@elfhikayelerii
|
2018 Mayıs Karan'dan: Doğduğum o sikik günden beri, gerçekten mutlu geçirdiğim günler sayılıydı. Öylesine azdı ki hatta, bazen durup düşünür, o anları unutmamak için elimden geleni yapardım. Anılarımda hep tanıdık yüzler olurdu. Mekan değişirdi. Zaman değişirdi. Bazen evren bile değişirdi ama kişiler değişmezdi. Annem, Pamir, Hafza, Deniz, İlke... Bir de o. Afra. Henüz daha çocukken, annem tarafından neden olduğunu asla anlayamadığım ve sorgulamadığım herhangi bir olay sonucu, yanıma getirilen ve durmadan ağlayan bir çocuk vardı. Yüzünün bazı yerlerinde ufak tefek, iyileşmeye yüz tutmuş yaraları abartarak anlatıyordu ve kolundaki kırık yüzünden ona yardım etmemi istiyordu. Masmavi gözleri, kumral saçlarıyla öylesine için için ağlıyordu ki çocuk hâlimle bile onu teselli etmeden duramamıştım. Ona, sahip olduğum en büyük oyuncak arabayı vermek istemiştim ancak bu onu daha da çok ağlatmıştı. Nedenini sorduğumda ise en yakın arkadaşıyla, ona verdiğime benzer bir araba yüzünden ayrılmak zorunda kaldığını söylemişti. Annemle bu konuyu konuşmuştum. Az çok hatırlıyorum. Bana, "Sevilenler öyle kolay kolay unutulmaz Karan. Bak, Deniz en yakın arkadaşını kaybetmiş. Kimse onun arkadaşının yerine geçemez ama belki bir gün, sen de onun en yakın arkadaşı olursun." demişti. Biliyordum. Henüz çocuk olduğum ve pek çok gerçeği bilmediğim o güzel günlerde bile, annemin dediği gibi Deniz'in beni o arkadaşının yerine hiçbir zaman tam anlamıyla koyamayacağını biliyordum. "Sevilenler unutulmazsa Deniz de arkadaşını unutmaz anne. O zaman nasıl en yakın arkadaşı olacağım? En yakın arkadaş bir tane olur bir kere." Bu sözleri söyledikten sonra annem cevap verene kadar en yakın arkadaşımın Pamir mi, Hafza mı, yoksa İlke mi olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Annem beni kucağını oturtup saçımı düzeltti ve gülümsedi. "Hayır canım, en yakın arkadaş iki tane de olabilir. İkiniz Deniz'in en yakın arkadaşları olun. Deniz kendini çok şanslı bir çocuk olarak görür böylece. Olmaz mı?" Benim en yakın arkadaşlarım beş kişi de olabilirdi öyleyse. Kafamı salladığımı, anneme sarıldığımı ve aklımdan Deniz'in en yakın arkadaşını bir gün bulup hep birlikte oyunlar oynamamız gerektiğini geçirdiğimi hatırlıyorum. Deniz böyle için için ağlamak yerine mutlu olmalıydı çünkü. Onu mutlu etmeliydim. Henüz annemin yaşadığı o günlerde, ölümünden önceki son doğum günümde, yedinci yaş doğum günümde, henüz küçük olan ellerime kan bulaşmamışken annemden istediğim hediye de tam olarak bu konuyla alakalıydı. "Deniz'in arkadaşını bulabilir miyiz anne?" Annemin üzerinden belli bir süre geçmiş olmasına rağmen bu konuya kafayı takmama şaşırdığını hatırlıyorum. Daha sonra Afra'yı bir şekilde bulduğunu ve her gün neler yaptığını bize söylediğini. Zorlansa da bizi aynı rüya içinde buluşturmuştu bir defasında. Afra'yı uzaktan izlemiştik. Kesik kesik görüntüler vardı yalnızca. Afra, annesi tarafından şiddete maruz kalıyordu. Deniz'in söylediğine göre Afra hep annesinden şiddet görüyordu. Bu yüzden Deniz'le hayaller kurardık. Onu bir gün yanımıza alacağımıza dair. Onu annesinden kurtaracaktık. Ancak büyüdükçe Deniz, Afra diye bildiği o güzel kızın yerine Hafza'yı koydu. Afra'dan ayrılmadan önce her ne yaşadıysa onda öylesine büyük bir etki yaratmıştı ki en sonunda zihnindeki Afra yavaş yavaş silindi. Onunla aynı görüntüye sahip olan Hafza'yı Afra olarak gördü. Onun için Afra, Hafza oldu. Ona her hatırlatmak istediğimde beni kesin bir dille reddettiğini fark ettim. Unutmak istediğini de öyle. Kendini bir şekilde Afra'nın yokluğuna inandırdı. Hafza'yla kardeş gibi olduklarını biliyordum. Arada görüşüp küçüklükleri hakkında konuştuklarını da. Çünkü artık Deniz'in Afra'sı, Hafza'ydı. Hafza bu durumun farkında değildi. Deniz'in başka bir evrenden olduğunu bile bilmiyordu. Diğer herkesin bilmediği gibi. Deniz'in bu evrende yansıması da yoktu. Annem Deniz'in ailesini kendi özel arkadaşlarıymış gibi tanıttı soranlara. Ölmüşler ve Deniz ona emanet kalmış gibi. Şüphelenecek tek bir şey yoktu. İşin garip yanı, Deniz de sorgulamıyordu. Yalnızca ben ve annem. Çünkü son zamanlarda, Deniz yalnızca Afra'yı değil, buraya yabancılığını bile unutmaya başlamıştı. Gerçekten. Sorsanız, bu evrende doğmuş ve bu evrende büyümüştü. Bizim de işimize geliyordu çünkü farklı bir evrenden kaçak bir çocuk getirmiştik bu evrene. Yasaktı. Annem neden böyle bir karar almıştı bilmiyordum ancak sonuna kadar saklamaya kararlıydım. Deniz büyüdükçe, unuttuğundan olsa gerek acısı da azalıyordu. Bir gün, Afra gelirse hatırlaması gerektiğini biliyordum. Annem de öyle. Bir şekilde, nasıl olur bilmiyorum ama Afra unutulmamalıydı. Bu görevi üstlendim. Afra'yı hatırlama görevini. Her ne olursa olsun onu unutmama görevini. Böylece bir gün, bir mucize olursa ki olmasını çok isterdim, işte o zaman her şeyi Deniz'e tekrar hatırlatacaktım. Ben. Çünkü annem de ölmüştü. Koskoca evrende, başka bir evrenden olan birini tek başıma hatırlamaya çalışmak öylesine zordu ki. Annem olsa bir kere yüzünü görebilmek isterdim ancak ne annem vardı artık ne de Afra. Yapayalnızdım. Afra'yı hatırlama konusunda yapayalnızdım. Tüm bu safsataların devamında annemsiz bir hayata başladım ve dünyanın en yalnız çocuğu gibi hissettim. Ancak gittikçe güç kazanan bedenim sayesinde, bir şekilde evrenler arası iletişim kurabilmeyi başarmıştım. Öyle saatlerce, dakikalarca değildi belki ama en azından yaşayıp yaşamadığını biliyordum artık. Bu bile yeterdi. O beni görmüyordu. Görse tanımazdı bile zaten. Belki o da Deniz'i unutmuştu. Her şeyi düşündüm. Düşündükçe, var olmanın anlamsızlığını kavradım çünkü unutulmak herkes tarafından en az bir kez yaşanacaktı. Tıpkı ölüm gibi. Afra'yı, üç defa görebilmiştim. Bu yetişkin Karan'a, yüzünü hatırlayabilmesi için yeterli olur sanmıştım. Annemin gücüyle onu gördüğüm ilk an, annesi tarafından işkence görüyordu. Kendi gücümle onu gördüğüm son an, yine annesi tarafından işkence görüyordu. Ortası yoktu. Acı çektiğini onu birkaç saniye görerek de biliyordum. Onun çektiği tüm işkenceleri ben de çekiyordum ve bu içten içe yalnız olmadığımı kanıtlıyordu. Yeryüzünde, farklı evrenlerde bile olsak, işkence gören tek çocuk ben değildim. Bu içten içe yalnızlığımın üzerini örtüyordu. Üstelik işkence görme sebeplerimiz de aynıydı. Eğitilmek. Bir hayvan gibi eğitilmek. Annesinin ona söylediklerinin bir kısmını, onu kendi gücümle zorlanarak gördüğüm gün kesik kesik duymuştum. Annesiyle babam aynıydı. Bizi kendilerine asker olarak yetiştirmek istiyorlardı. Bedenimi işkenceleriyle bir şekilde eğitebileceğini düşünen babam her işkencesinden sonra sol göğüsümde, kalbimin üzerinde çetele tutardı. Bir şekilde babamı def ettikten sonra unutmamak için yaraların izini daha da belli olsunlar diye boyadım. Dövmeyle. Neler çektiğimi, neler çektiğini hatırlamak için. Zamanı geldiğinde tüm bu düzene karşı koymak için. İçimin soğumasına engel olmak için. Babam bana tam on altı kez işkence etmişti ancak benim göğsümde, tam olarak otuz iki çizgi vardı. Afra, belki de benden daha çok işkence görmüştü. Bunu bilmiyordum ancak göremediğimden dolayısıyla sayamadığımdan, her işkence gördüğümde bir çizik de onun için attım sol göğsüme. Yapayalnızdım ancak bir şekilde, iki kişilik yaşıyormuş gibi yaptım. Son beş yıldır onu görmüyordum. Zihnimde, altı yaşında cama vuran yağmur damlalarını izleyerek ağlayan küçük bir çocuk olarak kaldı hep. Onu son gördüğümde on altı yaşındaydı. Ancak hep annem yanımdayken onu gördüğüm ilk anla aklımda kaldı. Çünkü en çok o zaman üzülmüştüm ona. Onu annem sayesinde altı yaşında görmüştüm. Kendi gücümle on ikisinde ve en son on altısında... Öylesine yoğundum ki. Ayrıca gücümü sadece halkıma adamıştım. Bu bölgenin yöneticisi olduğumdan beri, onu görmüyordum. Onu görmekten, halkım için vazgeçmiştim. Yirmi dört yaşındaydım. Afra yirmi