@elfhikayelerii
|
Küçükken her çocuk gibi pek çok şey hayal etmiştim. Büyüdüğümde gideceğim üniversite, satın alacağım kıyafetlere kadar. Öğretmen olacaktım mesela. Her küçük çocuğun bir dönem istediği o mesleği ben de istediğim için kendimi bazen normal hissediyordum. Beni mutlu ediyordu. İnsanları inceliyordum. Normal olanları. Sonra onları taklit ediyordum. Ama bilirsiniz, taklit etmek bir müddet sonra sizin ne kadar sahte olduğunuzu kanıtlar. Üstelik kendinize. Bu da bizzat benliğinden tiksinmenize, kendinize acımanıza neden olur. "Evet çocuklar! Hadi, kraliçemizden gelen hediyeleri açalım!" Kraliçe olarak Karan dışında bir başkası tarafından ilk defa çağırılıyordum. Bu herhangi bir şey yapmadan elde ettiğim bir başarı sayıldığından kendimle gurur duymadım. Karan, bana ismimle hitap edilmesini beklememem gerektiğini, hep ismim dışında herhangi bir hitap şekliyle çağırılacağımı söylemişti. Tabi bu, beni tanımayanlar için geçerliydi. Yöneticilere isim sormak kabalık olarak kabul ediliyordu sanırım. "Kraliçemiz!" Çocuklar bağrışıp etrafta koşuşturduklarında, yüzüme patlayan flaşları umursamadan ufak, zarif bir kahkaha patlattım. Elimle ağzımı kapatmayı ihmal etmedim zira otuz iki diş gülmek şu anki konumuma pek uygun bir davranış değildi. Yüzümde flaşlar patlasa bile, haberlere yüzüm sansürlenmiş olarak çıkacaktım. Ancak ne olursa olsun karşımdaki bu görevli kadın etrafta konuşacak ve çevremdeki gazeteciler hakkımda yazılar yazacaktı. İlk izlenim çok önemliydi. Her ne kadar şu an etrafımda beni eleştirenler olsa bile. Düğünümüz çok ses getirmişti. Son birkaç saattir hakkımda işitmediğim laf kalmamıştı. Olumlu anlamda değildi pek tabii bu laflar. Bunca sefalet ve savaşın bizden aldıklarının yasının arasında mükemmel bir düğünle ve taç giyme töreniyle kendimi halka takdim etmem pek hoş karşılanmamıştı ki haklılardı da. Kim acısı varken bir başkasının kutlama yapmasını isterdi ki? Üstelik sizim acınızın üzerine yapılan bir kutlamaysa. Kimse. Öğretmenleri, çocukları bir masa etrafında topladı ve mavi hediye paketlileri erkeklere, kırmızı hediye paketlileri de kızlara verdi. Her birinin gözleri gülüyordu ve bu beni çok mutlu ediyordu. Bu çocuklar, Karan'ın yokluğunda ölenlerin çocuklarıydı. Her biri yurtlarda kalıyorlardı. Karan ilk günümde, buradan başlamamı uygun görmüştü. İlk günden böyle şeylerle kendimi göstermemin eleştiri alacağını da belirtmiş, umurumda olmadığından sözlerine yanıt vermemem sonucu arabayı sürmeye devam etmişti. Zira burada olsam da olmasam da eleştiri alacaktım belli ki. En azından birkaç çocuk sevindirmiş olurdum. Zararım yoktu yani. Aksine, kârım vardı. Karan, beni bırakır bırakmaz basıp gitmişti. Üste çıkmaya çalışıyordu. Bana kendimi sorgulatmaya çalışıyordu ve bir yerde, başarıyordu da. Böyle davranmak zorunda değildim. Ama kendimi korumalıydım. Onunla barışsaydım kendinde bana bu tür ağır bir darbeyi ikinci defa vurma hakkı görecekti. Evliliklerde en nefret ettiğim şey buydu. Karşılıklı saygı yoksa, evlilik de yoktu. Bizim evliliğimiz çıkar ilişkisine dayalı olmasına rağmen daha ilk günden, bu kuralın bizim evliliğimiz için de geçerli olduğunu fark ettirmişti. Yolda gelirken, yapmam gerekenleri dahası yapmamam gerekenleri söylemişti. Yolculuk esnasında yaptığı bir telefon görüşmesi sayesinde, yanıma birkaç koruma ve asistan vermiş ayrıca hazır konumda bekleyen gazetecileri de hemen ayarlamıştı. Bizim fotoğrafımızı çekmeleri yasaktı ancak Karan'ın elinde benden başka koz olmadığından buna izin veriyordu. Sanırım bu kuralı yalnızca kendisi için geçerli kılıyordu zira düğün hakkında çıkan haberlerde tek bir fotoğrafı yoktu. Hepsi benim fotoğraflarımdı. Tabii yüzüm sansürlenmiş şekilde. Gazetelerde yüzümün gösterilmesi yasaktı. Beni görenlerin yüzümü herhangi bir yolla ifşalaması yasaktı. Bahsedilen yollar çizimimin yapılması ya da gizlice fotoğrafının alınmasıydı pek tabii. Kısaca burada beni yalnızca karşılarındaysam görebiliyorlardı. Onun dışında yalnızca bedenimi görüyorlar ve kulaktan dolma bilgilerle beni tanıyorlardı. Amaç dış güzelliğimin değil iç güzelliğimin yayılmasıydı ve bu mantıklı bir uygulamaydı. Gözlerim saniyelik duvar köşesinde buluşmuş birkaç temizlik görevlisine kaydı. Ara ara bana bakıyorlar ve fısıldaşıyorlardı. Bahse girerim dünkü gösterişli düğümden söz ediyorlardı. Ancak şu an içinde bulunduğum durum için iç güzelliğimin de bir önemi yoktu halkın gözünde. Samimiyetsiz geliyordum onlara ve haklılardı da. Düğünümde her şeyin yolunda gittiğini yazmıştı gazeteler. Patlama olayı başka bir haberle sunulmuştu ve patlama sorumlularının bulunamadığından söz edilmişti. Karan bir hayalet gibiydi. Hiç gerçekleşmemiş bir şeyi gerçekleşmiş gibi ve gerçekleşmiş bir şeyi de hiç gerçekleşmemiş gibi gösterebilirdi. Ve eminim bu, elinde halkı için bulundurduğu o mavi ışıktan çok daha güçlü bir yetkiydi. Karan'la olan fotoğraflarım kadar, tek başıma olduğum fotoğraflar da yayınlanmıştı. Tek