Yeni Üyelik
31.
Bölüm

30- KADERİN SARSILMAZ AĞLARI

@elfhikayelerii

Büyürken acıya dayanmak için pek çok yol öğrenmiştim. Bazı geceler, canımdan, etimden, kemiğimden var olan sinsi acı bileklerime kadar acıtırdı ama ben acıyı kesmek yerine dayanmayı tercih ederdim. Benden bir parça gibi olan o acıyı bir şekilde atlatırdım çünkü bilirsiniz, insan kendi kabuslarının içinde her zaman vardır ve var olmaya da devam edecektir. O kabuslardan ancak kendi başınıza uyanabilirsiniz. Dayanarak, yeri geldiğinde susmayı bilerek. Çünkü bu savaş bağırarak değil susarak kazanılır. İnsan kendine ve çaresizliklerine bağıramaz. İçimizdeki savaş hep sessiz ve diğer savaşlara oranla katbekat daha acı vericidir.

Kabuslarımdan uyanma, acımla başa çıkma konusunda çoğunlukla başarılı da olurdum. Arada ağlar, dualar eder, cenin pozisyonunda sabahlardım ama bir şekilde, güneş doğduğu zaman geçerdi.

Şimdiye kadar yaşadığım onca şeyin, çocukken beyaz bir elbise giymek zannettiğim gelin olma eylemi kadar acı vermediğini söyleyebilirim. Zira şimdiye kadar hiçbir acı canımı bu denli yakmamış, dizlerimin bağını çözmemiş, nefesimi kesmemişti. Belki de acılarımı yarıştırmayı bırakmalıydım çünkü her seferinde galip gelen acım, daha önce benimle olmayan bir acı oluyordu.

Şimdi olduğu gibi.

Afra Suskun Başer, damadı tarafından gelin olmaktan nefret ettirilmişti.

Afra Suskun Başer, gerçek mi yoksa sahte mi bilmediği düğününden, nefret etmişti.

2 saat önce:

Camdan dışarıya baktım. Hava normalde olduğundan çok daha karanlıktı. Sarayın içi aydınlık olsa da dışarıda zifiri karanlık vardı ve bu karanlık, kafamda dönüp duran belirsizliği çok iyi yansıtıyordu. Gözlerim, karanlığa rağmen az çok görülen saray duvarına kaydı. Birazdan, gördüğüm bu devasa duvarın ardında Kraliçe ilan edilecektim ancak bir şeyler yanlış geliyordu. İçim bunalıyordu ve ben bunun sebebini evlilik hakkındaki sığ düşüncelerime bağlamaktan çekinmiyordum.

Karan Başer, Afra Suskun'un tıpkı şu an incelediğim saray duvarı gibi olan pek çok devasa duvarını yıkmıştı. Evlilik hakkındaki duvarlarını da yıkabilecek miydi, görecektik.

Derin bir nefes aldım. Üzerime tam oturan gelinliği çekiştirdim. Gergindim ve bunu da açıkça gözler önüne seriyordum. Bu iyi değildi zira birazdan pek çok insana kendimi takdim edecektim. Her biri beni inceleyecek, hakkımda konuşacaklardı. Güçlü görünmeli ve Karan Başer'in karısı değil, Afra Susku olarak çağırılmalıydım. Ancak ondan önce uzun süredir arkamda olan ve beni izleyen Karan'ın gözlerine bakabilmeliydim.

Zar zor da olsa arkamı dönmeyi başardım ve Karan'la göz göze geldim. Dudaklarında derin bir gülümseme vardı. Eliyle diğer bileğindeki kol düğmesiyle oynuyordu. Aklından ne geçiyordu bilmiyordum. Dudaklarını araladığında sırtım bir yay gibi gerildi.

"Çok güzel olmuşsun." Karan, henüz yeni çıkan İlke'nin hemen arkasından hazırlandığım odaya girip beni baştan aşağıya süzmüş ve yaklaşık otuz saniyelik bir afallamanın ardından bu cümleyi kurmuştu. Varlığını hissetmiş ancak arkamı dönme gereği duymamıştım zira hem bu gergin hallerimden utanıyordum hem de birazdan evlenecek olmamız beni geriyordu. Ancak düşüncelerimin aksine kızıllarına odaklanmak beni rahatlattı. Hayran bir ses tonuyla kurduğu cümle, beni uysallaştırdı. "Teşekkür ederim." dedim ufak bir tebessümle. Ancak üzerimdeki bu etkisi uzun sürmedi. Şu an söylediği normalde şok etkisi yaratacak tek bir kelime bile beni şok etmiyordu zira her duyguyu yükseklerde yaşıyordum. Heyecandan mı yoksa kendime bir türlü güvenemememden mi bilinmez, zihnim aynı anda pek çok yerde gibiydi.

Onu baştan aşağıya süzdüm. Üzerinde beklediğimin aksine damatlık yoktu. Oldukça geniş olan omuzları, siyah bir tören takımıyla tamamlanmıştı. Karan'ın hep kendine ait olan dik duruşu şimdi daha sağlam, daha özgüvenliydi. Üzerinde rozetler asılıydı kısaca tam bir lider gibi giyinmişti. Söylediklerine göre burada, bölge sahiplerinin düğün töreninde damatlık yerine lider olduklarını belli eden bir tören takımı giyiliyordu. Herkesin rozeti Karan'ınki kadar mıydı bilmiyordum. Tek bildiğim Karan'ın fazlasıyla rozeti vardı ve her biri için savaştığını biliyordum. Geçmişi hakkında pek konuşmamıştık. Sadece babası için savaştığını biliyordum. Çok canı yanmış olmalıydı. İç çektim. Oldukça gösterişli olan takımına son kez baktım.

"Gidelim." dedi koluna girmem için yanıma gelirken. "Bizi bekliyorlar." Az önce İlke bana tören boyunca yapmam gerekenleri harfiyen anlatmıştı. Hepsi aklımdaydı ancak aynı zamanda değil gibiydi de.

"Sakin ol. Sadece gülümse ve bana ayak uydur. Eminim üstesinden gelebiliriz." Bunca şeyin arasında benim aşırı derecede stresli olduğumu nasıl anlamıştı? Dışarıdan belli etmediğime emindim.

Sanırım benim onu tanıdığım gibi o da beni tanıyordu.

"Sakinim zaten." Bir şey söylemedi. Kapı açıldı.

Uzun, geniş koridorda yürürken, büyük camların önünde sıraya dizilmiş birkaç adam gördüm. Her biri güvenlik için buradaydı. Burası gerçekten büyük bir saraydı. Yalnızca kıyafetleri benim evrenime göre moderndi. Bu tuhaf evrenin tarihini araştırmayı aklımın bir köşesine yazdım. Eminim pek çok olay yaşanmıştı ve yaşanan çoğu olay Meryem'in bana verdiği günlük ve kitapta yazıyordu.

Sonunda koridor bitti. Karşımızda üç metre civarında, oldukça büyük bir kapı vardı ve kapının ardında sayısız konuk olduğunu biliyordum. Yanlış bir şey yapmamak için kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Duru'nun öğrettiği nefes egzersizlerini denedim.

Duru.

Yanımda olmasını ister miydim?

Kendime bu soruyu sorunca canım öylesine çok yandı ki hava dolduramadım ciğerime. Olmadı. Cevabı biliyordum ve bu nefeslerimi kesiyordu. Yalnızlığım canımı yakmıştı. Normal bir günden hissedilmeyen yalnızlığım şimdi yüzüme tokat gibi çarpıyordu.

Hayır. İstemezdim. Duru'nun yanımda olmasını istemezdim.

Ne olursa olsun bir zamanlar Necdet Suskun benim babamdı ve Duru, Necdet Suskun'un katilleriyle iş birliği yapmıştı. Beni vurabileceği en acı şekilde arkamdan vurmuştu. Kolay insan silen bir kişiliğe sahiptim. Duru'yu silmek uzun sürmemişti. Bu da o kadının eseriydi. Meryem'in oyunu yine işe yaramıştı.

Kendimi telkin ettim. Elimi topuzumun izin verdiği kadarıyla saçlarımdan geçirdim. Daha önce pek çok kez sayısız insanın önüne çıkmıştım. Konuşmalar yapmıştım. Bu da onlardan biriydi. Böyle farz edecektim. Üstelik ben hep yalnızdım. Evlenirken de yanımda birinin olmayacağını biliyordum. Evleneceğimi düşünmemiştim ama öyle bir hata yaparsam yapayalnız olacağımı da hesaba katmıştım. Kötü hissetmemeliydim. Elimdeki güç, benim arkadaşım olabilirdi. O kadar güçlüydüm ki yalnızlığa da katlanabilirdim.

