Yeni Üyelik
23.
Bölüm

22- ŞAH VE VEZİR

@elfhikayelerii

Tuhaftı.

Bu Dünya'da her çocuğun aynı şartlar altında büyümemesi yani. Bana göre en güzelini hak ediyorlardı.

Ben ve Karan mesela. Ben herhangi bir doğum günümde sahte gülümsemelerle boğuşurken, o yerde kanlar içinde yatan annesinin açık gözlerini kapatamamış, saatlerce onun yanında, ona sarılmıştı. Bulan olmamıştı.

Onun annesi ona annelik yapmıştı. Benim annemse bende bir askerde olması gereken ne varsa, eksiksiz olmasını istemişti. Beni eğitmişti. Bir hayvanı eğitirmiş gibi.

Ama benim annem ölmemişti. O küçük çocuğun hayallerinde hâlâ canlıydı ve öldüğünde yerini bileceğim bir mezarı olacaktı. Karan'ın annesinin tam tersine yani.

Bu, çocukluklarımızın artıları ve eksileriydi. Ama bu hikayelerin hiçbirinde o çocuklar yaşamaktan, büyüdükleri zamanki gibi vazgeçmemişti. Bir umuda tutunmuş, bir hayale, bir insana ya da yalnızlığına, büyümek için beklemişler, her şeyin güzel olacağını düşünmüşlerdi.

Büyümenin neresi güzeldi ki?

Belki de çocukların hayal güçlerinin yetişkinlere oranla daha büyük olması, bir plandı.

Çocuklar ölmesin diye...

Ama biz ölmüştük. Biz Karan'la, küçük yaşta büyümüş ve büyüdüğümüz için ölmüştük. Gözlerimizi uyumak için her kapattığımızda, içten içe yaşama arzumuz bir katile dönüştü ve bizi asıl öldüren, yaşama arzumuz oldu. Çünkü her çocuk ölümden korkardı. Kalbi mezarlık olan çocuklar bile...

O katille yüzleşemedim. Karan da yüzleşemedi. Cansız bedenimiz aynı toprağın altına girecekti. Ortak kader bu olsa gerekti. Bir mezar taşına tutsak olacaktı Karan'ın sevenleri ve benim mezarıma tek bir gözyaşı dahi damlamayacaktı.

Sanırım bu da yetişkinliğimizin artı ve eksileriydi.

Hiç artı yoktu gerçi...

Sessizlik gittikçe büyüdü aramızda. Boğazımı temizledim. Elimi tutan elini bir müddet çekmedi. Gözlerimi odakladığım bileğinde, tıpkı benim bileğimde olduğu gibi bir rakam yazılıydı.

Bende 5, onda 1 yazıyordu.

Neler öğreneceğimi bilmiyordum ancak ağır şeyler olduğunu tahmin ediyordum. Tamamen benimle ilgili olmayabilirdi. Ancak öyle olabileceği ihtimali nefesimi kesiyordu.

Meryem, bana her şeyi eksiksiz anlatır mıydı?

"Size, ne diye hitap etmeliyim?" dedim elimi çekip. Boğazımı temizledim. Ne düşüneceğimi, ne yapmam gerektiğini, kime cephe almam gerektiğini bilmiyordum. Kestiremiyordum. Aynı zamanda, yorgundum. Gerçekten, yaşayabilmek için savaşmak ve aynı zamanda ölmeyi arzulamak insanı öylesine yoruyordu ki ne yapacağımı, ne hissettiğimi bilmeden nefes alıp veriyordum. Biraz da merak ediyordum.

Tüm gerçekleri.

Ortamı biraz da olsa yatıştırmak için sorduğum soruya verdiği yanıta karşı bana oldukça ters olan bir tepki verdim. "Bana, anne diyebilirsin kızım. Ne de olsa artık akraba sayılırız." Yandan bir bakış atarak yaptığı espiriye, güldüm. O da güldü. Ancak oldukça nazikti.

Birkaç saniye sustuktan sonra derin bir nefes aldı ve gözleri, hemen yanımızdaki mezar taşında takılı kaldı. "Kimseye nasip olmaz kendi mezarının ve kardeşlerinin mezarının yanı başında çay partisi düzenlemek." Gülümsedi. Üzerindeki beyaz elbisenin uçlarında dolanan yapraklardan, elbisesinin eteğini çekiştirerek kurtuldu. Demek onun mezar taşının yanındaki birkaç mezar taşı da, kardeşlerine aitti.

Gözlerim, tam dört mezar taşı saydı. Mezar taşı demeye bin şahit isteyen mezar taşlarına dikkatli bakamıyordum. Korkunç geliyordu. Yeniden Meryem'e döndüm.

"Şifalı bitkilerden yaptığım bir çaydır. İyi gelecek sana. İlk defa Karan dışında birine içireceğim. Umarım seversin." Önüme koyduğu çayı yudumladım.

"Ellerinize sağlık, güzel olmuş." Başıyla onayladı. "Karan hastayken yapardım ona. Bakma şimdi böyle dimdik durduğuna. Küçükken hep hastaydı. Güçsüz bir bünyesi vardı." Gülümsemeye devam etti ve önündeki fincanıyla oynadı. "Ona baktıkça küçüklüğünü hatırlıyorum. Şimdi nasıl da büyüdü, nasıl da güçlendi öyle!" Abartısız bir ses tonu kullanmasına rağmen, sesindeki heyecanlı tınıyı yakalayabilmiştim. Gözlerindeki özlemle karışık gururu da öyle. Bakışları yüzümü buldu. Sakince onu dinlediğimi fark ettiğinde konuşmaya devam etti. Buna biraz üzülür gibi oldum. Kendini dinleyen, daha doğrusu ondan oğlunu dinleyen kimsesi yok gibiydi. Yalnız görünüyordu yani. "Acıları, onu güçlendirdi. Altından kalkamaz diye düşündüğüm her şeyin altından öyle bir kalktı ki. Kötü yöntemler kullandı bazen. Ona yakışmayan ve kendine yakıştıramadığını bildiğim yöntemler. Ancak kötü olmaktan çekinmeyen tek iyi kişi, benim oğlum. Etrafın iğrenç düşüncelerle doluyken kötüymüş gibi yapmak suç değildir. Ona bunu ben öğretmedim ama keşke öğretseydim. Böylece kendi kendine savaş açmak zorunda kalmazdı." Fincanındaki çaydan bir yudum daha aldı. "Karan hep değerleri için yaşayan biri oldu. Yaşayanlara büyük bir saygı duyardı ve bu sayede kendine de saygı duyardı. Ancak halkı için kendi değerlerinden vazgeçtiği gün, gözlerindeki o ışığın da yavaş yavaş söndüğünü hissettim. Müdahale etmedim çünkü sorunun üstesinden kendi gelmeliydi." Gözlerindeki durgunluk şaşırttı beni. Gözleri gözlerimi buldu. "Gelip gelmediğini anlayamıyorum. Artık ona ulaşamıyorum." Onu hiç böyle görmemiştim. Mesele Karan olunca gerçekten bambaşka bir insan oluyordu.

Bir anne gibi.

Bu yüzden bana farklı görünmüştü. Karşımda gerçek bir anne olunca, kendime biraz daha acıdım.

"Ben, buraya çay içmeye gelmedim." dedim içimdeki karanlığın tüm ruhumu ele geçirmesine izin vermemek için. "Konuşmaya devam etmek istiyorum. Her şeyi bilmek istiyorum Meryem Hanım. Lüfen. Bileyim ki ne ile karşılaşacağımı, nasıl davranmam gerektiğini kestirebileyim. Karan'ın tarafında olduğumu gördünüz zaten." Elindeki çay fincanını yeniden masaya bıraktı.

"Bu kurabiyeden yemelisin." dedi önümdeki tabağı işaret ederek. "Çok uğraşarak yaptım. Güzel oldu mu bilmiyorum." Gözlerimi kapatıp sakinleşmeye çalıştım.

"Meryem Hanım," dedim sonunda sinirlerime hakim olamayarak. Gözlerimi yeniden açtım ve dimdik gözlerine baktım. Benden kaçmaya çalışıyordu ancak izin vermeyecektim. "Neler döndüğünü anlatmadığınız sürece burada durur, kılımı bile kıpırdatmam. Karan uyuyor. Uyandığında beni bulamazsa tüm bu evrenin altını üstüne getirir. En sonunda da yerimi bulur. Muhtemelen yaydığım güç dalgasından mıdır nedir, nerede olduğumu hemen fark edebilir. Anlıyor musunuz?"

Kadın bilge bir tavırla gülümsedi. Çayını yeniden yudumladı.

"Merak etme. Ben istemedikçe seni kimse burada bulamaz. Beni de öyle. Hiç merak ettin mi? Yaydığın güç dalgası Karan'ı etkilediği kadar diğerlerini de etkiliyor. Yerini anında bulabilirler ancak geciktirebildiğim kadar geciktiriyorum. Karan'ın şüphelenmeyeceği şekilde. Sence neden?" Kaşlarımı çattım ve yüzüne baktım. Soru işaretlerinin boyumu aştığını hissediyordum. "Ben istemedikçe, kimse sana zarar veremez. Kimse benden daha güçlü değil çünkü en başından edindiğim gücün sahibi, sonsuz gücün de sahibiydi." Yüzüme imalı bir bakış attı ancak neyi ima ettiğini anlamadım. "Koruduğum kişi sensin. Her gün kaç kişiyle, sırf sen zarar görme diye savaştığımı bilemezsin."

Ne saçmalıyordu bu kadın böyle? "Beni koruyan siz değilsiniz, Karan?" dedim emin olmak için sorarmış gibi. "Buraya geldiğimden beri beni koruyor. En güçlü yönetici olduğu için beni diğerinden kaçırabiliyor." Gülümsedi ve çayından bir yudum daha aldı. Fincanını tekrar masaya bıraktı ve elini sağa doğru açtı. Gözümü kısarak elinde birden beliren siyah nesneye baktım. Bana siyah bir güneş gözlüğü uzatıyordu.

"Bu ne?" dedim yüzüne bakarak. Tekrar gözlüğe baktım. "Takar mısın?" Rica edermiş gibi söylemişti.

"Neden?" Bu soruyu sorarken aynı zamanda gözlüğü elime almıştım. "Karan'ın gözleri neden kızıl biliyor musun? Ya da diğerlerinin gözleri?"

"Bana güçlü olduğunu gösterdiğini söylemişti. Gözler ne kadar kızıl olursa, o kadar güçlüsündür." Kafasını salladı. "Aynı zamanda parlak da olmalı. Gözlüğü takıp gözlerime bakmanı istiyorum."