birindeydi bugün. Tek yapabildiğimse, Afra'nın artık o kadına karşı koymayı başarabilmiş olmasını dilemek ve küçüklüğüme verdiğim sözü az da olsa tutabilmek için onun tablolarını yapmaktı. Unutmamak için. Her anlamda. Karşımda Hafza dururken üstelik. Çünkü ikisi aynı kişi değildi. Asla olamazlardı. Bakan gözlerden miydi bilmiyordum ama Hafza bana Afra'yı hatırlatmıyordu. Afra benim aklımdan çıkmıyordu bile. Ancak biliyordum ki o, onu kimsenin sevmediğini düşünüyordu. Üstelik ben evrenleri bile aşan bir ağırlığı kalbimde taşırken. Ben yalnızlığımı, bedenimi onunla paylaşmışken. Göğsümde her anlamda ona yer ayrımışken. Üç kere gördüğüm kıza takılmıştı aklım. Hangi anlamda bilmiyordum. Belki acımıştım. Benim gibi olduğu için. Sadece üç kere. Çocuktu o zamanlar. Arada Hafza'ya bakar, şu an nasıl görünüyor acaba diye düşünmeden edemezdim. Ama başaramazdım da. Sanki bir büyü vardı. Hafza'ya baktığımda Afra'yı göremiyordum. Afra bambaşkaydı. Ancak artık olması gerektiği gibi kafamda dönüp duran çok daha başka şeyler vardı. Hiç durmayan, bu gidişle de duracak gibi görünmeyen şeyler. Şeytanlarım kartlarını benim için karıyorlar, her masadan daha da üstün bir şekilde kalkıyolardı. Acı çekiyordum. Yemin ederim, her gün bir önceki günden bin kat daha fazla acı çekiyordum. Zihnimi gittikçe çürüten düşüncelerimin başını halkım çekiyordu. Sonrasını diğer bölge yöneticileri ve sonrasını da Gölgeler... Ancak bunca derdin, bunca düşüncenin arasında yepyeni bir düşünce doğdu zihnimde. Tüm kötü düşüncelerimi bir nebze olsun rahatlatacak, Güney bölgesiyle düşmanlığımızı biraz olsun azaltacak bir düşünce. Bir evlilik. Üstelik evleneceğim kişi küçüklükten beri tanıdığım, bildiğim biriydi. O da diğerleri gibi kötüydü ancak saf kötü değildi. Yeri geldiğinde bana iyilik bile ederdi. Görüyordum. Bana bakışlarını görüyordum. Benim için yanıp bittiğini biliyordum ve iyi bir yönetici olmak için kötü bir insan olmaktan geri durmayacaktım. Kardeşlerimin annesi Nurdan, bu iş için uzun süredir Güney bölgesiyle gizli bir münakaşa hâlindeydi. Ufacık beyniyle oyunlar kuruyor, bizi de oyununun karakterleri olarak seçiyordu. İşime gelirdi. Hafza'nın bana olan bakışlarını, sırf iki bölge güçlerini birleştirsin diye kullanacaktım. Çünkü son zamanlarda yıllardır uğraştığımız Gölge sorunu daha da fazla baş göstermişti. Onları yenebilmenin tek yolu bir şekilde tüm bölge yöneticilerinin birlik olmasıydı ve başka bir evrene hapsetmekti. Gölgeler karanlıktan beslenirdi ve sağ olsun babam, karanlığa hükmedebilme isteğiyle onlara fazlaca taviz vermişti. Sorun, Gölge ırkı ve Büyücüler ırkının oldukça yoğun olarak bulunduğu bu evrende birlik içinde yaşayamamasıydı. Gölgeler dediğim gibi karanlıktan besleniyorlardı ve büyücüler karanlığın çöktüğü bir evrende gittikçe güçsüzleşiyorlardı. Alınan bir karar sonucu, ki bu karar benden önce büyücülerin dört büyük yöneticiyle birlikte Gölgelerin yönetici ailesinin savaşı sonucu alınmıştı, Gölgeler evren değiştirecek ve bu evrene bir daha asla adım atmayacaklardı. Gölgeler evreni, Afra'nın bulunduğu evrendi. Kendilerini gizledikleri için kimse onları fark etmemişti. Ancak bu evrende kalmayı kendilerinde hak olarak gören bazı Gölgeler, yönetici ailesinden bağımsız olarak suçluları yakalamak için başka evrenlere birliklerimizi gönderirken açtığımız kapıdan gizlice evrenimize geçiş yapıyorlar, karanlıkta saklanarak evrenimizin dengesini bozuyorlardı. Babamla tutuştuğum kanlı kavga yüzünden güç kaybeden büyücü ırkı gölgelere uzun süredir karşı koyamıyordu ve şimdi de çözüm bulmak için beni darlıyorlardı. Tek çözüm, güç birleştirmekti. Yıllardır kavgalı olan Güney ve Kuzey bölgesi, gerçekleşecek bu düğünle artık dost olacak ve gölgelere birlikte karşı koyacaklardı. Onunla evlenmek bana bir lütuftu ve aynı zamanda sonu gelmeyecek bir acıydı. Çünkü arzuladığım kadın evleneceğim kadının yansımasıydı. Ancak bir yöneticinin duyguları olmamalıydı. Duyguları olsa bile saklamalıydı. Onu bir gün görebilme umudumu tamamen yok ettim içimde. Küçüklüğümden bu yana asla dinmeyen umudumu bile silebildim bir şekilde ama aynı oluşumuzu silemedim. Aynı yaraların bizi kanattığı, tek bir gün çıkmadı aklımdan. "İyi misin?" Yanıma gelen Deniz'e, kafamı yasladığım yerden kısa bir bakış attım ve gözlerimi kapattım. "Değilim." dedim kafamı sallayarak. "Siktiğimin adamı yüzünden yine iyi değilim." Yüzünde mimik oynamadı. Kimden bahsettiğimi iyi bilmesine rağmen, tek kelime etmedi. Yanında babama duyup duyabileceği en ağır küfürleri etsem de ağzını açıp tek kelime etmezdi. Babama saygılı olduğundan değildi. Bana saygılı olduğundandı. Doktor olmasına zıt bir şekilde, masada duran içki şişesinden bardağa içki doldurdu ve bana uzattı. "Doktor gibi davran lan biraz!" dedim dalga geçtiğimi belli eden bir ses tonuyla. Buruk bir tebessüm yolladı. Bana acıyordu. Diğerleri gibi bana acıyordu. Ben de bana acıyordum. Alışılmış bir durumdu. "İçki sağlığa zararlıdır desem içmeyeceksin sanki." Kendine de bir bardak koydu ve arkasına yaslandı. "Ya benim kafamı ya da kendi kafanı sikeceksin her şekilde. Sarhoş olunca biraz susuyorsun en azından." Herkes sarhoş olunca sessizleştiğimi söylerdi. Düşüncelerim sustuğu ve çok düşünmediğim için konuşmayı da gerek görmezdim. Bu yüzden çok içerdim aksi hâlde şimdiye kadar kafayı yemiştim. Sanırım halkını seven ve onların iyiliğini isteyen bir yönetici, kafasını susuturamıyordu. Bu normal miydi bilmiyordum. Tek bildiğim şey, halkım için gerekirse kafayı sıyırırdım. "Ne yapacaksın?" dedi elindeki içki şişesine bakarak. Neden bahsettiğini biliyordum. Deniz benim küçüklükten beri en yakınımdı. Ne düşündüğümü bilirdi. Doğru olduğunu düşündüğü her kararımda yanımda olurdu. Ben de onunla her şeyimi paylaşır böylece yalnız karar vermek zorunda kalmazdım. Ancak ters bir tarafı da vardı. Desteklemediği hiçbir düşünceye körü körüne bağlı kalmaz, gerekirse bana karşı çıkardı. Elinden geleni ardına koymazdı. İnatçılığını kimden almıştı bilmiyordum ancak bazen bunu seviyordum. Bir gün gerçekten cesaret edip gözlerimi yumabilirsem, ona her şeyimi emanet edebilirdim. Emindim ki o doğru bildiğinden şaşmazdı. Ancak şimdi, tam da bu noktada büyük bir sıkıntı vardı. Deniz, bir kadının duygularıyla oynayacağımı anlarsa buna kesinlikle müdahale ederdi. Üstelik bu kadın, Afra'nın yerini almış ve hayatının merkezinde olan birkaç kişiden biriyken beni desteklemesi bir mucize olurdu. İçkisini ağzına götürdüğünde dudaklarımı araladım. "Evleniyorum." Ağzındaki içkiyi bir anda üzerime püskürttü. "Ne?" dedi anında. Gözleri büyümüştü. Verdiği tepkiyi gözden geçirdikten sonra ifadesini düzeltti. Bir robot gibi davranmamam onu şaşırtmıştı. "Yani," dedi daha sakin bir sesle. Şaşkınlığını tazeydi. Gözlerime baktı. Üzerine püskürttüğü içkiyi eliyle temizlemeye çalıştı. Tekrar bana baktı. "Tebrikler. Kiminle?" Desteklerdi. Her şekilde desteklerdi. Sevdiğimi söylersem, sesini dahi çıkartmazdı. Karşı olsa bile susardı. Çenem titrer gibi oldu ancak ifadesizliğime büründüm. Sakince karşımda asılı olan tabloya baktım. Kanlı tabloya. Ve hiç acımadan, hem de hiç acımadan ağzımdan dökülüverdi sözcükler. "Hafza'yla." Yüzüne bakmadım bile. Baksam anlardı. Elimdeki içki bardağını son damlasına kadar kafaya diktim. Çıt çıkartmadı. "Hemen değil belki. Sadece bir istek. Yakın zamanda açıldı bana. Beni gerçekten sevdiğini hissettim. Ben de küçüklükten beri hoşlanıyorum ondan." dedim karşımdaki tabloya bakmaya devam ederek. İhanet ediyordum. "Hiç belli etmedim. Düşman aileler diye." Nefesimi sesli verdim. "Bir de Pamir etkeni var tabi. Abisi sonuçta kızın." Hâlâ konuşmuyordu. Konuşması için bekledim. Ancak yüzüne bakamadım. Yalan olduğunu anlar diye. Doğruldum ve kendime bir bardak daha içki koydum. "Kafam çok dolu şu işlerle." "Sen ciddi misin?" dedi. Şaşkınlığı sesinden okunuyordu. Deniz, ben, İlke, Hafza ve