elim gelinliğimin eteğinde, diğer elim aşağıya düşmüş, kamburum çıkmış... Hangi âna ait olduğunu pek tabii biliyordum. Onun dışındaki yalnız fotoğraflarıma anlam verememiştim ama. Ne zaman tek başıma kalmıştım bilmiyordum. Karan'ın yanından ayrılmamıştım pek. Buna şaşırsam da sorun etmedim çünkü plan tam istediğimiz gibi ilerliyordu. Haberleri duyan halk şaşkın ve aynı zamanda merak içerisindeydi. Buradan ayrıldığımız anda alacağımız tepkiler de tahmin edilmesi zor değildi. Nefret. Karan bu planı yaparken bir şeyi gözden kaçırmıştı. Zamanı geldiğinde tam anlamıyla halkın kraliçesi olacaktım. Böylece korkudan tir tir titredikleri adama anlatamadıklarını bana anlatacaklar, beni seveceklerdi. Sıcacık bir yuvadaki anne çocuk iletişimi gibi. Halk, ondan daha çok severse beni, tüm bunlara sahip olabilir miydim? Üstelik Karan'dan hatta diğer tüm yöneticilerden daha güçlü bir konumdayken. Karan hiçbir şey bilmiyordu. Buna rağmen onu bir şekilde affedecektim. Kendimi ilk defa sebepsiz bir şekilde bir yere, bir konuma ait hissettim. Sanki güçlü olmak için doğmuş gibiydim. Damarlarımda akan kandan, saç diplerime kadar bedenimdeki her bir zerre, yaşanılan acı kadar güç salgılıyordu. Arkamda doğanın olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu zira böyle bir güce sahip olmasam, kendimi acınası bir eş konumunda görürdüm. Necdet Suskun gibi. Aşkının esiri olan Necdet Suskun gibi. Asla onun gibi olmayacaktım. "Efendimiz bugün yoruldu. İzninizle biz artık ayrılalım." Asistan benim adıma konuştuğunda, kafamı kaldırıp öğretmene baktım. Memnuniyetle başını salladı ve elini asistana uzattı. Yüzümü görmüşlerdi ancak sorun değildi. Günlük hayatta maske takıp yüzümü saklayacak değildim. "Efendim, ne zaman isterseniz kapımız size açık." Başımla onayladım. "Teşekkür ederim." Son toparlanmalar eşliğinde çocuklara veda ettim ve korumalarla birlikte, arkamdan yürüyen asistanımla arabama binmek için dışarıya adımımı attım. Ancak dışarı çıkar çıkmaz bizi ondan fazla koruma karşıladı. Etten duvarlarının arkasında sayısız insan vardı. Şaşkınlığımı gizleyemedim. "Allah belanızı versin! Çocuğum dün gece öldü!" "Biz ölürken nasıl zenginliğinizin cefasını sürersiniz!" "Siz bu bölgenin gördüğü en kötü yöneticilerisiniz!" "Efendim, halk için planlarınız var mı? Tüm bu yaraları nasıl sarmayı düşünüyorsunuz?" Evet, Karan bunu da düşünmüştü. Linç yiyeceğim çok açıktı ve Karan, ekstra güvenlik önemli almıştı. Arabaya binmeme rağmen peşimizden koşan muhabirler ve muhabirlerin arkasında bana doğru nefret kusan halk, arabanın etrafını sardı. Fotoğraflarımı çektiler. Son ana kadar sakin kaldım ancak içinde bulunduğum arabaya yumurta fırlatılmaya başlandığında kaşlarımı kaldırıp camımdan aşağıya yavaş yavaş süzülen yumurtayı izledim. Tanrım, onlar her şeylerini kaybeden insanlardı ve bu insanları Karan'ın yaptığı gibi canlarıyla tehdit edip korkutamazdık. Eğer korkutabiliyor olsaydık bugün canları pahasına bana nefret kusmazlardı. Emniyet kemerimi takıp arabanın hareket etmesini bekledim. Kendimi sakin olmaya zorladım. "Doğrudan saraya sürün lütfen." Asistana döndüm. "Sizi de bıraktırayım. Nereye gideceksiniz?" "Çok memnun olurum efendim." dedi dışarıdaki kalabalığa göz atarak. Gözünün korktuğu açıkça belliydi. "Ben buradan bilgi vermek için meclise uğramalıyım. Efendimiz orada." Başımla onayladım. Sonunda araba hareket etmeye başladı ve kalabalık arkada kaldı. Anladığım kadarıyla, meclis dedikleri yer dört büyüklerin güvendikleri adamları ve ailelerinin huzurunda yönetimlerinin konuşulması için vardı. Barışı bozanın oy çokluğuyla yetkisi kısıtlanıyordu. Her nedense, benim evrenime sürülmeden önce, meclis başkanı Karan'dı. Taraflı bir yaklaşım olabilirdi ama belli ki o dönemler diğer bölgelerin temsilcileri de bunun daha iyi olacağını savunuyordu. Ancak Hafza olayı patladığında Karan meclis tarafından yine oy çokluğuyla cezalandırıldı ve sonuç olarak benim evrenime sürüldü. Karan, halkının bu denli ağır acılarla boğuşmak zorunda kalacağını öngöremeyecek bir adam değilken neden suçlamalara karşı çıkmamıştı? Bana o an beyninin çalışmayı bıraktığını ve tam anlamıyla dumura uğradığından söz etmişti ancak Karan, bu denli ciddi bir durumda duygularını pek tabii gizleyebilir, mantıklı düşünebilirdi. Neden cezayı kabul etmişti? "Şu an meclis başkanı kim?" Kız bana döndü. Bal rengi gözleri ve kahverengi saçları birbirini tamamlıyordu. Gözlerini belirginleştiren bir göz makyajı yapmıştı ve oldukça güzel görünüyordu. "Uzun süredir meclis başkanı yok efendim. Bildiğim kadarıyla mecliste konuşulan konular arasında bu konu. Efendimiz döndüğünde yeniden gündeme gelmiş." Karan, meclis başkanı olmalıydı. Bunu istediğini biliyordum ve çok da mantıklıydı. Başkan olmak, daha fazla hakka sahip olmak demekti. Bu yüzden evlenmiştik. Beni kullanmak istiyordu. "Eğer çok acil bir işin yoksa, ben de meclise uğramak istiyorum." Kızın yüz ifadesi değişti. "Çok özür dilerim