Şimdi anlıyordum ne yapmaya çalıştığını. Bana gücünü kanıtlayacaktı. Böylece elimi kolumu bağlayacak ve Karan'ın resmen zaafım olduğunu anladığı için beni elinde tutacaktı. Ancak daha başka şeyler de olabilirdi. Güç gösterisinin arkasında yani. Denemeden bilemezdim bu yüzden risk almayı seçtim. Gözlüğü dediği gibi taktım.

"Rahatsız olmaman için fazla açık tutmayacağım gözlerimi. Yakalamaya çalış." Kafamla onayladım ve beklemeye başladım.

Yaklaşık üç saniyeliğine, güneş gibi parlayan ancak aynı zamanda da kızıl olan bir ışık kümesi, gözlerime akın etti. Yüzümü buruşturdum ve gözlüğümü çıkartıp gözlerimi ovuşturdum.

"Umarım gücüme ikna olmuşsundur. Benden çok daha güçlü biri daha var." Gözlerimin içine baktı. "Daha sonra onunla da tanışacaksın." Söylediklerini dinlemek yerine yarı kör olan gözlerimin kendine gelmesini bekliyordum. "Birazdan geçer. Merak etme."

Çok yardımcı olmuştu gerçekten!

Yaklaşık yarım dakika sonra, gözlerimdeki şiddetli olmayan ağrıyla birlikte görme yetim tamamen geri geldiğinde derin bir nefes bıraktım.

"Sence buraya geldiğin an, diğerlerinin gücünü hissedip anında yanına damlamasını engelleyen kimdi? Karan'ın haberi yoktu geldiğinden. Hatta oldukça güçsüzdü. Baygındı hatırlayacağın üzere." Kaşlarımı çattım.

"Neden?" dedim yüzümü buruşturarak. "Beni neden koruyorsunuz ki? Karan'ın annesi olduğunuz için mi?" Kaşlarını kaldırdı. Uzun süredir, kimse ona anne olduğunu hatırlatmamış gibiydi.

"Sanırım artık biraz da olsa Karan'a zarar vermeyeceğime inandın." Yüzüne boş bakışlar attım.

"Aslında, anlatmaktan kaçtığım bir konu. Kimseye de anlatmadım. Anlatamadım daha doğrusu. Gördüğün gibi yalnızlıktan kafayı yiyeceğim." Etrafına bakındı. "Hiç ses yok." dedi sakince. "Eskiden doğayı dinlemeyi çok severdim. Hatta kaçtığımda sığındığım ilk yer bir orman olurdu. Ancak doğa dışında bir şeyin kalmadığında elinde, içinde bir yerlerde kendini çok eksik hissediyorsun. Bunca zaman sığındığın, zindan oluyor sana."

"Artık ben varım." dedim aynı sakinlikle. Ne olursa olsun o Karan'ın annesiydi ve Karan'a zarar verecek gibi durmuyordu. Herkes benim annem gibi değildi ne de olsa. "İstediğiniz kadar ses çıkartırım." Issız ormanda gezinen bakışları, beni buldu. Dediğim şey yüzünden bir müddet yüzümü inceledi.

"Ne kadarını biliyorsun?" Arkasına yaslandı. Sanırım artık her şeyi anlatacaktı.

"Dediğim gibi nasıl öldüğünüzü, nerede öldüğünüzü biliyorum. Karan'ın mezarınızın yerini bile bilmediğini ama benim artık bildiğimi. Bunun gibi pek çok şey." Kadın dediklerimi büyük bir sabırla dinledi ve boğazını temizledi.

"Burada bir mezar mı var, Afra?" Kaşlarımı çattım ve hemen yanımızda olması gereken mezar taşına baktım.

Yoktu.

"Aramızda ufak kurallar olmalı ki herkes çizgisini koruyabilsin. Benim ilk kuralım, Karan beni asla bilmeyecek." Bunu söylerken kafasını olumsuz anlamda sallamıştı.

"Neden?" dedim sitem dolu bir sesle. "Neden? Çocuğunuz sizin ölü bedeninize sarılarak saatlerce ağlamış. Hiç mi üzülmediniz hâline? Bunca zaman, nasıl oldu da göstermediniz kendinizi?"

"Gösteremezdim!" Sesi birden ciddileşmişti ve oldukça sert çıkmıştı. Gözleri de büyümüştü aynı zamanda. Korkmadım desem yalan söylemiş olurdum.

"Beni yeniden kaybetmeye dayanamaz." Bu defa sesi daha sakin çıkmıştı ki bunun sebebi değişen yüzüm olabilirdi.

"O ne demek?"

"Sürem dolunca yok olacağım demek, Afra."

Sesi, ıssız ormanda yankılandı.

Kulaklarım yandı. Ellerim titredi. Ancak bedenim kaskatı kesildi. Sesim çıkmadı bir müddet. Çıkaramadım.

Karan annesini öğrenirse, tekrar kaybedecekti. Karan annesini hiç kaybetmemesine rağmen, bir kere daha kaybedecekti.

Üzülmemesi için ondan saklamalıydım, öyle mi? Tamamen onun için. Üzülmesin diye.

İyi ama ben bir şeyleri saklamaktan nefret ederken bunu, yaşayan ve en önemsediğim tek insana nasıl yapacaktım ki? Karşımda duran bu kadın keşke bana bunun da cevabını verebilseydi.

"Kehanet için buradayız. Dört büyük ailenin, dört büyükleri. Sen, dört büyüklerin aileleri nasıl tüm o özel güçlere sahip biliyor musun?" Masada bana daha da yaklaştı ve fısıldadı.

"Kardeşlerim ve ben, biz, onlara güç sağlıyoruz çünkü. Amacımız bu." Kaşlarımı çattım ve yerimde doğrularak kadının anlattıklarını dikkatle dinlemeye çalıştım. Sanki tek bir kelimesini atlasam, tüm hikayeyi kaçıracaktım.

"Dört kız kardeş, bir de sen."

Gözleri bileğime kaydı.

"Afra." dedi. Her Afra diyişinde kalbim hızlanıyordu. Heyecanlanıyordum sanırım. Biraz da korkuyordum. "Karan çok şey yaşadı. Çok şey kaybetti ve kaybetmeye devam edecek şüphesiz. Bu onun laneti. Beni kaybetti. Tekrar kaybetmesine izin vermeyeceğim." Gözlerimi kıstım. Burasını anlamıştım. Ancak, "Dört kız kardeş, bir de sen." derken ne demek istemişti?

"Bunun içinde her şey." Masanın üzerinde birden beliren kitabı eline aldı ve bana uzattı. "Ben anlatırken atlarım bazı şeyleri belki. Burada her şey yazıyor. Hem de her şey. Okuyamazsın ama inceleyebilirsin belki. İncele. Daha sonra bana getir ve her şeyi öğren. Sana okuyacağım ve anlatacağım. Ancak adım adım. Yavaş gidelim." Uzattığı kitabı aldım. "Gerçekler öyle bir çırpıdan anlatılacak gibi değil. Seni tanıyorum. Hemen sindiremezsin her şeyi. Anlatsam büyük bir kahkaha atacağına yemin bile edebilirim. Yavaşlatabileceğimiz kadar yavaşlatalım ki kazandığın zamana göre planla hayatını. Yaşa. Yaşayabildiğin kadar yaşa."

Beni korkutuyordu.

"Bileğin." dedim yüzüne bakmaya devam ederek. "Bileğindekinden bende de var. Karan ona güç verenlerde hep olduğunu söylemişti. Ancak hep aynı rakam. Sizinki farklı. Bunun nedeni ne?" Derin bir nefes aldı. Yavaş gitmek istemesine karşı hızla sorduğum soru yüzünden sabretmeye çalışıyor olmalıydı.

"Damga." dedi. "Kehanet kitabında geçer. Kurtarıcının damgalanmış olduğu. Tıpkı dört kız kardeş gibi." Anlam veremiyordum.

"Nasıl yani?"

"Bu damga, sana özel Afra. Diğer güç kaynaklarında da vardı ama hepsi benim damgamdı. Sahteydiler yani. Ancak senin damgan hep vardı. Doğuştandı. Kehanet gerçekleşmeye başladığı için gözünle görmeye başladın. Karan'ın şüphelenmemesi gerekiyordu. Karan'ın ve diğerlerinin. Ben de tüm güç kaynaklarını damgaladım. Hem de hepsini. Böylelikle kimse gerçek kurtarıcı geldiğinde, damgasından şüphelenmeyecekti. Hatta belki de kimse, kehanette geçen damganın bu bileğimizdeki şey olduğunu bile düşünmeyecekti. Sadece Karan'ın güç kaynaklarının değil, diğer güç kaynaklarının da bileğini damgaladım."

"Bir dakika!" dedim elimi kaldırarak. "Bileğimdeki bu şey bende doğuştan mı vardı?" Kafasını salladı. "Ve bu şey, benim kurtarıcı olduğumu mu söylüyor?" Bir kez daha kafasını salladı.

Tıpkı tahmin ettiği gibi büyük bir kahkaha patlattım. "Kimi kurtarıyorum peki?"

Tüm ciddiyetiyle beni izledi.

"Evrenleri."

Gülüşüm daha da büyüdü ve bileğime bakarak konuştum. "Seni bilmem ama bu aptal rakam, bana hiçbir şey ifade etmiyor. Tenime kazınmış bir leke olarak kabul ediyorum." Elimi masaya koydum. İçten içe anlatmaya devam etmesini istiyordum çünkü bu lekenin durduk yere bileğimde belirmesine karşı mantıklı bahaneler uyduruyordu. Karan'ın anlattıklarıyla birebir uyuşuyordu üstelik.

"Evrenler çakışacak, Afra. Hepsini kurtaracak olan sensin. Anahtar sensin. Kehanet kitabında adın geçiyor. Sen, Araf'sın."

Elini kaldırdı ve parmağını şıklattı.

Kendimi birden, oldukça büyük bir alanda buldum. Şöminesi yanan, loş ışık yüzünden detaylı inceleyemediğim bir ev.

Bir evin içerisindeydim. Biz, aniden mekan değiştirmiştik. Algılarımdan bile daha hızlı bir şekilde... Etrafa bakındım. Büyük bir şömine vardı. Ve bir kitaplık. Büyük, sonu olmayan bir kitaplık. Ev, şömine ateşinin aydınlattığı kadarıyla aydınlıktı ve bu güçsüz ışık, belli ki oldukça büyük olan bu evi tam anlamıyla gözler önüne seremiyordu. Görebildiğim kadarıyla büyük evin tam ortasında bir oturma grubu vardı. Evde kimse yoktu. Kapkaranlıktı. Sonra, tek kişilik bir yemek masası.

