@elfhikayelerii
|
Küçükken, yapmakta zorlunlu olduğum şeyler vardı. Bahçeden çıkmamak gibi. Neriman Suskun'un içinde ufacık da olsa insanlık olduğundan mıdır nedir, bahçeden çıkmamak şartıyla hava almama izin veriyordu. Tabii bu, aynı zamanda kimseyle konuşmamak şartıyla mümkündü. Yıllarca bu şekilde yaşadım. Deniz... Bahçeye çıkmayı hiç istemeyen bir çocuktum çünkü benim için sonsuz bir gökyüzüne yalnız bakıyor olmak da hapsolmak demekti. Deniz geldiğinde, hapsolduğumu unuttum. Zira o sonsuz gökyüzüne bedenen ve ruhen yanımda olan biriyle bakabiliyor olmak beni özgür hissettirmişti. Ya da sadece yalnız hapsolmak korkutuyordu beni. Bilmiyorum... Bu şekilde düşündüğümü, Karan beni ormana saldığında ve bana hissettirmeden peşimden gelip seçenekler sunduğunda yeniden hatırlamıştım. Gökyüzüne hapsolmak demekti bu. Biz bu hayata gelerek ve hayatta kalmak için mücadele ederek baştan hapsolmuştuk. Yalnızdık ya da değildik. Bu neyi değiştirirdi ki? Hepimiz hapsolmuştuk. Deniz'e araba çarptığı günü en küçük ayrıntısına kadar anılarımda saklıyor, unutmamak için üstün bir çaba harcıyordum. Mesela üstünde beyaz bir gömlek ve altında da siyah bir pantolon vardı. Bir çocuğa göre oldukça ciddi giyinmişti ki bunun sebebi annesi olmalıydı. Hep annesi olurdu zira. Tel örgüme geldiğinde, onu hep karşı tarafta bekliyor olurdum, bana gülümseyip elindeki topu göstermişti. "Bak," demişti. "Annemden gizli aldım." İlk geldiğinde kaçmıştı şoförden. Ancak daha sonra bir şekilde adamı ikna etmiş olmalı ki arkasında onu korumak için biri dikilirdi. Şoförü olduğunu düşünüyordum. Neden bilmiyordum ama onun yüzünü hiç hatırlayamıyordum sadece o gün, koşarak Deniz'in yanına gittiğini ve yerde yatan, muhtemelen can çekişen çocuğa bakarak yüzünü buruşturduğunu hatırlıyorum. Daha sonra gözlerimi kapatmıştım. Bunu da çok net hatırlıyorum. Ellerim gözlerimde, sanki açsam canavar görecekmişim gibi dakikalarca ağladım. Adam muhtemelen Deniz'i kendi arabasıyla hastaneye götürdü ancak bir kere bile gözlerimi açıp bakmadım. Bakamadım. Korktum. Öylece bahçe tellerinin arkasında dikilmiş, ağlamaktan hâlsiz düşmüştüm. Ancak asla, Neriman Suskun'un kuralını çiğnememiştim. Asla. Bunun sebebi Neriman Suskun'a saygı duymam değildi. Çünkü ona göre bazı suçların cezası yalnızca şiddet değildi. Ölümdü. Evet, ben Neriman Suskun'dan çoğu konuda korkmazdım ancak ölüm konusunda kesinlikle korkardım. Zira kaç defa onun darbeleri yüzünden ölümle tam anlamıyla burun buruna gelmiştim sayamamıştım bile. Bazen diline doladığı bir ölüm tehdidi vardı ki beni en çok korkutan da oydu. Ve bahçeden çıkma konusunda bana söyledikleri de kesinlikle açıktı. "Eğer bahçeden çıkıp herhangi bir yabancıyla iletişime geçer, beni ispiyonlamak gibi bir salaklık yaparsan, seni döve döve öldürürüm. Duydun mu beni!" Dövülmenin ne kadar berbat olduğunu biliyordum o zamanlar. Ölümse yabancı bir kavram değildi kesinlikle ancak emindim ki o daha da berbattı. Ve iki berbat şeyi yan yana getiren Neriman Suskun'un ağzından dökülen bu kelimelerin arkası kesinlikle boş olamazdı. Ben, Neriman Suskun'dan ve bana yaşattıklarından delicesine korktum bir zamanlar. Ancak hayatımın şu anki gel gitli döneminde tam anlamıyla aradığım şeyi bulmuş gibi hissediyordum. Ne kadar güçlü olduğumu hissediyor ve içten içe şükrediyordum. Vâr olduğumdan değil de, bu şekilde vâr olduğumdan şükrediyordum. Zira güç, diri tutar. Güç, güven verir. Güç, yaşatır. Ve güç, bilgidir. İşte tam da bu yüzden, her şeye hakim olmalıydım. Hem de her şeye. Durum ciddiydi ve benim kafamdaki plana göre yapmam gereken ilk şey geçmişi ve geleceği izleyebileceğim bir konuma sahip olmaktı. Şimdi, çoktan dinen yağmurun geride bıraktığı serinliği tenimde hissediyordum ve üşüdüğümü hissedemeyecek kadar düşünceliydim. Karan ve İlke beni aşağıda bekliyordu ancak ben onların yanına inmeden önce çatıya çıkmış, soğuk olan havaya rağmen toprak kokusunu soluyordum. Toprak kokusunu seviyordum ve aynı zamanda korkuyordum. Burnumdan hiç gitmemesinden korkuyordum. Üzerime geçirdiğim ince hırkaya daha çok sarıldım ve arabasından tanıdığım Deniz'in, Karan'ın adamlarına teker teker selam verip bahçe kapısından içeriye girmesini izledim. Seslerden anladığım kadarıyla Karan ve İlke tam anlamıyla olmasa da