efendim. Size bu bilgileri vermem bile gizlilik açısından sakıncalıydı. Meclise, meclis üyesi dışında kimse katılamaz. Ben de bitmesini bekleyeceğim zaten. Efendimize bugün hakkında bilgi vermeliyim." "Ben de seninle beklerim. Sorun değil." Cevap vermesine izin vermeden çantamdan telefonumu çıkarttım. "Alo, İlke?" "Afra şu an biraz yoğunum. Sonra konuşalım olur mu?" Tam kapatacaktı ki onu durdurdum. "İlke, bekle! Şu an mecliste olduğunu biliyorum ve oraya geliyorum." "Buraya giremezsin ki." dedi fısıldayarak. "Zaten senin üyeliğin de konuşulan konular arasında. Kesin bir şey yok. Gelmemen daha uygun olur." "Peki. Karan meclisten sonra nereye gidecek haberin var mı?" "Tam bilmiyorum ama muhtemelen yönetim binasında olur. Eğer adını söylersen, seni odasına çıkartırlar. Senin için birini göndereyim mi?" "Hayır gerek yok. Yanımda asistanım var. Onunla gelirim ben. Sen, Karan'a odasına gitmesini söyle yeter." "Peki görüşürüz." "Görüşürüz." Telefonu kapattım ve çantama koydum. "Karan'ın odasında bekleyeceğiz. O geldiğinde işini halledersin." "Ama efendim, ben daha önce o odaya girmedim ki. O kata yalnızca belirli kişiler çıkabilir." Göz devirdim. "Merak etme. Bir şey olursa seni korurum." Sonunda araba durduğunda, çantamı elime aldım ve arabadan indim. "Buyurun efendim." Beni kapıda karşılayan bu adamın beni tanımasının tek sebebi, yolda gelirken asistanın ilgili kişilere haber vermiş olmasıydı. "Efendim." dedi bana elini uzatan bir kişi. Eline baktım. Sanırım tokalaşmak istiyordu. "Burada genel müdürüm efendim. Yönetimle ilgili herhangi bir sorunuz olursa doğrudan benimle iletişime geçebilirsiniz. Buyurun sizi yönlendireyim." Yüz ifademi bozmadan kafamı salladım. Çünkü Karan olsa öyle yapardı. Halkın arasından biri olduğum kadar, Karan'ın güç ve otoritesini de temsil ediyordum. Topuklu ayakkabıların çıkarttığı sesten rahatsız olsam da, annem sayesinde, aldırış etmeden üstünden gelmeye çalıştım. Son zamanlarda annem sürekli aklıma geliyordu. Benimle, evlilikle ilgili sayısız konuşma yapmıştı. Daha doğrusu o konuşmuştu, arada bağırmıştı ve ben de korku içinde dinlemiştim. "Erkekler," demişti yine bir keresinde. "Ellerindekinin kıymetini bilmezler. Bu yüzden sakın kendini el altında gösterme. Aksine, karşı çık. Evlilikte üstünlük kuran kazanır. Bu bir oyun. Sakın ezdirme kendini. Yoksa ezilen sen olursun. Gerektiğinde bağır, çağır. Onu kuklan hâlinde getirmezsen, sen kukla olursun." Bir insan, nasıl olurdu da anlatmak istediği şeyi anlatabileceği en canice şekilde anlatabilirdi? Evet, bazı konularda haklıydı. Mesela, evlilikte kendimi ezdirmemem konusunda. Ancak öyle örnek biri değildi ki söyledikleri bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyordu çünkü bu tür kendini ezdirmeme konuları bir yerde saçmalıktı. Eğer kişiler arasında evlilik gibi ciddi bir anlaşma olacaksa, birbirlerine sadakat sözü vereceklerse iyi birer anne baba da olmalılardı. Evlilikte çocuk olduktan sonra pek çok şey değişirdi ancak değişen, saygı olmamalıydı. Eğer karşınızdaki size saygı duyuyorsa siz de ona saygı duymalıydınız. Zira ancak böyle bir ortamda mantıklı düşünebilen, kendini bilen ve duyarlı çocuklar yetiştirebilirdiniz. Bunu, hep ezilenin tarafını tutmuş küçük bir kız çocuğu söylüyordu. Ve şimdi annemin bana anlattığı tüm canilikleri Karan'a uyguladığımı fark etmiştim. Bu kendimden iğrenmeme neden olmuştu. Ancak bunu yapmamın nedeni de belliydi. Çünkü bana saygı duyulmamıştı. Ben de hâliyle çıldırmıştım. Sinirlerim ancak o benimle ılımlı bir şekilde konuşursa yatışırdı. Bu yüzden onun bana gelmesini beklemeyecektim. Ben ona gidecektim. "Size herhangi bir şey ikram edeyim mi efendim? Çay, kahve?" "Su alabilirim." Kafamı çevirip asistanıma baktım. "Siz ne içersiniz?" Kız böyle insancıl şeylere alışık değilmiş gibi yüzüme şaşkınlıkla baktı. "Çay, kahve?" dedim cevap alabilmek için. Kafasını kaldırdı ve adama bakıp yeniden bana döndü. "Ben bir şey almayacağım. Teşekkür ederim." Adam başıyla selam verdi ve peşinden ayrılmayan birkaç adamla odadan çıktı. "İsminiz neydi?" dedim koltuklardan birine oturup bacak bacak üstüne atarak." "Melis, efendim." Elimle, oturması için karşımdaki koltuğu işaret ettim. Bal rengi gözleri önce koltuğa sonra bana döndü. Hâlâ şaşkınlık içerisindeydi ancak söylediklerimi ikiletmeden işaret ettiğim yere, tam karşıma, oturdu. "Size sen diye hitap edebilir miyim izninizle." dedim oturduğum yerde rahat bir pozisyon bulmaya çalışarak. Bacaklarımı indirmemiştim. "Tabi ki efendim." Gülümsedim. "Böyle, işlerimle hep sen mi ilgileneceksin, Melis?" "Bilmiyorum efendim. Efendimiz nasıl uygun görürse." Bahsettiği kişinin Karan olduğunu anlamak saniyelerimi almıştı. "Peki, benim işlerimle ilgilenmek seni rahatsız eder mi?" "Hayır efendim." dedi hızla, ellerini de konuşmasına dahil ederek. "Sizinle ilgilenmek benim için bir şeref." "O hâlde," dedim gözlerine bakarak. "Şirketten çok benimle ilgilenmen için Karan'la