abisi Pamir... Çocukluk arkadaşıydık. Her gün ailelerimizden gizli buluşur oyunlar oynardık. Gerçek kimliklerimizden biraz olsun uzaklaşmak için. "Aslında, tabloların arasında Hafza'yı gördüm ama böyle hissettiğin aklımın ucundan bile geçmedi. Sen onu hep-" "Kardeşim gibi mi görüyordum?" Deniz'in sözünü kestim. Kafamı kaldırıp gözlerine baktım. "Hayır Deniz. Ben onu hep kardeşim gibi görmüyordum. Ne zaman değişti bu hisler bilmiyorum ama onu gerçekten seviyorum. Evlilik öylesine bir düşünce. Nasıl olurdu diye düşünüyordum sadece." Tek bir mimiğimin bile oynaması bana kaybettirirdi. Dimdik bakan gözlerime gözlerini dikti ve ciddi miyim diye beni inceledi. "Tamam." dedi en sonunda. Elindeki içkiyi içti ve bardağı masaya koydu. "Tamam anladım." "Arkamdasın yani?" "Tabi ki arkandayım oğlum. Kırk yılın başı kendin için bir şeyler yapmaya niyetlenmişsin. Hem yaşın da gelmişti zaten. Evde kalmayacaksın en azından. Aldığın kararlarda ne zaman yalnız bıraktım seni?" dedi dalga geçerek. Pek çok konuda bana ölesiye karşı gelmişti ve bunu o da biliyordu. Güldü. Zorla güldüm. Gözlerim bir kez daha karşımdaki tabloya odaklandı. Kanlı tabloya. Annemin kanıyla boyanmış, kanlı tabloya. Eğer bir gün, gerçekten yanımda olmamasına rağmen hep yanımdaymış gibi hissettiğim o kadın karşıma çıkarsa, en sevdiğim tabloyu hep onunla paylaşacaktım. Bu kanın kimin olduğunu hemen anlayamayacaktı belki. Hiç bilememe ihtimali de vardı. Benim bir psikopat olduğumu da düşünebilirdi ancak öğrendiğinde benden kaçmazsa, burnunun dikine gidip benimle kalırsa gerçekten mutlu olacaktım ve onu sevecektim. Tam da Afra'nın yapacağı bir hareket olduğundan, kendime bu çocukça oyunu benimsetmiştim. Hafza'yı sevdiğim gibi değil. Onu gerçekten, tüm kalbimle sevecektim. Biraz pislikçeydi belki ama Hafza'yla evliyken bile onu sevecektim ve bu tabloyu onun için de saklayacaktım. Çünkü bu tablo benden sevdiğim kadını almıştı. Yine aynı tablo bana sevdiğim kadını getirmeliydi. Annemi alan bu evren, bana bir şekilde Afra'yı getirebilir miydi? Tüm bu evrenler, hayatıma giren tüm kötü insanlar ve bu tablo, bunu bana borçluydu. ***** Günümüz... Afra'dan: Bazı anlar vardır. Dumura uğramanın ne demek olduğu anladığınız anlar. Kalakalmak değildir yalnızca olay. Öyle bir an gelir ki, kanınız donar. Tek bir kasınız hareket edemez olur. Başınız kopacakmışçasına ağrır. Her şeyi aynı anda düşünürsünüz ama aynı zamanda mantıklı da düşünemezsiniz. Şu an hissettiklerim kalakalmakla sınırlı değildi. Askine, daha olağanüstü bir durumdu bu. Daha acı verici, nefes kesici belki de bir daha hiç düşünemeyeceğim kadar karışık bir hâl. Zihnim, binbir düşüncenin aynı anda hücum ettiği bir savaş alanı gibiydi ve onca askerin içinde, elimdeki tahta kılıçla hayatta kalmaya çalışıyor gibiydim. Üstelik o askerlerin baş düşmanı ben iken. Hayal kırıklığı, acı, kesilen nefeslerim, uyuşan parmak uçlarım, dolan gözlerim, lâl olan dilim, acıyan içim, kan ağlayan gözlerim ve tabi ki ağrıyan karnım... Ben, bitmiştim. Ben yıkılmış, ben resmen ölmüş biriydim. Kendimi ölü olarak kabul etmem, şu an içinde bulunduğum durum için evet, gayet anlaşılır ve kabul edilirdi. Meryem, Karan'ın annesiydi! Yansımam, Karan'ın eski nişanlısıydı! Üç defa çizmişti Hafza'yı. İlkinde çocuktu. İkincisinde onlu yaşlarının başındaydı ve sonuncusunda genç bir kız gibi görünüyordu. Kendime verdiğim, sevdiğim herkesin tüm gerçeklerini öğrenme sözünü gözden geçirme kararı almalıydım belki de. Son bir haftadır kafam hiç olmadığı kadar doluydu çünkü isteğim dışında etrafımda beni teğet geçen pek çok gerçek vardı ve her teğet geçtiklerinde canımdan can alıyorlardı. "Çok," dedim. Derin bir nefes verdim. Gözlerimi kırpıştırdım. "Çok güzel olmuş. Çok güzel çizmişsin. Annen ve nişanlını." Karan bana bakıyordu. Hissediyordum ama ben, doğruca tablolara bakmayı seçtim. Dolan gözlerimi görmesin diye. Aklında, 'Neden üzüldü?' gibi benim adıma tehlikeli olan sorular dolanmasın diye. Açık vermeyeyim diye. Hem acıyı, hem de şaşkınlığı kaldıramayan bir bünyeye sahiptim şu an. Dokunsa ağlayabilirdim. Aşırı düşünmekten başıma ağrı girmişti. Kendimi stres altında hissediyor, bedenimi sıkıyordum. "Bunları yapabilmek için, uzun süre kendimle savaştım." "Neden?" Karan yanıma geldi. Ellerini ceplerine soktu; hemen yanımdaki, duvara bitişik masaya yaslandı ve tablolara baktı. "Annem." dedi. "O ölürken, doğum günümü kutluyorduk. Hep beraber." Sesinden güldüğünü anlayabiliyordum ama ona bakmaya cesaret edemiyordum. Ben içten içe, yok oluyordum. "Sekizinci doğum günümdü. O kadar çok çocuk vardı ki. Balonlar, yemekler, süslemeler, şapkalar... Hepsi maviydi. Hepsi. Çocukken maviyi çok severdim. Annem bunu biliyordu. Tüm mekan maviyle kaplıydı. O kadar özenerek hazırlamıştı ki her şeyi. Mutlu olayım diye her şeyle kendisi ilgilenmişti. Büyük bir hevesle." Sesindeki mutluluk, eski bir anısından bahsederken bile o ânı tamamen unutmamış olması, o anıyı ne kadar sevdiği kanıtlıyordu. Duraksadı. "Tablo yapmayı severdi." Gözlerime baktı ve burukça gülümsedi. "Arka planı siyah olan bir tabloya başladı. Masmavi bir doğum günü partisi çizeceğini, arka plan siyah olduğundan çok daha güzel görüneceğini söylemişti." Annesinin tablosuna baktı. "Sonra, içeriye tanımadığım, siyah takım elbiseli adamlar geldi." Sesi, birden değişmişti. Az önce doğum gününü anlatırken bir çocuk gibi çıkan sesi, şimdi acıyla büyümüş, acıyı benimsemiş bir yetişkin gibi çıkmıştı. "Önce ne olduğunu anlamadık. Sonra, silah sesi duydum. Sayısız silah sesi. Önüme yığılan cansız bedenler. Her biri bizim adamımız. Elimle kulaklarımı kapattığımı, koşuşturan insanları hatırlıyorum. Herkes panik halindeydi. Yerler kan içerisindeydi. Kimin kanı olduğunu, bulunduğumuz ortamı o siyah takım elbiseli adamlar da dahil olmak üzere herkes terk etmek üzereyken, saklandığım masanın altından çıktığımda anladım." Durdu. Eliyle yüzünü sıvazladı. Derin bir nefes verdi. Bense, gözlerim hâlâ tablodayken içimde beni kül eden şeylerle savaşmaya, nefes almaya çalışıyordum. Ama olmuyordu. Dimdik ayaktaydım ama kendimi öylesine yerde hissediyordum ki. Sesim çıkmıyordu. "Annemi, kanlar içerisinde gördüm. Delik deşik bedenine baktım. Meğer hevesle hazırladığı benim doğum günü partim değil, kendi cenazesiymiş. Resmetmeye çalıştığı tablo, ölümünün tablosuymuş." Kanlı tablodaki kan, Meryem'indi. Dinledikçe içim paramparça oluyordu. Ben paramparça oluyordum. Karan nasıl dayanıyordu? "O hırsla işte, ne olduysa oldu." dedi. Kafamı ona çevirdim. Çoktan dizginlediğim yaşlarıma şükrettim. Onlar geri plandayken, bakışlarımız kesişti. "Yerde duran ölü adamlarımızdan birinin silahını aldım." dedi duygusuz, bomboş bir sesle. Gözlerini bir saniye bile ayırmadan gözlerimin içine baktı. "Geri çekilen tam iki kişiyi gömdüm oraya. Henüz daha yeni sekizken." Tablolara döndü bakışları. "Az önce yanımda gülen, beni yanaklarımdan öpen kadının ölü bedeninin yanında saatlerce ağladım. Kimse gelmedi. Kimse. İki gün yanında yattım. Açık gözlerine baktım. Hâlâ aynı dehşet vardı gözlerinde. Ölmeden önceki son bakışlarını izledim saatlerce." Derin bir nefes verdi ve dikleşti. "Kapatamadım da. Biraz daha bakayım diye. Özleyeceğimi biliyordum çünkü. Öyle açık gitti gözleri." Kaşlarını çattı. Yere bakıyordu dimdik. İnsanlar travmalarını anlatırken, olayı yeniden yaşarlardı. Karan şu an, zihninde annesinin ölü bedenine bakıyordu. "Doğum günüm evimizde değildi. Yani iki gün boyunca, onca silah sesinden sonra bile annemin cesedini bulamamaları," Sesi kesildi. "O, öldürülmüştü. Bulunamamış değil, bulmak istememişlerdi. Annemin ölü bedeninin yanında hâlâ yaşayan bir çocuk vardı. Neden bizi bulamadıklarını düşündüm yıllarca. Ya da neden bulmaya zahmet etmediklerini." Gülümsedi. Ona baktım. Dolu gözlerim, yerini boş bakışlara bırakmıştı çoktan. "Amaç yalnızca annemi öldürmek değildi." Gözlerimin en