barışmış sayılırdı. Herkesin keyfi yerindeyken Deniz keyif kaçırırsa, salonun tam ortasına bayılırdım. Derin bir nefes aldım ve aşağı inmek için hazırlandım. Kütüphaneyi geçtim, tahta merdiveni indim. Ev fazlasıyla sıcak olduğundan, üzerimdeki hırkayı odama bıraktım ve Meryem'in az önce yaslandığı duvara kısa bir bakış atıp gözlerimi kapattım. Kafamda çok soru vardı ve her biri beni allak bullak ediyordu. Her şeyin üst üste gelmesi de cabasıydı. Odadan çıkıp koridoru geçtim ve tekrar merdivenlerden inerek salona ulaştım. Salonda sessizce oturan ev halkına kısa bir bakış attığımda, Deniz'in çoktan salona yerleştiğini fark ettim. "Çorba yapmıştım, mutfakta." dedim Deniz'e bakarak. Muhtemelen istemeyecekti bu nedenle fazla üzerinde durmadan diğerlerine döndüm. "Kahve yapacağım. İsteyen var mı?" İkisi de yavru köpek gibi baktığında, Karan asla öyle bakmamıştı ama ben istediğini anlamıştım, kafamla onaylayıp arkamı döndüm ve mutfağa girdim. Sıcak su hazırlarken, mutfağa Deniz girdi. Ona fazla bakmadım. "Çorbanın altını açar mısın?" Kaşlarımı kaldırıp ona baktım ancak şaşırmak tuhaf kaçabilirdi bu nedenle kaşlarımı indirip başımla onayladım. Geldiğinden beri beni terslememişti. Bir gariplik vardı ancak çözemedim. "Sabah konuştuklarımızı düşündün mü?" Başlıyorduk işte. "Düşündüm." dedim kısaca. "Bazı konularda haklısın ama bazılarında haksızsın. Uyardığın için teşekkür ederim. Kesinlikle dikkat edeceğim." Çorbanın altını açıp ona döndüm. "Senden rica ediyorum, daha fazla bu konuda konuşmayalım çünkü ben Hafza değilim ve onun yaptığı hataları yapmayacağım. Ondan tamamen farklı büyüdüğüme eminim. Bu ikimizi bambaşka insanlar hâline getirir. Öyle değil mi?" Sessiz kaldı. Ona bakmak yerine kupalara kahve koymayı tercih ettim. "Anladım." dedi sessizce. Arkamda kaldığından şaşırdığımı görmedi. Görse de bir şey demezdi zaten. Laf sokmuyordu ve 'Anladım.' gibi insani bir yanıt veriyordu. Bir şeyler dönüyordu. "Sabah bahsettiğin arkadaşın," dedi derin bir nefes alarak. "Ondan bahseder misin biraz daha?" Kahveleri kupalara koyduktan sonra su kaynayana kadar ona döndüm. "Hakkında pek bir bilgim yok aslında. Deniz'di adı senin gibi. Doktor olmak istiyordu." Gülümsedim gözümün daldığını fark etmeden. "Ailelerimiz iş nedeniyle tanışıyordu. Fazlasıyla baskıya rağmen iyi yetiştirilmiş bir çocuktu benim aksime. Onunla tanıştığımda fazla küçük olduğumdan abim gibi gördüm onu ve yaptığı her şeyi taklit etmeye başladım. Kişiliğimi olışturan kişilerden biri de oydu." Konuşmamın sonuna kadar dikkatle dinlediğini, kendi kendine kısılan gözlerinden anladım. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra tekrar gözlerimin içine baktı. "Nasıl vefat etti demiştin?" "Araba çarptı." Bu onda herhangi bir mimik değişikliğine yol açmadı. Gözlerinin içine baktım. "Kaçan topumu almak için yola atladı. Mavi bir top için. Basit bir top, canından olmasına sebep oldu." "Gözlerinin önünde oldu yani bu olay?" "Araba çarptığını gördüm ancak sonrasına bakamadım. Etrafına insanlar toplandı. Bahçeden çıkmam yasaktı." Deniz tek kaşını kaldırdı. "Onu gerçekten sevdiğine emin misin? Araba çarpan kişi senin çok sevdiğin bir arkadaşın olmasa bile yasak falan dinlemeden gider bir bakarsın iyi mi diye sonuçta?" Kaşlarımı kaldırıp indirdim ve kaynayan suyu kupalara doldurdum. "Yaşamadığın şeyler hakkında yorum yapmamalısın." Tepsiyle birlikte mutfaktan çıktım. Peşimden gelmedi. Muhtemelen çorba içecekti. Salona girdiğimde, sessizce oturup alakasız şeylerle ilgilenen Karan ve İlke ile karşılaştım. Onlara kahvelerini ikram ettim ve ben de oturup kupamı elime alarak ellerimle etrafını sardım. "Ee?" dedim kahveme bakarak. "Bulabildiniz mi orta yolu?" Karan sessiz kaldı. Bakışlarım İlke'ye döndüğünde durgun olduğunu gördüm. İkisi de konuşmadı. Bu demek oluyordu ki, konuşan ben olmak zorundaydım. "Pamir'i çağırıyoruz o hâlde?" İkisinin bakışları da beni bulduğunda sırıttım ve elimdeki kupadan bir yudum alıp önümdeki sehpahaya bıraktım. "Tabii siz orta yolu bulursanız ki buna oldukça müsait olduğunuzu görüyorum, Pamir'i çağırma gibi bir derdimiz olmaz. Öyle değil mi?" Karan bana boş bakışlarla bakarken İlke gözlerini devirmekle yetindi. Kollarını bağladığında ciddileştim. "Şaka bir yana," dedim yüzümdeki