konuşacağım. Bugün bana yardımcı olduğun için çok minnettarım." Beni başıyla onayladı ancak gözlerinden, rahatsız olduğu bir konu olduğu anlaşılıyordu. "Bana her konuda açık olabilirsin. Eğer istemiyorsan, benim için sorun değil." "Hayır efendim. Öyle değil. Ben, sizinle çalışmaktan onur duyarım." Başımla onayladım ancak şimdi de benim aklımda soru işaretleri kalmıştı. "Bu şirkette, neye göre işe alım yapılıyor?" "Efendimizin kendine ait bir okulu var efendim. Her yıl farklı departmanlardan beş öğrenci alımı yapılıyor ve bu bölgenin yönetim binası çalışanları eğitiliyor. Buraya asla eğitimsiz insanlar giremez." Başımla onayladım. "Öyleyse sen de o okuldan mezunsun." "Hayır efendim. Ben, aracı sayesinde buradayım. Ailem çok köklü bir fabrikanın sahibidirler." Başımla onayladım ancak istemdışı kaşlarım hayretle yukarıya kalkmıştı. "Tabii ki benim de aldığım eğitimler oldu ancak diğerleri kadar zorlanmadım." Gözlerime bakamıyordu. Ve bir şeyler dönüyordu. Nasıl oluyordu da, saniyesinde insanların bakışlarından bir şeyler döndüğünü anlayabiliyordum. Mesela, az önce İlke ile konuşurken beni dinlemek için elinde düzenlemeye çalıştığı dosyaları öylesine çok sıkmıştı ki yan gözle bakmadan edememiştim. Arabadan inip karşımda dikilen ve bana tokalaşmak için elini uzatan adama baş işareti yaptığına da dikkat etmiştim. Sanırım algılarımın tamamen açık olması, bu tür şeyleri anında fark etmemi sağlıyordu. Zaten hep dikkatli biriydim. "Sence, Karan iyi bir yönetici mi? Eminim etrafında fazla düşmanı vardır. Bir yönetimin fazla düşmanı varsa o yönetim iyi bir yönetim değildir zannımca." Asla böyle düşünmüyordum ancak belli ki o böyle düşünüyordu. Gözleri gözlerimi buldu. Ancak öylesine sakin bir ses tonu ve öylesine sakin bir ifadeyle söylemiştim ki bir an bile şüphe etmemişti. Aksine, görüşlerini duymak istediğimi zannediyordu muhtemelen. "Bu konu hakkında benim görüş bildirmem doğru olmaz efendim." "Hayır hayır." dedim hemen. "Biliyorsun, yeni evlendik biz. Yönetim hakkında da pek bilgim yok. Ancak sen biliyorsundur. Hem, duruma göre bu tür şeyleri Karan'la görüşüp düzelttirebilirim. Hatta," dedim yutkunarak. "Belki de yönetimde daha fazla söz sahibi olabileceğim bir konuma yerleşebilirim." Hadi, dedim içimden. Düş tuzağıma. "Aslında," dedi üzgün görünmeye çalışır gibi kısık bir ses tonuyla. "Halk son zamanlarda oldukça sefil durumda. Her ne kadar efendimiz bizim için günlerdir uğraşsa da saramayacağı yaralar var. Çok insan kaybedildi ve geride çok acılı aile kaldı. Ne yaparsa yapsın, onlara ne kadar ödeme yaparsa yapsın kendisine hürmet edeceklerini sanmam." Kafamda az çok netleşen senaryoyu gözlerimi kırpıştırırken yazdım. Ancak o, uzun süre konuştuğu ve kendi hakkında büyük açıklar verdiği için kafası karışmış bir hâlde yere dikti bakışlarını. Hep uyguladığım bir taktikti. İnsan güvene, güce muhtaçtı ancak yüz yüze savaşmaktan delicesine kaçardı. Karşısına, onun yolunda savaşabilecek güçlü bir temsilci çıktığında ve güven verdiğinde bülbül gibi şakır, elbet bir şekilde kendinden ödün verirdi. Ona, Karan'ın yönetimini ele geçirebilirim demiştim. Dolaylı yoldan bunu kastetmiştim ve o da beni çıktığı bu yolda savaştığı kişiler karşısında güçlü bir rakip gibi görmüştü. Şimdi, neyin peşinde olduğu az çok anlaşılabiliyordu. Düşüncelerime dalmıştım. Zorla gülümseyerek hiçbir şey belli etmemeye çalışırken, odanın kapısı açıldı ve içeriye tanıdık bir beden girdi. Karan Başer. Uzun bacakları, uzun boyu, bakımlı saçları ve yapılı bedeniyle karşımda dikiliyordu. Gözleri üzerimde gezindi. Ardından karşımda oturan kıza baktı ve yeniden bana döndü. Yalnızca etrafında, işinde, yönetiminde değildi düşmanları şimdi. Aynı zamanda yatak odasındaydı da. Bu yükü nasıl kaldırırdı? "Hoş geldin canım." dedim ayaklanıp onu yanağından öperek. Aynı zamanda arkamda kalan Melis de ayaklanıp gözlerini yerde odaklamış, başını eğmiş ve ellerini önünde birleştirmişti. Karan bana şaşkınlıkla baktı. Buna rağmen elini belime dolamaktan geri kalmadı. Ne yaptığımı biliyordum. "Ben sizi yalnız bırakayım efendim." dedi Melis ve hızla odadan ayrıldı. Odadan çıkana kadar onu inceleyen Karan, yalnız kaldığımızı düşündüğü an bana döndü ancak elimle ağzını kapattım. Hâlâ şaşkındı. Ancak ona söylememe gerek kalmadan o da dönen oyunu anladı. Hissetmişti. Kızın varlığını yani. Eminim güçlerini kullanmıştı. "Sana günümü anlatmadan önce, istediğim su hâlâ gelmedi. Ona bakıp geliyorum sevgilim." Kapıya doğru yürüdüğümü topuklularımdan pek tabii anlayabilirdi. Kapının önünde dikilen Melis, hızla uzaklaştı. Derin bir nefes alan Karan, kalçasını masasına yaslamıştı ve benden bir açıklama bekliyordu. Kaldırdığı kaşları, üzerine tam oturmuş siyah gömleği ve siyah kumaş pantolonuyla nefes kesiciydi. Uzun bacaklarının birini, ötekinin bileğine yaslamıştı ve pür dikkat beni izliyordu. "Bu kızın, hain olduğunu biliyorsun, değil mi?" Karan'ın kaşları yavaşça indi ve dudakları tehlikeli