içine baktı. Yüzündeki o hayal kırıklığı, o durgunluk nefesimi kesiyordu. Ağlamak istedim. Ona sarılmak, yanında olduğumu hissetmesini istedim. Ancak bana o kadar dikkatli bakıyordu ve gözleri vereceğim tepkiye o kadar muhtaçtı ki kötü bir tepki versem bana sarılıp ağlayacakmış gibiydi. Ama ben onun sevdiği kadın değildim. Asıl ben, ona acı çektiren asıl bendim. Sevdiği kadını hatırlatan bendim. Ben. "Amaç, beni ve annemi öldürmekti." Bakışlarımda tek bir ifade değişmedi. Ama içimin alev aldığını hissettim. Şaşkınlığımın yanında hissettiğim tonlarca duygu vardı. "Onların amacı, bu bölgeye tamamen hükmetmekti. Tamamen hükmedebilmek için ölmem gerekiyordu. Ama o küçücük yaşımda bile hayatta kalmayı başardım. Ailemi, annemi koruyamadım. Kendimi korudum sadece. Büyük bir bencil olduğum küçüklüğümden belliymiş." Güldü ama o kadar zorla bir gülümsemeydi ki yüzü hemen eski haline geri döndü. "Bazen düşünüyorum. Zaten katil olacağım belliyken o gün, annemi koruyabilir miydim? Belki öldürürdüm herkesi. Annem yaşıyor olurdu." Omuz silkti. "Ama annemin kalemi önceden kırılmıştı. Ölüm emri çok önceden verilmişti. O doğum günü olmazsa ertesi gün ölürdü. Ertesi gün olmazsa sonraki gün." Karan'ı öldürmek yeterli değil miydi bu bölgeye sahip olabilmek için? Düşüncelerimi okumuş gibi konuşmaya içimden düşündüğüm soruma cevap vererek devam etti. "Annem benden önceki yöneticiydi." dedi. "Ben onun soyundan gelen tek çocuğuyum. Hem onu hem beni öldürmeleri demek, veliahtsız bir taht demekti." Tekrar omuz silkti. Yerinde dikleşti. "Bak, şimdi buradayım." dedi ellerini açıp. "Şimdi bu koca bölgenin yöneticisiyim ve karşıma çıkan kimseye acımıyorum. Karşıma, o aşağıda masalarına oturup yemeklerinden yediğimiz sözde ailem çıksa, tek bir saniye düşünmeden hepsini yok ederim. Çünkü yöneticilerin duyguları olmaz." Çünkü yöneticilerin duyguları olmazdı. "Bana bunları neden anlatıyorsun?" Dudağını büzdü. Ellerini ceplerinden çıkarttı ancak yaslandığı masadan ayrılmadı. "Sana güveniyorum çünkü." Bana güveniyor muydu? "Sen, bana ihanet etmezsin." Yorum yapmadım. Yapamadım. "Sonra ne oldu? Annenle seni bulduklarında? Ne oldu?" Omuz silkti. Tablosuna döndü ve uzun uzun, özlem dolu bakışlarla baktı. "Ne olacak? Bir sürü kuru gürültü. Yalandan birkaç gözyaşı. Çocuklar cenazelerden etkilenirlermiş. Travma olurmuş sözde. Bunu, o cenaze dediklerinin yanında iki gün gözyaşı döken çocuğa dediler. Cenaze dedikleri, o çocuğun annesiydi." Gözlerimin içine baktı. "Şanslısın ama farkında değilsin." Kaşlarımı çattım. "Nasıl yani?" "Ben annemin mezarına bir kere bile gitmedim. Göndermediler." Tekrar tabloya baktı. Birkaç adım yaklaştı ve elini kaldırıp tablodaki kadının yüzüne dokundu. "Beni, onun mezarına bir kere bile götürmediler. Mezarı nerede onu bile bilmiyorum. Ben, Karan'a dair hiçbir şey bilmiyorum. Çocuk olan Karan'a dair." Tablodaki kadının yüzüne bakmaya devam etti. Ben ise sadece onu izledim. Sözlerini dinlemeye devam ettim. "Dayı'nın emriyle yanına yerleştim apar topar. Amaçları bu bölgeyi kendi himayeleri altına almaktı. Dayı o dönemlerde saraydan kovulmuş bir askerdi. Daha doğrusu herkes öyle sanıyordu. Dayı kendi isteğiyle ayrılmıştı saraydan. Emirlere karşı geldiğini söyleyen, onu hain ilan eden çoktu. Neden bilmiyorum. Ondan bu kadar nefret edilmesinin mutlaka bir sebebi vardı ama saraydan ayrıldığı ilk gün konu onun için kapanmıştı. Tek bir laf çıkmadı ağzından. Sormadım ben de. O da anlatmadı pek. Annem ona güvenirdi. Hatta kimseyle paylaşmadığı yönetim sırlarını bile paylaşırdı. Bazen akıl bile alırdı. Hayal meyal hatırlıyorum. Annem ölmeden önce ona emanet etmiş beni. Bu yüzden en çok yardımı o etmiştir bana. Üzerimde hakkı büyük. Hayattaysam, onun sayesinde. Sayısız savaş verdim bu topraklar için. Taht hakkımken, taht kavgasına giriştim. Sana anlatamam Afra. O kadar kötüydü ki." Başını olumsuz anlamda salladı. "Hâlâ o savaş alanından nasıl çıktım aklım almıyor. Bazen düşünüyorum. Orada ölmüş olsaydım, değer miydi diye?" Omuz silkti. "Neden savaştığımı da bilmiyorum." "Senin savaşın taht için değildi." Dalgın gözleri gözlerimi buldu. "Sen intikam için savaştın. Annenin intikamı için. Çocukluğun için." Konuşmayı sonlandırdı. Bunu daha da dikleşen bedeninden anlamıştım. Belli ki daha fazla bu konu hakkında konuşmak istemiyordu. Derin bir nefes alıp verdi ve en sonunda tabloya doğru ilerledi. Tablodaki kadının yüzünü sevdi."Sesini unuttum, Afra. Yüzünü bile unuttum. Bunu da, bulduğum birkaç kötü fotoğraf sayesinde çizebildim. Yarım yamalak hatırladığım yüzünü yani. O kadar çok korkuyorum ki." Bana baktı. "Ya çizdiğim bu kadın, annem gibi görünmüyorsa? Ya bu kadın benim annem değilse?" Ama bir an bile o tablodaki kadının yüzüne dokunmayı kesmedi. Bir an bile. Sanki çizdiği o tablo, annesini yeniden canlandırmıştı. Ona sarılıyordu. Onunla dertleşiyor, onunla huzur buluyordu. "O senin annen." dedim. Bana döndü. Buna ihtiyacının olduğunu biliyor, dahası görüyordum. Gözlerinde... Kızıllarındaki ateş, dolu olduklarından belki de sönmüş gibiydi. Gözyaşları, kızıllarını söndürmüştü. "Nereden biliyorsun?" Omuz silktim. "Biliyorum işte. O senin annen." Gördüm diyemedim. Anneni tanıyorum, onunla konuşuyorum diyemedim. Delirdiğimi düşünürdü belki. Gerçi bunca fantastik olay içerisinde gerçek mi diye de düşünebilirdi. Öylece yüzüme baktı. Ona söylediğim cümlenin doğrulunu bilmeden. Benim doğru olduğunu bildiğimi bilmeden. Belki kendini inandırdı. Belki de dediğim şeyi gülünç buldu ama istifimi bozmadım. Gerçekler bana ifadesiz kalma yetkisi vermişti. "Keşke annemle tanışabilseydin. Çok isterdim." "Ben mi?" dedim şaşkınlıkla. Kaşlarım havalanmış, dikildiğim yerde omuzlarım düşmüştü. Gözlerimi kırpıştırdım. "Evet, sen. Eminim seni çok severdi. İyi insanları hep severdi." Beni sever miydi tanışsaydık? Sever miydi? Seviyor muydu daha doğrusu? Bilmiyordum. Arkamda mı, değil mi onu bile bilmiyordum. Annene körü körüne güvendim diyemedim bir kez daha. Diyemediğim binlerce şey içinden yalnızca biriydi bu cümle. Ama emin de oldum aynı zamanda. Hikayeyi dinledikten sonra. O kadınla en azından bir amacımız aynıydı. Karan'ı korumak. Bu yüzden o ormanda, Karan'ın hareketsiz bedenine siper olduğumda gülümsemişti. Belki o gün, o küçük çocuğun aklındaki şey hayatta kalmak değildi ama annesi onu koruyacağına en baştan yemin etmişti. Belki de durum Karan'ın bildiği gibi değildi. O masanın altına, kendi düşüncesiyle girmemişti. Annesi, ona siper olmuş olabilirdi. Sonuçta herkesin annesi, benim annem gibi değildi. "Ben de, benim annemle tanışmamış olmanı dilerdim." dedim buruk bir tebessümle. Yüzüme baktı. "Şanslısın. Çünkü annen yanında olmasa bile ona sığınabiliyorsun. Bana baksana Karan. Anne ne demek bilmiyorum. Ama sen biliyorsun. Annen sana annelik ne demek göstermiş. Üzülme bu yüzden. Çünkü bazı insanları, ölseler bile hep yanında hissedersin. Hep destekliyormuş gibi. Benim açımdan, böyle hissettirebiliyorsa bir insan, o insanı özlemene bile gerek kalmaz. Yanında olduğunu bildiğin insanları yani." "Ama çok özlüyorum Araf. Çok özlüyorum. Tek bir an bile çıkmıyor aklımdan. Ses tonunu unutuyorum. Kokusunu unutuyorum. Gülümsemesini, kahkahalarını, her şeyini unutuyorum. Yüzünü unutuyorum. Bu tablonun doğruluğundan emin olmamaktan nefret ediyorum. O fotoğrafların net olmamasından nefret ediyorum. Onu yanımda istiyorum. Korumak istiyorum. Güvende hissetsin istiyorum. Artık rüyalarıma girmiyor. Benimle konuşmuyor. Hissedemiyorum onu. Varlığını en azından. Ona dair hissettiğim tek şey yokluğu." "Çok şey istiyorsun Karan. İstediğin hiçbir şey gerçekleşmeyecek. Önerime kulak ver. Onu özlemek yerine, yanında olduğunu hisset. Yanında olduğunu bil." Yüzüme odaklandı. Gülümsedi. "Nasıl böyle bir konuda bile bu kadar acımasız olabiliyorsun?" "Acımaktan iyidir. Öyle değil mi?" "Öyle." Birkaç adımda yanıma