Bu ev, tam bir yalnızlık tablosu gibiydi. Başka hiçbir şey yoktu. Tek kişilik bir yemek masası, sonsuz bir kütüphane ve kocaman evin ufacık bir alanını kaplayan oturma grubu.

Yalnızlık...

Kadın uçuşan eteğine aldırmadan, ayaklandı. Şöminenin hemen yanında duran ve resmen yukarıya doğru sonsuzluğa uzanan kütüphanede, elini kitaplarda gezdirerek bir kitap aradı. Gözlerini kıstı.

Eli bir kitapta oyalandığında, sonunda bulduğunu düşündüm. Kalın kitabın kapağını araladı ve ilk açtığı sayfada, işaret parmağını gezdirdi. Aradığını bulduğu an bana baktı. Dinlememi sağlamak istiyor gibiydi.

"Evrenler üst üste bindiğinde ve ölümlülerin sonu tüm evrenlerde resmen yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında, korkuya kapılacaklar. Korku, hata getirecek. Henüz yeterince gelişememiş evrenlerden, en çok gelişmiş evrene kadar tüm evrenler yok olacak. Herkes ölecek. Tek yol, Araf'a sığınmak. Araf, tüm ölümlüleri koruyacak. Tek bir kişinin bile burnu kanamayacak." Okumayı kesip bana baktı.

"Kehanet böyle söylüyor." dedi. "İlk okuduğumda, ki bir çocuktum o zaman, merak etmiştim." Bakışlarını elinde tuttuğu kitaba çevirdi ve parmaklarını satırlar üzerinde gezdirdi.

"Araf, ne? Gerçekten iki evren arasında sıkışılan yer mi? Ya da bir icat?" Tekrar bana baktı. Kitabı kapattı ve fazlasıyla gururlu bir şekilde gülümsedi.

"Araf, bir insan."

İçten içe tüm zihnimi, tüm algılarımı örten bir korkuyla ve aynı zamanda bir aptal heyecanıyla savaştım.

"Araf, bize tüm bu gücü sağlayan asıl güç. O gücü bir yerde toplamalıydı. Bir nesnede, bir ölümlüde ya da herhangi bir varlıkta. Doğa seni seçti Afra. Uzun yıllar seni aradım ve buldum da sonunda." Bana doğru birkaç adım attı.

"Sen henüz bir bebekken, yeni doğmuşken sana ulaşan ilk kişi bendim. Ben ve koruyucum olan baban." Kaşlarımı çattım.

"Sen yaşıyorken, canınla sınanmamışken ve her şeyden habersiz ağlayan bir bebekken, seni başka bir evrene gönderdim. Babanla birlikte. O benim, muhafızımdı. Aynı zamanda senin de muhafızın. Seni her şeyden koruyan muhafızın." Kaşlarımı çattım. "Ne?" dedim. Anlamadığım her hâlimden belliydi. Bu onu gerdi ancak belli etmemeye çalıştı. "Gerçeklerin omuzlarında ağır bir yük bırakacak demiştim, Afra. Bazen bilmemek, bilmekten çok daha iyidir."

"Sus." dedim elimi kaldırarak. Ondan uzaklaşmak adına bir adım geri gittim ve havadaki elimi, ağzıma kapattım. Bedenimi esiri altına alan bir soğukluk, titrememe neden oldu.

"Necdet senin gerçek baban değildi. Senin ailen yoktu. Hiç olmadı. Bunlar gerçekler, Afra! Kabul etmesi zor olabilir ama bir an önce kabullenmelisin. Bir an önce! Artık zamanımız yok. Seni bu yüzden buraya çağırdım. Kehanet işliyor!"

Gözlerimi kapattım. "Saçmalama." dedim. Bu satrançta bir piyondum ben. Şah değildim. Tüm hikaye, tüm bu evrenler benim etrafımda dönüyor olamazdı.

Ben olamazdım.

"Biliyorum, kabullenmesi zor kızım. Ama gerçekler bunlar. Hepsine teker teker inanmak zorundasın." Kafamı hayır anlamında salladım bir kez daha. "Bu bir kabus. Babam öldükten sonra gördüğüm bir kabus. O gün başladı. Evet, o gün. Babamın yatağında yatarken başladı kabus." Kafamı olumsuz anlamda salladım. "Söylediklerin saçmalıktan ibaret. Saçmalıyorsun. O benim babam!" Kadının gözlerinden geçen duygu, hayatım boyunca her bakışta vardı.

Acıma.

Acıma dolu bakışlar, gerçeklere karşı atılırdı. Birine acımak ancak onun gerçeklerini bildiğinde mümkündü.

Ancak gerçek değildi. Bu kadın, benimle dalga geçiyordu. Babamı tanıyordum. O adam benim babamdı. İmkanı yoktu böyle bir şeyin.

"Eve dönmek istiyorum." Kadın ne kadar ciddi olduğumu, sert bakan gözlerimden ve çatık kaşlarımdan anladı. Elindeki kitabı, kütüphaneye koyacakken onu durdurdum.

"Onu da istiyorum." Bana baktı. Başka bir seçenek olmadığını gördü ve kitabı bana uzattı. "Bilmediğin bir dil. Yine de sende kalsın. Belki incelemek istersin."

Ne söylediğini duymadım bile. Doğru muydu? Babam, benim gerçekten babam değil miydi? Kimdim o zaman ben? Yalnızca diğerlerinin uğruna savaşması için doğmuş, üstelik birileri tarafından henüz bebekken seçilmiş bir anahtar mıydım? Değildim. Değildim işte. Bir an bile doğru mu diye düşünmek bile babama ihanetti. Bu kadın benden ne istiyordu bilmiyordum ancak istediğini almış olmalıydı. Kafam o kadar karışıktı ki karşımdaki bu yalancı olmasa ağlayacaktım. Ancak tuttum kendimi.

Ayakta durmakta zorlanıyordum. Güç bende en az olan şeydi. "Tüm bu söyledikleriniz doğru olsaydı, çok farklı özelliklere sahip olmam gerekirdi, Meryem Hanım. Bu leke nasıl oluştu bilmiyorum ama sandığınızdan daha güçsüz ve vasıfsızım. Lütfen kendinizi daha fazla yormayın. Başım ağrıyor."

"Afra," dedi bana yaklaşarak. Uzun boyluydu. Öyle ki ona bakarken kafamı kaldırmak zorunda kalıyordum. Ellerini omuzlarıma koydu ve bir anne şefkatiyle gülümsedi. "Sen o kişisin. Ailecek beklediğimiz kişi. Asırlardır hem de. Anlamıyorsun. Varlığın oldukça gizliydi. Dediğim gibi nasıl bir varlık olduğunu bile bilmiyorduk. Ancak varlığını, sen henüz bir bebekken yaydığın olağanüstü güçle hissettim. Doğa tüm gücünü sana verdi. Senden aldığım gücü hâlâ kullanıyorum." Kafamı olumsuz anlamda sallayıp ellerinden kaçtım. "Saçmalıyorsunuz." dedim kafamı sallarayak.

"Biliyorum, sana çok saçma geliyor tüm bunlar. Bana inanmadığını da görebiliyorum. Ancak durum bu. Elindekileri okuduğumda ve sana gerekli açıklamaları yaptığımda anlayacaksın. Gücün yavaş yavaş açığa çıkıyor. Senin için buradayım, Afra. Seni yaşatmak için. Seni, oğlumu ve tüm ölümlüleri. Yıllarca bunun için savaştım. Oğlumu gözden çıkartmamın sebebi buydu. Tüm bu işleyişin bir sebebi vardı. Karan'la tanışmanın da öyle. O, senin muhafızın. Baban benim muhafızımdı. O ise senin muhafızın. İçten içe, karşı koyamadığı bir şekilde sana bağlı. Tüm kız kardeşlerimin yeryüzünde muhafızı vardır. Canlarını, efendileri için gözlerini bile kırpmadan verebilecek muhafızları."

Başım ağrıyordu.

"Bir anne olarak sana yalvarıyorum, Afra. Karan bunları bilmesin. Zamanı geldiğinde öğrenecek. Seni korumayı kendine görev bilmiş durumda. Her şeyi anladığında, ona anlattığında benden bahsetme. Beni bilmesin." Gözlerimi kapattım.

"Bunları konuşmak için erken. İzin verin, kafamı toparlayayım." Kafamı toplasam bile, inanmak için üstün bir çaba harcamalıydım. Tüm bunların gerçek olma ihtimali sıfırdı. Kafamda dönen binlerce soru vardı. Her birini soracaktım ona. Böylece bu saçma hikayeyi çürütecektim ancak şimdi değildi.

"Burada kalabilirsin. Yeteri kadar odam var." Kafamı salladım.

"Karan çok zeki Meryem Hanım. Ben henüz anlatmadan, o bir şeyler döndüğünü anlar. Eğer bilinmek istemiyorsanız, durumu yönetmeme de izin verin. Dikkat çekecek tek bir hareket sizi ifşa eder. Şimdi gitmeliyim. Şüphelenmemeli. Sadece, bana uygun bir çanta vermelisiniz. Kitapları koyabileceğim bir çanta." Beni başıyla onayladı. Yüzündeki tuhaf gülümesemeyi izledikçe daha da kötü hissettim.

Çabuk toparladığımı düşünmüştü.

"Baban, haklıydı." Devam etmesini bekledim. Sanırım o, babamı tam anlamıyla tanıyan tek insandı. Ben bile henüz onu tanımıyorken, tanıyamadığımı yeni yeni fark etmiştim, o babamı en ufak ayrıntısına kadar tanıyor olmalıydı. "O kadın, sana düşündüğümüzden daha büyük bir direnç sağladı." Kaşlarımı çattım.

"Ne?" Sinir bozucu, her şeyi bildiğini düşündürten tebessümünden bir kez daha nefret ettim.

"Sınavlar, Afra. Sınavlar seni bugüne getirdi."