gülümseme tamamen yok olduğunda. "Sizce de bazı konuları fazla büyütmüyor musunuz?" İlke atlayacak gibi bir duruş sergilediğinde devam ettim. "İlke vatandaşı olduğu bölgede kalmak istiyor ve bu onun en doğal hakkı. Kalsın. Seçim yapmak zorunda değil. Karan seni kullanamaz artık çünkü benimle evlenecek. Pamir aptal değil. Çoktan bazı şeyleri anlamış durumda. Sizin eski sevgili olduğunuzu düşünüyor." Kafamı salladım. "Rolünüzü iyi oynamışsınız ve amacınıza ulaşmışsınız." Amacım İlke'yi ya da Karan'ı iğnelemek değildi ancak onlar öyle anladı. Devam ettim. "İlke, bize olmasa bile kendine dürüst ol. Pamir'i hâlâ istiyorsan, git konuş onunla. Onun seni hâlâ deli gibi sevdiği ve acı çektiği aşikar. Senin de öyle." Karan'a döndüm. "Bu durumda sana tek laf etmek düşmez. İlke hem Pamir'in sevgilisi, hem de senin sağ kolun olabilir. Ona eskisi kadar fazla güvenmezsin, olur biter." Omuz silktim. "Tartışmak yerine adam gibi oturup konuşsanız her şey hallolacak gibi öyle değil mi?" "Ben Karan'ın sağ koluyum Afra. Bana güvenmeyecek de kime güvenecek?" "Sağ kolum olduğun için Pamir'le yeniden başlamıyorsun yani?" dedi Karan ona ters ters bakarak. Duruma anlam veremedim. "Evet, ya senin güvenini seçeceğim ya da Pamir'in aşkını. Kızdığım şey tam olarak bu zaten." "Sakin olur musunuz?" dedim birbirlerine ters ters bakmalarına izin vermemeye çalışarak. Yan yana oturuyorlardı ve fazla gerginlerdi. Birazdan saç baş kavgaya girişme ihtimalleri yüksekti. "Şöyle yapalım." dedim. Derin bir nefes aldım. "İlke, sen iyice düşün ve kararını bildir. Ne yapmak istediğini düşün. Bu süreçte de Karan beni hazırlasın. Sağ kol iki kişi olsun. Ben de sizinle çalışayım. Yönetim konusunda fazla olmasa da tecrübelerim var. Az çok biliyorsunuz." Biz buna, krizi fırsata çevirmek diyorduk. "Hem kraliçe olacaksam gerçekten, bir yerden başlamalıyım. Biz evlendikten sonra da sana fazla görev düşmez zaten. Yükünü hafifletirim yani. Nasıl?" Aslında fikirleri umrumda bile değildi. Zira onlar ne derse desin söylediğim gibi olacaktı. Meryem, neden öldürülmüştü mesela? Karan neden Meryem'in isteğiyle Dayı'nın yanında kalmıştı? Daha doğrusu, Meryem öldürülceğini biliyor muydu? İşin bu tarafları tamamen kayıptı ve Meryem bunlardan söz etmek istemiyor gibiydi. Öyleyse kendim bulmalıydım. En azından denemeliydim. Meryem'e de güvenemezdim. Kimseye güvenemezdim. Karan ve İlke bir süre düşündüler ve birkaç saniye bakıştıktan sonra bana döndüler. "Burada sıkışıp kaldığımı biliyorsunuz. Cevabınız umarım olumludur. Yoksa evlilik kararını dahi gözden geçirmek zorunda kalacağım." Kollarımı bağlayıp bacak bacak üstüne attığımda Karan kaşlarını kaldırıp indirdi ve sırıttı. İlke ise şaşkınlıkla bana bakıyordu. "Bu bir tehdit mi?" dedi Karan. Omuz silktim. "Tehdit edecek bir konumda değilim. Evlenmek yararıma olur." Beni başıyla onayladı ve İlke'ye baktı bu kez. İlke şaşkınlığını koruyordu ancak Karan, çoktan niyetimin farkına varmıştı. Ben, Karan'ın bakış açısıyla İlke'nin denetimini yapacaktım. Kararlarını gözden geçirecek, Pamir'in yararına olan bir karar almasını engelleyecektim. İlke bunun farkındaydı. "Tamam o hâlde." İlke bu defa Karan'a döndüğünde ve kaşlarını çattığında ben hedefime ulaşmış gibi gülümsedim. "İlke sana yapılması gerekenleri gösterir. Bundan böyle bölge ile ilgili alınan her karar seni de ilgilendirir." İlke bana baktı. "Gerçekten mi?" dedi başını sallayarak. "Bakıcım mı olacaksın yani?" Güldü. "Bari sen yapma Afra. Bu çok kırıcı bir şey." Derin bir nefes alıp verdim. "Yönetim kimin kırıldığıyla ilgilenmez İlke. Bir tehdit varsa ortadan kaldırır. Şu an büyük bir tehditsin. Karan seni hâlâ işlerin içinde tuttuğu için şükretmelisin. Seni her hakkından men etmek mantıklı bir hareket olurdu zira." İlke kaşlarını kaldırıp indirdi ve omuzları çökmüş bir şekilde koltuktan kalktı. "Anlıyorum." dedi başımda dikilerek. "Haklısınız. Ama dediğim gibi," Derin bir nefes alıp verdi. "Kırıcı." Beklemedi. Evden çıkıp gitti. Bazen, gerçekten Neriman Suskun'a benzediğim oluyordu. İşin garip tarafı, yönetim konusundaki keskin uçları bana yanlış gelmiyordu. Zira yönetmek, hafife alınacak bir iş değildi. Her anlamda kendimi soyutmak istediğim biriyle bu konuda aynı fikirde olmak bile kendimden nefret etmeme yol açıyordu