ulaştı. Elini uzattı. Elini tutmam için. O eli, ilk defa ben tutmuyordum. O el, ilk defa yabancı bir tene temas etmiyordu. İçim burkuldu. Düşündükçe, kendimi kötü hissediyordum. Gözlerim Meryem'in tablosunun yanında, hüzünlü gözlerle tam bana bakan yansımama kaydı. "Acımasız olmanı seviyorum. Bana karşı ya da aşağıdakilere karşı." Dudağının kenarı kıvrıldı. "Sanırım ailem dışında ilk defa biri benimle böyle konuşuyor. Başkası olsa tir tir titrerdi. Cesur musun yoksa aptal mı, bilmiyorum." Tablodaki gözlerim, Karan'a döndü. Tüm acımasızlığımla uzattığı elini tuttum. Kendime bile acımazdım ben. İğrençtim. Umursamadım. Kafamı biraz dinlendirmeliydim. Belki sonra durduk yere aklıma gelirdi bu tablo. Kendimden bir kez daha nefret ederdim. Ama şimdi değildi. Yalvardım kendime. Ne olur düşünme diye. "Ben buna aptallık demezdim. Arkam sağlam diyelim." "Öyle mi? Kim varmış arkanda?" "Müstakbel kocam!" Omuz silkip yürümeye, onu da arkamdan sürüklemeye başladım. "Kim, kim?" dedi tekrar etmemi istermiş gibi. Duyduğunu biliyordum. Sesindeki mayhoşluk, onu ele veriyordu. Kurduğu oyunu devam ettirdim. "Arkamda diyorum, kocam var." Gidene kadar hiçbir şey söylemedi ama ona birkaç kaçamak bakış attığımda aptal gibi sırıttığını gördüm. Sanırım aptal dediği kişiden önce, kendisine bir bakmalıydı. Geldiğimiz yoldan, onun yardımıyla geri döndüğümüzde, masada sessizlik hakimdi. Yaklaştıkça üzerimizdeki gözler artıyordu ve ben bundan rahatsızlık duymuyordum. "Kusura bakmayın efendim. Kaybolduğum için geciktik." Saygıyı elden bırakmamak, onlara büyük bir ceza olacaktı. Babam böyle öğretmişti. Her tartışmanın bir üslubunun olduğu, herkese saygı çerçevesinde cevap vermenin daha ezici olduğunu yani. "Önemli değil." Kadın yüzüme bile bakmadan bu cevabı verdi ve Karan'a döndü. "Birkaç karar almışsın sanırım yine. Meclisteyiz ama haberimiz bile yok. Üstelik bu kararları diğer bölge yöneticileri de bilmiyor." Karan derin bir nefes verdi. "Kendi bölgemle ilgili aldığım kararları onlara sormak zorunda değilim. Onlar da bize anlatmıyorlar. At gözlüklerini çıkarıp etrafına bakarsan, kimsenin senin kadar düşmanına sadık olmadığını görürsün. Dediğim gibi, soruların fazlasıyla canımı sıkıyor. Yerini önceden belli et. Çünkü ben, kimsenin gözünün yaşına bakmayacağım. Şimdiye kadar baktıysam, bu da kardeşlerim içindi. Umarım bu saatten sonra olacak olanlar yüzünden beni suçlamayıp bana güvenirler. Karşıma aldığım kişiyle kan bağları da olsa." Masadaki diğer üyelere yaptığı göndermeden sonra üçü de abilerine baktılar. Rahatsız görünmüyolardı. Aksine, ona katılıyor gibiydiler. "Durumu düzeltmek için bir şeyler yapmalıyız." Karan kaşlarını kaldırdı. "Gerçekten mi?" Dudağını yaladı ve gülümsedi. "Beni mi beklediniz bunu düşünebilmek için? Merak etmeyin, halkımın refah seviyesini yükseltmek için gereğinden fazla fedakarlık yapıyorum. Gerekirse canımı da veririm. Sakın bana işimi öğretmeye kalkmayın." Kadın daha fazla konuşmadan ağzını peçete yardımıyla temizledi ve yavaşça kalktı. "O hâlde konuşacak pek bir şeyimiz kalmadı. Değil mi Afra? Yakında evleneceğin adam senin aksine fazlasıyla saygısız. Onu evimde ağırlamak da benim saygımdı. Umarım farkı anlayabilmişsindir." Kafamı kaldırıp yüzüne dimdik baktım. "Saygı kavramı kişiden kişiye değişir efendim. Karan gereken kişilere saygı duymayı öğrenmiş belli ki. Ondan öğreneceğim çok şey var." Masanın üzerindeki elini tuttum ve ona bakıp gülümsedim. Karan'ın gözlerinde tuhaf, az önceki kırılgan bakışlarından çok daha başka bakışlar vardı şimdi. "Size iyi akşamlar. Benim başım ağrıyor. Gidip dinleneceğim." Kadın ayağındaki topuklularla başını tuta tuta masadan ayrıldı. Ortamdaki gerginlik, adamın da karısının peşinden gitmesiyle bir nebze de olsa azaldı. "Tanrım, tırnaklarım!" Yanımda gerginlikten olsa gerek tırnağını kemiren Selin'e ufak çaplı bir kahkaha attım. Bakımlı tırnakları artık bakımlı değildi. "Gerilince hep tırnaklarını yer. Küçüklükten beri bu böyle. Yapmamasını söylüyorum ama yok!" Karan'ın söylenmesi ve Selin'le bakışmaları arasında kaldım ama bundan rahatsızlık duymadım. Aksine eğleniyordum. "Aşk olsun abi! Sen söyledin, küçüklükten beri huyum işte." "İğrenç bir şey ama." Karşımda oturanlardan biri Selin'e sataşınca Selin boş durmadı. "Sana ne be!" Selin'le atışan ve göz devirip duran çocuğun yanındaki çocuk bana döndü. "Kusura bakma, isimlerimizi söylemedik sana. Az önce masanın halini gördün zaten. Bu tür ortamlarda pek konuşmayız, söz hakkımız yoktur. Olsa bile konuşmam gerçi." Yaşça oldukça küçüktü ama olgun tavırları ona has görünüyordu. "Ben Özgür, bu da ikizim Özgün." Şaşkınlığımı gizleyemedim. "Öyle mi? Memnun oldum. İsimleriniz çok hoş. Ben sizin aranızda yaş olduğunu düşünmüştüm." Şimdi bakınca, yüzlerinin aynı olduğunu fark etmiştim. Saçlarının rengi farklıydı. Ayrıca Özgür daha yapılı görünüyordu. Sanırım bundan ötürü yaş farkı olduğunu düşünmüştüm. "Yaşam tarzlarımız farklı olduğundan öyle görünüyor olabiliriz diyelim. Ben spor yapmayı severim. Özgün ise tam bir telefon bağımlısıdır. Evden çıkmak istemez." Başımı sallayıp gülümsedim. "Kaç yaşındasınız?" "18." Evet, yaşlarına göre biraz büyük duruyorlardı. "İkisi de aynı yaşta." dedi Karan beni dürtüp. Ona 'Hadi canım!' bakışı attım. Pis pis sırıttı. "Abimin mizah anlayışı hep kötüydü. Bundan sonra da düzeleceğini zannetmiyorum. Seni evlenmeden önce uyarayım." Bu defa Selin beni dürtünce ona bakıp kıkırdadım. Karan Selin'e bakıp güldü ve yemeğine devam etti. "Saçların çok güzel, çok yakışmış rengi sana." Selin'le uğraşmayı bırakıp yemeğiyle ilgilenen Özgün'e söylemiştim bunu. Bana baktı. "Teşekkürler." Saçları, tamamen maviydi. Açık ten rengine uymuştu. "Aramızda en büyük olan Karan abimizdir. Annelerimiz aynı değil ama bize hep abilik yaptı." Kaşlarımı kaldırdım. "Dur ben anlatayım. Kafası karışmıştır şimdi." Karan'a döndüm ve dinlemeye başladım. "Benim anne babam yok. Annem öldükten sonra babam az önce karşında oturan üvey annemle evlendi ve evliliklerinden Özgür, Özgün ve Selin doğdu. Babam öldükten sonra da," Duraksadı ve derin bir nefes verdi. "Babam öldükten sonra da, üvey annem başka biriyle yani az önce masada oturan adamla evlendi." Karan az önce adama gereksiz demişti. Bu oldukça ağır bir hakaretti. Aynı şekilde Özgün, Özgür ve Selin'in annelerine de saygısızca davrandık sayılırdı. Ancak tek kelime etmemişler, aksine bizi desteklemişlerdi. Çünkü kişi ailesini seçemiyordu ve belli ki bu dört kardeş birbirlerine bu tür konularda darılmıyorlardı. "Çok güzel bir aileniz var." dedim iç çekerek. "Birbirinize sahip çıkmanız çok hoş. Umarım ben de size katılabilirim." "Ohoo!" dedi Selin elini sallayarak. "Katıldın bile. Çıkamazsın artık." Gülümsedim. Bu akşam, gerildiğimden daha çok gülümsemiştim. "Biz artık gidelim. Yarın tüm işlerimizi halledip sonraki gün evleneceğiz." "Ne!" Selin ayaklandı. "Ne giyeceğim? Nasıl makyaj yapsam? Saçım nasıl olsa? Abi böyle bir şey aceleye gelir mi? Neden önceden söylemiyorsun?" Özgün gözlerini devirdi. "Sanki bilmem kaç tane kuaför uğraşmayacakmış gibi." Selin ona dil çıkarttı ve bana döndü. "Telefon numaranı verir misin? Haberleşiriz. Benim kuaförlerim çok iyidir. Birlikte hazırlanırız." Karan ağzını açtığı anda elimi elinin üzerine koydum ve çantama uzandım. "Sen telefon numaranı ver canım. Ben kaydedip mesaj atarım." Selin başıyla onaylayıp telefon numarasını verdi. Numarasını telefona yazarken, Karan'ın bakışlarının üzerimde dolandığını hissettim. Eminim peşimde sayısız adam varken yanından ayrılmamı istemiyordu. Yine İlke'yle hazırlanmamı isteyecekti. Ne fark ederdi ki? İlke de bize katılabilirdi. "Tamamdır." dedim telefonu çantama geri koyarken. "Attım sana mesaj." "Tamamdır." "Biz artık kalkalım. Yarın erken uyanmamız gerekiyor." Ben de ona uyup ayaklandım. "Sonra tekrar toplanıp bir şeyler yapalım. Ben çok sevdim