Gözlerim dolacak gibi oldu ama bunu hemen önledim. Gözlerimi sürekli kırptım ve boğazımı temizledim. Ağlamamalıydım. Şimdi olmazdı.

"Hazır mısın?"

Değildim.

"Evet." Kısa ve net cevabımdan sonra Karan dönüp göz ucuyla bana baktı. Sakin olduğuma emin olduktan sonra, sanırım bu sefer daha iyi saklamıştım duygularımı, kapıların önünde hazır bekleyen adamlara başıyla emir verdi ve kapılar, ağır ağır açıldı.

Çalan oldukça hareketsiz keman ve piyano eşliğinde, bu düğün marşı gibi bir melodiydi, tıpkı bu ağır melodi gibi biz de ağır ağır karşımızdaki beyaz çiçeklerle süslenmiş yolu yürümeye başladık. Herkes bize bakıyordu ve bu beni strese sokuyordu. Gerçek bir evlilik olmasa da canımı sıkıyordu.

"Bu kim, tanıyor musunuz siz?" Herkes, şok içerisinde bana bakıyordu. Az önce tüm bu bakışlardan habersizdim. Tam önüme bakıyordum ancak yüz ifadelerini incelemek için onlara döndüğümde, neden böyle baktıklarına anlam verememiştim.

"İnanamıyorum! Tıpkı ona benziyor. Ölmemiş miydi? O zaman bu kim?"

Kimden bahsettiklerini biliyordum.

Önemsemedim o an. Ne hissettiğimi bilmiyordum ama önemsesem üzülürdüm sanırım. Yansımamın gölgesinde kaldığım için kızardım. Kime bilmiyorum ama kızardım işte.

Çiçekli yolu yürümeyi bitirdik ve önümüzdeki iki basamağı çıkıp davetlilere doğru döndük. Karan'ın kolundan çıktım.

Bizim orada nikah memuru olurdu, sorular sorar ve onay vermemizi isterdi.

Burada da işler benzerdi. Yalnızca tek bir fark vardı.

"Önce elini Karan kesecek ve birkaç damla kanı önünüzdeki kâseye damlatacak. Bu, 'Karşımdaki kişiyle kan bağımız yok ama ben sonradan oluşturmayı kabul ediyorum.' demek gibi bir şey. Sonra bıçağı sana verecek. Canın yanabilir ama dayan. Sağ eline ufak bir çizik at ve birkaç damla kanı kâseye damlat. Sonra resmi olarak evlenmiş sayılacaksınız."

İlke tam olarak böyle söylemişti.

Bize sorular soran adam ne benim ne de Karan'ın adını ağzına almamıştı. Bunu önemsemedim. Sürekli karşımızda patlayıp duran flashları önemsemediğim gibi.

Konukları incelemeye karar verdim. Her birini memnun etmek için sayısız garson hizmet ediyordu. Karan hiçbir masraftan kaçınmamıştı. Hemen karşımızda tek sıra halinde dizilen dört masa vardı ve her masanın arkasında da kendileri dışında üç masa daha vardı. Yani törende toplam on altı masa vardı. Ama bu büyük alanı kaplıyorlardı. Fazlasıyla büyük olan bu masaların çoğu yeri beyazdı. Renkli çiçeklerle ortama renk katılmıştı. Her masada en az beş kişi vardı bu da seksen civarında konuk olduğu anlamına geliyordu.

En sonunda, ikimiz de teker teker evet dedik ve Karan, yanında duran adamından aldığı bıçakla eline ufak bir kesik attı. Bunu yaparken tek bir mimiği bile oynamadı. Elini yumruk haline getirdi ve gözlerimin tam içine baktı. "Sen, Afra Suskun. Seni tanıdım, sevdim. Şimdi de karım olmanı istiyorum." Elinden akan birkaç damla kanı, kâseyle buluşturdu. Kâsenin içinde siyah bir sıvı vardı. Ne olduğunu bilmiyordum. İlke bundan bahsetmemişti.

Sıra bana geldiğinde Karan elindeki bıçağı bana uzattı. Göz göze geldik. "Yapmak zorunda değilsin." dedi kulağıma eğilerek. Eğer yüzümde saniyede bir flash patlamasaydı ona kaşlarımı çatardım. Cevap vermeden elinden beyaz olan bıçağı aldım. Üzerinde hâlâ Karan'ın kanı vardı.

Sağ elimi kaldırdım. Konuklara baktım ve avcumu, boylu boyunca kestim. Akan kanı tıpkı Karan gibi elimi yumruk yaparak elimde biriktirdim. Sevdiğim adamın kızıllarına diktim bakışlarımı. Gözlerinde anlamlandıramadığım bir ifade vardı.

Karan Başer mutluydu sanırım.

"Sen, Karan Başer. Seni tanıdım, sevdim. Şimdi de kocam olmanı istiyorum." Elimde biriken kanı kâseye damlattım. Üstelik aşırı mimiksiz bir şekilde. Konuklara son bir bakış attım.

Ben, Afra'ydım. Afra Suskun. Hafza değildim. O kız değildim.

Bakışımı önemsememiş olmalılar ki, her biri yeniden önlerine döndüler ve aralarında asla anlamadığım meseleler konuşmaya devam ettiler. O sırada İlke ile göz göze geldik.

Gözleri mi dolmuştu? Tanrım, o da mı bana bakınca o kızı görüyordu?

Ben de ağlamak istedim ama tuttum gözyaşlarımı. Öyle sıktım ki kendimi, gözyaşlarım geri döndü gözlerime. Akmadılar bile.

Beni takmayan konuklara baktım. Her birini aklıma kazımaya çalıştım. Zamanı geldiğinde, onlara Hafza olmadığımı, Afra olduğumu gösterecektim. Derin bir nefes aldım ve en sonunda Karan'ın yanına geri döndüm. Evlilik törenimiz bitmişti ancak şimdi, çok daha önemli bir tören vardı.

Koluna girmem için kolunu uzatan Karan'a gülümsedim. Evet, sahte bir gülümsemeydi bu. Konuklara arkamızı döndük ve tam beş büyük basamak adımladıktan sonra birbirimize döndük.

Arkamızda beliren iki görevli ikimize de aynı anda elinde tuttukları tören pelerinlerini giydirdi. Pelerinler giydirilirken gözlerimizi birbirinden asla ayırmadık. Daha sonra pelerin giydirmekle görevli olanlar arkamızdan ayrıldı ve sıradaki iki görevli yerlerine yerleşti.

"Sen, Afra Suskun." dedi Karan görevlilerin varlığını hissettiğinde. "Tanıdım, sevdim ve şimdi korumam altına almayı kabul ediyorum. Atalarımız, atalarımızın yönettiği kutsal topraklar ve kutsal güçler adına, seni kraliçem ilan ediyorum!" Konuşmasını bitirdiğinde yavaşça arkasını döndü ve eline aldığı kraliçe tacıyla bana döndü. Pelerinimi savurarak eğildim ve dizimi yere koymak yerine, pelerinime koydum. Bu, canımı görevime adayacağımı ve bunu yaparken de sağlığıma dikkat edeceğimi belirten bir gelenekti. Eskiler biliyordu ki gerçekten iyi bir yöneticiysen, erken ölmek hiçbir zaman var olmayacak bir tarih yaratır ve gelecek nesiller o gerçekleşmeyen hayallerin ortasında kulaç attıkça batardı.

Ve eğer kötü bir yöneticiysen, ayağını kaydırmak bir pelerine bakardı.

Hep diken üstünde ol diyordu bu gelenek. Ya iyi bir yönetici ol ya da diken üstünde ol.

Tacım, başıma Karan tarafından nazikçe bırakılsa da ağırlığını hissettim. Derin bir nefes alarak ayağa kalktım ve parlayan gözlerinin içine baktım.

"Sen, Karan Başer." Gülümsemek istedim ancak engel oldum kendime. Zira bu ciddi bir işti ve ciddi olmakta fayda vardı. Ancak belli ki Karan asla öyle düşünmüyordu. Karan'ın ne düşündüğünü sürekli dudağıma kayan gözlerinden az çok anlayabiliyordum ancak önemsemedim. "Tanıdım, sevdim ve şimdi korumam altına almayı kabul ediyorum. Atalarımız, atalarımızın yönettiği kutsal topraklar ve kutsal güçler adına, seni kralım ilan ediyorum!"

Tanrım, burada benim atalarım yoktu ki! Meryem'in anlattığına göre benim atam yoktu!