İlk başta, neden bahsettiğini anlamadım. Hem de hiç. Sonra dudaklarını araladı. "O kadın, senin annen değil Afra. Seni tüm bunlara psikolojik olarak hazırlamalıydık. Zihinsel olarak ve bedensel olarak. Aynı zamanda, gücünü kimse fark etmemeliydi. Bir şekilde güçsüzleştirilmeliydin. Kadını uzun süre takip ettik. Babanla evlenmesini sağlamak için ona fısıldadım. Seni kapatması, aç bırakması için fısıldadım. Kimsesiz hissettirmesi için fısıldadım. Sen bugünlere gelebil diye. Ama kadın güçlü bir zihne sahipti. Senin kendi çocuğu olmadığını biliyordu ve sana acı çektirmek hoşuna gidiyordu. Tam bir manyaktı. Eğer gerçekten seni yetiştirmek zorunda olmasaydım, gerçekten gücünü saklamak zorunda olmasaydım onu öldürürdüm. Sana bunları yaşattığı için." Duyduklarım yüzünden bir adam geri gitmek zorunda kaldım. Beni kolllarımdan yakaladı ve bir an bile susmadı. "Ama dinle, hiçbir şey bilmediğin için beni bir cani ilan ettiğini biliyorum. Öyle olduğumu ben de biliyorum. Bütün ölümlülere karşı tek bir ölümlü. Tüm yaşayanları seçtim. Yine olsa, yine aynı şeyi yaparım. Beni anlayacaksın. Şimdi değil ama bir gün."

Afra, Araf'da sıkışmıştı. Afra, kendinde sıkışmıştı. Afra, ölmüştü. Öldürmüşlerdi. Göz göre göre, acımadan, küçücük bir çocuğa acımadan o canavarın ellerine vermişlerdi. Ellerine ne geçmişti? Kendini savunmak için hızlı hızlı sarf ettiği tüm o kelimler hançer oldu, kalbimi delik deşik ettiler. Kaşlarımı çattım. Yüzüme vurdu tüm gerçekler. Elimle yüzümü sıvazladım. Saniyesinde ağlamaklı oldu yüzüm. Gözlerim doldu. Acı çektim. Kıvrandım.

Öldürdüler beni.

"Göz göre göre, beni o kadının elinde mi bıraktınız?"

Tiksindim.

Onlardan tam anlamıyla iğrendim.

"Biz kötü insanlarız." dedi kadın. "Çünkü ancak kötü insanlar mantıklı düşünebilir. Tüm yaşayanların soyu için küçük bir bedene işkence çektirmekten geri durmadık. Vicdanımız sızladı bir yerde ama buna asla karşı koymadık. O kadın, sürekli sana şiddet uygulayıp bedenini güçsüz düşürmeseydi o çocuk hâlinle bile sayısız evrene yayacağın güçle anında öldürülürdün. Artık evrenler arası yolculuk yapmak bazı evrenler için çocuk oyuncağı, sen onlar için bir av olurdun. Sırf gücünü elde edebilmek için yapmayacakları şey yok. Her ırk, gücünü senden çalıp kendilerini kahraman ilan etmek istiyor."

"Bunları öncesinde bilseydim, kendi canıma kendim kıyardım! İnsanlardan nefret ederim! Hepsinin canı cehenneme!" Kadının dibine girerek dişlerimin arasından hırsla sarf ettiğim sözlere kadın herhangi bir tepki vermedi. Elimdeki kitapları yere attım. Şöminenin diğer yanındaki simsiyah duvara tekmeler savurdum.

"Nefret ediyorum sizden! Allah belanızı versin!" Kadın hiçbir şey yapmadan beni izledi ve bu durum beni daha da sinirlendirdi. Dakikalarca sinir krizi geçirdim. Dakikalarca. Duvarı tekmelemekten ayağım acıdı. Ağlamaktan gözlerim şişti, nefesim kesildi ancak kadın bana engel olmadı.

Yavaş yavaş sakinleştim ve sinirim azaldı.

Yine duygusuz biri oldum.

"Neden bu evren?" dedim hissiz bir sesle. Artık sinirlenmeye bile gücüm kalmamıştı. Az önce tekmelediğim duvara yaslanmış, bacaklarımı kendime çekmiştim. "Neden diğerleri değil de, bu evren?"

"Çünkü kehane-"

"Bırak kehaneti falan! Neden ben? Neden kendi evrenim değil de bu evren!" Kadın gözlerini kapatıp derin bir nefes verdi. Sabrettiği açıkça belliydi. Sabrını zorladığım için kendimi kötü hissetmiyordum.

"Çünkü Karan bu evrende!" Kaşlarımı çattım.

"Dediğim gibi, Karan senin muhafızın. Sorduğun sorunun cevabı bu değil. Ancak böyle olması gerekiyor. Bazı şeylerin nedeni olmaz." Sesi, az öncekinden daha yüksek ancak yine de saygılı bir ses tonuyla çıkmıştı.

"Bakalım doğru anlamış mıyım?" dedim bulanan mideme inat ona dik dik bakarak. Aynı zamanda karnım da ağrıyordu. Ancak belli etmiyordum.

"Tüm bu evrenlerin Araf'ı benim. Hepsi benim etrafımda dönüyor. Anahtarım. Zamanı gelince sen ve diğer üç kardeşin yok olacak. Ben, tüm insanlığı kurtaracağım." Kadın başıyla beni onayladı. "Küçükken beni başka bir evrene gönderdin. Muhafızım olan babamla. Gerçekten babam olmayan babamla. Çünkü burada hemen fark edilirdim." Yüzüne baktım. "Herkes kahramanlık derdinde, Afra. Tüm ırklar, evrenleri kurtaran kişinin kendi ırklarından olmasını istiyor. Böylece diğer ırklar onlara saygı duyacak diye düşünüyorlar." Kafamı salladım. Bir oyuncaktım. Şah bendim ve vezir de Karan'dı. Durmadan devam ettim. Kafamdaki her soru işareti için boğazımı parçalayana kadar cevap arayacaktım.

"Orada bulduğunuz bir kadının bana işkenceler çektirmesine izin verdiniz. Çünkü gücümün fark edilmemesinin tek yolu güçsüz düşmekti." Beni bir kez daha başıyla onayladı. "Şimdi buraya geldim. Çünkü kehanet işliyor. Bu kitapta her ne yazıyorsa birer birer gerçekleşecek." Sırıttım.

"Peki şimdi?" dedim yüzüne bakarak. "Gerçekten olağanüstü bir güç yayıyorsam, şimdi neden anlamıyorlar benim anahtar olduğumu?"

"Ben engelliyorum. Diğer kardeşlerimle. Zor da olsa, engellemeye çalışıyoruz. Normal bir güç kaynağı kadar güç yayman için uğraşıyoruz. Böylece kimse senin anahtar olduğunu anlayamayacak."

"Tüm bunları, ben o kadından işkence görürken neden yapmadınız?" Yüzü düştü.

"Zor. Gücünü gizlemek için fazla güç harcıyoruz. Bunca yıl gücünü gizlemeye kalksaydık, seni görmeden yok olurduk. Okuduğunda anlayacaksın. Kehanet, beşimizi bir araya getirmeye çalışıyor."

"Peki tüm bunları, hangi güçle yapacağım? Ben, saçımı toplarken bile yorulan bir insanım!"

"Zamanı geldiğinde her şeyin cevabını alacaksın. Sadece, doğayı dinle. Hepsi senin zihninin kontrolünde. Benim değil. Kardeşlerimin ya da diğer doğa ruhlarının değil. Biz sadece sen gelene kadar yönettik. Hepsi senin. Söylesene," dedi oturduğum yere doğru birkaç adım atıp, başımda dikilerek. "Karnın ağrıyor mu arada?" Ağzım tam anlamıyla açık kaldı. Daha fazla ağlamak istedim ama tuttum kendimi.

"Gücün kaynağının bedenin tam ortası olduğu söylenir. Kitapta öyle geçer. " dedi gözleriyle yerdeki kitapları göstererek. "Güç bedenine işkence eder arada. Normal. Her şeyin olduğu gibi bunun da zor bir tarafı olmalıydı. Ama önemli değil. Sınırsız yetkin var. Doğanın bir lütfu. İstersen beni burada saniyeler içinde öldürebilirsin. Tek bir hareketinle hem de." Gözlerini kıstı. "Güç, elinde tutmak isteyeceğin tek şey olabilir Afra. Ancak dikkat etmelisin. Sen gücü elinde tutmak isterken, güç seni elinde tutabilir."

Tüm bunları söylerken, korkmuyor muydu?

"Öldürmemelisin. Kardeşlerim seni yönlendiremez."

"Neden?" Sesim boğazıma yapışmıştı sanki. Öyle ki, fısıldamıştım.

"Çünkü ben en büyükleri ve en güçlüleriyim." Kafamı anladım dermiş gibi salladım. Sadece zihnim de bu kadın da sussun diye kabul etmiş gibi göründüm.

Biraz yorgundum. Biraz da sarhoştum. Öyle hissediyordum. "Tüm bunlar bittiğinde, yok olacağım dedin. Neden korkmuyorsun?" Kadın elinde birden beliren çantaya, az önce yere fırlattığım kitapları nazikçe yerleştirdi ve bunları yaparken sorumu yanıtladı.

"Çünkü ben zaten öldüm." Sadece boş bakışlarla yüzüne bakmaya karar verdim. "Var olmakla olmamak arasındayım Afra. Araftayım. Oğlumu uzaktan izliyorum. Ona kendimi gösteremiyorum. Bu ne kadar zor, haberin var mı? Bu evrenden tamamen silinmek için gün sayıyorum." Kafasını benden olmayan tarafa doğru çevirdi. Sağ elinin baş parmağıyla yanağını sildiğinde, ağladığını fark ettim. Ancak toparlaması uzun sürmedi.

"Gitmelisin. Karan merak edecek."

Karan beni zaten merak etmişti. Bunu hissedebiliyordum. O beni, yanından iki saniye ayrıldığımda bile merak ederdi. Sabah nasıl oldu da gittiğimi duymadı bilmiyordum. Ancak duymadığı için şükrediyordum.

Çünkü bilmemenin verdiği acı, bilmenin verdiği acıdan daha kavurucuydu. Etrafımda bunca olay yaşanırken, Karan bu saçma sapan kehanet için doğum gününde annesini yitirmişken, ben ailemi hiç tanımamış ölümle burun buruna yaşamış, babam olmayan bir adama- o benim hep babamdı ve öyle kalacaktı- baba diye seslenirken bilmemek, hissetmek ama bilmemek çok acı vericiydi. Bilseydim belki; söyleselerdi küçükken o kadına, anne bile diyemediğim o canavara, katlanmak daha kolay olurdu.

Kadının uzattığı çantayı aldım. "Tüm bunları, daha önce öğerenebilirdim. Neden? Neden söylemediniz?"

"Seni tanıyorum, güzelim." Güzelim.

Karan'ın dediği gibi demişti. Annesiydi. Karan'ın annesi.

"Sen, durmazdın. Bugün olduğun kişi olmazdın."

Hepsi, hepsi annemin bana uyguladığı, eğitim bile denemeyecek ama ona göre eğitim olan o işkenceleri haklı bulmuşlardı.

Gönlüm onları hiçbir zaman affetmeyecekti.