bir şekilde yukarıya kalktı. Yaslandığı masadan ayrıldı. Ellerini ceplerine soktu ve yavaş adımlarla, gözlerini gözlerimden ayırmadan üzerime doğru yürüdü. "Çok dikkatlisiniz, Afra Hanım." Sesinden büyük bir cüretkârlık akıyordu. "Sizi bu yüzden eşim yaptım." Evet, beni başka şekilde eşin yapman imkansızdı. "Öyleyim." dedim yutkunarak. Şaşkınlığımı koruyordum. Şayet karşımdaki bu adam, dün kör kütük sarhoşken bana yaptıkları yüzünden af dilemişti ve şimdi de hiçbir şey olmamış gibi gülümseyip üzerime doğru yürüyerek beni sıkıştırmak istiyordu. Ondan böyle bir adım beklemiyordum ve bu beni şaşırtıyordu. "Ancak aynı zamanda fazla kalpsizsiniz de." Kendi tespitine gülümsedi. Ona anlam veremedim. Sabah bir kalpsiz gibi davrandığım doğruydu ama o da bana öyle davranmıştı. Kalbi kırılan ne sadece o ne de sadece bendim. Her ikimiz de kırılmıştık. "Nasıl yani?" Artık aramızda neredeyse hiç mesafe yoktu. Biraz daha yaklaşırsa, burun burunayız diyebilirdim. "Neden buradasın?" dedi önümde durduğunda. Üzerime doğru eğildi. Ne kadar eğilirse eğilsin o kadar uzundu ki, aramızdaki boy farkı kapanmıyordu. "Çünkü, ziyaret etmek istedim." "Kimi?" dedi gözleri dudaklarıma kayarken. "Kocanı mı?" "İlke'yi." dedim duygusuz bir sesle. Ancak yüzündeki sırıtış bir an bile solmadı. Gözleri hâlâ dudaklarımda oyalanıyordu ve ona engel olmuyordum. Ne o benimdi, ne de ben onundum. "İlke burada yok. Şu an benim odamdasın. İlke seni görmeye geliyormuş, odana yönlendirdim orada bekliyor seni dedi. Yanlış duymuşum herhalde." Ona adım attığımı mı zannetmişti? Evet, adım atmıştım ama bilmesine gerek yoktu. Bana yakınlığı tanıdıktı. İlk tanıştığım Karan gibi duygularını kapatmış, tamamen rasyonel düşünüp karşısındakini sözleriyle yahut hamleleriyle psikolojik olarak çökerten bir yönetici hâline gelmişti. "Doğru duymuşsun." dedim gözlerine bakarak. Ona bir adım daha attım ve burun buruna gelmemizi sağladım. "Kocasını ziyaret etmeden duramayan bir eş rolüne büründüm. Nasıl, yeteri kadar inandırıcı oynadım mı?" Sarhoş gibi bakıyordu bana. Ancak duruşumu bir an bile bozmadım. "O kıza da dikkat et. Hiç gözüm tutmadı." dedim yavaşça geri çekilerek. Ancak buna izin vermedi ve eli belime gitti. Beni kendine yasladığında yüzüne kaşlarımı çatarak baktım. "Ne yapıyorsun?" Baş parmağı dudağımda gezindi ancak hemen geri çekildim. "Ben," dedim dişlerimin arasından. "Hafza değilim." Yüzü şaşkınlığa büründü bu defa. Bunu söylememi beklemiyordu sanırım. Açıkçası ben de beklemiyordum. Ne yaptığımı bilmiyordum artık. Bir şekilde, onu başka bir kadını sevmekle suçlayacak ve yeterince acı çektiği zaman cennetime eriştirecektim. Ancak önce, cehennemimde yanmalıydı. "Afra-" dedi açıklama yapmak için ancak onu elimi kaldırarak durdurdum. "Açıklama yapmak zorunda değilsin. Ama biliyorsun ki biz gerçek bir evlilik yapmadık. Eline koluna hakim ol yeter. Yanında tanıdık bir beden görünce kendini kaybetme diye söylüyorum." Tam olarak şöyleydi; az da olsa çökmüş omuzlar, acı çeken kızıllar ve somurtmaya yakın bir yüz. Evet, Karan Başer'e söylediklerim bu defa ağır gelmişti. Özlediği bir bedenden onu mahrum bırakacaktım. Evliliğin başında kendisi söylemişti. Gerçek değildi. Hiçbir şey gerçek değildi. Ancak eminim Hafza'dan çok evlilik hakkında söylediklerim üzmüştü onu. Zira bilmese de kafasında bu evliliği bir raya oturtturmuş, trenin sorunsuz işleyişine hayran kalmıştı ama evlilikti bu. Tren rayının sonu uçurumdu. Karan eski hâline dönünce, ben de eski hâlime dönmüştüm ister istemez sanırım. "Ne zaman göreceksin?" dedi kafasını sallayarak. Anlam veremeden yüzüne baktım. Ancak cevap vermeden arkasını dönüp masasına oturdu. Arkasına yaslandı. Başını geriye attı. "Yorgunum." Diyecek bir şey bulamadım. Bu nedenle bir müddet sessiz kaldık. Biraz daha sussaydı odadan çıkıp gidecektim. Ancak öyle olmadı. Arkaya attığı başını kaldırdı. Gözlerini gözlerime dikti. Biraz toparlanmış görünüyordu. "Afra," dedi daha net bir sesle. "Sana bunu son kez söyleyeceğim. Sen de bir kerede anlayacaksın." Anlamıyordum. Neden bahsediyordu? "Ben, Hafza'yı, hiçbir, zaman, sevmedim." Tüm kelimelerin üzerine bastırmıştı ve öyle bir söylemişti ki, bana ben aslında annemin doğanın ruhu olduğunu biliyorum dese inanırdım. "Gözler yalan söylemez Karan. Bana nasıl baktığını görüyorum. Seviyorsun onu." "Sen seven insanın nasıl baktığını biliyor musun ki Afra?" Acımıştı. Haklıydı. Bilmiyordum. "Merak etme. Ben de seven insan nasıl bakar bilmiyorum. Dahası, sevmeyi de bilmiyorum. Bilsem söylerim. Ancak sen, sana bakan gözlerimde sevgi gördüğünde konuyu nasıl Hafza'ya bağlayabildin? Ben Hafza'yı hiçbir zaman sevmedim. İstesem de sevemezdim." Sana bakan gözlerimdeki sevgi, sandığın kişiye ait değildi. Senindi demişti. "Neden?" "Senden önce kimse bana sevmeyi öğretmedi çünkü. Şimdi karşıma geçip sen onu seviyorsun deme bana. Güldürüyorsun." Bunu dimdik bakışlarla söylemişti. Kızdığı belliydi. "Sevmedim. Sevsem