Aslında kral kimsenin karşısında diz çökmezdi. Ancak Karan, konuklara benim onun üzerindeki etkimi göstermek için önümde diz çökmeye teklif etmişti ve bana söz düşmesine izin vermeden kendi kendine teklifini kabul etmişti.

Karan tıpkı benim yaptığı gibi pelerinini savurdu ve dizini üzerine koydu. Arkamı dönüp kral tacını elime aldım. Oldukça ağırdı hatta benim tacımdan bile ağırdı ancak bozuntuya vermedim. Ona doğru dönüp, hafifçe eğilerek o çok sevdiğim kıvırcık saçlarının üzerine tacı tıpkı onun gibi nazikçe bıraktım. Bugün saçlarının kıvırcık olmasına izin vermişti hatta bir tutam saçı, nefesimi kesmek istermiş gibi alnına düşmüştü. Karan, yavaşça doğruldu ve keskin bakışlarını gözlerime mıhlayıp elimi tuttu. Beş basamak daha çıkarak tahtlarımıza arkamızı döndük ve Karan hafifçe elimi sıktığında, pelerinlerimizi savurarak aynı anda oturduk.

Kendimi hiç bu kadar kudretli ve irade sahibi hissetmemiştim.

Tahta oturduğumuz andan itibaren, Karan elini kaldırdı ve uzun zamandır çıt çıkmayan kalabalık artık sessizliği bozdu ve birden çalmaya başlayan dans şarkısıyla herkes kendi hâlinde takılmaya başladı. Bir süre, eğlenen konukları izledik. Hiçbirini tanımıyordum ancak sıradan insanlar olduklarını görebiliyordum.

Birkaç düğün şarkısından sonra, ki buradaki düğün şarkıları da düğün de asla bizim düğün şarkılarımız ve düğünlerimiz gibi değildi zira kimse ortada halay çekmiyor ve çocuklarımızı pistten alalım diye uyarmıyordu, çoğu kişi yoruldu ve dinlenmek için masalarına döndüler. Ancak enerjisi bitmeyen bir tayfa vardı ki, asla oturarak zaman kaybetmiyorlardı.

Mesela, İlke.

Tanrım, İlke delirmiş gibi oynuyordu!

Ona bakmamaya dikkat ederken diğerlerini izledim. Gözlerim konuklar arasında dolandığında kimseyi tanımadığımı fark ettim. Rasım Dayı yoktu mesela. Asuman Teyze yoktu. Onları da görmek isterdim zira Karan'a fazlasıyla değer verdiklerini biliyordum. Karan mı çağırmamıştı yoksa onlar mı gelmek istememişti bilmiyordum.

Karan'la aramızda bu kalabalık ve gürültülü ortama rağmen derin bir sessizlik vardı. Sanki bilerek konuşmuyor, sessizliği tercih ediyordu ya da ben kafamda kuruyordum. Ancak eminim onu izlediğimi fark etmişti ve bana bilerek dönmemişti.

Bir şeyler dönüyordu.

Karan sonunda onu uzun süredir izlememden rahatsız olmuş olmalı ki yavaşça bana doğru eğildi ve aramızdaki gerici sessizliği sonlandırdı. "Birazdan dans edeceğiz. Dansı öğretmek için vaktim olmadı. Sadece bana ayak uydur olur mu? Ben seni yönlendireceğim." Başımla onayladım. Dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu ama yemezdim ben bunları.

"Danstan sonra düğünümüzde keyifler biraz kaçabilir." Dayanamayıp kaşlarımı çattım ve dans edenleri izlerken takındığı gülümsemeyi izledim. Sahte bir gülümseme olduğunu diğerleri anlayamazdı belki ancak ben anlıyordum. Onu tanıyordum. Ancak tanımıyordum da aynı zamanda. Tam anlamıyla tanısam ona, "O ne demek?" diye sorar mıydım hiç?

"Sadece izle. Çok iyi şeyler olacak. Bizim lehimize olan şeyler. Sana sonra açıklarım." Ona güvenmeyi seçtim. Sanırım bana zarar vermezdi. Doğasında bana zarar vermek yoktu. Beni korumak vardı.

Basamakları çıkıp önümüzde saygıyla eğilen bir görevli üzerinde tıbbi malzemeler olan bir tepsi uzattı. Sargı bezi gibi şeyler. Elimizdeki yaralar için olmalıydı.

Elimi uzattığımda, Karan elimi tuttu.

"Bekle." Ne yaptığına baktım. Benden önce sargı bezine uzandı. Merhemi de aldı ve elimi avcunun içine aldı.

"Evlilikten sonra, yeni evli çiftler ellerini birbirlerine sardırırlar. Bundan sonra tüm yaralarını ben saracağım dermiş gibi." Gülümsedi. Tüm bunları söylerken bir yandan da elime merhem sürüp sarmaya çalışıyordu. Bir kez bile gözlerime bakmamış, elimle ilgilenmişti.

Bu beni de gülümsetti. Elimi sarmayı bıraktığında, diğer sargı bezine bizzat uzandım. Merhemin kapağını açtım. Elini tahtımın kenarına koydum. Merhemi yaranın çevresine güzelce sürdüm. Sargı beziyle nazikçe sardım ve sabitledim.

"Teşekkür ederim." dedim elimi göstererek. "Ben teşekkür ederim." dedi. Gülümsedim. Onun gibi.

Önümüzde eğilen görevli geri çekildiğinde Karan önüne döndü. Tam karşısındaki adamla göz göze geldi. Başıyla onay verdi ve adam ortamdan ayrıldı. İlke Karan'ın adama verdiği işareti hissetmiş gibi oynamayı bıraktı ve çok yorulmuş gibi kenara çekildi.

Bir şeyler dönüyordu. Bunu bugün kaçıncı hissedişimdi bilmiyordum ancak gerçekten iyi şeyler olmayacak gibiydi. Kendimi çok huzursuz hissediyordum. Yerimde rahatsızca kıpırdandığımda Karan elime uzandı.

"Şimdi biraz çevre edin bakalım, Afra Başer. Artık birlik olacaksak ve plan yapmama yardım edeceksen buradaki çoğu insanı tanımalısın." Elimdeki eline baktım. Daha sonra gözlerine çıkarttım bakışlarımı. Ciddiydi.

"Tam da ne zaman tanıştıracaksın diye düşünüyordum." Bunu yapmak belki gerginliğini alırdı. Birlikte ayağa kalktık ve yine Karan'ın koluna girdim. Basamakları aşarken konuşmaya başladı.

"Fark ettiysen en önde dört masa var. Her biri dört bölgeyi temsil ediyor. Kraliyet düğünlerine genelde dört bölge de davet edilir. Barış yanlısı olduğunu göstermek için. Her birine özen gösterilir ve özenle ağırlanır." Zorla güldüğü için bazı harfleri yutmak zorunda kalmıştı. Onu dinlerken ben de tanımadığım insanlara sırıtmaya çalışıyordum ve bu çenemin ağrımasına neden oluyordu. Basamakları bitirdiğimizde masalara yöneldik.

"İlk masa Doğu, ikinci masa Batı, üçüncü masa Kuzey yani bizim, dördüncü masa da Güney masası. Gördüğün gibi bizim masada doğru düzgün insan yok çünkü onları çağırmadım." Sesinde gurur vardı ve bu az kalsın kahkaha atmama neden olacaktı. Bizimkiler diye bahsettiği ve gururlandığı kişi muhtemelen üvey annesiydi. "Çağırmadım ama birazdan burada olurlar. Kaos kokusu yayılıyor mükemmel düğünümüzden. Neden diye sorma bile. Pamir birazdan gelecek. Ona çok güzel sürprizlerim var. Diğer masadakilerle tanıştıracağım seni. Arka masalarda oturanların bazıları arkadaşlarım bazıları da sadece burada bulunma izni olan gazeteciler. Birkaç fotoğraf alacaklar yalnızca. Yüzümüz gizlenecek şimdilik." Bu demek oluyordu ki yüzümde patlayan sayısız flaşın sebebi gazetecilerdi.

"Kang Bey, hoş geldiniz!" Elini uzattığı adamla kısa bir selamlaşmadan sonra, adam kızıl gözlerini bana dikti. Benden oldukça uzun ve yapılıydı. Öyle ki, üzerindeki takım elbise kısa gelmişti. En ufak bir hareketinde kopmaya meyilli düğmelerine dikkat ediyor, rezil olabileceğini düşündüğünden rahatsızlık duyuyordu. Saçları gürdü. Fazla yaşlı olmasa da, benden de Karan'dan da yaşça büyüktü. Çekik gözleri üzerimde dolaştığında Karan söze girdi. "Eşim Afra." Beni tanıttığında adam elini uzattı. Yüzündeki samimi olup olmadığını anlayamadığım gülümsemesine karşılık verdim ve elimi uzattım. Hafifçe eğilip elimi öptü ve bozuk Türkçesi ile konuşmaya başladı.