"Özür dilerim kızım. Çok özür dilerim. Sırtını dönme bana. Seni hep kızım gibi sevdim ve öyle sevmeye devam edeceğim. Sadece, düşün. Başka seçeneğim yok. Bu işi yapmak zorundasın. Evrenleri, yaşayanları kurtarmak zorundasın. Pek çok şeyden vazgeçtin. Ben de öyle. Bir anne olarak, oğlumdan vazgeçtim. Fedakarlıklarımızın karşılığını vermek zorundasın. Ama beni affetmek zorunda değilsin." Gözlerime baktı. "Affet." Bana doğru bir adım attı. "Güzel kızım, seninle gurur duyuyordum. Bugünlere geldiğin için. Pes etmediğin için. Seninle gurur duyuyorum."

Akmayı kesen gözyaşlarım, çok daha büyük bir hızla aktı. Kadın bir şey söylememe izin vermedi.

Elini şıklattı.

Ormana döndüm. O yoktu. Masa yoktu. Mezar taşları yoktu.

Yalnızdım.

Soğuktu.

Ellerimle kollarımı sıvazladım. Kafamı göğe kaldırdım ve sanki hiç ağlamamışım gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Kendi kendine akıyordu gözyaşlarım. Gözlerimi açamıyordum. Açsam, ölecekmişim gibi. Üşüdüğüm için ağlıyordum. Soğuk olduğu için.

Ancak bir o kadar da bunun için ağlamıyordum.

Ağlıyordum. Her şeye. Birikenlere. Üzüldüklerime. Kızdıklarıma. Hissettiklerime. Hissetmem gerekenlere. Hissetmek zorunda kaldıklarıma. Hissettirdiklerine.

Bir kez daha ölmek geçti aklımdan.

Sınavları işe yaramıştı belki. Ancak akıllarına hiç mi gelmemişti benim kendimi öldürebileceğim? Hiç mi düşünmemişlerdi?

Anlıyordum. Anlamak istiyordum. Tüm evrenleri, Meryem'in dediğine göre yaşayanları, kurtarmalıydım. Bunun için o kadının eline bırakılmış bir an bile kurtarılmamıştım. Bir kez bile olsa.

İşe yaramıştı. Mutlu olmalılardı.

Güçlenmiştim. O kadının saçma sınavları beni güçlendirmişti ve sanırım bu gün aldığım tek iyi haber o kadınla kan bağımızın olmadığıydı.

Onun kızı olmadığımı biliyordu.

Hastaydı. İyi bir zihne sahip olmayan, hastaneye kapatılması gereken bir hasta...

O kadının bana yaptıklarına anlam yüklemeye çalıştım. Normal değildi. Hiç normal değildi hem de. Mantıklı bir açıklama bulmaya çalıştım kendimce ama beceremedim. Beceremedim.

Gözyaşlarım dindi. Kollarım hâlâ bedenime sarılıydı. Etrafıma bakındım. Kimse yoktu. Hafif esen rüzgar beni üşütüyordu. Burnumu çektim. Bu defa ayaklarıma baktım. Çamur olmuştu her yerim.

Ormanda, bir uğultu vardı. Kulaklarımı çınlatan bir uğultu. Aynı zamanda iyi gelen.

Derin bir nefes aldım. Ağlamanın verdiği rahatlıkla küçük adımlarla geldiğim yönden geri yürümeye başladım. Her adımımı attığımda, ayağıma daha çok yaprak dolanıyordu ve bu pes etmeye meyilli olan bedenime işkence gibi geliyordu.

Ormanın kendine has kokusunu içime çektim.

Ne demişti? "Sadece doğayı dinle, hepsi senin zihninin kontrolünde." Meryem'in cümleleri tekrar zihnimde yankılandığında, bir kez daha ağlamaya başladım. Kendimi kontrol edemiyordum. Kendimi kontrol edemezken, tüm bu evrenleri nasıl koruyacaktım?

Kendimi çok amaçsız, çok gereksiz hissettim. Bir yandan da ağır bir yük bindi omuzlarıma. Onun altında ezildim.

Gözlerimi kapattım. Burnumu çektim ve yanaklarımı sildim. Doğaya sahip olduğumu söylemişti. O hâlde şimdi, bir işaret istiyordum. Kendimi güçlü hissetmemi sağlayacak bir güç.

Nasıl çalışıyordu bu saçma şey?

Elimi kaldırıp o kadın gibi şıklatmalı mıydım?

Denedim. Olmadı. Olmadığı için ağladım.

Elimi kaldırıp, zihnimi nasıl yapacağımı bile bilmeden zorladım. Zorladım mı bilmiyorum ama bu da işe yaramadı. Sadece bedenimi sıktığımla kaldım.

Buna da ağladım.

Sonra, yanağıma bir damla damladı. Bir yağmur damlası.

Gökyüzü benim gibi ağlıyordu.

Gökyüzü, benim gibi ağlıyordu!

Sonra, düşündüm.

Ne zaman ağlasam, yağmur yağardı. Kendi evrenimde üstelik. Ne zaman moralim bozuk olsa, hava bozuk olurdu. Mutluysam, ki çok nadirdir, hava güneşli olurdu. Yani, benim ruh hâlime göre şekillenirdi gökyüzü. Hep tutmazdı tabi ama genelde böyleydi.

Daha şimdi ağlamıştım ve havada birden kara bulutlar belirmiş ve yağmur yağmıştı. Bu, bir teoriydi ama gerçek olsaydı kendime olan saygım artardı.

Az önce hıçkırarak ağlamam rağmen şimdi, oldukça sakin ve biraz da mutluydum. Sanki bu olayı benimsiyor gibiydim. Kendime kızdım. Henüz tam olarak inanmayan, inanmayı reddeden zihnime rağmen ya doğruysa diye düşündüğüm için kendime kızdım.

Ancak o ruh hastası kadının, küçüklüğüme yaptığı işkenceler öyle acı verici ve öyle nedensizdi ki. Kimse, kendi tarafına çekmek istediği kişiye işkence yapmazdı. Saçmalıktı. Kadının anlattıkları olağanüstü olsa da mantıklı gelmişti ve dahası şu an başka bir evrende, sözde bir güç kaynağıydı. Yani bu tür olaylara şaşıracağım raddeyi çoktan geçmiştik. En azından küçük Afra'ya, saçma da olsa bir neden vermek istedim. Acılarına değecek bir neden. Asla değmeyeceğini bilerek.

Asıl olaya odaklanmalıydım. Bu gücü bir şekilde kullanmayı öğrenmeliydim. Bunun için bana kim yardım edecekti bilmiyordum. Bu gücün gerçekten bende olup olmadığını bilmediğim gibi. Sadece elimdeki bu küçük çantadaki kitapları okuyup, bilmediğim şeyleri de öğrenmek istiyordum.

Mantıklı cevaplar istiyordum.

Zaman kaybetmeden arabama ulaşmaya çalıştım. Eminim Karan uyanmıştı ve şu an herkese sinirle emir yağdırıyordu. Arabayı bana veren çalışanı da büyük bir öfkeyle kovmuştu.

Ona bir şey yapmazdı değil mi?

Muhafızım olduğunu öğrenmiştim. Beni korumak için her şeyi yapardı. Kadın öyle söylemişti.

Sanırım bunu öğrenmek, öğrendiğim onca şey arasında kendimi kötü hissetmemi sağlayan ilk şeydi. Çünkü Karan beni kendi isteğiyle korumuyordu belli ki.

Ağzımın içinden mırıldandığım şarkıya tezat, oldukça telaşlı hareketlerle arabaya ulaştım. Sürücü koltuğuna oturdum. Elimdeki çantayı yolcu koltuğuna nazikçe bırakıp kemerimi taktım ve arabayı çalıştırdım.

Yağmur hâlâ yağıyordu. Saçlarım ıslanmıştı. Hasta olmak istemiyordum ancak eminim hasta olsam bile artık bir çözümünü bulabilirdim. Kendimi iyi etmek ilk defa bu kadar kolay görünmüştü gözüme.

Kötüydü. Öğrendiklerim iğrenç şeylerdi. Kendimi öldürmek isteyeceğim kadar kötü. Ancak bir o kadar da iyiydi. Onca öğrendiğim şeyden sonra nasıl hiçbir şey olmamış gibi hareket edebiliyordum bilmiyordum. Sanırım bu, profosyonel olduğumun kanıtıydı.

Profosyoneller her konuda duygusuz olurdu çünkü.

Araba ıslak yolda, aşırı hızlı gitmeme rağmen şaşılası bir şekilde kaymadan ilerliyordu. Orman içerisindeki ıssız yolu defalarca gidip gelmeme rağmen oldukça huzursuz hissediyordum. Belki de bunun sebebi yağmurdu.

Hayır, değildi.

Önüme çıkan ve ne olduğunu göremediğim bir varlığa çarptığımda, panikle direksiyonu sağa kırdım ve frene bastım. Araba sürüklendi ama neyse ki yoldan çıkmadım. Şokla etrafıma bakındım. Sımsıkı tuttuğum direksiyon yüzünden parmak boğumlarım beyazlamıştı. Önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım ve panikle arkaya baktım. Arabanın kapısını açtım ve korka korka yola fırladım.

Önümde, hızla inip kalkan karnı yüzünden can çekiştiği sonucuna vardığım, oldukça temiz görünen, ki muhtemelen yağmur yağdığı içindi, yerde oluşan su birikintisinin kan kızılı olmasını sağlayan oldukça büyük, beyaz bir kurt uzanıyordu. Ağzından acı dolu hırıltılar yükseliyordu. Elimi ağzıma kapattım.

Ona doğru birkaç adım attım.

Yere, önüne çömeldiğimde tamamı bembeyaz olan kürkünün kan kızılına boyandığına şahit oldum.

Burası, yaşaması için fazla sıcak değil miydi?

Bunu düşünmenin sırası değildi.

Ne yapacağımı düşündüm. Karan'a haber vermek iyi bir fikir değildi. Onun azarını işitmek istemiyordum. Bunun yerine, baş parmağımı bileğime koydum ve nefesimi tuttum.

"Ne oluyor?" Meryem, yerde yatan kurdu görünce gözlerini büyüttü.

"Afra!" dedi bana doğru gelerek.

"Ben çarptım. İyi et onu. Hemen!" Ellerim titriyordu. Oldukça paniklemiş bir hâlde bana sarılan Meryem'e sığınıyor ve bunda bir gariplik görmüyordum.

"Öğret bana!" dedim yüzüme yapışan ıslak saçlarımı, yağmur damlalarıyla birlikte yüzümden çekerken. "Onu iyi edeceğim! Her şeyi öğret ki kullanabileyim!"