ancak elimden bir şey gelmiyordu. Karan'a baktım göz ucuyla. Gözleri uzaklara dalmıştı. Düşünüyordu. "Bazen," dedi kaşlarını kaldırıp hafifçe gülümseyerek. Gözlerini daldığı çukurdan kurtardı ve başını hafifçe bana döndürdü. Gözlerini gözlerime kenetledi. "Bazen benden bile korkutucu oluyorsun." dedi yüzüme imalı imalı bakarak. "Konu yönetim olduğu zaman diğer seçeneğin bir önemi yok senin için." Bunu bana o mu söylüyordu? İyi bir yönetici olmak için kişiliğinden bile ödün veren Karan, şimdi ona tıpatıp benzeyen bu özelliğimi eleştiriyordu. "Dua edelim de, yönetimin karşısındaki seçenek olmayayım." Gülümsemesi büyüdü. "Yoksa yeniliriz." Sona doğru dalga geçmişti pek tabii ancak başta söylediklerinde ciddiydi. Bilmiyordum. Bu konu hakkında hiç düşünmemiştim. "Niye durduk yere böyle bir kıyaslama yaptın ki şimdi?" Omuz silkti ve tekrar karşısına doğru baktı. "Bilmem." dedi dudak bükerek. "İlke'ye bakışlarını gördükten sonra karşında durmaktan korktum sanırım." İçten içe, kendimle gurur duydum ancak bunu ona belli etmedim. Gerçekten, olmak istediğim insan gibi görünüyordum dışarıdan belli ki. Neriman Suskun gibi. En azından yönetim konusunda. Ve içten içe herhangi bir şekilde ona benzemek istememin getirdiği bir korkuyu da kucaklıyordum şimdi. Derin bir nefes alıp verdim. "Şimdi ne yapacağız?" O da benim gibi derin bir nefes alıp verdi ve bakışlarını yüzüme çıkarttı. Ciddi bir ifade takındı. "Bilmem," dedi omuz silkerek. "Canın ne yapmak istiyor ki?" Tek kaşını kaldırıp müzip bir ifade takındığında yüzüne öylece baktım. Konuyu evirip çevirip oraya getiriyordu. Dudaklarımı aralayıp yalnız başıma dolaşmak istediğimi dile getirecekken Karan'ın telefonu çaldı. Telefonda ne dediler bilmiyordum ancak Karan ayaklandığında derin bir oh çektim. Zira yalnız gezmek istediğimi söylesem katiyen izin vermez üzerine de yarım saat nutuk çekerdi. "Tamam." dedi ayaktayken. "Geliyorum hemen." Telefonu kapatıp bana döndüğünde ben de ayağa kalktım. "Evlilik töreni için hazırlıklar tamamlandı sayılır. Birkaç ufak sorun için çağırıyorlar. Gelmek ister misin?" Başımı olumsuz anlamda salladığımda açıklama için yüzüme baktı. Sanıyordu ki, dışarı çıkma teklifini asla geri çevirmezdim. Çeviriyorsam illa ki bir şeyler vardı bende. "Çok yorgunum." dedim ağlamaklı bir sesle. "Yeni yeni toparlanıyorum. Sen ilgilen işte." Öyle profesyonel oynadım ki endişe gözlerinde yer edindi. Yavaşça kollarını bedenime dolayıp alnıma ufak bir öpücük kondurdu ve bana sıkıca sarıldı. "Tamam sevgilim. İyice dinlen ve bir an önce toparla kendini o hâlde." Başımla onu onayladım. Uğurlamak için peşinden gittim. Karan evden ayrıldığında derin bir nefes alıp verdim. "Afra." Deniz oturma odasında belirdiğinde ona baktım. "Nereye gitti Karan?" "Hazırlıklarla ilgilenmeye gitti." Onunla daha fazla konuşmadan üst kattaki odama çıktım. Meryem'i görmeliydim. Son hâlini göz önünde bulundurduğumda, onun buraya gelmesinin zor olacağı kanaatine varıp, percereye doğru ilerledim. Fazla yüksek değildi ve benim de pencereden kaçma deneyimim fazlasıyla vardı. Üzerimi sıkı giyinmeyi tercih ettim. Dışarısı aşırı olmasa da soğuktu. Ayrıca az önce kopan fırtına yüzünden her yer çamurdu bu yüzden botlarımı giydim. Odamın kapısını kilitleyip camdan dikkatle çıktım. Neyse ki, evin dış cephesinde, duvarda bazı çıkıntılar vardı. Kolayca kendimi dışarı attım. Şimdi ise tek sıkıntım, evin dört bir yanını kuşatmış adamlara yakalanmadan buradan ayrılmaktı. Elimle duvardan destek alarak, ilerledim. Bir yandan da dört bir yanımı kontrol ediyordum. Sonunda evin tam köşesinde geldiğimde, son kez etrafıma bakınma gereksinimi duydum. Evin etrafında tam anlamıyla bir ordu insan vardı. Yaklaşık yarım saat, boşluk aradım. Adamlar devamlı yer değiştiriyor, birinin gittiği noktaya diğeri nöbete geliyordu. Sanırım en doğru an, her beş dakikada bir değiştirdikleri nöbet sırasında arka taraftan oluşan bir anlık boşlukta tüymekti. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Sessiz olmaya ve görünmemeye dikkat ederek ve tabi acele ederek kaçmayı başardım. Bundan sonrası kolaydı. Ana caddeye çıktığımda, yakın sayılmazdı zira yaklaşık on beş dakika boyunca yürümüştüm, aklımda beliren taksiciye el yaptım. Sonunda istediğim olmuştu. Gerisi, yalnızca araba yolculuğuydu. Tanıdık yollara girdik ve yine tanıdık bir noktada taksiciyi durdurdum. Yanımda nakit yoktu. Şu an taksiyi getirdiğim nokta da pek normal bir nokta sayılmazdı. Taksiciden çekinerek de olsa beklemesini rica ettim. Adamın yüz ifadesi kesinlikle normal değildi. Muhtemelen parasını alamayacağından korkuyordu. Dikiz aynasından beni dikkatle süzdü. Aşağı indiğimde hâlâ arkamdan bakıyor, beni gözünden kaçırmamak için ekstra çaba sarf ediyordu. Ormanda biraz ilerledim. Taksi şoförü arabadan inmiş, beni gözleriyle takip etmeye devam ediyordu. Daha fazla ilerlersem yanıma gelecekti muhtemelen. Ofladım. "Afra." Yanımda beliren tanımadığım bir yüzle, kaşlarımı çattım. Bu kimdi ve beni nereden tanıyordu? "Kimsiniz?" Bana doğru yaklaşmaya devam eden genç kız, tam önümde durdu ve bana doğru uzattığı nakiti almam için aceleci davrandı. "Taksiye borcunu öde. Sonra konuşalım." Hafızamı zorladım ancak kim olduğunu gerçekten bilmiyordum. Sapsarı saçları ve cam gibi gözleri vardı. Soluk teniyle tam bir vampir tarzına sahipti. Üzerindeki sade kıyafetler, onu dikkat çekmekten uzak tutamıyordu zira fazla güzel bir kızdı. Elindeki nakite, daha sonra da bana şüphelenen gözlerle bakan taksi şoförüne baktığımda, başka çaremin olmadığının farkına varıp kızın elinden parayı aldım. Hızlı adımlarla adamın yanına döndüm ve parayı ona uzattım. "Acele et abla! Piknik için ayırdığım yemekler soğuyor!" Kaşlarımı çatıp arkamı döndüğümde, az önceki kızın bana el sallayarak bağırdığını gördüm. Adam şüphelenmesin diye yapıyordu. "Geliyorum!" Adamın gözlerindeki şüphe yavaş yavaş silindi. Parasını aldı ve daha fazla beklemeden arabasına binip uzaklaştı. Adam gider gitmez, hızla kıza döndüm. Ancak yoktu. Kızın az önce durduğu yerde başkası duruyordu. Meryem. Nasıl akıl edememiştim bilmiyordum. Adama görünmek istemediği için dış görünüşünü değiştirmiş olmalıydı. Ben bunları düşünürken, Meryem geriye doğru sendeledi. Anlık bir refleksle ona doğru koştum ve sandığımdan da kısa sürede onu yakaladım. Neyse ki düşmedi. Meryem, ufak bir tebessümle bana baktı. Gözlerinden ne kadar yorgun olduğunu okunabiliyordu. "Mezarıma," dedi. "Beni oraya götür." Sesinde beni de huzursuz eden bir sıkıntı hâli vardı ki, gözlerine bakmaya bile çekindim. Zira gözlerine baktığım an oturup ağlayacakmış gibi hissettim. Dediğini yapıp, yavaş adımlarla yürümesine yardımcı oldum. Önümüze çıkan küçük taş ve kozalakları ayağımla ondan uzaklaştırmaya çalışıyor ve bunu yaparken ister istemez dengemi kaybediyordum. Tüm o güçsüzlüğüne rağmen güçlüydü çünkü az önce kendi bedenini taşıyamazken şimdi, düşecek gibi olduğum her an şaşırdığım bir güçle beni ayakta tutmayı başarıyordu. "Yeterince güç almadın mı benden?" "Aldım. Ancak gücün o kadar uzun zamandır uyuyor ki, ruhuma yerleşmesi sandığımdan da uzun sürdü. Sanırım bir süre daha böyle devam edeceğim." Kafamı kaldırıp yüzüne kısa bir bakış attım. Uzun, gri, düz saçları yüzünün çoğu yerini kapatıyordu. Kırışıklıkları daha da belirginleşmişti. Bedeni, an önce tesadüfen temas ettiğimden, buz gibiydi. Gerçekten hasta bir yaşlının bedenine benziyordu. Uzun boyuna rağmen çöken omuzları yüzünden, neredeyse aynı boydaydık. "Beni incelemeyi kes. Kendimi fazla yaşlı hissediyorum." Kaba olmayı umursayacağım son anda bile değildik. "Öylesin zaten." Meryem alınmadı hatta onunla zıtlaşmam hoşuna gitmiş gibi güldü. "Ne kadar da kaba bir kızsın sen?" Derin, titreyen bir nefes alıp verdi. "Ama hoşuma gidiyor senin bu hâllerin. Sivri dillisin. Bir kızım olsaydı, senin gibi olmasını isterdim." Yüzümü buruşturup ona baktım. "Şaka yaptım." dedi yüz ifademe daha çok gülerek. "Sen zaten benim kızımsın." Bu yüzümü daha da buruşturmama neden olunca, Meryem'in gülüşü kahkahaya dönüştü. Gözlerimi devirdim. Benimle eğlenmeye çalışıyordu kendince ve belli ki başarıyordu da. Sonunda, mezarların başındaki masaya geldiğimizde onu yavaşça sandalyeye oturttum. Ben de karşısındaki sandalyeye geçtim. Bana uzun uzun baktı. Ne düşündüğünü kestiremedim. Önümdeki fincana nazikçe çay koydu. Konuşmasını bekledim ancak ağzını bıçak açmıyordu. "Pamir'in öngörülerinden haberdar mısın?" dedim direkt konuya girerek. Çay koymayı bırakıp anında bana baktı. "Atalarından miras kalan bir özellik." dedi başıyla