"Tanıştığımıza memnun oldum Afra Hanım. Ben Doğu yöneticisi Kang Min-jun. Kısaca soyadımla seslenebilirsiniz. Nasılsınız?"

"İyiyim. Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?"

"Ben de iyiyim Afra Hanım. Teşekkür ederim. Tanıştığımıza memnun oldum."

"Ben de öyle."

"Biz diğer konuklara da selam verelim. Kang Bey, iyi eğlenceler." Karan başıyla selam verdi ve koluna girmem için kolunu uzattı. Arkamızı döndük ve yürümeye başladık.

"Arkamdan çok iş çevirdi ama aralarında en beceriksizleri budur. Diğerleri olmadan kendi başına bir bok beceremez. Şimdilik izliyorum. Tek bir hatasında keserim biletini." Yüzündeki sahte gülümsemenin arasından bunları söylediğinde şaşırdım. Gerçekten çok iyi oyunculardı. Kimseye körü körüne güvenmezdim ama o adamdan da bu denli bir aptallık beklememiştim. Sonuçta Karan Başer'i karşısına almak ölmekle eşdeğerdi. İzliyorum derken yüzünde oluşan ifade, o adamın cezasını yakında çekeceğini işaret ediyordu. Bunu öyle büyük bir zevkle söylemişti ki onun bir çeşit psikopat olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Psikopat bir Karan beni daha iyi koruyabilirdi. Karan güçlüydü, özel güçleri vardı. Kullanılmalıydı.

"Hoş geldiniz, nasılsınız Alessi Hanım?" Oldukça şık, Karan'dan yaşça fazla olmasa da büyük, sarı saçlı ve kahverengi gözlü bir kadın onu selamladığımızı duyduğunda ayağa kalktı. Gözünün çevresinde oluşan kazayakları en ufak bir mimiğinde gözler önüne seriliyordu. Onun dışında tek bir kusur göremiyordum. Fiziği oldukça güzeldi. Boyu benden uzundu. Ancak bakışları, görünüşünün aksine içler acısıydı. Gözlerindeki yok edici bakışlar etrafını büyük bir fesatlıkla sürüyor, en ufak bir hatada ayaklanıp ortalığı yakıp kavuracak gibi bakıyordu. Az önceki adama kıyasla daha yaşlı ve bir o kadar da gözü açıktı. Sanırım Karan'ı Pamir'den sonra en çok zorlayan rakiplerinden biriydi.

"Teşekkür ederim. İyiyim. Tebrik ederim." Kısa ve net cevaplarına bozuk aksanı da eklenince ortaya fazlasıyla samimiyetsiz bir sohbet çıktı. Karan aldığı cevaplara şaşırmamış gibiydi. Kadını yakından tanıdığı belliydi ve kelimelerini buna göre seçiyor, gereksiz konuşmalardan kaçınıyordu. "Karen'i göremedim?" dedi sorarcasına. Gözü masada gezindi. "Hastanede." dedi kadın. Birkaç saniyeliğine gözleri üzerimde oyalandı. "Eşim Afra, Afra Alessi Hanım. Batı yöneticisi Chester Abel'ın eşi. " Başımla onaylayıp samimiyetsiz bir şekilde gülümsedim. Fazla bile yapmıştım zira kadın benimle ilgilenmemişti bile. Yanlış tahminim neticesinde artık gözümde daha alt kademelerdeydi. Yönetici olan o değildi, kocasıydı.

Ancak asıl yönetici, ne benim ne de onun kocasıydı. Asıl yönetici, belli ki bendim. Bu bana oldukça fazla özgüven sağlıyordu.

"Kendisi katılamadı. Bazı sıkıntılar var. Tebriklerini iletti. Ve tabi özrünü de."

"Önemi yok, teşekkürler. Size iyi eğlenceler. " dedi Karan ve daha fazla beklemeden yanlarından ayrıldık. "Fark etmişsindir. Aralarından en paranoyağı da bu. Kocasıyla ikisi tam bir kurnaz tilkidir. Tahta oturdukları an yönetim de dahil olmak üzere pek çok alanda yenilik yaptılar. Şimdilik pek güçlü sayılmazlar ancak planları olduğu aşikar. Kocası ile pek çok kez ölümden döndü. Bulunduğu ortamda hep diken üstündedir. Fazla konuşmaz. Konuşmayı sevmiyor. Bana pek düşmanca davranmaz ama Kang'la araları kötüdür. Birbirlerine savaş açmış durumdalar. Aralarında tek bir kavga geçmemiştir ama kökler işte. Kavgalı olan annelerinin onuru için savaşıyorlar." Derin bir nefes verdi. Bu esnada da masamıza oturmuştuk. "Karen kim?" dedim onca konuşmanın üzerine. Karan bana gerçekten mi bakışı attığında omuz silktim ve cevap bekledim. "Küçük kızı. Kalbiyle ilgili sıkıntıları var. Ömrü hastanede geçti. Uzun zamandır görmüyordum. Burada görürüm diye ummuştum." Kaşlarımı kaldırdım. "Kız daha on iki yaşında Afra."

Üzüldüm. Gerçekten. Şakalaşmak için verdiğim tepkilerden pişman oldum ve kadına döndüm. Etrafa bakınıp duruyordu. "Seni bir gün onunla da tanıştırırım. Annesi bizim gibi insanlarla konuşmasına izin vermiyor ama o benim küçük arkadaşım."

"Bizim gibi insanlar?"

"Her an ailesini öldürebilecek türden insanlar." dedi fısıltıyla. "Bakma böyle birbirimizi selamladığımıza falan. Yarın öbür gün bana bir şey olursa ve taht sana kalırsa bil ki en büyük düşmanların onlar. Hepimiz halkımızın refahı için birbirimizle barış içindeyiz ama aynı zamanda birbirimizin topraklarında da gözümüz var. Benim topraklarım en verimli olan topraklar. En büyük ticaret ağı bende yani en gelişmiş bölge benim bölgem. Bu yüzden genelde en çok savaşı ben veririm."

"Ya hepsi birlik olursa? Yine de alamazlar mı senin topraklarını?"

Cıkladı. "Alamazlar. "

"Neden?"

"Benim arkam sağlam çünkü." dedi gözlerimin içine bakarak. "Hiçbirinin senin gibi bir gücü yok." Nefesimi tuttum. Verdiğim bu tepki bana pahalıya patladı. Nefessiz kaldığımı hissettiğimde sesli bir nefes aldım ve bu Karan'ı güldürdü. Etrafa baktım. Onlar olmasaydı Karan'a bir tane patlatmıştım.

"Dalga geçmeyi bırak da söyle. Alamazlar mı gerçekten?" Küçük bir çocuk gibiydim. Sanki babama, 'Bu çocuğun babası seni dövemez değil mi baba?' diye soruyordum.

"Alamazlar. Dedim ya, en gelişmiş bölge benim bölgem. Alabilecek olsalar şimdiye çoktan alırlardı. Bir yıl başka evrendeydim düşünebiliyor musun? Kocan bir dahi olduğu için izin vermedi." Yarım ağzı gülümsedi. "Kocan mı?" dedi. "Ne kadar yakıştı ağzıma. Kocan." Önüne döndü. "Afra'nın kocası."

"Birazdan seni ölü damada çevirmemi istemiyorsan kes sesini." dedim dişlerimin arasından. Ama gülüyordum, anlaşılmasın diye tabi. Yüzüm otomatik olarak somurtuyordu ve bu yanlış anlaşılıyordu. Sanırım yüzümün normal hali de mutsuzdu. Ben bunları düşünürken, tanıdık gelen melodi kulaklarıma ulaştı.

Karan, çalmaya başlayan şarkı eşliğinde ayaklandı. Önünü ilikledi ve elini uzattı.

"Bu dansı bana lütfeder misiniz Afra Hanım?" Gülümsedim. Elimi, uzattığı elinin içine koydum. İlk tanıştığımızda buz gibi olan ama şimdi sıcak olan eline. Benim için sıcak olan eline...

"Tabi ki, Karan Bey." dedim gerçek bir gelin gibi ses tonuma ufak tefek yaramazlıklar ekleyerek.