Meryem iki elini de yanaklarıma koydu. Gözlerime dimdik baktı. "Tamam, tamam sakin ol. Öğreteceğim. Hem de her şeyi. Hep yanındayım kızım. Sakin ol."

Başımı salladım ve yapmamı istediği şeyleri yaptım. Önce, elimden tutup beni kurdun hemen başına dikti. Sonra, elimi başıyla aynı doğrultuda, avuç içim kurdun başına denk gelecek şekilde kaldırdı.

"Gözlerini kapat ve hisset." dedi. "Kurdun acı dolu inlemelerini dinle. Bunu sen yaptın! Hisset. Borcunu öde!"

Ağlamaya başladım.

Gözlerimi kapattım. Titreyen bedenime karşı koymaya çalıştım ancak bu daha fazla ağlamama neden oldu.

"Yağmurdan güç al Afra! Bulutları yönet! Onun ölmesine izin verme!" Kadının sert ve emir veren sesi kulaklarıma dolduğunda, sakinleşmeye çalıştım. Derin bir nefes aldım.

Bu kurdu, iyi edecektim.

Sesini dinledim. Acı doluydu. Ölüyordu. Acı çekerek ölüyordu. Yağmuru dinledim. Ben dinledikçe yavaşladı.

Yağmur, dindi.

Hayır, yağmur dinmedi. Tüm damlaları hissediyordum. Her biri, havadaydı.

Gözlerimi açtım.

Büyüyen gözlerim, Meryem'i buldu.

"Meryem?" dedim şaşkınlıkla. "Meryem!" dedim. Cevap vermedi.

Hareket etmiyordu.

Zamanı durdurmuştum.

Şaşkınlıkla, tek bir hareketin olmadığı çevreme bakındım. İşaret parmağım hemen önümdeki yağmur damlasına dokundu. Damlanın şekli bozuldu ancak yere düşmedi. Etrafımda döndüm. Şaşkındım. Öylesine şaşkındım ki hem de.

Kendime geldim. Gözlerimi kapattım ve elimi yeniden kaldırdım. Ses yoktu. Tek bir ses bile yoktu.

İyice verdim kendimi. Daha önce hiçbir şeye bu kadar odaklandığımı hatırlamıyordum. Herhangi bir ayrıntıya özellikle de.

Tüm bedenim, ılık bir esintinin esiri oldu. Islak saçlarım savruldu. Etrafımda dönen bir güç hissediyordum. Daha önce hiç hissetmediğim türden bir şeydi. Gücü hissettim. Büyük, yok edici bir güçtü. Etrafımdaki her şeye dokunan ama bana yaklaşamayan, benim yaydığım bir güç.

Sanki her şey bir anda hızladı. Etrafımda dönen tüm bu gücü, bir kurdun bedenine hapsettim. Nasıl yaptım bilmiyordum ama tüm bu hamleler zaten bedenime kodlanmış gibiydi. Kendimi kontrol etmiyordum. Beni şu an içgücülerim kontrol ediyordu. Uçuşan saçlarımı hissettim. Yavaş yavaş titremesi azalan bedenimi...

"Başardın!" Meryem'in sesini duyduğumda gözlerimi bir anda aralayıp kurda baktım. Yavaşça doğruldu. Bana baktı. Mavi, büyük gözleri gözlerimi bulduğunda yavaşça diz çöktü.

Şaşkınlıkla ona baktım. Bana saldırmayacak mıydı? Ya da kaçmayacak mıydı? Benden korkmuyor muydu?

Meryem'e baktım.

"Sadık askerine selam ver." Kaşlarımı çattım. "Bu kurt, kurtarıcısına selam vermek için burada. Dengenin bozulduğunu ilk başta hayvanlar hisseder. Burada hayatta kalamayacağını biliyor." Gözlerime baktı. "Ancak burada." Tekrar kurda baktı.

"Sanırım kehanetin neden seni seçtiğini şimdi anlıyorum." Bu defa Meryem'e döndüm.

"Kimse hem de hiç kimse hayatını alt üst eden aşırı önemli bir haber aldıktan sonra zarar verdiği bir canlıyı kurtarmak için sonsuz gücü olsa bile böylesine büyük bir gücü feda etmez. Sen, bu yüzden seçildin. Sonsuz gücün kadar, sonsuz merhametin de var çünkü."

Bugün, oldukça yorucu bir gündü. Üstüne üstlük, yakında düğünüm vardı.

Yakında düğünüm vardı!

Hiçbir şey söylemeden arabaya bindim. Yetişmem gereken bir hazırlık vardı. Kocamı uzun süre yalnız bırakmıştım.

"Merak etme, kimse yaydığın gücü hissetmesin diye seni uzun süre sakladım. Yoksa Karan seni çoktan bulmuştu!" Arkamdan bağıran Meryem'i önemsemeden, ona artık böyle hitap etmek istiyordum çünkü samimi geliyordu ve bunu o da uygun görmüş olmalı ki ses çıkartmıyordu, arabayı eskisi gibi son hız sürmeye başladım. Tanıdık sokaklara girdim.

Sonunda, saatler önce ayrıldığım evin önünde mini bir ordu gördüğümde gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Ne yapacağımı bilemeden arabayı sokağın sonuna kadar sürdüm. Adamlar o kadar ciddiydi ki beni fark etmediler bile. Etrafta birkaç siyah araba daha vardı.

Kornaya bastım. Hepsi bana döndü.

Şaşkın bakışlarından kaçıp açtıkları yoldan arabayla ilerlemeye devam ettim.

Karan, beni görünce arkasına döndü ve eliyle yüzünü sıvazladı.Üzerindeki mavi gömlek ve siyah kumaş pantolonuyla tam bir mafya gibi görünüyordu. Arabadan indim.

Karan ve mafya... Eğer gergin bir ortamda olmasaydım, büyük bir kahkaha atardım.

Karan gözlerini ovuşturdu ve ellerini beline koyup bana baktı. Birkaç saniye bakıştık. Yüzünden hiçbir ifade okunmuyordu ancak kısa bir süre sonra üç büyük adımda yanıma geldi ve başımı göğsüne bastırdı. Başını, boynuma gömüp derin bir nefes aldı.

"Afra," dedi. "Sakın, sakın bir daha beni sensizlikle sınama."

Hiçbir şey bilmeseydim, bu cümle kalbimi çarptırırdı.

Benim için endişelenmesinin bir sebebi vardı ve bu canımı fazlasıyla yakıyordu.

"Öldüm kızım, öldüm resmen." Bana daha sıkı sarıldı. Biz bu hâldeyken, Aslan etraftaki şaşkın bakışları uzaklaştırdı.

Her birinden helallik istemeliydim. Sürekli benimle ilgili meselelere dahil oluyorlardı. Benim suçum yoktu. Karan'ın panik atağı yüzünden oluyordu.

"Tamam Karan. İçim daraldığı için biraz dolaşmak istedim. Neden bu kadar endişelendin anlamadım." Karan benden ayrıldı ve kaşlarını çattı.

"Benimle dalga mı geçiyorsun! Sana daha dün söyledim. Evlenmeden, yanından ayrılmayacağım. Öldürürler, ölmeni istemiyorum!"

"Neden!?" dedim sinirle. "Ölmemi istemiyormuş." Sinirle güldüm. "Neden diye sorsam, bir cevabın bile yoktur eminim! Hatta, muhtemelen erkeklik gururun için koruyorsundur beni! Diğer yöneticilere rezil olmamak için." Onca duygu arasından, Karan'a hep öfke düşüyordu. Hep sinirimi ondan çıkarıyor ve sonunda pişman oluyordum. Kavgalarımızın ardı arkası kesilmiyordu. Birbirimizi kırıyorduk.

"Ne saçmalıyorsun Afra?" Yüzüme beni sorgularmış gibi baktığından ani çıkışım yüzünden gerildim. Öğrendiklerim beni çok etkilemişti ve bunu Karan'a yansıtmam iyi değildi. Aşırı zeki bir adamdı ve bir şeylerin döndüğünü anlaması saniyelerini alırdı.

Gözlerimi kapattım ve yutkundum. "Özür dilerim." dedim ve gözlerimi yeniden açtım. "Etrafta o kadar çok insan var ki biraz gerildim. Sana çıkıştım." Karan gözlerini kısıp gözlerime baktığında göz devirdim.

"Lütfen şu kalabalığı tamamen dağıtır mısın? Rahatsız oldum. Kalabalığı sevmediğimi biliyorsun!" Bakışları yavaş yavaş düzeldi. Etrafına bakındı. Tek bir bakışı bile emir verdiğini haykırıyordu. Adamlar durumu anladı ve beş dakikadır dağılmaları için uğraşan Aslan, boş bakışlarla adamlara baktı. Bu durum beni güldürdü.

"Neye gülüyorsun şimdi de?"

"Yok bir şey." dedim elimi kaldırarak. "Hadi içeriye girelim. Üşüdüm!"

Tam eve girecekken, arabadaki çanta aklıma geldi. Arabadan çıkarken neden yanıma almamıştım ki?!

"Ben çantamı unuttum." dedim Karan'a. "Sen geç, hemen geliyorum." Karan beni dinlemedi ve çantayı alana kadar bekledi.

"Üşüdüm, üşüdüm!" dedim çantaya bakmaması için. Seke seke yanına gitmem de cabasıydı. Neyse ki öyle de oldu ve kolunu omzuma atarak beni ısıtmaya çalıştı.

"Hasta olacaksın be kızım! Şu hâline bak." Eve girer girmez önümüzde bekleyen kadına emir verdi.

"Afra için kuru kıyafetler, havlu ve saç kurutma makinesi getirin." Kadın emri alır almaz harekete geçti. Ancak onu durdurdum. "Bunu odama koyar mısınız lütfen?" Kadın elimdeki çantayı aldı ve yanımızdan ayrıldı.

"Aslan, tüm adamlar dışarıda beklesin. Evde tek bir adam istemiyorum." Aslan başıyla onayladı ve dışarıya çıktı.

"Gel." dedi elimden tutup. Beni yönlendirmesine izin verdim. Eliyle karşımızdaki şömineyi saniyesinde yaktı.

"Anlat bakalım. Neymiş bu beklenmedik seyehatin sebebi?" Sesindeki ima, oturduğum yerin şeklini almam için yeterliydi.

Ama yer miydi Anadolu çocuğu?

"Yakında evleneceğim, Karan. Normal bir gelin olmayacağım ama olacağım işte. Kendimi hazırlamam gerekiyordu." Karan'ın ima dolu bakışları yumuşadı ve gülümsedi.

"Endişelenmeni gerektirecek tek bir mesele bile yok." Başımla onaylayıp ben de gülümsedim ve yalanımı saniyesinde yediği için derin bir nefes verdim.

