarımı bağladım. Sorumla gurur duyuyordum. "Dediğim gibi. Seni kaçırdığımı, bir katil olduğumu falan düşünüyordun. Kapı açık olsa kaçacağını tahmin etmek zor değil. Bu aralar güvenlik açığı var. Kaçsan henüz medeniyete ulaşamadan açlıktan can verirsin." "Dışarıda ondan fazla adam var ama." dedim kafamla pencere tarafını işaret ederek. Gözlerime baktı. Fark etmem onu afallatmıştı. "Evet, yine de kaçabilirdin. Buralar fazla ıssızdır. Aynı zamanda tehlikeli. Başına bir şey gelebilirdi. Kimseyle uğraşacak zamanımız yok bizim." "Bizim?" dedim kaşlarımı çatarak. "Kimsiniz siz?" Fazla açık olan soruma oturduğu yerden doğrulup karşıma dikilerek cevap vermeyi tercih etti. "Fazlasını bilmene gerek yok." Kafamı hayır anlamında salladım. "Bilmek istiyorum." dedim yüzüne bakarak. "Beni buraya getirdin. Dışarıda ondan fazla adam var ve dağın başındayız. Fazla şüpheli." Tek kaşını kaldırdı ve bedeni tamamen bana döndü. "Bu bir tehdit mi?" "Hayır." "O hâlde bilmene gerek yok." "Var." "Neden?" "Çünkü annemin adamları olmadığınızı anlamalıyım." Sustu. Dediğimi düşündü. Anlam veremedi ve gözlerime baktı. Daha sonra sanki yaşadıklarımı biliyormuş gibi dudaklarını araladı. "Annenin adamları değiliz. Kimliklerimiz gizli." Eliyle ensesini kaşıdı. "Gizli bir görevdeyiz." "Nasıl bir görev?" "Gizli bir görev." dedi tekrar. "Gizli." Derin bir nefes verdim. "Birinin mi peşindesiniz?" O da derin bir nefes verdi. Kafamı küçük bir çocuk gibi sallarken, gözlerime asla bir ifade yerleştirmemek için üstün bir çaba sarf ediyordum. "Anladım." Yere kayan bakışlarım duraksamamla yeniden yüzüne tırmandı. "Peki bunu bana neden anlatıyorsun? Madem söyleyemeyeceğin kadar gizli bir görevin var, gizli bir görevde olduğunu söylemek bile gizlilik ihlali değil midir?" "Evet," dedi beni onaylayarak. Koltuğa doğru ilerledi. Yavaşça oturdu. Arkasına yaslandı. Sağ ayağının bileğini sol bacağına attı ve dirseğini koltuğun kenarına yaslayarak yine sakallarıyla oynamaya başladı. "Fazla tanıdıksın." Kısılan gözlerini, eliyle oynadığı ve tuhaf bir ses çıkartan sakallarını, çatık kaşlarını izledim. "Efendim?" Bekledim. Mantıklı bir cevap istedim ancak o cevap vermek yerine yüzümü incelemeye devam etti. "Görevimiz sensin." Müthiş! Yüzüne bir müddet anlamsız bakışlar attım. Ancak daha sonra dayanamadım. Büyük bir kahkaha attığımda bakışları bana döndü. Elimi dizime vura vura nefessiz kalana kadar güldüm. Tanrım, benimle dalga geçiyordu. Sinirlenmiştim galiba. Ancak o istifini bozmadan beni izlemeye devam etti. "Yani bu durumda siz annemin adamlarısınız?" Kaşlarını çatıp dudaklarını araladığında parmağımı salladım. "Güzel hikaye!" dedim onu taklit ederek. Bana öyle bir bakıyordu ki birkaç saniyeliğine duraksadım ancak kendime engel olamayarak gülmeye devam ettim. Kamera tam olarak neredeydi? Zira tüm bunların bir kamera şakası olduğunu tahmin edemeyecek kadar delirmemiştim çok şükür. Dinen kahkahalarımla birlikte gözümün kenarından akan yaşı sildim. "Tamam," dedim dudaklarımı birbirine kenetleyerek. "Sizi annem gönderdi." Sesim kabullendiğimi belli ediyordu. Aynı zamanda hâlâ eğleniyormuş gibi çıkıyordu. Ancak eğlenmiyordum. Aksine sıkılmıştım. "Anne!" dedim içeriye doğru. "Tamam vereceğim görüntüleri sana, şu adamı alır mısın