Oturduğum masadan, Karan'ın yardımıyla kalktım. İlke'ye baktım. Bana göz kırpıyordu. Deminden beri onu görememiştim. Tıpkı, Karan'ın ailesini göremediğim gibi. Çağırmadığını söylüyordu ancak o kadın için çağırılmak mühim değil gibiydi. Burası zaten benim demek için bile katılırdı bu düğüne. Güya düğüne Selin'le hazırlanacaktık. Ancak değil hazırlanmak, sabahtan beri yüzünü bile görememiştim. Bir şeyler karıştırdıkları aşikardı. Karan bana bir hediye hazırladığını söylemişti. Umarım zevk alırdım.

"Bana ayak uydurmaya çalış. Adımlarımı takip et. Seni yönlendireceğim." Dudak büktüm. Onların düğün dansı bizim klasik düğün danslarımız gibi değildi. Bunu öğrenmiştim. Daha gösterişli ve daha zarifti. Tabi bu evrende tüm düğünlerde böyle dans edilmiyordu. Kraliyet düğünlerine özeldi.

İlk defa buranın bir kraliyet olduğunu kabul etmiştim. Karan'a kral denmiyordu burada ama bir nevi kraldı. Tıpkı benim şu an kraliçe olduğum gibi.

Bu, benim için ağır bir unvandı.

"İlk önce geriye gideceksin. Sonra sağa ve tekrar geriye." Bana alelacele dansı öğretmeye çalışıyordu. "Sakin ol." dedim belimi kavradığında. Kulağına fısıldadığım için bedeninin kasıldığını hissettim. Bu beni gülümsetti. "Sadece dans et." Geri çekildiğimde, dudakları aralanmış bir şekilde bana bakıyordu. Dediği gibi ilk adımımızı bana göre geriye attık. Daha sonra sağa ve tekrar geriye...

Dans edebildiğimi bilmiyordu.

Az önce, gelin odasında İlke sayesinde az da olsa dans edebilmeyi öğrendiğimi de. Bunun ona sürpriz olmasını istemiştim.

"Nereden öğrendin?" dedi beni bedenine yaslarken. Kulağıma fısıldamıştı. Az önce ona güldüğüm için intikam almak mıydı yoksa niyeti? "İlke öğretti." dedim omuz silkerek. Bir şey demedi ve dans etmeye devam etti.

"Hep gelin ve damadın dans ederken ne konuştuğunu merak etmişimdir." dedim bu kez. Güldüğünü hissettim. "Eminim bu konu hakkında değil de, daha özel konular hakkında konuşuyorlardır."

Mimiklerini kontrol et, mimiklerini kontrol et!

"Ne gibi?" dedim anlamamazlıktan gelerek. Anladığımı biliyordu.

"Sana daha sonra gösteririm."

Üstüme iyilik sağlık!

Koca pistte dansımızı yalnız yarılamıştık ve şimdi, konuklardan dans etmeye kalkan çiftler vardı yanımızda. Aşırı olmasa da kalabalıklaşmıştı pist. Bunca insanın içesinden, tamamen bizi hedef alan bir çift dikildi karşımızda.

"Karan!" Rahatlatan dans müziğinin melodisini arasından oldukça ciddiyetsiz olduğunu düşündüğüm bir adam sesi ulaştı kulaklarımıza. Kim olduğunu biliyordum.

"Hayırlı olsun kardeşim." dedi. Pamir alaycı bir ses tonuyla. Üzerine, gelinliğimin aksine sanki cenazeye gelirmiş gibi simsiyah kıyafetler giymişti. Siyah bir takım elbise, siyah bir gömlek... Daha önce fark etmediğim, muhtemelen sağ kolundan itibaren sağ kulağının arkasına kadar uzanan simsiyah dövmesi, üzerindekilerle bütünleşmiş ve kesinlikle iç karartıcı bir görünüme sahip olmuştu. Neyse ki beyaz tenliydi. Bu durumu bir nebze olsun yumuşatıyordu. Yanında sarı saçlı, güzel fizikli bir kadın vardı. Üzerindeki siyah, mini elbiseyle Pamir'e eşlik ettiğini kanıtlıyordu. Saniyelik bir anda İlke'yi aradı gözlerim ancak göremedim onu bu kalabalıkta.

"Hoş geldin, kardeşim." dedi Karan imalı imalı. Aralarında kısa bir bakışma geçti. Pamir, gözlerini Karan'dan ayırdı ve bu defa da bana baktı.

Onunla olan göz temasımız boyunca, gözlerimi bir an bile çekmedim. Gözlerini ilk çeken o oldu ancak uzakta değil, çok yakındaydı bakışları. Gelinliğime bakıyordu ve sırıtan yüzünün yavaş yavaş düşüşünü izledim.

"Güzel hamle." dedi Pamir kendini hemen toparlayıp tekrar sırıtmaya başlayarak. Karan'a baktı ve bana doğru bir adım atıp yüz yüze gelmemiz için eğildi. Karan'ın ifadesinin değiştiğine bizzat şahit oldum ancak kendini tutuyordu. Tutmaya çalışıyordu demek daha doğru olurdu tabi.

"Kocan olacak bu adam çok yönlü düşünemiyor galiba." dedi gözlerimin içine bakarak. "Ya da her şeyi hesaba kattı. Beni üzmek için senin üzülmeni göze aldı." Kaşlarımı çattım ve Karan'a baktım. Eliyle yakasını düzeltiyor, kafasını ters yöne döndürmüş sakinleşmeye çalışıyordu. "Bilmediğin o kadar belli ki." Benimle resmen alay ediyordu.

"Neyi?" dedim sert bir ses tonuyla. Kaşlarını kaldırdı ve başını salladı. "Gerçekten bilmiyorsun." Doğruldu. Bana doğru bir adım daha attı ve kulağıma fısıldadı.

"Üzerindeki gelinlik kime ait, bilmiyor musun?" Duraksadı. Yutkunduğunu hissettim. "Ölen biricik kardeşim Hafza'nındı o. Karan'ın nişanlısının. Ölmeseydi, düğünlerinde giyecekti. O kadar hevesliydi ki o gelinlik için sanırım Karan onun bu gelinlik içerisinde nasıl görüneceğini merak etti. Sana giydirerek merakını gidermiş olmalı." Sesindeki keyif, ruhuma batan ve acı veren keskin uçların hammaddesi olmalıydı. Öyle ki, bu keskin uçlar göğsümün en derinine, nefesimi kesecek kadar derine saplanmıştı.

Gözlerimi kırpıştırdım. Yüzümdeki tüm mimikleri kaybettiğimi hissettim. Pamir geri çekilip yüzüme baktı. Sırf nasıl gözüktüğümü görmek için.

Ancak o an, onun bir anlık duraksayıp yüzüme acı içerisinde baktığını gördüm. Hayır, gerçekten. Gördüm.

Sonra tekrar her şeyle dalga geçen bir pislik oldu. Duygusuz bir pislik.

"Dansınızı böldüm, çok üzgünüm." dedi yalandan dudaklarını büzerek. Ceketinin önünü ilikledi, Karan'a kafasıyla kısa bir selam verdi ve en önde, ona ayrılmış koca masaya, ailesinin yanına oturdu. Ona eşlik eden kadını da hemen yanına aldı. Gösteriş yapmaya çalıştığı o kadar belliydi ki.

Masa, bize dik dik bakan kadınlarla ve birkaç adamla doluydu.

"Afra?" dedi Karan. Ancak ben ne tepki verebiliyor ne de sesimi çıkarabiliyordum.

Kulağım çınlıyordu ve yine o bilindik ağrı, karnımı ağrıtıyordu.

"Afra?" dedi bu defa Karan. Müzik kesildi.

Kafamı yavaşça ona doğru çevirdim. Bakışlarımız kesişti.

Gözlerim dolar diye ödüm koptu. Neyse ki tuttum kendimi. "Efendim?" dedim gülen bir yüzle. Dudaklarını araladı ancak bir şey söyleyemedi. Konuşma işini ben devraldım. "Sanırım biraz dinlenmeliyiz." Yanına ilerledim, koluna girdim. Hemen yürümeye başladık. Az önce kalktığımız masaya geri oturduk.

"Orospu çocuğu." dedi Karan sahte gülümsemesinin arasından. Onu duymazdan geldim ve etrafıma gülümsedim. Bana bakıp, tepkimi ölçmeye çalışan onlarca insan vardı. Tanıdık bir ortamdı. Oldukça tanıdık.