söylerim. Sevmedim." Kendini bana inandırmak için verdiği uğraşa şaşkın gözlerle karşılık verdim. "Öyleyse diğerleri neden sevdiğini düşünüyor?" "Kim öyle düşünüyor Afra? Bana bir kişi göster öyle düşünen. Sadece bir kişi." "Pamir mesela. Sevginin hastalıklı olduğu kanaatinde. Ne gördüyse artık sende, sevdiğine de öldürdüğüne de inanmış görünüyordu." "O sadece kardeşini kaybetmiş bir abi Afra. Kendine suçlayacak birilerini arıyor ve buluyor da. Selin öldürülse ve kanıt olmamasına rağmen nişanlısından şüphelensem nasıl olurdu diye düşünüyorum da, Pamir fazla sakin. Yemin ederim taş üzerinde taş bırakmam." "O hâlde neden konuşmuyorsun onunla? Öldürmediysen söyle. Anlat. Neden uzatıyorsunuz?" "Onun derdi sadece kardeşi değil. Küçükken çok yakındık ama küçüktük işte. Her şey bu kadar boktan değildi. Ailelerimiz bizi işlerden uzak tutardı. Aramıza hiçbir şey giremezdi." Eskilere dalmış gibiydi. "Sonra babamla babasının arası bozuldu. Babam sinirli bir adamdı zaten. Çekti silahını. O gün bugündür kavgalıdır iki bölge de. Bana sorarsan babamla babasının kavgası sikimde bile değil ama Pamir uzatmak istiyorsa uzatırız." Omuz silkti. Sanki çok basit bir şeyden söz ediyor gibiydi. "Üstüne bir de İlke olayı çıktı işte. Ben de kullandım. İlke Pamir'e öylesine aşıktı ki, Pamir'in insanlarıma yaptıklarını gördüğünde resmen depresyona girdi. Onu düzeltmek aylarımı aldı. En sonunda da öyle bir oyun kurduk işte. Sen gelince Alex senden bahsetti Pamir'e. İlke ile aramızdakinin bittiğini düşündü böylelikle. Ben de seni öne sürdüm. Pamir'in canını bir şekilde yakmalıydım çünkü yerdeki kan benim değildi. İnsanlarımın kanıydı. Seni incittiğim için kendimi öldürebilirim ama yapmak zorundaydım." Değildi. "Bana yaptığını savunamazsın Karan. Evet, yaptığın iyi bir hamleydi. Ama bana anlatmalıydın. En azından kendimi ne kadar boktan bir durumun içinde bulacağımı önceden biliyor olurdum." "İstemedim. Anlatsam kabul etmezdin çünkü senin buraya barışmaya geldim diyemeyecek kadar büyük bir gururun var Araf. Nasıl yetiştiğini anlattığın kadarıyla ve biraz da gördüklerim kadarıyla biliyorum. Bildiklerim de yetiyor bana. Neden böyle davrandığını da sinirlendiğinde neden sürekli kalp kırma ihtiyacı hissettiğini de, her şeyi kontrol altında tutmak istemenin de nedenini biliyorum." Derin bir nefes alıp verdi ve gözlerini gözlerimden ayırmadan devam etti. "Hafza'yı sevmediğimi biliyorsun zaten. Ancak dün yaptığın şey bana acı çektirmek için yeterli gelmedi sana. Bahane lazımdı ve Hafza'yı kullandın. Tıpkı benim gibi. Seni nasıl arzuladığımı bile bile beni senden mahrum bıraktın. Kızacak değilim ama farkında olduğumu bil." Yüzüne baktım. "Bu savaşta tek başıma da savaşırdım. Ama senin gibi bir ortağımın olması fikri yalnızlığın yersiz olduğunu fark ettirdi. Yalnız savaşmak her zaman bir adım önde tutardı beni. Seninle daha önce hiç ortak bir savaşa girmediğimdenmiş." Koltuğundan kalktı ve masasının etrafında dolaştı. "Sabah dedin ya, sana kırgınlığım asla geçmeyecek diye. Geçmesin zaten Araf. Kin besle bana. O zaman unutamazsın beni. Aklını işgal ederim." Kalbimi de işgal ediyordu son zamanlarda. Kanatıyordu da bazen. Farkında değildi. "Neden aklımı işgal etmek istiyorsun?" Karşımda dikildi. "Belki geçmişini daha az düşünürsün. Belki istemediğin kişiliğinden bir nebze de olsa uzaklaşırsın." Omuz silkti. Parmağı elime temas etti. "Ben de istemediğim bir kişiliğe sahibim çünkü. Dün kırdım ya seni. Kırmak istemedim. Sabah da kırmak istemedim. Ama kırdım işte. Olur öyle şeyler denecek bir şey değil ki bu diyesin." "Tüm bu saçmalıkları bana neden anlatıyorsun?" Parmağı kolumdan yukarıya doğru çıkmaya başladı. Gözleri parmağını takip ediyordu. Ben ise tamamen söylediklerine odaklıydım. "Saçmalık değil Araf. Saçmalık değil. Sadece sana, yalnız olmadığını söylüyorum. Senin hissettiklerinin tıpa tıp aynısını hisseden biri daha var demek istiyorum." Ceketimden tam olarak hissedemediğim parmağı, açık gerdanımda dolaşmaya başladığında dikkatim dağıldı. Alıp verdiğim nefesler yüzünden inip kalkan göğsümü izliyor, ancak konuşmasını ustaca sürdürüyordu. Yüzüne alık alık baktım. "Ama aptallık konusunda yalnızsın. Kusura bakma." "Ne?!" "Seni kırmama rağmen hâlâ bedenin beni istiyor. Yoksa göğsün bu derece hızlı inip kalkmazdı. Kalbin patlayacak kadar hızlı çarpmazdı." "Ne diyorsun sen be?" Söylediklerini idrak edip geri çekildim. Eli havada kaldı ancak ceplerinde hemen yer buldular kendilerine. Sert çıkışıma rağmen derin bakışları solmadı. "Hadi İlke'ye git." dedi keyifle. "Oradan da doğruca saraya geçersin." Yüzündeki aptal gülümsemeyi benden gizleyerek masasının başına döndü. Neye güldüğüne anlam veremedim ancak dediği gibi kalbim hızlı atmaktan patlayacak noktaya gelmişti. Bir an önce ondan kaçmak istiyordum. Çantamı aldım. Masada kağıtlarla ilgilenen Karan'a son kez baktım. O bana bakmadı. "Afra?" Kapının önündeyken tekrar bana seslendiğinde ona döndüm. "O bakışlar, Hafza'yı