onaylayarak. "Beni görmüş son öngörüsünde." Meryem kaşlarını kaldırdı. Gerçekten haberi yok muydu yoksa benimle oyun mu oynuyordu emin değildim. Gerçi kaçırıldığımda zihnimde fazla kalamamış, güçsüz düşmüştü. Son olaylardan haberinin olmaması olağandı. "Alevlerin arasında, sakince ilerlediğimi görmüş." Yüzünü inceliyor, tek bir mimiğini kaçırmamak için dikkatli davranıyorum. Haberi yok gibiydi. "Bugün," Gözlerine baktım. "Durup dururken bir rüya gördüm. Uyumamama rağmen. Rüya mıydı yoksa başka bir şey miydi emin değilim. Her ne haltsa işte! Pamir'in öngörüsündeki gibi alevler gördüm. Bir köy yanıyordu. Fazla gerçekçiydi. Sürekli bağırıyordum. Dört kız çocuğu gördüm. Yakılıyorlardı. Sadece bir an gözlerimi ayırdım ve tekrar baktığımda," Duraksayıp yüzünü inceledim. "Kız çocuğunun yerinde sen vardın." Kaşlarını kaldırdı. "Ben mi vardım?" Başımla onayladım. "Haberinin olmaması imkansız Meryem. Zamanında beni babamın mezarında gittiğime inandırmıştın. Bu senin için çocuk oyuncağı. Amacın ne? Ne anlatmaya çalışıyorsun?" Hemen kendini savunmaya geçti. "Hâlimi görmedin mi Afra? Ayakta zor duruyordum. Sence onca derdimin arasında seninle bu tür bir oyun oynar mıyım? Senin tarafında olduğumu ne zaman kabulleneceksin acaba?" Yerinde rahatsızca kıpırdandı. "Gördüğün şeyler, kehanet kitabında geçer. Yanan Kaşeng Köyü'ydü muhtemelen. Çoğu tarih kitabında bulabilir, bilgi edinebilirsin. Kehanet kitabına göre, yanan kız kardeşler bizim atalarımız. Sizin evreninizdeki Orta Çağ dönemi, burada da yaşanmış zamanında. Dört kız kardeş, annelerinin yardımıyla şifalı otlarla ilgileniyor, merhemler yapıyormuş. Sonra, köyün ileri gelenleri durumu fark etmiş ve şikayette bulunmuşlar. O dönem yöneticiler Gölgelermiş ve kızların gücünü hafife almaktan çekinip kendilerine rakip istemediklerinden, onları yok etmeyi seçmişler. İnanışları ağır bastığından, kız kardeşler diri diri yakılmış ancak bilmedikleri bir şey varmış. Kardeşlerin ruhu sürekli yenilenmekteymiş ve farklı bedenlerde, her seferinde kardeş olarak yeniden doğuyorlarmış." Kaşlarımı çattım. "Bu durumda se-" "Hayır." dedi sözümü keserek. "Ruhum kız kardeşlerin ruhu değil. Ben, o kız kardeşlerin soyundanım. Annem öyle söylemişti. Dört büyükler buradan gelir. Güçlerini yıllar önceki atalarından alırlar. Kız kardeşlerin ruhuna ne oldu bilmiyorum ancak yok olmamış olsalardı, bilirdim. Zira güçleri her yerde hissedilebilir cinstenmiş." Derin bir nefes alıp verdi. "Senin bu konuyla alakan da kehanette geçiyor olmalı. Kitapta bazı bölümler anlamsız gibi geliyor her okuduğumda. Ancak eminim şimdi sen ortaya çıkınca ve bu olaylar yaşanınca anlam kazanan kısımlar vardır. Yeniden okumalı ve yorumlamalıyım. O süre zarfında da senin şu yer değiştirme olayını çözmeliyiz zannımca. Buraya hep taksiyle gelemezsin. Çok dikkat çekeriz." "Nasıl olacakmış o?" dedim alaycı bir ifadeyle. "Karan'a beni bırakmasını söyleyebilirim. Hiç sorgulamaz zaten oğlun da." İğneleyici tavrımı görmezden geldi. "Güçlerini ele geçirmelisin. O kurt köpeğini iyileştirmek için yaptığın gibi güçlerini kullanabilmelisin. Her şey dozla alakalı. Sana vermem gereken ilk ders sanırım güçlerini kullanarak yer değiştirmek." Kaşlarımı kaldırdım hayretle. Bahsettiği şey, Karan'ın yaptığı gibi benim deyimimle ışınlanmaktı sanırım. Elim başıma gitti. Kendimi birden yorgun hissetmiştim. "Ne yapmam gerekiyor?" Böylelikle boş vermiş tavrımın farkına vardı ve ona teslim olduğumu hissetti. Olmuştum zaten. Bu saatten sonra başıma ne gelirse gelsin umursamıyordum. Sıkılmaya başlamıştım zira. Yaklaşık bir saat, zihin kontrolünden bahsetti. Öyle çok konuştu ki, bir ara gözlerim kapanır gibi oldu. Ancak aynı zamanda ilgimi çekmeyi de başarıyordu bir yerde. Tüm o konuşmasının arasında birkaç cümleyi cımbızla çekip almış ve bunları benimsemiştim. "Zihnini boşaltmalı, sakin kalmalı ve içindeki güce odaklanmalısın." "Eğer bir anda fazla güç kaybedersen, güçsüz düşersin." "İçindeki güç asla tükenmez. Kendine güveneceğin zamanlar kadar, güvenemeyeceğin zamanlar da olacak. Kararı sadece sen verebilirsin." "Gücünü gizlemeyi yavaşça öğreneceksin. Şimdilik ben ve kız kardeşlerim yardımcı oluyoruz ancak dediğim gibi güçlerimiz tükeniyor. Seni gizlemek sandığından da zor." Delirecektim sanırım. Ben