Aklıma Meryem'in söyledikleri geldi. Beni bugünlere hazırladığından bahsetmişti. Tanıdık olan bu ortamda daha önce defalarca bulunmuş olmam, tam olarak onların eğitim anlayışı olmalıydı.

Masaya oturur oturmaz, Karan karşıda duran ve ayaktayken iki büklüm gibi görünen İlke'ye başıyla işaret verdi. İlke işareti alır almaz arkasında sakladığı küçük kumandayı çıkarttı. Pamir'e baktı.

Pamir'le göz göze geldiler.

İlke'nin çenesi titredi ancak gözlerini çekmedi. Onun gözlerinin içine baka baka, elindeki kumandaya bastı.

Konukların hemen solunda kalan duvarda, bir görüntü belirdi.

Büyük bir yük gemisi vardı görüntüde. Sonra, silahlı adamlar vardı. Birbirlerini öldürüyorlardı. Adamların yüzünü seçemiyordum. Ancak hiçbirinin Karan'ın adamı olmadığına emindim. Karan ayağa kalktı. Eline mikrofonu aldı.

"Bu görüntüler, canlı." dedi Karan az öncekinin aksine büyük bir keyifle gülümserken. "Dört büyüklerden biri, silah kaçakçılığı yapıyor. Üstelik bunu, kimsenin haberi olmadan yapıyor." Pamir'in tam karşısında durdu. "Amacı bana savaş açmak olsa gerek. Aksini düşündürecek tek bir yanıt alamadım." Görüntüye döndü. "Pamir, Pamir, Pamir... Neden kendini hep yukarılarda görüyorsun. Ailemin aileni ezdiği yetmedi mi? Hâlâ arkamdan iş çevirme peşindesin. Tüm bu silahları, ben burada değilken mühimmatımı patlatarak alma cesaretinde nasıl bulunabildin? Beni tanımıyormuş gibi." Onu ayıplarmış gibi baktı. Sesinde sonlara doğru büyük bir alay vardı. "Cezamı çekip evrenime adımımı atar atmaz beni ve adamlarımı öldürmeye kalktın. Yetmedi bir de silahlarımı araklamaya çalıştın. Barış antlaşmamızda bu tür şiddet içerikli maddeler olduğunu sanmıyorum." Salondaki herkes büyük bir şaşkınlıkla Pamir'e bakıyordu. Pamir ise yüzünden asla eksilmeyen sırıtışıyla arkasına yaslanmış görüntüleri izliyordu.

Karan, İlke'ye işaret verdi.

Görüş açımdan Karan'ın elinde bir şeyler olduğunu anlayabiliyordum. İlke tekrar tuşa bastı ve görüntü değişti. Bu defa, büyük bir depo göründü. Deponun içi büyük kasalarla doluydu ve koca kasaların arasında, sandalyeye bağlı bir adam duruyordu. Üstündeki kıyafetlerin her yeri yırtıktı. Çaresizce çırpınıyor, bağlı olduğu sandalyeden kurtulmaya çalışıyordu. Ağzı beyaz bir bezle tıkanmıştı ve bu da ses çıkartmasına büyük çoğunlukla engel oluyordu. Tanıdık bir adamdı bu. Ayağa kalktım.

Alex'ti.

"Anlaşmamız hâlâ geçerli sanırım. Kısasa kısas." Gözleri Pamir'e kitlenmişti. Onun dışında hiçbir yere bakmamaya özen göstererek arkasına sakladığı elini kaldırdı. Elinde, tıpkı İlke'nin elindeki kumadanın boyutunda bir kumanda vardı. Ancak bu kumanda o kumandadan farklı olarak tek bir tuş içeriyordu. Yalnızca kırmızı bir tuş...

Pamir'in gülüşü silindi ancak hareket etmeden Karan'ı izledi. Hareketlerini ölçüyordu. Onun aksine, masasındaki aile üyeleri çoktan ayaklanmış Karan'a bakıyordu. "Üzgünüm kardeşim. Kısasa kısas yapılması gereken çok mesele var. Bu, onlardan yalnızca biri." Elindeki kumandada bulunan kırmızı tuşa bastı ve büyük bir ses duyuldu.

Bir patlama sesi. Yerimden sıçradım. Ekranda, beliren kızıl alevler ve kara duman yüzünden görüntü kesildi. Başka bir görüntü belirdi. Ekranda, deponun dıştan görüntüsü vardı. Patlama çoktan gerçekleşmişti ve kapkara dumanlar gökyüzüne yükseliyordu. Kaskatı kesildiğimi hissettim. Destek için az önce oturduğum tahtıma tutundum zira bacaklarım bedenimi taşımıyordu şu an. Şaşkınlıkla büyüyen uğultularla birlikte salondaki çoğu insan, bunun bir düğün değil de bir tür güç gösteri olduğunu anlamış olmalılar ki alelacele düğünü terk etmeye başladılar. Pamir'in ailesinden birkaçı büyük bir hırsla Karan'a atıldı ancak Pamir onları durdurdu. Herkesin dışarı çıkması için bağırdı.

Salonda tek tük insan kaldığında, Pamir birkaç adımda Karan'ın karşısında durdu. Boyları hemen hemen aynıydı.

"Bu kadar mı?" dedi Pamir. "Bu kadar mıydı gövde gösterin?"

Bu adam hiçbir şeyden etkilenmez miydi? Az önce Alex, alevler arasında can vermişti. Çoğu konuda duygusuz davranabilmeme rağmen bu olay beni öylesine derinden sarsmıştı ki, bayılmak üzereydim. Kalbimde ağır bir sancı hissettim. Pamir'in karşısında sırıtan Karan yüzünden bağırarak ağlamak istedim ve farkına da vardım aynı zamanda. Burada hak, hukuk yoktu. Burada güç vardı. Benim evrenimdekinin aksine, herkes gücünü açıkça belli ediyor ve amacına emin adımlarla yürüyebiliyordu. Saman altından su yürütmek gibi bir ihtimal söz konusu dahi değildi yani.

Kanun, Karan'dı.

"Daha fazla can alırsın diye düşünmüştüm." dedi elleri arkasında Karan'ın etrafında dolanırken. Gözleri beni buldu. "Tıpkı kardeşimin canını aldığın gibi."

Bazen, çok daha kötüsünün sizin için çok daha iyi olduğunu fark ederdiniz. Mesela o hastanede kendimi bırakmayı başarabilseydim, kalbim zaten unufakken daha da kırılmazdı. Düşünüyordum da, gelin olmak kadar kötü bir şey yoktu.

"Sen eşyalarla ilgilenmezsin Karan!" dedi Pamir bu defa İlke'ye bakarken. Sesindeki orantısız yükselmeden, kendini zor tuttuğunu anlamıştım. Onu ilk kez böyle görüyordum. Karan'ın etrafında döndükten sonra tekrar karşısına geçti.

"Böyle, basit bir oyun değil de daha can yakıcı, daha fazla kayıp yaşatacağın bir oyun kurmanı beklerdim senden. Beklentilerimi boşa çıkarttın."

Sonra bir şeyler daha söyledi ve bana baktı ikisi de. "Üstelik kendi topuğuna sıktın." Derin bir nefes aldı ve konuşmasını sürdürdü. "Seni tanırdım ben Karan. Sevilmek ne demek bilmedik biz ama sevdik be oğlum. Sen içten içe Hafza'yı sevdin. Ben de İlke'yi sevdim. Bilmiyor muyum ben senin bu kızda Hafza'yı görmeye çalıştığını?" Karan'a baktım. O bana bakmadı. Bekledim. Karşı çıkmasını, belki sinirlenmesini bekledim ancak o öylece durdu. Hiçbir şey yapmadı. "Yaşasaydı yine evlenecek miydin Afra'yla? Sen Hafza için ölümden dönmüş adamsız lan! Ona zarar gelmesin diye diğer bölgelerle savaşın eşiğine gelmiş adamsın." Karan hâlâ susuyordu ve ben kan çanağı olduğuna emin olduğum gözlerimle onları izlemeye devam ediyordum. Bir ara, elim kulaklarıma gitti. "Sus!" dedim Pamir'e doğru. "Sus!" Ancak Pamir susmadı.

"Sonunda onlar da ölecek, öyle değil mi?" dedi İlke ve beni kastederek. "Tıpkı annen gibi. Sen hayatında olan bütün kadınlara ölüm getirdin! Kardeşimi sana emanet ettiğim gün, bunu bilmeliydim!"