sevdiğimden değildi." Dediğini çok net anlıyordum ancak duymamazlıktan gelerek odadan ayrıldım. Bu muhtemelen onda hayal kırıklığı yaratacaktı ancak umurumda değildi. Yoksa kalp krizi geçirecektim. Derin bir nefes sığdırdım içime ve asansöre bindim. Bu konuşmanın ardından istediğim suyu, umarım soğuk olurdu, kendisi içerdi. İstediğim kata geldiğimde yavaş adımlarla asansörden indim. Etrafta dönüp duran birini durdurdum. "İlke Hanım'ı nerede bulabilirim?" dedim Karan'a sormayı akıl etmeyi unuttuğum için kendime kızarak. Katını biliyordum ancak odasını bilmiyordum. "Kendisi az önce meclisteydi. Odasına geçmiş olabilir. Sizi odasına alayım isterseniz?" Başımla onayladım ve elimdeki çantamı omzuma atıp sağlam adımlarım ve ifadesiz bakışlarımla ilerledim. İlke'nin odası en üstten bir alt kattaydı. Yani Karan'ın odasının bir kat aşağısında. Duyduğuma göre en üst katta Karan dışında kimsenin odası yoktu. O kata çıkmak yasaktı. Sadece en üst seviyedeki birkaç yönetici çıkabiliyordu o kadar. Bunun sebebini az çok tahmin edebiliyordum. Karan'ın kimseye güvenmezken bana güvenmesinin sebebini de biliyordum artık. Çünkü ona güvenmemi istiyordu. Çünkü içinden bir ses sürekli beni korumasını istiyordu ve buna karşı koyamıyordu. Adam ileride bir kapıyı işaret etti ve İlke'nin odası olduğunu söyledi. Teşekkür edip işaret ettiği yere doğru yürüdüm. Kapıyı açtığım ve içeri girdiğim an, ciğerlerime derin bir nefes doldurdum. Burnuma çalınan vanilya kokusu ile gülümsedim. Odada dolanan bakışlarım masanın üzerinde yarısı yanmış tütsüyle buluştuğunda, kokunun nereden geldiğini de anlamış oldum. Oldukça sade, Karan'ın odasının aksine beyazların hüküm sürdüğü bu oda, insanın yenilenmesi için falan dizayn edilmiş olmalıydı. Bu ortamda çalışmak eminim fazla verimliydi. Odanın ışık görmeyen tek bir noktası bile yoktu. "Afra." dedi açılan kapıdan giren İlke. "Hoş geldin! Otursana." Sesinde beni sınayan bir tonlama vardı. Ona nasıl davranacağımı merak ediyordu. Oturana kadar sesini çıkartmadan beni izledi. "Bir şey içer misin?" "Teşekkür ederim." dedim başımı olumsuz anlamda sallayarak. "Odan çok güzelmiş." Etrafta gezinen gözlerim, masasının üzerindeki çerçevede ve içindeki fotoğrafta kaldı. Bir kadın vardı. Ve de İlke. O kadın bana benziyordu. Hatta, o kadın benimle aynı görünüyordu. Ancak gördüğümü belli etmeden önüme döndüm. İlke bile muhtemelen bana, o kıza benzediğim için ısınmıştı. Bana böyle davranmasının sebebi o kızdı. O kıza benzememdi. Bu bana derin bir üzüntü veriyordu. "Mecliste senin de üst düzey yönetici grubunda yer alman gerektiği konuşuldu. Diğer bölge yöneticilerinin bu konuda pek bir söz hakkı yok. Onların kararlarını dinlemedik bile. Ancak Karan bizim tarafın kararlarını da dinlemedi." Bu durumda benim çalışmamı istemiyordu. Bu saçmaydı çünkü böyle anlaşmamıştık. Bölge yönetimine dahil olacaksam ve artık Karan Başer'in resmi olarak karısıysam en azından üst düzey yönetici sayılmalıydım. "Nasıl yani?" dedim şaşkınlıkla. Ben çalışmak istiyordum ama. "Yanlış anlama." dedi hemen. "Karan senin üst düzey yönetici olmanı istemiyor. Karan senin direkt yönetici olmanı istiyor. Eğer isteğinde ısrarcı olursa, onunla en üst katta çalışacaksın." Kaşlarım, arşa çıktı. "Sen ciddi misin?" dedim hoşnutlukla. Başını salladı ve ellerini çırptı. "Sonunda Karan'ı hanımcı da gördüm. Ölsem de gam yemem." Ancak ben onu dinlemiyordum. Boynuma vuran nefeslerini hissettim. 'Seni,' demişti. 'Seni yanımda istiyorum.' "Etkilendin." dedi İlke arkasına yaslanıp sırıtarak. "Çok pis etkilendin. Kabul et." "Etkilenmek değil de," dedim omuz silkerek. "Sadece, onunla aramız bozuktu biraz. Şu düğün meselesi yüzünden. Ondan böyle bir şey beklemiyordum." Yüzündeki sırıtış silindi. Yaslandığı koltuktan doğruldu ve kollarını masaya koydu. "Ondan böyle bir şey beklemiyordum." dedim. "Senden de beklemiyordum." İlke'nin yüz ifadesini inceledim. "Bak." dedim dayanamayarak. "Onu sevdiğinizi görebiliyorum. Her ikinizin de. Nasıl severseniz sevin beni ilgilendirmiyor. Ancak ben o değilim. Size bunu defalarca kez söyleyebilirim. Ben Hafza değilim İlke. Ben Afra'yım. Bana ne kadar ayıp ettiğinizi farkında mısınız?" İlke'nin yüz ifadesi gözle görülür biçimde değişmişti. "Biliyorum." dedi suçlu hissettiğini belli eden bir tonlamayla. "Biz sende onu aramıyoruz zaten. Bunu yapan Pamir'di. Pamir öyle bir adam ki, günlerce işkence görse elimizden bir kere sesi çıkmaz. Tek zayıf noktası kardeşi. Onu öldürenin Karan olduğunu düşünüyor. Öyle olmadığını bilse bile kendine suçlu birilerini arıyor. Eğer onun Karan'a verdiği zararı düşünürsek bizim yaptığımız hiçbir şey. Ama seni düşünemedik. Haklısın, özür dilerim. Ama Karan'a kızma. Bu planı ona öneren kısmen bendim." "Hayır," dedim. "Ben bu planın oldukça akıllıca olduğunu düşünüyorum. En azından can yakma konusunda. Ama biriniz bile çıkıp bana anlatmayı düşünmediniz mi? Bu kız ne hisseder, üzerindeki gelinliğin bile bir başkasının