yengemi." Yenge? "Bakacağız. Nerede kalacağımız bile belli değil daha. Eğer kafam kaldırabilirse buraya yerleşmeyi düşünüyorum. Tabi Afra da isterse." Sanki söz hakkım vardı da! Selin bana sarıldı. Onunla vedalaştıktan sonra Özgür ve Özgün'e de sarıldım. Selin heyecanla yerine zıpladı. "Çok güzel olur!" "Özgün, saç boyandan bana da ayır. Saçlarımın arasına mavi attırmak istiyorum." Şakaydı. "Hay hay." dedi başıyla onaylayıp. Güldüm. "Sonra görüşürüz. Kendinize iyi bakın." Geldiğimiz yoldan geri döndük. Arabaya bindiğimizde, Karan bana döndü. "Telefon?" "Ne olmuş?" "Yanında taşıdığını ilk defa görüyorum. Hatta eline aldığını ilk defa görüyorum. İlk karşılaştığımızda da telefonun yanında değildi. Sevmiyorsun diye düşündüm." Hatırlıyordu. Bu beni gülümsetti ama hemen toparladım. Omuz silktim. Karan'ın günler önce aldığı telefonu evden eve taşıyordum. Tüm bunları yaparken bir kere bile açıp bakmamıştım çünkü konuşacak biri yoktu. Alex'e baktıkça oyun oynayasım da gelmiyordu. İğrendirmişti artık. Sıkılınca da Aslan'a sarıyordum zaten. Gerek kalmıyordu. "İlke verdi. Dedikodu için yanıma gelmeye üşeniyormuş. Telefonla konuşmak daha kolay oluyor dedi." Karan kaşlarını kaldırıp bana bakarken, ben emniyet kemerimi bağlamaya çalışıyordum. "Pek hoşlanmıyor gibiydin ondan. Ne oldu birden? Dedikodular falan?" "Ne hoşlanmaması? Kafa kız bence. Çok iyi anlaşıyoruz. Hem onun da yengesi sayılırım artık." Karan, kaşlarını arşa çıkarmak istermiş gibi daha da kaldırdı. Önüne döndü. Arabayı çalıştırdı ve kaşlarını eski haline döndürdü. "Yenge olmak hoşuna gidiyor bakıyorum?" Gözlerimi kısıp ona döndüm. "Aptal mısın?" dedim yüzüne doğru. Bana döndü. "Kabul et işte. Hoşuna gidiyor yenge olmak." Yüzümü buruşturup önüme döndüm. "Sür şu arabayı gidelim. Yoksa ailenin önünde seni katledeceğim." Karan güldü. Ve ben ona baktım. Güzel gülümsemesine. Bana asla ait olamayacak gülümsemesine. Onu güldürmeyi seviyordum. Hep gülsün istiyordum. Hep gülsün, ben onu izleyeyim. Onun gülümsemesi ister istemez beni de güldürdü. Sadece bir an zamanın durmasını istedim. Yalnızca birkaç dakikalığına da olsa. "Ailemin üstesinden gelmeyi başardın." Derin bir nefes alıp verdim. "Ne bekliyordun ki? Beni az çok tanıyorsun." "Seni az çok tanımıyorum." Aynadan arkasını kontrol etti. "Biliyordum. Halledeceğini." Omuz silktim. "Her zaman hallederim." "Öyle." Bana karşı çıkmaması oldukça şaşılasıydı ama önemsemedim. "Keşke seni, babamla tanıştırabilseydim." dedim uykulu sesimle. Gözlerim de kapanıyordu. Uykum gelmişti. "Tanışmadığımı nereden biliyorsun?" Uykulu halim bir anlığına kayboldu ve kaşlarımı çatıp ona döndüm. "Ne?" "Ölen insanların arkasında kalanlar, ölenlerden hep bir şeyler taşırlar. Seni tanımak, babanı tanımak için yeterliydi." Yüz ifadem eski hâlini aldı. Kafamı yeniden cama çevirdim ve geçip giden ağaçları izlerken, uykuya daldım. ***** Araba dırduğunda Karan beni kucağına almak için hazırlanmıştı. Ben de sesimi çıkartmamış, beni taşıması için beklemiştim. Önce üstüme doğru eğilip kemerimi çözdü. Normalde kemer takmazdım ama onunla arabada yolculuk yaparken hep takıyordum. Takmazsam ısrar ediyordu. O takmıyordu ama. Buna artık alışmıştım sanırım. Bir eli bacaklarımı, diğer eli ise belimi kavradı. Kafama dikkat ederek beni arabadan çıkarttı. Kapıyı kapatıp arabayı kilitledi ve eve doğru beni en az hareket ettirecek şekilde yavaş adımlarla ilerledi. "Seni taşımam da tıpkı sana yenge denmesi kadar hoşuna gidiyor." Anlamış mıydı? "Yoksa seni taşımam için uyuma numarası yapmazdın." Onu dinlemek yerine kollarımı boynuna doladım. "Beni düşürürsen seni öldürürüm." Söylediğime gülümsediğini hissettim. Beni yere indirmedi. Taşımaya devam etti. "Yatağına götüreyim mi seni?" "Hayır, uyumak istemiyorum. Oturalım biraz daha." Başını sallayarak beni eve soktu ve kapıyı ayağıyla kapatıp içeriye girdi. Sanırım kapıyı güçleriyle açmıştı zira anahtarla uğraşsak eve girmemiz zaman alacaktı. Ayağıyla kapatmak yerine yine güçlerini kullanabilirdi. Bunu ilk başta garipsedim ama sonra gücünü asla boşa harcamadığını hatırladım. Sonuna kadar halkı için uğraşıyordu. Beni koltuğa yavaşça bıraktı ve üstündeki ceketi çıkarttı. Kendisini de koltuğa bıraktı. Kafasını arkaya doğru attı. Yorgun görünüyordu. Zihinsel olarak da bedensel olarak da. "Sence, amaç ikinizi öldürmekken, neden önce onu öldürdüler? Daha sonra seni öldürmeleri için fırsatları vardı. Ama yapmadılar. Belki de amaçları tamamen anneni öldürmekti." Karan gülümsedi. "Daha sonra benim için tekrar geldiler." Kaşlarımı kaldırdım. "Gördüğün gibi başarılı olamadılar. Onlar beni öldürmeden, ben onları öldürdüm." Bakışları, bir hayvanın avına bakışı gibiydi. Gözlerindeki kana susamışlık, onu olduğundan farklı biri yapıyordu. Onu tanımıyordum. Belki de o, tam olarak böyle biriydi. "Nasıl yaptın bunu?" "Bilmiyorum." dedi. "İçimde büyük bir güç patlaması yaşandı sanki. İlk defa o zaman yanımda oldu doğa. Bana doğrultulan silahı gözlerimle etkisiz hale getirdim. Adamların kaskatı kesilmesini sağladım ve o silahı elinden alıp, ona doğrulttum." Annesi, ona yardım etmişti. Yetişkin bir adam, küçük bir çocukken katil oluşunu ancak bu kadar duygusuz anlatabilirdi. Hareketleri, bana bunu anlatırkenki sakinliği beni şaşırtmıştı. "Bununla gurur duymuyorum. Sadece, hayatta kaldığım için minnettarım. Yaşamak istemiyordum o çocuk halimle ama annemi öldürenleri öldürmek de istiyordum aynı zamanda. Nefrete tutundum. Nefret öldürür diye bilinir ama hayır, beni nefretim yaşattı." Tek kelime dahi edemedim. Annesiyle ilgili gerçekleri bilmesi hakkıydı. Kadın Karan'a zarar vermezdi. Ama veredebilirdi aynı zamanda. Onunla konuşmalıydım. Kadınla. Hem de hemen. "Ben," dedim. "Yatacağım." Başıyla onayladı ve ayağa kalktı. Ne yaptığına bakarken, bana daha da yaklaştı ve bedenimi sarmaladı. Kucağında küçücük kaldım. "Ne yapıyorsun?" dedim ayağım yerden kesilirken. "Karımı yatağına taşıyorum." "Karım karım deme bana! Sen de dedin. Gerçek değil bu." Tek kaşını kaldırıp bana baktı. Dudakları kıvrıldı. Merdivenleri çıkmaya başladı. "Muhtemelen iki gün sonra, evleneceğiz." "Neden iki gün sonra? Yarın evlenelim bitsin gitsin işte. Ailene de yarın dedin. Bir dediğin bir dediğini tutmuyor senin de!" "Baya hevesliyiz bakıyorum?" "Saçma sapan konuşma Karan." Gülümsedi. "Planlarım var. Hazırlık yapmam lazım. Ayrıca az önce ayrıldığımız sarayın işi ancak biter. Fazla davetli olmayacak ama bu düğün herkes tarafından duyulmalı. Seni tanımalılar. Seni desteklemeleri, sevmeleri lazım." "Ben de kendimi çok iyi sevdiririm zaten. Ben sana söyleyeyim, bu iş yatar Karan!" Beni yatağa bıraktı. "Sevdirirsin." dedi dolabıma yönelirken. Üzerime giymem için pijamalarımı verdi. Benimle ilgilenmek hoşuna gidiyor gibiydi. "Üzerini giy." "Çık o zaman." "Ama üzerini örtmek istiyorum." Yüzümü buruşturdum. "Çocuk muyum ben?" Derin bir nefes verdi ve yanıma oturdu. "Benim yanımda çocuk olabilirsin Afra. Seni annemle tanıştıramadım ama onun bana davrandığı gibi davranabilirim sana. Seni yeniden bir çocuk yapabilir, kötü anılarını silebilirim. Yaralarını sarabilirim. Seni iyi edebilirim. İzin ver bana." "Nasıl yani?" dedim. Sesimdeki şaşkınlık, yüzüme de yansımıştı. "Annem her gece beni yatağa yatırır, üstümü örterdi. Saçlarımı severdi." Eli saçlarıma gitti. "Onun hakkında hatırladığım nadir şeylerden." Gülümsemeden edemedim. Annesine ne kadar muhtaç olduğunu görebiliyordum. O kadınla bir an önce konuşmalıydım. Hem de bir an önce. Ama biraz erteleyebilirdim sanırım. Ayağa kalktım. "Nereye?" "Bekle, hemen geleceğim." Anlamadığı yüzünden belli oluyordu. Ama dediğimi yaptı. Odadan ayrıldım. Onun odasına girdim. Dolabına yöneldim. Kısa bir süre dolabını karıştırdım ve uygun gördüğüm birkaç kıyafetle, mavi renk olmalarına özellikle dikkat etmiştim, kendi odama döndüm. Elimdeki kıyafetleri görünce gözlerime baktı. Küçük bir çocuk