Canını yakmaya çalışıyordu ancak başarıyor muydu kimse emin değildi. Zira Karan'ın put gibi dikildiğini, gözünü bile kırpmadığını buradan bile görebiliyordum. Sadece dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı ve aralıksız, beş dakikadır gülümsüyordu. Böyle bir ortam için oldukça uzun bir süreydi beş dakika. Ancak konu ne zaman Hafza ve ölümü oldu, yüzündeki gülüş silindi ve önünde bağladığı elleri çözüldü. İki yandan uzanan ellerinin belli belirsiz titrediğine şahit oldum. Deminden beri hareketsiz bir şekilde onu izleyen Karan, konu Hafza'nın ölümü olduğunda titremeye başlamıştı. Benim ölümüme gözünü bile kırpmamıştı. Ben bu Karan'ı tanımıyordum. Gözleri yabancı bakıyordu.

"Sana söyledim Aydemir. Senin zaafım benim zaafım olamaz. Eğer yapılırsa bir gün böyle bir hata, kafama senden önce sıkarım. Daha önce de söyledim. Sözümün eriyimdir. Bilirsin." Karan'ın sert tavırlarına Pamir gülerek karşılık verdi. Başını sallıyor ve eliyle yüzünü sıvazlıyordu. Sinirlerinin bozulduğunu açıkça görebiliyordum.

"Ne var biliyor musun lan? İzin vermezdim. Adam gibi karşıma geçip ben öldürmedim diyebilseydin! Diyemedin çünkü sen öldürdün kardeşimi. Orospu çocuğu, sen öldürdün kardeşimi! Sevginde boğdun onu!" Karan'ın yüzünde patlayan yumrukla birlikte İlke elini ağzına bastırarak boğuk bir çığlık attı. Ben ise yanağımı ıslatan damlalarla birlikte, sessizce ağlıyor, buğulu gözlerle birbirlerini hırpalamalarını izliyordum.

Az önce ne demişti Karan?

Yalan mıydı?

Söyledikleri yalan mıydı? Sırf Pamir'in canını yakmak için benimle oynamış mıydı?

Saçımdaki duvağı çıkarttım. "Bitti mi?" dedim derin bir nefes alarak. İkisi de beni duymadı. Duyulmak gibi bir derdim de yoktu neyse ki. İlke, etrafındaki onlarca adamla birlikte onları ayırmaya çalışıyordu ama başarısız oluyordu çünkü kavga olağanüstü güçlerine başvuracak kadar büyümüştü. Etrafta mavi ışıklar uçuşuyordu.

Beni duymadıkları için sesimi yükseltmedim. Duvağımın üzerine basarak ufak adımlarla büyük alandan çıktım. Elimle yanaklarımı sildim. Burnumu çektim.

Nereye gittiğimi biliyordum. Büyük koridorları geçtim. Dışarı çıktım. Avluyu geçtim ve daha önce giriş yaptığım büyük kapıdan girdim. Kendime acı çektirmek için, o odaya gittim. Karan'ın odasına. Çizim odasına.

Kapı kilitliydi. Koridorda hizmetime dizilmiş kadınlara göz attım. "Odanın anahtarını getirin hemen." dedim sakin, pürüzlü bir ses tonuyla. Kadınlar dediğimi ikiletmeden anahtarı getirdiler ve eğilerek geri çekildiler. "İşinize geri dönün." dedim yüzlerine bile bakmadan. Hepsi dağıldığında, anahtarla kapıyı açtım.

Yenileri eklenmişti tablolara. İçeriye girdim. Kapıyı kapattım. Tekrar kilitledim.

Acı çekiyordum ve bunu ilk defa hissizken yaşıyordum. Yani, acıyı hissediyordum ama bu hissizleşmek gibi bir acıydı. Acı eşiğini aşan her acı, hissizleştirirdi çünkü.

Üzerimdeki gelinliğe baktım. Gözümden bir damla daha yaş süzüldü.

Yerde duran sayısız boyaya baktım. Üzerimdeki gelinliği eteklerinden yakaladım ve yerden aldığım mavi boyayla gelinliğimi boyamaya başladım.

Bana ait olmayan gelinliğimi boyadım. Bana ait değildi. Ancak izin alacak kimse de yoktu etrafta. Ben bunu düğünümde giydiysem, benim gelinliğimdi artık.

Gelinliğime ne istersem yapardım.

Mavi boyayı bıraktım ve siyahı aldım. Boyadım, boyadım, boyadım. Her yerim boyaydı. Ellerim, kollarım, boynum.

Gelinliğim... Bana ait olmayan gelinliğim...

Keşke gelin olmak, sadece tamamen beyaz giyinmek olsaydı. O zaman hiç beyaz giymezdim.

Sonra, boyayı yere fırlattım. Üzeri beyaz örtülerle örtülü olan tabloların karşısında durdum. Nasıl göründüklerini bildiğim tabloları açtım ilk önce. Karan'ın annesi ve Karan'ın iddialarına göre ben.

Ben miydim?

Bu belirsizlik beni delirtiyordu artık. Emin olmamak çıldırtıyordu. Kimin resmedildiği belli olmayan tüm belirsiz tabloları savurdum yere. Elimde ayağımda ne kadar güç varsa hepsinin yok olduğunu hissettim. Elimi alnıma götürdüm. Saçlarımı karıştırdım. Nefes almaya çalıştım ama bu benim için şu an çok zor bir eylemdi. Her anlamda.

Elim diğer tablolara gitti. Üstlerindeki örtüleri kaldırdım.

Hepsinde belirsizlik vardı.

Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Çok yorgundum. Bir an bile dinmeyen gözyaşlarımın arasında, tabloların hemen karşısındaki duvara yaslandım ve dizlerimi kendime doğru çektim. Bedenim durdurak bilmeden titriyordu. Üşüdüğümü hissediyordum. Sanki gözyaşlarım ısıtıyordu beni eskiden.

"Nasıl geçecek bu sefer?" dedim kendi kendime. Darmaduman olan, ayaklar altında ezilen gururumu nasıl düzeltecektim? Üstelik bunu, sayesinde yalnız hissetmediğim tek kişi yapmıştı. Beni bu hâle o getirmişti. Asla susmayan zihnim, düşüncelerimle daha fazla ağlamama neden oluyordu. Bedenim her gözyaşımda daha fazla titriyor, gözlerim yanıyordu. Üzerimdeki boya, her yere bulaşmıştı. Bembeyaz duvarlara dahi. Gözlerim, yeni çizilmiş tablolara kaydı.

Bu adam, asla tam anlamıyla benim değildi.

Bu adam, benim değildi.

Bu adam benim olduğunu haykırsa bile, etrafta o kadar aksini söyleyen ses vardı ki, onun sesini bastırıyordu.

Gerçi Karan az önce Pamir'in karşısında yaptığı gibi susuyordu. Karan benim olduğunu bile haykırmıyordu ki duyabileyim.

Hepsi Pamir'in beni kışkırtmak için söylediği sözlerdi. Karan da ben de bunu çok iyi biliyorduk. Karan karşı çıkmamıştı çünkü Pamir'in canını yakacağını düşünüyordu. Onun canını yakmış mıydı bilmiyordum ancak benim canımı fazlasıyla yakmıştı.

Eskisi gibi hissetmek istedim ama olmadı. Başaramadım. Hatta bu daha fazla ağlamama, çaresizliğimin artmasına neden oldu.

Bir insan nasıl çaresiz kalır, bir kez daha anladım.

Onun zihnine girip, tam manasıyla ne düşündüğünü anlayabilseydim keşke. O zaman ne şüphem kalırdı ne de bir anda beni vuran kalp sancım. Sadece, oyuncak bebeğini kaybetmiş bir kız çocuğu gibi hissediyordum. Cansız bir nesneye gereğinden fazla anlam yüklemişim de o cansız diye nitelendirdiğim nesne beni terk etmiş gibiydi. Annemin aşk hakkındaki cümleleri geçti birer birer zihnimden.

Ben, büyük bir hata yapmış olmalıydım. Anneme ilk kez hak veriyordum. Karan, annemin sözlerine karşı çıkma hakkımı elimden almıştı. Böyle düşünmek beni daha çok ağlattı çünkü Karan'a olan aşkım, annemin mantıklı cümlelerini bile alaşağı ediyordu.

Çaresizce ağladım sadece.

Hemen yanımdaki kapıyı açmaya çalışanlar oldu. Öyle çok vurdular ki kapıya. Yerimden bile kıpırdamadan, tabloları izlemeye devam ettim. Yavaş yavaş sakinleştim. Hıçkırıklarım dindi ve titremem geçti.