ne zaman tüm bu saçmalıkları kabul eder olmuştum? "Şimdi," dedi elini çırparak. "Hadi, dene. Mesela, şu mezar taşına taşı kendini. Gözlerini kapat, detaylara odaklan. Kendine odaklan ya da... Saçını savuran rüzgara odalan." Dediklerini yaptım. Gözlerimi kapattım ve saçımı savuran rüzgara odaklandım. Ancak tık yoktu. Gözlerimi sıktım, kendimi sıktım ancak olmadı. Olmadığını Meryem de farkındaydı. "Olmuyor." "Hemen pes etme Afra. Güç uyandırmak sandığından çok daha zordur. Kontrolü kaybetmemek adına yavaş gitmek her zaman avantaj. İyi tarafından bakmalısın." Dedikleri mantıklıydı ancak yine de sonuç istiyordum. "Tamam," dedi birkaç dakika sonra. Kendimi sıkmaktan başım ağrımıştı zaten. O durdurmasa ben duracaktım artık. "Derin derin nefesler al. Kafanı boşaltmaya çalış. Çok hızlı gittiğimiz için böyle oldu." İçim bunalmıştı bu nedenle ayağa kalkıp dolaşmaya karar verdim. En azından dakikalardır hareketsiz olan bedenim biraz canlanırdı. Ellerimi salladım. Stres mi olmuştum yoksa? Sıcak basıyordu bir de. "Afra." dedi Meryem tamamen bana dönerek. Eminim ayağa kalkmak istemişti ancak gücü olmadığından kalkamamıştı. "Sakin ol." "Sakinim zaten." "Değilsin kızım. Sakin ol. Bu ilk denememiz." Elimle yüzümü sınavladım. "Sorumluluklarının farkına vardığından böyle hissediyorsun." dedi. "Sandığından daha güçlüsün. Her anında yanında olacağım. Sadece sakin olmalı ve dediklerimi yapmalısın." Neden stres olmuştum ki? Olmamıştım. Meryem dediklerinde haklı olabilirdi ancak kendimi sorumluluk sahibi hissetmiyordum. Sadece deniyordum ve olmaması sinirimi bozmuştu. Meryem haklı değildi. Öyle olsa bilirdim. Kendimi tanıyordum. "Otur ve dinlen biraz. Ben de o sırada kehanet kitabına göz atayım. Kitap senin yanında değil, değil mi?" Başımı olumsuz anlamda salladım. "O hâlde kopyası lazım. Alıp geleceğim. Bekle." Başımla onayladım. Alması uzun sürmedi. İşleri Karan'dan daha hızlı hallediyordu bu güçsüz haliyle bile. Ne de olsa doğanın ruhuydu. Ondan daha hızlısı olamazdı. Ben dışında. Bu düşünce kendime olan güvenimi geri getirdi. Bir gerçek vardı ve eninde sonunda gücümü elime alacaktım. Meryem'in dediği gibi sakin kalmam yararıma olurdu. Ben önümdeki çayı yudumlarken, Meryem elindeki kitaba göz atıyordu. Yer yer kaşlarını kaldırıp hayrete düştüğüne yer yer gözleriyle yazılanları atladığına şahit oluyordum. En sonunda kitabı kapattı ve bana baktı. "Alevler içinde Araf. Ve bir sabah küllerinden, Gözlerini kısıp gözlerime baktı. "İlk okuduğumda Araf'ın bir insan olma ihtimalini sorguladım ancak o kadar düşük bir ihtimaldi ki." Kafasını salladı. "Şimdi daha anlamlı geliyor. Cehennemin yangınla yok olacak ve cennet olarak doğacaksın. Kurtuluşun cennet yanın olacak." "Hiçbir şey anlamadım." Meryem boş boş yüzüme baktı. Nasıl anlayabilirdim ki sonuçta? "Neyse." dedi. "Sakinleştiysen devam edelim." Başlamadan önce baş parmağımla onu durdurup masada deminden beri yediğim ve son bir tane kalan kurabiyeyi ağzıma tıkıştırdım ve dolu yakalarımla ayağa kalktım. "Ayakta deneyeceğim." dedim dolu ağzımla. Çiğnemekten çenem yorulmuştu. Deminden beri denediğim şeyi yeniden denedim. Olana kadar deneyecektim sanırım. Bugün olmalıydı. Ancak bir anda, tanıdık bir ses duydum. Karan'ın sesi. Çok yakından geliyordu. Gittikçe yaklaşıyordu. Bir anda gözlerimi açıp Meryem'e döndüm. Ayağa kalkmaya çalıştı ama başaramadı. "Yanıma yaklaş. Seni geri götürmeliyim. Karan geliyor!" Ona doğru yaklaşırken, Karan'ın sesini bir kez daha duydum. "Afra!" dedi Karan. Bağırıyordu. Meryem'in yanında durup elini tuttum. Beni bir an önce götürmeliydi. Panik olmuştum. Karan beni yakalarsa söyleyebileceğim bir yalanım yoktu. "Olmuyor." dedi Meryem. "Fazla güçsüzüm. Mevcut gücüm ikimizi de taşımaya yetmiyor." Meryem'in söylediklerinden sonra daha da panik olduğumda, Meryem'e döndüm. Önemli olan benim yakalanmam değildi. "Hemen kaldır şu masayı ve mezar taşlarını. Karan'a görünemezsin. Ben halledeceğim. Merak etme." Meryem istediklerimi yaptı ve gitmeden hemen önce gözlerimin içine baktı. "Sakın," dedi. "Sakın anlamasına izin verme." Onu başımla onayladım ve gidişini izledim. Zorlandı ancak başardı. Etrafıma bakındım. Karan kaybolmuşum gibi bağırarak beni arıyordu. Burada olduğumdan nasıl haberi olmuştu bilmiyordum ancak biraz