gibi. Söyleyeceklerimi tahmin etti ama yine de benden duymak istemiş olmalı ki bekledi. "Al." dedim elimdekileri ona uzatarak. "Benim bir annem vardı. İyi ya da kötü. Annelik görmedim. Madem bana annelik ne demek öğretmek istiyorsun, beni annenle tanıştırmak istiyorsun, o zaman sana izin vereceğim. Ama her şey karşılıklı. Ben de sana, bana gösterdiğin anneliği göstereceğim. Böylece sana bir şey için daha borçlanmamış olacağım." "Borçlanmak?" dedi kaşlarını çatarak. "Böyle bir şeyin borcu olmaz Afra. Sadece sana annemin bana küçükken davrandığı gibi davranmak istedim. İçimden geldi. Sen bunu borç olarak mı alıyorsun?" Dediklerinden sonra biraz utandım. "Özür dilerim. Kastettiğim bu değildi." "Her neyse." dedi. Elindekileri yatağa attı ve üzerindeki ceketi çıkarttıktan sonra gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. "Ne yapıyorsun?" dedim elimle ellerini tutarak. Gözlerime baktı. "Üzerimi değiştiriyorum. Uyuyacağız." Büyüyen gözlerime anlam veremedi. Yatağın üzerinde duran kıyafetlerimi aldım ve odadan ayrıldım. Odadan çıkana kadar geçen sürede, sırıtarak bana bakmıştı. Diğer odada üzerimi değiştirdim. Odaya geri döndüğümde, Karan'ın altını değiştirdiğini ama üzerine bir şey giymediğini gördüm. Gözlerimi devirdim. "Hasta olacaksın. Üzerini de giy." "Gerçeten annem gibisin." dedi gülerek. Tavanı izlemeye devam etti. Karan ve tavanı... Yatağa oturdum ve bağdaş kurdum. "Ee, ne yapardı annen?" Düşündü. Düşünürken gülümsedi. Dudaklarını izledim. Parlayan gözlerini izledim. Ben de gülümsedim ve eminim benim de gözlerim parladı. "Önce beni yatağa yatırır, üzerimi örterdi. Sonra, saçlarımı severek uyuturdu beni. Bazen şarkılar söylerdi. Kabus gördüğümde yanımdan ayrılmazdı. Bazı geceler birlikte uyurduk." Yüzünde öylesine mutlu bir tebessüm vardı ki bir tarafının çocukluğunda takılı kaldığına emin oldum. "Annem gözlerimin önünde öldürüldüğünden beri rahat uyuyabildiğim gece sayılıdır. O öldü. Ben hep kabus gördüm." Doğruydu. Karan'ın uykuyla hep bir problemi vardı. Bilinçaltının ne kadar karmaşık olduğunu düşündüm. Korkunç bir çocukluk geçirmişti. Pek çok tramvası olduğuna emindim ve dahası, yetişkin hâliyle onları bastırmak zorunda hissediyordu. Tüm o bastırılmış duygular, bir şekilde uykusunda onu buluyordu. Olağanüstü bir durum değildi. "Kalk." dedim. Bana baktı. "Ben hep, annem saçlarımı tarasın isterdim." Gözlerime baktı. Sesini çıkartmadan sırt üstü yattığı yatakta doğruldu. O bunları yaparken ben de tarağımı alıp yeniden yatağa döndüm. "Tokam kalmadı." dedim. "Aldığın tokalarımı geri ver." "Onları çöpe attım." Ağzımı açıp ona baktım. Bu hâlime gülüp omuz silkti. Arkamı döndüm. Elimden tarağı aldı ve yavaşça saçlarımın arasından geçirmeye başladı. Uzun bir süre, saçlarımı taradı. Saçlarımla oynadıkça uykum geldi. Böyle bir huyum olduğunu bilmiyordum. Daha önce kimse saçlarımla oynamamıştı çünkü. Sonra, bileğimdeki tokayı nazikçe çıkartıp kendi koluna taktı. Saçlarımı üçe ayırdı ve örmeye başladı. Beceriksiz hamleleri beni güldürdü. Biz iki küçük çocuk, bu gece ailesizliğimizi iliklerimize kadar hissetmiştik. Şimdi, birbirimize aile sıcaklığını yeniden yaşatmak için çabalıyorduk. O benim saçlarımı tarıyor, özel olarak istemememe rağmen örmeye çalışıyordu. Tıpkı bir anne gibi. Belki bir baba. Bir abi. Saçlarımı örmeyi bitirdiğinde ona döndüm. Ortaya koyduğu işe ikimiz de kahkahalar attık. Onunla dalga geçmedim. Dalga geçersem yeniden böyle bir şey yapmak istemeyebilirdi. "Sıra bende." dedim ona dönerek. Onu yatağa yatırdım. Yanına yavaşça uzandım. Kolumu kendime yastık yaptım ve saçlarıyla oynamaya başladım. "Şarkı söylesene bana." dedi. Dudağımı büzdüm. "Sesim iyi sayılmaz. Bence bunu denemeyelim bile. Sessizlik daha iyi." "Hep sessisiz zaten. Hadi, söyle. Dinlemek istiyorum." Yerimde rahatsızca kıpırdandım ve saçlarını okşamaya devam ettim. "Hangi şarkıyı söylememi istersin?" Sanırım birkaç satır mırıldanmam, sorun olmazdı. "Bana, en sevdiğin şarkıyı söyle. Bilmek istiyorum." "Çok şey istiyorsunuz, Karan Bey. Ayrıca, benim sevdiğim özel bir şarkı yok. Çoğu şarkıyı aynı anda seviyorum." Gözlerini kapattı. "Hadi, aralarından biri özeldir senin için. Onu söyle bana." Gözlerimi devirdim. Saçlarını, o uyuyana kadar sevecektim. Sonrasında da sevecektim. Saçlarını hep sevecektim. Hangi şarkıyı söyleyeceğimi düşündüm. Sevdiğim o kadar çok şarkı vardı ki. Ama biri bana sevdiğim şarkıyı sorunca aklıma direkt Perdenin Ardındakiler'in şarkıları geliyordu. Fazla hoşuma gidiyorlardı. "Beni sev ya da düşmanım ol Her küfrün bana az geliyor Beni, beni bilene bir kere sor Gözlerini açıp, gözlerime baktı. Kendimi sorguladım. Kötü bir şarkıyı mı söylüyordum ona? "Bu şehir bugün sensiz Beni yollara yollara koy Siliniyor izi gizli sevişmelerin Onun göz rengini unutmak istemiyordum. Onu unutmak istemiyordum. "Karan?" dedim şarkıyı söylemeyi bırakarak. Beni izleyen gözleri, daha da dikkatle baktı yüzüme. "Gözlerinin kızıl olmasının bir sebebi var mı?" Kızıl gözlerine bakarak sorduğum soruya, yine kızıl gözlerine bakarak cevap aldım. "Güç." dedi. "Yeterince güçlüysen, gözlerin de güçlü bakar." "Yeterince güçlüsün o zaman sen?" dedim zaten cevabını bildiğim bir soruyu dile getirerek. Başını salladı. "Bu şarkıyı daha önce hiç duymamıştım. Sizin evreninizde pek çok şarkı dinledim. Hepsi çok güzeldi. Bu şarkı da çok güzel." "Öyle." dedim. "Perdenin Ardındakiler diye bir grubun şarkısı. Çok severim o grubu. Çoğu şarkısını da bilirim. Bir gün, yine bizim evrenimize düşerse yolun dinletirim sana." Dediğim şeyle yüz ifadesi değişti ama belli etmemeye çalıştı. "Sesin gerçekten berbatmış." Kaşlarımı çatıp ona yavaşça vurdum. Hareketlerime gülümsedi. "Afra." dedi. Ona baktım. "Gidecek misin? Beni bırakıp gidecek misin gerçekten?" Sorusu yüzünden kalakaldım. Ne diyeceğimi bilemiyordum ve o da bunun farkındaydı. "Gitmeyeyim mi yani?" dedim masum bir ses tonuyla. Aynı zamanda biraz hüzün kapladı içimi. Soruma cevap vermedi. "Uyuyalım artık." dedi beni yatakta aşağı doğru çekip göğsüne yatırarak. "Uyumak istiyorum." Şaşkınlıkla hareketlerini izledim. Şu an kollarının arasında, inanılmaz bir sakinlikle duruyordum. Normalde, yüzüne çemkiriyor olurdum. Sakindim. Hatta, huzurluydum. Ona bu yetkiyi ne zaman, tam olarak nasıl vermiştim? O bana defalarca bunun sahte bir evlilik olduğunu hatırlatmıştı ama şimdi gerçekten evliymişiz gibi davranıyordu. "Yarın, seni yanımdan ayırmayacağım. Düğün günü de. Ve sonrasında da. Artık işlerimin büyük çoğunluğunu bileceksin. Hamlelerimi bileceksin. Bana yardım et. O davet gecesi, anneni tüm o davetlilere rezil ettiğin gece neler yapabileceğini gördüm. Ailemle nasıl konuştuğunu, nasıl yetiştirildiğini gördüm. Sana söyledim. Tam benim karım olabilecek birisin. Savaşabilecek biri. Benimle savaş Afra. Gitme. Burada kalıp benimle savaş. Yalnız savaşmaktan çok yoruldum." Kapkara, devasa duvarlarının onu siyaha boyadığını kim bilebilirdi? Uykulu sesine rağmen ayık kalmayı başarıp, benimle bu denli acınası bir konuşma yapacağını da kimse bilemezdi eminim. Bir insan kendine acıyorsa bunu geri dönüşü yoktu ve ben Karan'da tam olarak bunu görüyordum. Geri dönülmez ve çıkmaz sokaklarını... Konuşmasını dinledikçe içimde büyüyen o yangın, boğazıma kadar büyümüş, beni cehennem ateşi gibi kuşatmıştı. "Başkasının yerini almak, bana göre bir davranış değil Karan. Evleneceğimizi söylediğinde, bunu kendime yakıştıramadım. Eğer, benim yerimde önceden başka birinin olduğunu, onu sevdiğini söyleseydin, bu sahte bir evlilik olsa bile asla kabul etmezdim. Anlıyor musun? Etmezdim." "Hafza'yı sevmiyordum, Afra. Onu gerçekten sevmiyordum. Sevmek değildi bu. Öyle olmadığını en başından biliyordum. Onu çocukluğumdan beri tanıyordum. O, benim çocukluk arkadaşımdı. Ben onu arkadaştan fazlası olarak görmedim hiçbir zaman." "Ne olursa olsun." dedim. "Belki bu yüzüğü o takmalıydı. Şu