Sakinleştiğimi düşündüğüm an, kapı bir anahtar çevirme sesiyle açıldı. İçeriye girip odaya bakan Karan, en sonunda kapının sağ tarafında, duvarın hemen dibinde olduğumu anlayınca, yarım yamalak bir rahatlamayla yanıma geldi. Önümde diz çöktü.

Kaşı ve dudağını patlamıştı. Özenle yaptığı saçları dağılmış, üzerindeki kıyafetler kirlenmişti. Gözleri üzerime kaydı ve bu beni daha fazla incitti.

"Özür dilerim." dedim kısık bir sesle. "Ne için?" Oldukça yumuşak ve toleranslı sesi nişanlısının gelinliğini mahvetmeme kızmadığını gösteriyordu ama durmadan devam ettim. "Nişanlının gelinliğini mahvettim." dedim gülerek. Başımı duvara yasladım. "Bu odaya senden izinsiz girip, tablolarına baktım."

"Afra," dedi Karan eliyle yüzünü sıvazlayarak. "Yapma."

Anlamıştı. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi.

Anlamıştı.

"Özeline müdahale ettiğim için özür dilerim. Birden hayatına girip nişanlının olması gereken yerde olduğum için. Utanmadan gelinliğini giyip herkese sahte bir şekilde gülümsediğim için." Afra Suskun'un açık bir şekilde en nefret ettiği özelliğiyle inandırıcı bir şekilde sahte gülümseyebilmekti. Ancak konu, sevdiği adam olunca iş bambaşka oluveriyordu. Karan için sahte gülümsemeleri yoktu çünkü. Hepsi gerçekti.

Gerçekti gülümsemelerim.

Söylediklerimin hiçbiri benim suçum değildi ve o da bunu biliyordu. Evlenmek isteyen oydu. Seni koruyacağım demişti. Bu gelinliği giydiren, bu tabloları bana ilk gösteren oydu.

Kalbimi çıkacakmış gibi çarptıran oydu. Şimdi ölecekmiş gibi çarptıran da oydu.

"Merak ediyorum." dedim. "Hafza yaşasaydı, yine beni böyle korur muydun?" Ayağa kalktı ve elini yüzüne götürdü. Yüzünü sıvazladı. Arkasını döndü. Yüzündeki elleri saçlarına çıktı.

"Yapma." dedi tekrar. Öyle bir tonlamayla söylemişti ki, yalvarır gibi değil emir verir gibi çıkmıştı sesi. "Belki de," dedim kendi sesimdeki acımasızlığa ben de şaşırarak. "Belki de beni nişanlını korurmuş gibi koruyordun. Sırf yansıması olduğum için. Nişanlını yaşatabilmek için."

Güvenmemek, kişinin kendini koruma mekanizmasıdır. Öyle ki, onca iradesizlik arasında bize düşen nadir iradelerden biridir bu ve yerinde kullanıldığında sizi mutlu bir insan bile yapabilir.

Beni de öyle. İnsan olmamama rağmen üstelik.

"Hayır." dedi bana dönerek. Kaşlarını çatmış, yüzüme bakıyordu. Bana doğru birkaç adım attı. Kafasını salladı. "Hayır Afra. Seni sen olduğun için koruyordum. Bunu sen de çok iyi biliyorsun."

"Bu yeterli bir açıklama değil." dedim kafamı sallayarak. Beni bir şekilde, nasıl olacağını bilmiyordum ancak bir şekilde ikna etmeliydi. Şu an hiç olmadığı kadar ikna edilmeye ihtiyacım vardı. Çocuk gibi aynı şeyleri tekrarlamaktan bıkmıştım. Pamir'in eline koz vermekten bıkmıştım ve bunu ancak Karan'a acı çektirerek önleyebilirdim.

Dersini alacaktı. Bir daha benden bir şey saklayamayacaktı.

"Kendini tanı biraz Karan. Seni tanıyorum. Belki de senden daha çok. Beni ben olduğum için değil, Hafza gibi göründüğüm için koruyorsun. Abisine acı çektirmek için beni kullandın. Çünkü bana her bakışında sen de acı çekiyorsun. Kabullen. Ben, o kızın daima gölgesinde kalacağım." Ofladı. Gözlerini kapatıp tekrar arkasını döndü ve benden birkaç adım uzaklaştı. Eliyle yüzünü sıvazladığını görebiliyordum. Dahası derin bir nefes aldığını da duyuyordum.

Karan beni Hafza olduğum için korumuyordu. Bunu adım kadar iyi biliyordum.

Belki, dedim içimden. Bir ihtimal Karan beni görev gereği koruyor olabilir mi? Hafza'yı sevdiği için, beniyse zorunda olduğu içim...

"Karan," dedim bu defa daha yumuşak bir sesle. "Doğru mu?" Bana döndü. Yüzünde acıyla karışık bir hayal kırıklığı vardı. Yüzüne bakmaya devam ettim. "Öyle değil." dedi kafasını sallayarak. "Yemin ederim. Ben seni seviyorum." Gözleri büyümüş, beni ikna etmek için oldukça inandırıcı bir tavır takınmıştı.

Onu daha önce hiç böyle görmemiştim.

"Planın işe yaradı Karan." dedim kafamı duvara yaslayarak. "Pamir'i yerle bir ettin." Gözlerimin içine bakıyor ve eminim orada yerle bir olmuş Pamir'i değil yerle bir olmuş Afra'yı görüyordu.

"Başardın." dedim son gücümle.

"Yapma." Büyük adımlarla yanıma yaklaştı ve önümde diz çöktü. "Yapma. Neden yaptığımı biliyorsun. Hislerimi biliyorsun. Yapma."

"Bilmiyorum Karan." dedim. "Sen farkında değilsin belki ama ben senin gözlerini görüyorum. Hissettiklerini anlayabiliyorum." Kafamı iki yana salladım. "Bu saatten sonra bana sormadan tek bir adım dahi atamazsın. İzin vermem. Beni düşürdüğün bu utanç verici andan sonra olmaz." dedim. Ayağa kalktım. "Ödeşmeliyiz."

Hızlı adımlarla yeni çizilmiş tabloların yanına vardım. Birini elime aldım ve paramparça etmeye başladım. Sadece kenardan beni izledi.

Tablolardaki bendim. Emin değildim ama ben olduğumu biliyordum.

Artık kendi görünüşüme dahi katlanamıyordum.

"Ödeştik." dedim. Elimdeki son parçayı güçsüz bir şekilde elimden bırakırken ona kitlendim. Gözlerinde ne gördüm bilmiyordum. Sadece beni izliyordu. Yere bakıyordu. Yüzüme bakmıyordu.

Benim yüzüme değil, yerdeki tabloya bakıyordu.

Karan yüzüme bile bakmazken, yapabildiğim tek şey, odadan çıkmak oldu. Kaybettiğimi hissediyordum. Ortada bir oyun ya da bir iddia yoktu ama ben kaybetmiştim.

"Karan." dedim yüzüne bakarak. "Layığını bulmuşsun." Kafamı onu ayıplarmış gibi salladım ve topuklularımın üzerinde dönerek odadan ayrıldım.

Duygular, geçmişle harmanlanınca mantığın üzerini örtüyordu ve gözlerimizi kör ediyordu belli ki. Bunu daha önce hiç tatmamıştım ama kalbimde hissettiğim ince sızı yüzünden tatmadığım için mutluydum. İlk kalp sancımdı ve son olacaktı. Çünkü ciddi anlamda can yakıyordu. Ve kalbimin acıması yalnızca Karan için olacaktı.

Layığını bulmuşsun demiştim.

Bu çok ağırdı. Ölü bir kadını sevmekle suçlanan bir adam için çok ağır bir cümleydi. Şimdi canını yakan bu cümle değil de bu cümleyi benim kurmuş olmamdı.

Çünkü asıl kıran şey kurulan cümle olmazdı her zaman.

Şimdi bedenimde hissettiğim varlığına lanet okuyor, beynimde dönen oyunlara kafamı kopartarak son vermek istiyordum.

Bir tarafım hâlâ onu istiyordu. Ancak ona meydan okuma düşüncesi, intikam isteği o kadar baskındı ki, basit duygularımı düşünecek hâlde değildim. Onunla zıtlaşmak ve sonunda aynı yatakta uyumak istiyordum.

Onunla hiç istemediğim kadar çok savaşmak istiyordum. Olay Hafza değildi. Olay, bana yanlış yapmasının ona pahalıya patlayacak olmasıydı.

Kader ağlarını onun için de benim için de çoktan örmüştü ve o örülen ağlar, beni hareketsiz bırakmıştı.

Onun kaderinin, asla sarsılmaz ağları vardı.

Loading...
0%