daha burada kalırsam, beni bulacaktı. Beni bulursa ona ne söyleyecektim? Tanrım, tamamen sıkışmıştı!. Beni burada bulmamalıydı. Arkamı döndüm ve sesin geldiği yönün aksi yönde koşmaya başladım. Yakında evleneceğim adamdan kaçıyordum. Hem de koşarak. Bu tamamıyla saçmalıktı! Karan'ın sesi ne kadar koşarsam koşayım asla uzaklaşmıyordu. Hatta bir ara elimi dizlerime dayayarak dinlenmek istemiştim ancak bu, benim lehime sonuçlanmış, Karan'ı yakınlarda hissetmeme yol açmıştı. Evet, insanlar yaklaşınca hissediyordum. Bu Neriman Suskun'un bana kattığı bir özellikti. Hızlı adımlarım beni saklayacak kadar kalın olan bir ağacın arkasına yöneldi. "En son buraya bıraktığına emin misin?" dedi Karan. Yalnız değil miydi? Bir süre ses gelmediğinde telefonla konuştuğunu anladım. "Ne diyor taksi şoförü?" Dinledi. "Afra'nın bileğindeki leke onu tanıyabilmesi için geçerli bir sebep değil İlke! Deniz kapısı kilitli, içeriden ses gelmiyor diyince eve gitme gereği duymadan direkt ormana geldim. Kesin uyuyakalmıştır o şimdi!" Tanrım. Bunu hiç düşünmemiştim! Adam bileğimdeki rakamı görmüş olmalıydı. Karan vazgeçmiş olmalı ki, yavaşça uzaklaşmaya başladı. "Bir dakika, tam olarak nerede bırakmış kızı?" Şüphelendiğini hissettim. Buraya daha önce de geldiğimizi hatırlamış olmalıydı. Elimi ağzıma götürdüm ve sakin kalmaya çalıştım. Görünüşe göre adam, yanımda bir kız kardeşim olduğunu henüz söylememişti. Eğer söylerse, Karan durumu bir şekilde sorgulamayı bırakabilirdi ancak şu an bulunduğumuz mekan fazla şüpheliydi. Her türlü şüphelenecekti! Ben bunları düşünürken, Karan telefonu kapatmak için harekete geçti. "Afra'nın gücünü yakınlarda hissediyorum ama ev o kadar da uzak değil. Fazla değişken bir güç yaydığından normal gelmişti ama taksicinin bıraktığı yer fazla şüpheli. Gücü de sadece çok yakınımda olduğunda bu denli yoğun oluyor. Son kez bakıp eve döneceğim." Telefonu hemen kapattı. Karan'ın adımlarının, bulunduğum yere doğru yöneldiğini hissettiğimde gözlerimi sımsıkı kapattım. Elimi saçlarıma geçirdim ve beni bulmasını bekledim. Sağa ya da sola doğru koşamazdım. Beni görmemesi imkansızdı. Kastığım bedenim yüzünden bacaklarımdaki tüm gücün çekildiğini hissettim. Ancak beklediğim an hiç yaşanmadı. Zira bedenime akın eden ev sıcaklığıyla gözlerimi birden araladım. Kaşlarımı çatıp etrafıma bakındım. Evdeydim. Şaşkınlığım fazlasıyla tazeydi ancak durmadım. Üzerimdeki kıyafetleri çıkartıp hızla dolabıma tıkıştırdım ve evden ayrılmadan önce giydiğim kıyafetlerimi geri giydim. Zaman kaybetmeden yatağa girdim ve kapıya arkamı dönüp uyumuş numarası yaptım. Tahmin ettiğim gibi oldu. Karan, eve ışınlandı ve kapımı tıklattı. Ses çıkartmadım. "Afra, girebilir miyim?" Sessizliğimden bir sonuca varamamış olmalı ki kapının kilidini güçlerini kullanarak açtı ve yavaşça aralayıp içeri girdi. Bana baktığını hissedebiliyordum. Neyse ki ona sırtım dönüktü. Yavaş adımları yatağa doğru yöneldi. Yatağın etrafını dolandı ve tam karşımda durdu. Eğilip saçlarımı okşamaya başladığında, içimden koca bir oh çektim. Şüphelenmemişti. "Uyanık olduğunu biliyorum. Aç gözünü." Eli göz kapağımın üzerinde gezindi. Kalbim ağzımda atıyordu şu an. Şüphelenmiş gibi görünmüyordu! Neden böyle söylemişti şimdi? "Neler oluyor," Nefes aldım. "Anlat bana." Ve derin bir nefes verdim. Neler oluyordu anlayamıyordum. Nerede yanlış yapmıştım. Ormanda orada olmadığıma gayet ikna olmuş gibiydi. Kesinlikle sıkışmıştım ve ne yalan söylersem söyleyeyim, Karan'ın içinde hep bir şüphe olacaktı. Onu tanıyordum. O da benim gibiydi ve bu işin peşini bırakmayacaktı. Korktum. Aklıma Meryem'in Karan'ın bize yaklaştığını fark ettiğindeki gözleri geldi ve daha da çok korktum. Zira Karan'ın Meryem'i öğrenmesi demek, ondan bir şeyler sakladığımı da öğrenmesi demekti ve bu, bana olan güvenini derinden sarsacaktı. Yavaşça gözlerimi araladım ve bana dikkatle bakan Karan'la göz göze geldim. Yattığım yataktan yavaşça doğruldum. Ayaklarımı sarkıttım. Şimdi karşı karşıyaydık ancak aramızda buzdan duvarlar vardı sanki. Aşılmaz duvarlardı. Bakışlarından okunuyordu aklındaki sorular. O sorular dudaklarına uğramak üzereydi ve ben, bu durumu oldukça sakin karşılıyordum. Bu, onunla ilk karşı karşıya gelişimiz değildi. Ve sanırım bu, son olmayacaktı. |
0% |