yanımdan?" Kafasını geriye atıp gözlerini kapattı ve kendine biraz zaman tanıdı. Benimle kafa buluyordu ve bu hiç komik değildi. Eminim annem bana bir ders vermeye çalışıyordu. "Anneni de seni de!" dedi dişlerinin arasından. Kaşlarımı çattım ve ona sert bakışlar yolladım ancak o hâlâ bana bakmıyordu. En sonunda yüzünü bana çevirdiğinde ve bakışlarımız kesiştiğinde ona kızdığımı anladı. Normal bir insan suçunu anlayıp alttan alırdı ancak o da kaşlarını çattığında kavganın geliyorum dediğini bir kez daha fark ettim. Bakışlarını çeken kaybederdi. "Kimsin sen?" Yine dişlerinin arasından konuşması ve şüphe dolu bakışları yüzünden yorulduğumu fark ettim. Ona ismimin Afra olduğunu zaten söylemiştim. "İsmim Afra demiştim." Omuz silktim. "Kesinlikle sizin oyuncağınız da değilim. Annem mükemmel oyunculuğunun ödemesini yakında yapar. Sanırım yollarımız tam burada ayrılıyor." Sinirlendi. Ciddi anlamda sinirlendi ve içinde bir yerlerde uyuyan o canavarı ben uyandırdım. Yavaş adımlarla, amacı bana işkence etmek olmalıydı, ayağa kalktı ve üzerime doğru yürümeye başladı. "Duru!" dedim onu dikkate almadığımı hissettirmek için. Şimdi burada beni boğazlayarak öldürebilirdi. Ya da komodinin üzerindeki su bardağını kafama geçirir kanamadan ölmeme neden olabilirdi. "Seninle korku evine gelmediğim için yapıyorsan bunu hiç komik değil, şaka kakaya dönmeye başladı!" Ancak o asla durmuyordu ve benim ümitlerim gittikçe tükeniyordu. Gözlerimizi ayırmadan yatakta geriye doğru gitmeye başladım. Her an atağa geçebilir ve boğazıma yapışabilirdi. Ya da ben, umarım ki öyledir, fazla film izliyordum ve bu adamın amacı beni öldürmek falan değildi. "İlke!" dedi sert bir ifadeyle. Öyle bir bağırmıştı ki yerimden sıçramadan edemedim. Ancak gözlerimin fal taşı gibi açılmasının nedeni bu değildi. Kesinlikle yanlış görmüştüm. Bu mümkün değildi. Hızla odaya dalan İlke durumu anlamak için etrafa bakındı ve en sonunda göz göze geldik. Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ancak kesinlikle korkuyordum. Gözleri iyi miyim diye üzerimde oyalandı ve daha sonra karşımda muhtemelen cinnet geçiren adama döndü. Benden cidden korkulurdu. Koskoca adamı cinnete zorlamıştım. Gözlerine bakılırsa da kendimi zorla öldürttürdüğümü söylemek mantıklı olurdu. "Al şunu gözümün önünden, tüm gücümü kaybetmeme yol açıyor!" Hangi güç, ne gücü? İlke kapıdan hızla ayrılıp daha adını bile bilmediğim, ki asla bilmek de istemiyordum zaten, adamın önüne geçti. Sanırım görüşümü kısıtlamak istiyordu. "Siz ne saçmalıyorsunuz?! Bana ne yaptınız? Annem tutmadı mı sizi?" Hırkama sarılıp önümü kapattığımda karşımdaki adam ellerini saçlarına geçirdi ve boğazında hırıltılı bir nefes verdi. İlke'yi önünden çekip hırslı gözlerini gözlerime sabitlediğinde tabana kuvvet kaçmam gerektiğini fark ettim. Ama çıkamazdım buradan. Kaçmama izin verir miydi? Bence vermezdi. "İlke!" dedi tekrar. Ancak gözleri hâlâ benim gözlerimdeydi. Sesli bir şekilde yutkundum ve sakinleşmesi için içimden dualar etmeye başladım. "Efendim?" İlke kendini belli etmek için endişe dolu bir sesle konuştuğunda gözlerim ona döndü. Asla karşımdaki manyağın gözlerine bakamıyordum ve bakmayı da istemiyordum zaten. "Başka birini bul?" Benden önce de kurbanları olmuştu. Sırayla