"Nereye gittin peki?"

"Öylesine araba sürdüm. Ormanda gezindim. Birden yağmur bastırınca da koşa koşa geri döndüm." Güldüm. O ise sadece beni izledi.

"Yağmur yağmasını beklemiyordum. Neyse ki hazırlıklar daha başlamadı." Tek kaşımı kaldırdım. Acele eder diye düşünüyordum.

"Hani yarın evleniyorduk?"

"Düğün için planlarım var. Onları ayarlamaya çalışıyorum bir yandan da ama yetişmedi. Eninde sonunda kocan olacağım. Acele etmene gerek yok. En fazla birkaç gün sürer." Yüz ifademi görüp keyiflenmek için yüzüme dikkatle baktığında yüzümü buruşturdum. "Eminim işlerini benimle evlenebilmek için hızlandırıyorsundur sen."

"Öyle olsa yarına evlenirdik. Bak, uzatıyorum ki kaçınılmaz sonu biraz geciktirelim." Kaşlarımı çatıp yanımdaki yastığı yüzüne fırlattım. Ancak yakaladı.

"Şaka bir yana." dedi sus çizgisini kaşıyarak. "Düğünden önce tahta oturacaksın."

"Ne?" dedim. "Ne tahtı?"

"Sana söyledim ya. Kraliçe olacaksın. O saray benim. Ailem orayı doldurmak için varlar."

"Demek artık kraliçe olacağım." Ona yandan baktım. "Zaten ben kraliçe olmaya layığım." Buna çok daha büyük bir kahkaha patlattığında kaşlarımı çatıp ona baktım. "Ufak seyahatin keyfini yerine getirmiş gibi. Arada söyle de çıkartayım seni dağa taşa. Hep böyle şakacı ol."

"Değil miyim?" dedim sinirle. Sorumdan sonra biraz daha güldü.

"Öylesin." dedi kadının getirdiği eşyaları alarak.

Kadın saygıyla eğildi ve yanımızdan ayrıldı.

Kadın gittiği an, Karan ayağa kalktı. "Üzerini değiştir." dedi. "Beş saniye veriyorum."

"Ne?" Arkasını döndüğünde sırtına şaşkınlıkla baktım. "Yukarı çıksaydım bari."

"Evde kimse yok. Ben de bakmıyorum. Hemen değiştir işte üstünü. Yanımdan ayrılmana izin veremem. Yine kaçarsın."

"Ne kaçması Karan? Saçmalama."

"Giydiysen döneceğim. Giymediysen de şansına küs. Bir daha arkamı dönmem."

"Tamam, tamam. Bekle daha giymedim." Ayağa kalkıp aceleyle üstümü değiştirdim.

"Tamam." dedim yerime geri otururken. Karan, geniş bir gülümsemeyle koltuğa geri oturdu. Eline aldığı havluyla saçlarımın ıslaklığını nazikçe aldı. Arada eliyle saçlarımı okşuyor, onlara anlam veremediğim bir ifadeyle bakıyordu.

"Saçlarını seviyorum." dedi. "Bana annemin saçlarını hatırlatıyor."

Buz kestim. Yemin ederim buz kestim. Az önceye kadar yalandan üşüyen bedenim, şimdi gerçekten donuyordu.

"Onun saçları da böyle uzun ve parlaktı. Sürekli saçlarıyla oynardım." Elini yeniden saçlarımın arasından geçirdi.

"Benim saçımla oynayabilirsin. Saçımla oynanmasından hoşlanırım."

Hoşlanırdım sanırım. Daha önce kimse saçlarımla oynamamıştı.

"Oynarım." dedi. Daha sonra masada duran tarağı aldı. Karan kadından tarak istememişti ama kadın düşünüp getirmişti.

Yine fazlasıyla nazik davranarak saçımı taradı. Gittikçe kapanan gözlerime inat direndim. Dikkatle yüzüne bakıyor, aklımda dönüp duran şeytanlarıma karşı savaş veriyordum. "Beni neden koruyorsun?" Dayanamayarak sorduğum soru yüzünden, saçlarımda gezinen tarak saniyelik duraksadı ancak sonra taramaya devam etti. "Sakın bana, sunduğum seçenekleri dikkate almadığın için seni yaşamaya mahkum ediyorum falan deme." Karan gülümsedi. Gözleri gözlerimi buldu ancak sonra tekrar saçlarıma döndü. "Ne duymak istiyorsun?" Omuz silktim. "Sadece, korumak istiyorum diyebilirsin." Tarağı saçlarımdan uzaklaştırıp masaya bıraktı.

Yönü tam karşıya dönüktü. Dirseklerini dizine dayadı ve kafasını bana doğru çevirdi. "Yaşayabilmem için yaşamanı istiyorum." Dan diye kurduğu cümle yüzünden kaskatı kesildim. "Uzun zamandır insani yönümün üstünü örtmeye çalışıyordum. Hem de istemeye istemeye." Kafasını sallayıp karşı duvara baktı. "Sen, beni insan gibi yaşatıyorsun." Yutkundum. Bu ne demekti şimdi? Koruyucum olduğunu bilmediğinin farkındaydım. Zaten Meryem de öyle söylemişti. O hâlde bana yalan söylüyordu. İçten içe seni korumak istiyorum demek yerine, beni yaşatmayı kendisi için istediğini söylemişti.

Yalancıydı.

Elini dizlerine vurdu ve doğruldu. Konuyu değiştireceğini anladım.

"Birazdan İlke gelecek. O zamana kadar yanında kalacağım. İlke gelince gitmem gerek. İşlerim var. İki saate dönerim. Ben gelene kadar hazırlanırsın. Saraya gideceğiz."

"Bu kadar dakik olmak zorunda mısın?" Bunu söylediğim an göz göze geldik. "Nedenini anlayacaksın, karıcığım. Sana büyük bir düğün hediyesi hazırladım." Gözlerimi kısıp yüzüne baktım.

"Nasıl bir hediye?"

"Sürpriz." dedi ve ayaklandı. Ağzım beş karış açık, sırtına bakakaldım. Benimle dalga falan mı geçiyordu?

"Unutma, iki saat sonra buradayım!"

"Nereye gidiyorsun?"

"Hemen döneceğim. Halletmem gereken işler var!" Daha fazla soru sormama izin vermeden kapıdan çıktı.

Bakakaldım.

Hemen ondan sonra salona giriş yapan İlke bana doğru ilerledi. Karan İlke'nin geldiğini anlamış olmalıydı. Bu yüzden kalkıp gitmişti.

"Bir sabahınız da olaysız geçsin artık." dedi göz devirerek. "Evden mi kaçtın kız?" Beni dürtüp kendini koltuğa attığında göz devirdim. "Evden falan kaçmadım İlke. Sadece düşünebilmek, nefes alabilmek için biraz uzaklaştım. Karan fazla abartıyor. Onu tanıyorsun." İlke sırıttı ve dudağını büzdü.

"Takılıyorum sadece. Eminim sen de zorlanıyorsundur. Tam olarak tanımadığın ve yeni yeni alışabildiğin bir adamla evlenmek zorundasın. Üstelik hiç bilmediğin bir evrende. Düşünüyorum da, senin yerinde ben olsam delirmiştim şimdiye. Yaşadıkların hiç normal şeyler değil çünkü." Aslında Karan'a alışalı bayağı olmuştu. Hatta ona alışmaya gerek yoktu çünkü o zaten tanıdık gibiydi. Bunun da saçma gerçeklerim yüzünden olabileceğini düşündüm. Ancak bozuntuya vermedim.

"Böyle düşündüğün için çok teşekkürler İlke. Sonunda kendini benim yerime koyan birini buldum." Elini dizine vurup ayaklandı.

"Hadi o zaman. Hemen başlayalım."

"Neye?" Yukarıdan yukarıdan bana baktı. "Yeni gelin keki falan yap bana. Acıktım."

Tanrım...

Yeni gelin mi olmuştum şimdi ben?

İğrenç!

Her kadın, en az bir kez acaba ileride nasıl bir hayat yaşayacağım, kiminle evleneceğim diye düşünmüştür.

Ben düşünmedim. Böyle şeyleri İlke gibi, Duru gibi hayat dolu, geleceklerine dair beklentileri olan kızlar düşünürdü. Düşündüklerini biliyorum. Duru sürekli bu tür konular hakkında konuşmak ister, dahası bundan zevk alırdı. Ben ise sadece sıkılırdım. Henüz birkaç hafta hoşlandığım çocuğu iğrenç bir şekilde ablamla aynı yatakta gördüğümde hayal kırıntım dahi kalmamıştı zaten. Değil evlenmek, herhangi bir erkekle yan yana gelmek bile midemi bulandırıyordu. Bunun sebebi erkek düşmanı olmam değildi. Etrafımdaki zengin züppelerinin hepsi aynıydı da ondan.

Mutlu bir aileye sahip olmayı hiç hayal etmemiştim çünkü geçmiş, üzerimde bir kara leke gibiydi. Biliyordum. Nefes alıp verdiğim sürece iyi bir hayata, mutlu bir aileye sahip olmayacaktım. Üstelik evlenirsem şayet, evlendiğim insanı da mutsuz edecektim. Kendime ve ihtimallerime son noktayı bu düşünceyle koymuştum. Ben daha çok, ne tür bir mesleğe sahip olacağım, ileride annemden nasıl kurtulacağım bunları düşünürdüm.

Benim normal bir insan olmamamın kanıtıydı tüm bu düşünceler. Hiç normal bir insan olduğumu da düşünmemiştim ve bugün, o düşüncelerde de haklı olduğumu fark etmiştim.

Ben belli ki insan bile değildim.

Ancak yine ve yine, tüm gerçeklerimi başıma yıkan bir adamla karşılaştım. Gerçekten beni düşünen, beni yaşatan ve yaşatabildiğim bir adamla.

"Kakaolu mu olsun yoksa sade mi?" İlke ellerini çırptığında güldüm. Meryem'in ikram ettiği çay dışında hiçbir şey yememiş ve içmemiştim. Kahvaltı olarak kek yenirdi bence. Neden olmasındı? "Sen de çay demle bari. Kahvaltı bile yapamadım henüz. Yer çıkarım. Karan gelecek iki saate. Saraya gidecekmişiz." Mutfağa ilerlerken yanımdaki İlke beni dürttü. "Bak bak, karı koca olarak planlar da yaparlarmış!" Yüzümü buruşturdum.

"Seni Karan'a söylerim İlke." Omuz silkti ve çatla dermiş gibi yumruklarını üst üste birbirine vurdu.