an sarıldığın kişi o olmalıydı. O evlenmeliydi seninle. Zamanla ona duyduğun saygı, aşka dönüşebilirdi. Beni hiç tanımasaydın bile eksik hissetmezdin. Severdin, Karan. Sen herkesi severdin ama onu farklı severdin. O, Pamir'in kardeşiydi. Sen, onunla daha güçlü olurdun." Kafasını olumsuz anlamda salladığını fark ettim. "Olmazdım. Ben, seninle olduğum gibi kimseyle güçlü olamam. İlke sana her şeyi anlatmış belli ki. Ama onun bile bilmediği şeyler vardı. Hâlâ var. Bana güven. Şu an, olman gereken yerde, olman hereken kişinin kolları arasındasın. Kimsenin değil, senin yerin. Senin yuvan, senin evrenin. Bir daha sakın konuşma böyle. Sakın." Bana daha sıkı sarıldı. Söylediklerini destekliyordu kolları. "Gitme, Afra. Gitme benden." Uyumadan önce söylediği son sözlerdi. Sonra, nefesleri düzene girdi. Derin bir uykunun esiriyken bile, kollarını benden ayırmadı. Küçük bir kız çocuğunun sarıldığı bebeği gibiydim. Kollarından kurtulamadım. Kurtulamak da istemiyordum zaten. Bu haksız bir galibiyetti. Çünkü savaştığım kadın, bir ölüydü. Sabaha kadar, zaman zaman daldım. Uyanık olduğun zamanlar ise nefeslerini dinledim. Kokusunu içime çektim. Bu kadar güzel koktuğunu bilmiyordum. Ne koktuğunu da bilmiyordum. Ama çok güzeldi. Teninin, kendine has bir kokusu vardı. Elim, adem elmasında gezindi. Adem elmasını seviyordum. Arada yutkunduğunda hareket ediyordu ve ben ondan ayrılamıyordum. Sabah, son kez uyandım. O hâlâ uyuyordu. Onun bu kadar uzun süre uyuyabileceğini tahmin etmemiştim. Huzurlu hissediyordum. Aralıksız uyuduğuna göre, o da öyle hissediyordu. Onun huzurlu hissetmesiydi benim huzurumun sebebi. Beni sımsıkı saran kollarından, üstün bir uğraşla kurtuldum. Üzerimi giydim. Yanımdan hiç ayrılmayacağını söylemişti. Onun yanından ayrılan, ben olmalıydım. Dışarıya çıktığımda, beni karşılayan adamlara doğru ilerledim. Aslan ortalıkta yoktu. Bu iyiydi. Zira burada olsaydı Karan'ı hemen uyandırırdı. İspiyoncuydu çünkü! "Bana araba lazım. Karan uyandığında ona bilgi verirsiniz. Saat," Kolumdaki saate baktım. "Saat en geç on ikide burada olurum. Endişelenmesine gerek yok. Dolaşıp geleceğim." Adamlar karamsar bakışlar atsalar da, onları ufak tehditler sonucunda ikna edebildim. Verilen arabaya yerleştim. Telefonum yanımdaydı. Arabayı çalıştırdım ve hareket ettim. Yaklaşık on beş dakikalık bir yolculuktan sonra, ıssız ormanda tek başıma olduğuma emin oldum ve arabayı kilitleyip ormana ilk adımımı attım. Burası hakkında hiç iyi bir anım yoktu. Hem de hiç. Oldukça ürperticiydi. Sanki, göremediğim varlıklar tarafından kuşatılmış bir mekandı. Ancak onların kötü enerjilerini hissedebiliyordum. Ayağıma takılan taşları umursamadan, geldiğim yerden geri dönmeye başladım. Her şeyin başladığı yere. İlerledim, ilerledim, ilerledim. Arada yönümü kaybettiğimi sandım. Düşündüm. Hatırlamaya çalıştım. Silah sesi, tam bu yönden gelmişti. Ben, kendimi tam şurada bulmuştum. Sonra, gördüm. Mezar taşlarını. "Hoşgeldin, kızım." Duydum. Onu duydum. Mezar taşlarına dönük olan yönüm, bu defa ona döndü. Tam arkamda olan Meryem'e. Göz göze geldiğimizde, dudaklarım tehlikeli bir şekilde kıvrıldı. O ise benim aksime oldukça naif bir gülümsemeye sahipti. "Başlayalım mı, Meryem?" Öylece yüzüme baktı. Sanırım tepkimi ölçmek istemişti ancak oldukça emin bakan gözlerimi gördüğünde, pes etmişti. Yutkundu. "Neden bahsettiğini anlamadım?" Dudağımdaki tehlikeli sırıtış daha da büyüdü. Kendini hemen savunması, ne söylediğimi sormadan üstelik, neden bahsettiğimi bildiği anlamına geliyordu. "Gerçekten mi?" dedim elimi saçlarımdan geçirerek. "Oynayacak mısın bu oyunu?" Gözlerimi gözlerinden ayırmadan, beni davet ettiği masaya oturdum. Bana dik dik bakmaya, dudağındaki o çok bilmiş tebessümü bozmadan yaptığım hareketleri takip etmeye devam etti. "Dediğim gibi, neden bahsettiğini bilmiyorum." Derin bir nefes alıp arkama yaslandım. "O hâlde ben sorayım, sen cevap ver." Onu beklemeden devam ettim. "Gerçekten, Karan'ın annesi misin?" Cevap vermedi. "Neden öldün ve neden doğanın ruhu olarak dolaşıyorsun? Bu görevi neden bana verdin?" Sormak istediğim binlerce soru vardı. "Neden kendini saklıyorsun? Karan'la iletişim kurma hakkın varken üstelik. Neden?" Kadın aynı bakışlarla yüzüme bakmaya ve istifini bozmadan dikilmeye devam etti. "Benimle hepsini paylaşmalısın. Sana başka nasıl yardım edebilirim bilmiyorum." Derin bir nefes aldı. Gözlerini yere dikti. Bir müddet düşündü ve tam karşıma oturmak için acele etmeden yaklaştı. "O, sana anlattı mı?" Ne demek istediğinden emin olmak için yüzüne bakmaya devam ettim. "Karan, nasıl öldüğümü sana anlattı mı?" Başımla onayladım. Güldü. "Öldürüldüğümü düşünüyor, öyle değil mi?" Gülüşünde bir şeyler saklıydı. Öldürülmedim dermiş gibi gülüyordu ve bu benim daha da meraklanmama neden oluyordu. "Afra." dedi ciddileşerek. "Sana şimdi, şu anda her şeyi anlatabilirim. Ama yapmayacağım. Öyle bir solukta anlatılacak gibi değil hikayem. Çünkü bu hikaye sadece bana ait değil." Duraksadı. "Bu hepimizin hikayesi. Senin, Karan'ın, Deniz'in, İlke'nin, Hafza'nın, Pamir'in. Öyle karışık ki sana şimdi her şeyi bir çırpıda anlatsam, güler geçersin bana. Yaşayarak öğrenmelisin. Anlamalısın." Bu korkutmuştu. Beni ölümle tehdit etse korkamazdım ama gerçeklerden bahsedince, iş değişiyordu. Ama ben, kirlerimden arınmak istiyordum. Aramızda hiçbir şey gizli kalsın istemiyordum. "Ben," dedim. Yutkundum. Yerimde rahatsızca kıpırdandım. Karan, İlke, Hafza, Pamir, ben, Deniz nasıl aynı hikayenin kahramanları olabilirdik ki? Şu an öyleydik ancak bu hikayenin bir girişi olduğuna emindim. Her şeyin rastgelelikten uzak olduğuna emindim. "Her şeyi bilmek istiyorum. Her şeyi." Kadının yüzündeki ifade, oldukça sakin ancak bir o kadar da üzüntü doluydu. Belki biraz eskilere dalmıştı. Dudaklarında tenha, herkesten uzak bir gülümsemeyle daldığı yerden zorlukla uzaklaştı ve muhtemelen zihninde bir kara bulut olan düşüncelerini dağıttı. Aksi hâlde ona, anılarına yağmur olacaklardı. "Kelebek etkisini," dedi. Yutkundu. "Bilir misin?" Kadının oturuşu, tam bir hanımefendi oturuşuydu ve bu gözümden kaçmamıştı. Soylu bir aileden geldiği aşikârdı. "Senin yarattığın tek bir etken, daha sonra sonun olabilir. Bir kelebek, kasırga başlatabilir." Boğazını temizledi. Önündeki çayından içti. Rahatsızdı. Anlatmak istemediği her halinden belliydi ancak benim, olanları bilme isteğim daha baskındı. "Afra," dedi. Derin bir nefes aldı ve sonra yavaşça verdi. "Benim hayatım, bir kelebeğin kanadına bağlıymış." Neden şimdi, acı çekiyordum? Bu kadının hâline üzülmüş müydüm? Belki de Karan'ın annesi olduğundandı. "Benim için bir sıkıntı yok sanırım. Kendi hayatımın mahvolmasını izlemek o kadar bilinmedik, o kadar zorlayıcı değildi. Fedakarlık yapmak da öyle. Ancak iş başkalarının hayatı olduğunda, dayanamıyorum. Yaşadıklarımdan çıkarttığım sonuçlardan biri de bu. Benim ölümüm, oğlumu da öldürdü. Oğlumun suçladıklarını, oğluma öldürttürdü." Eliyle yüzünü sıvazladı. Ağlamamaya çalışıyor gibiydi. "Afra," dedi bir kez daha. "Güzel kızım benim. Ne çok şey yaşadın." Gülümsedi ve masanın üzerinde duran elime uzandı. Dudaklarını birbirine bastırmış, sıktığı çenesiyle birlikte dolan gözleriyle büyük bir savaş veriyordu. "Ait olduğun yerdesin kızım. Burası senin evin. Hiç yalnız olmadın." Elimin üzerindeki eline baktım. Sonra, gördüm. Bileğini yani. Bileğindeki rakamı. Gördüğüm an, içimde bir şeylerin tamamlandığını ancak aynı zamanda da tam olan şeylerin parçalanıp unufak olduğunu hissettim. İşte tam o gün, orada öldüm. Annemin dayakları değil, babamın ölümü değil, başka bir evrende oluşum değil, Karan'ı tanımam değil, güç sağladığım için ölümle burun buruna gelmem değil, bu kadınla iş birliği yapmam değil... Beni, karşımda oturan kadının gerçekleri öldürmüştü. Ve bu ölüm kimine göre büyük bir başlangıç, kimine göreyse geri dönülmez bir sondu. |
0% |