öldürüyordu belli ki. İyi de ben ne alakaydım? Benim kimseye zararım dokunmazdı ki. Tamam, küçükken karıncaları örümcek ağlarına atıp birbirleriyle dalaşmalarını izlemekten keyif alırdım ama bu olay neden karşımdaki adamı bu kadar kızdıracaktı? Aman be! "Ona bazı şeyleri açıklamışken konuşma riskini göze alamayız. Ayrıca bize kesinlikle yardımı dokunacaktır." İlke denilen kadının gözleri üzerimde dolanırken, söylediklerine kaşlarımı çatmayı seçtim. Neden bahsediyorlardı? Ne istiyorlardı, hâlâ bir halt anlamamıştım. Yataktan doğruldum ve bir adım geri gittim. Yine aynı şey oldu. Kısılan gözlerinin rengi, siyahtan kızıla döndü. Muhtemelen korkudan ya da kendimi hasta hissettiğimden böyle görüyordum. Aksi mümkün değildi. Kafayı henüz yememiştim ancak duruma bakılırsa, yakın zamanda kesinlikle yiyecektim. "O zaman," dedi yüzüme soğuk bir gülümsemeyle bakarak. Ellerini yeniden cebine koydu ve bana göz kırptı. "Ekibimize yalnızca bu iş için Afra da katılmak zorunda. Yoksasını göstermek istemiyorum. Umarım tahmin eder." İşte tam olarak bu cümleden sonra kaskatı kesildim. Ona, bana oynadıkları annemin delirtme oyunlarını yemediğimi söylemiştim. Ancak bakışları bana, 'Sözüm kanundur.' dermiş gibiydi. "Daha neler canım?" dedim sevimli görünmeye çalışarak. Adam beni duymadı. İlke de zaten sadece adama bakıyordu. Adam, kendini aşacak şekilde sakin bir ses tonuyla gözlerini üzerimden çekmeden konuşmayı devam ettirdiğinde İlke bana döndü. Sanırım benden çekiniyordu. Ancak adamın ikna olmayacağını anlamış olacak ki bana döndü. "Nihat Keskin." Verdiğim nefesin sesi, odada yankılandı ve belki de bu verdiğimi hissettiğim son nefes oldu. Kaşlarım çatıldı. Olanları anlamak için uzun süre hareketsiz kaldım ancak işin sonunda, tek bir şeyi bile anlamadım. Nihat Keskin ve annem, babam ve ben... Hayatımda olan ve unutmak istediğim iki kişiye karşı, aynı anda hastalıkla savaşan babam ve ben... "Birini öldürdü ve yerine geçti. Yıllarca, başka biri olarak yaşadı." Kaşlarımı çattım ve bir adım daha geri gittim. Ayakta durmakta zorluk çekiyordum. Ne demişlerdi? Birini öldürdü. Kimi öldürmüştü? Titrediğini hissettiğim ellerim, karnımda dolaştı ve yüzümü buruşturdum. Kulaklarım uğulduyordu ancak ben yine de dimdik duruyor, etrafa boş bakışlar atıyordum. Koluma, bir el dokunduğunda kendimi geri çektim ve elin sahibine baktım. İlke, olanları anlamaya çalışıyor ve neden ondan kaçtığımı sorguluyordu. Adam ise kısık gözleriyle İlke'den farksız bir şekilde karnımdaki ellerime bakıyor belki de bir şeyleri anlamaya başlıyordu. Ancak benim hikayem ben anlatmadan anlaşılmazdı. Çünkü şeytanın bile aklına gelmeyecek kötü düşünceler, etrafımdaki insanların zihnine kara bir bulut gibi yerleşmişti ve ben, küçüklüğümden beri o kara bulutlardan kaçıyordum. Kötülüğe küçükken bir kez kara bulut demiştim. Benim için kötü düşünceler hep birer kara bulut olarak kalacaktı. Kimse bilmiyordu içimde dindirdiğim yangınları. Kimse bilmiyordu... Anlatmıyordum ve anlatmayacaktım da. O kara bulutlar, içimde bir yerlerde dolaşıyordu ve ben yıllarca onlarla savaşıyordum. Sanıyordum ki sesli bir şekilde dile getirmezsem herkes susar ve içimdeki kara bulutlar sonsuza dek dağılır. Ancak asla öyle olmuyordu. Olmayacaktı da. |
0% |