"İlk tanıştığımızda Karan'dan korkuyordun. Ne oldu da birden bu kadar rahat oldun anlamıyorum." İlke kıkırdadı. "Kendim için mi korkuyordum sanki. Senin için korkuyordum. Sabrını iyi sınamıştın adamın." Düşündüm. Haklıydı.

Sanırım onu çocuklarıyla sınamıştım. Çocuklarının varlığıyla ya da yokluğuyla. Her neyse!

"İlk tanıştığımızda delirdiğimi falan düşündüm. Ne tuhaf günlerdi öyle. Bence anlattıklarınızı normal bir insan evladı olarak gayet sakin karşıladım."

"Aynen. Yarım saat aralıksız güldün. Etrafta kamera aradın ve göğe doğru annene seslendin. Taa o zamandan senin ne kadar normal bir kız olduğunu anlamıştım zaten." Bunları söylerken mutfağa çoktan girmiş, hatta kullanacağımız malzemeleri hazırlamaya başlamıştık. Benimle dalga geçiyordu.

"Ha ha ha! Ne kadar da komik bir kızsın. Hem ne yapsaydım? Manyağın biri davet patlatmakla tehdit etti beni." Lafımın kime olduğunu anlayıp bana döndü.

"Ayıp oluyor yalnız." dedi kıkırdayarak. Omuz silktim.

Daha önce hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyordum. Gerçek anlamda. İlke komikti. O kadar komikti ki karnımı tutacak noktaya gelmiştim. Karnım ilk kez ağrımıyordu ancak gülmekten ilk kez karnım ağrıyordu.

Düşündüm. Sanırım bir nebze de olsa normalleşmeyi başarabilmiştim. Sabah öğrendiklerimden sonra kendimi buna inandırmam ne kadar doğru olurdu bilmiyordum ancak yine de denedim.

"Sade yapmayalım. Her şeyin kakaolusu makbuldür." Söylediklerini duyduğumda yanımda dikilen İlke'ye tüm bedenimle döndüm. Ne yaptığımı anlamak için beni izlemeye başladı. Elimi uzattım. O da elini uzattı ve tokalaştık. Hatta ileri gittim ve kafa tokuşturduk.

"Sen," dedim. "Bunu söyleyerek evlenmek üzere olan bir kızın aklını çeldin. Sanırım artık seninle evleneceğim." Kaşlarını kaldırdı ve kıkırdadı.

"Karan kakolu her şeye bayılır." Yüzümü buruşturdum. "Karan tatlı sevmez ki." Doğum günü pastamdan zorla yedirdiğimi bilirdim. Kimi kandırıyordu?

"Bak senn!" dedi. Keki kalıba dökmeye çalışıyordum ve İlke de çayı demliyordu. "Nereden bu bilgi?" Gözlerimi kırpıştırdım. Kek kalıbını elime aldım. "Öyle laf arasında geçmişti." Tabii ki İlke'ye doğum günü olayını anlatmayacaktım. Anladığım kadarıyla arkadaş abartmayı seviyordu ve ben bunu ona anlatırsam yaklaşık bir ay kadar benimle dalga geçer, imalı imalı konuşurdu.

İstemezdim. Hiç istemezdim hem de.

Kaşlarını kaldırdı, dudağını büzdü ve kafasını salladı. "Öyle olsun bakalım."

Çok şükür.

"Karan," dedi. "Çocukken severdi tatlıyı. Ama her şeyin kakolusunu yerdi. Kekin, dondurmanın, pastanın... Kakao olmayan hiçbir tatlıyı sevmezdi." Derin bir nefes alıp verdi. Yüzündeki gülümseme, az önceki gülümseme bile değildi. "Kakaolu pudingi de çok severdi. İnsanın ağız tadı büyüdükçe değişiyor herhalde."

"Herhalde." dedim onu onaylayarak. Kolundaki saate baktı.

"Bir saat kalmış. Sen üzerini giy istersen kek pişerken. Ben alırım fırından. Yer gidersin. Bekletmemiş oluruz kocacağını da." İlke'ye dik dik baktım. Zorla tehdit ettirecekti kendini.

"Pamir'le tanış diyorsun resmen."

Tanışmıştık ama gerekirse yeniden tanışırdık. Bu sefer çok başka biri olarak çıkardım karşısına. Sabah öğrendiklerimden ve yaptıklarımdan ötürü değil, İlke'ye ısındığımdan ötürü böyle düşünüyordum. İçimde, sevdiklerime karşı inanılmaz bir güç oluyordu. Onları koruyabilmek için elimde tuttuğum ve hiç bitmeyen bir güç. İlke de, sevdiğim insanlar kategorisine çoktan giriş yapmıştı.

Hayırlı uğurlu olsundu. Umarım o da bana ihanet etmezdi!

Söylediklerimden sonra İlke'nin yüzü düşer gibi oldu ancak hemen toparladı ve gülümsedi. Sahteydi gülümsemesi. Kanayan yarasına tuz basmış gibi olmuştum.

Ağzımı dikeceğim. Evet evet, Karan'la konuşacağım ve ağzımı dikeceğim!

"Bence tanışmaman senin hayrına olur. Çünkü onu ben de tanımıyorum artık." Derin bir nefes alıp verdim. Ona destek olabilirdim hemen şimdi ama istemediği her hâlinden belliydi. Hatta beni göndermeye çalıştı. "Hadi, git üzerini giy."

Keyif kaçıran biri olmakta birinciydim. Tebrik etmelilerdi beni.

Fazla üzerine gitmemek adına, kendime kıza kıza odaya geçtim ve elime aldığım mor, dizimde biten bir elbiseyi giydim. Üzerime ne olur ne olmaz diye ince bir hırka geçirdim. Saçımı kenarlardan birer tutam alarak arkada birleştirdim. Ufak bir makyaj yaptım ve aynanın karşısında son kez kendime baktım. Böyle giyinmem yeterli miydi?

Hemen aşağıya inip İlke'nin karşısına dikildim. "Karan hiçbir şey söylemedi. Sadece saraya gideceğiz dedi. Böyle giyinmem sıkıntı çıkartır mı?" İlke fırından çıkarttığı keki tezgaha koydu ve elindeki bezi omzuna atıp beni baştan aşağıya süzdü. "Benim için bir sıkıntı olmaz ama Karan için olabilir. Ona sormak lazım."

"Neden?" dedim üzerime bakarak. "Kraliçe gibi giyinememiş miyim? Nasıl giyinir ki kraliçe? Ayrıca kraliçe ne ya? Saçma sapan işler." İlke kıkırdadı ve kolumu dürttü. "Şaka yapıyorum, şaka! Gayet günlük giyinmişsin işte. Düğüne gitmiyorsun sonuçta. Ayrıca," Bana doğru yavaşça yaklaştı ve fısıldadı. "Bahsettiğim Karan büyük olan değil." Gözlerimi kocaman açtım. "İlke, iğrençsin. İğrenç! Gerçek bir evlilik değil bu. Anlattık ya sana durumu!"

"Neden öyle diyorsun kızım ya? Evleniyorsunuz siz. Bakarsın bu aranızdaki çekimi fark edecek beyniniz oluşur birden ve şıp diye değişir durumunuz." Omuz silkti. "Benim de işime gelir. Karan'ı sakinleştirmek için seni atarım öne. Bıktım artık yemin ederim. Adam senin yanında kedi oluveriyor. Anlamış değilim."

"İlke sus." dedim bu defa. Eliyle ağzına görünmez bir fermuar çekti.

"Hadi yiyelim şu keki artık. Yeni gelin keki ilk defa yiyeceğim. Çok heyecanlı." Gözlerimi devirmeden edemedim. "Sen yine de düşün bu dediklerimi. Birbirinize kör olabilirsiniz ama çok şükür ben kör değilim."

Birbirinize kör olabilirsiniz...

İlke aklımı karıştırıyordu. Öyle bir karıştırıyordu ki kalbim bile yanlış hızda atıyordu şu an. Hiç olmadığı kadar hızlıydı.

Ve bu içten içe hoşuma gidiyordu.

Onu birazdan görecek olma düşüncesi, İlke'nin söyledikleriyle birleşince beni havalara havalara fırlatıyordu. Neden böyle olmuştu bilmiyordum. Ancak çoktan çürümüş diğer tarafım da bunun sahte bir heyecan olduğunu düşünüyordu. Tıpkı Karan'ın kodlanmış gibi beni korumasının sahte olduğu gibi.

İlke yanlış bir hareketime mi denk gelmişti? Böyle düşünmesinin sebebi neydi?

Keki güzelce dilimledi. Çayları koydu. O tüm bunları yaparken ben düşündüğümden olsa gerek hareket dahi etmeyi unutmuştum. Sadece nasıl baktığımı bilmeden onu izliyor, bir yandan da daha önce hiç hissetmediğim bu telaşlı heyecanı nasıl karşılamam gerektiğini düşünüyordum. İçimdeki çürüyen tarafı nasıl kesip atabilirdim? Zira kötü şeyler düşündüğüm her saniye o çürük tüm bedenime yayılıyordu ve o çürüğün, Karan'a ulaşmaması için kesilip atılması gerekiyordu.

"Bir saniye bile fazladan düşündürüyorsa, yanmışsın demektir. Yaşadım da biliyorum." Tepsiyi eline aldı. "Bazı başlangıçlar sessiz olur. Eğer gerçekten bir şeyler sen fark etmeden içini kuşatmışsa yangının seni ele geçirmesine izin ver. Yanmak bazen küle çevirmez insanı." Gözlerini kısıp elindeki tepsiye dikkat ederek yandan yandan bana doğru eğildi. Yüzümü inceledi. "Harbi yanmışsın sen. Hem de fena." Sırıtmaya başladığında ona baktım.

Hiç yardımcı olmuyordu.

Ben Araf'tım. Ben ne yanan, ne yakandım. Ancak beni Araf yapan da Karan'dı ve bu gerçekle yüzleşmek zaten hızlı atan kalbimi daha da hızlandırdı.

Tıpış tıpış onu takip ettim ve salondaki koltuğa resmen devrildim. "Sanırım," diye geçirdim içimden. Önüme koyduğu keke baktım. "Ben çoktan yanmışım."

Ve cayır cayır yanmamın yanında, içimden bir ses fısıldıyordu kulaklarıma. "Sen," diyordu. "Bir şahsın ve o da seni koruyan vezirin."

Ben ilk defa o gün, kafamda dolaşan o kara bulutları bir şekilde def etmeyi öğrendim. Bazı gerçekleri görmezden gelmeyi ve yanmayı.

Karan bana, yanmayı öğretmişti.

Aynı zamanda da yakmayı.

Loading...
0%