olduğunu başkalarından duysa üzülmez mi diye sormadınız mı hiç kendinize? Düşünmediniz mi?" Sesimde öyle bir sakinlik vardı ki, İlke sakinliğim karşısında iki büklüm oldu. "Haklısın." dedi. "Çok haklısın. Bizim gözümüz halkımızın acı çektiğini gördüğümüzde intikam hırsıyla öylesine karardı ki, kırabileceğimiz kalpleri hiç düşünmedik." Kafasını öne eğmişti. Üzgün olduğunu görebiliyordum. "Artık," dedim derin bir nefes alarak. "Kendi evrenime dönmek istemiyorum." Bakışları birden yüzüme çıktı. "Sizin için pek çok şey yaptım. Görmeseniz bile pek çok şeyden vazgeçtim. Kendime verdiğim bazı sözleri ezdim. Bunun karşılığında annemi buraya getirmenizi istiyorum. Bu evrene." Eminim, onu özlediğimi düşünüyordu. Ancak hayır, o kadın öldürülmeliydi. Asıl kıyametin onun elinden çıkacağını biliyordum çünkü. "Bu bir suç, Afra. Evrenler arası kaçakçılık... Bu Karan'ın bile boyunu aşar." "Ama beni burada tutup bir de üstüne Kuzey yöneticisinin karısı yaparken suç değildi, İlke." dedim omuz silkerek. "Kimsenin bilmediği suçun cezası da olmaz." dedim kestirip atarcasına. İlke'nin bakışlarında korku gezindi. Eğer yakalanırlarsa, Karan'ın başına geleceklerden endişe ediyor olmalıydı. "Bu bir kanundur. Çok nadir görülür ama başka bir evrenden bizim yöneticilerimizden biri ve bir güç kaynağı bağ kurarsa, bu evrenden bir insan gibi görülür." "Her neyse," dedim. Aklımdaki bir soru işareti daha silinmişti. "Kendi evrenime dönmeyeceğim Karan'la konuştuktan sonra kesinleşecek. Onunla konuştuktan sonra burada yerimi sağlamlaştırmak için elimden geleni yapacağım." Yanımdaki çantama uzandım. "Burada bir başkasının yerini doldurmayacağım. Burada, kendime bir yer edineceğim." İlke'nin gözlerindeki endişe azalmak yerine artıyordu ve bu sinirlerimi bozuyordu. "Sana kolay gelsin." dedim gülümseyerek. Karşılık vermesini beklemeden odadan ayrıldım. "Efendim." Kapının önünde beni bekleyen Melis'i baştan aşağıya süzdüm. Bizi dinlemiş olabilir miydi? "Evet." dedim ciddi bir ses tonuyla. "Bir şey mi vardı?" "Gidiyor musunuz?" "Evet, neden?" "Size eşlik etmeli miyim diye soracaktım." Başımı salladım ve tamamen ona döndüm. Gözleri yerdeydi ve oldukça endişeli görünüyordu. Bizi dinlemişti. "Hayır. Bana eşlik etmene gerek yok. Karan'la henüz konuşmadım o meseleyi. Sana konuştuğumda ve karar verdiğimizde haber gönderirim. Şimdilik buradaki işine devam et." Yüzüne son kez baktım. Korku dolu gözleri etrafta geziniyor, terliyordu. Daha fazla beklemeden yanından geçtim ve asansöre yöneldim. Çantamdan çıkarttığım telefonumu, asansörden çıkana kadar hazır beklettim. "Alo." dedim dış kapıdan çıktığım an. "Melis'e dikkat et. İlke'ye göz kulak olmalısın. O kızın girip çıkamayacağı delik yok. Bizi dinlerken yakaladım." "Tamam, sakin ol. Her şey kontrolüm altında. Onu burada tutmak benim planımdı. Endişelenme." Karan beni rahatlatan bir ses tonuyla konuştuğunda ikna olmasam da mırıldandım. "Kendine dikkat et." Karşılık vermesini beklemeden telefonu çantama attım. Kapımı açan şoföre başımla selam verip arabaya bindim. "Nereye gidiyoruz efendim?" "Saraya." Arabaya kuruldum. Aklımda sürekli bir sonraki hamlemi kurguluyordum. Mecliste görev alana kadar ne yapacaktım? Halka mı oynayacaktım yoksa Deniz'e yardım etme konusunu yeniden gözden mi geçirmeliydim? Belki İlke'den işleri öğrenmekle de vakit geçirebilirdim. Sanırım bunların hepsini aynı anda yapmalıydım. Tanrım! Yolculuk başladığında arabanın içi fazlasıyla sessizdi. Yalnızca kendi düşüncelerimi duyuyordum. Garip bir şekilde soğuk soğuk terlediğimi hissettim. Hasta olma ihtimalini gözden geçirdim ve şansıma küfrettim. Şu an hasta olmanın hiç sırası değildi zira çok işim vardı. Ensemde soğuk bir nefes hissettiğimde elim arkama gitti ve koltukta rahatsızca kıpırdandım. Her şey normalken böyle bir ürperti hissetmek, akıl sağlığımı sorgulamama neden oldu. Ancak önemsemedim. Beni soğuk soğuk terleten hastalık, kafamı da bulandırmış olabilirdi. "Yok et!" Arabanın içinden gelen belli belirsiz, fısıltı hâlindeki sesle kafam anında şoföre döndü. "Bir şey mi söylediniz?" Sessizliği bozmamın verdiği panikle, muhtemelen benden çekiniyordu, gözleri anında dikiz aynası aracılığıyla gözlerimi buldu ve yeniden yola baktı. "Hayır efendim." dedi tekrar gözlerime bakmamaya özen göstererek. "Bir şey söylemedim." Kaşlarımı çatıp camdan dışarıya baktım. Etraf sisliydi. Bir yangın dumanı gibi. İlerleyen arabaya rağmen peşimi bırakmayan sesler arttı. "Yok et!" Tekrarlanan emir cümlesiyle kaşlarımı çatıp arabanın çevresine bakındım. Ancak arkamızdaki güvenlik dolu araba dışında kimseyi göremedim. Sis öyle fazlaydı ki, şoför önünü nasıl görüyor bilmiyordum. "İntikam!" Bir başka cümleyle korkmaya başladığımı hissettim. Ne olduğunu bilmiyordum ve dehşet içerisindeydim. Deliriyor olma ihtimalim çok yüksekti. Elim anında çantama gitti. "Yok et!" Tekrar duyduğum sesle çantamın içinden çıkarttığım telefonu daha hızlı kullandım. Hemen Karan'ı aramaya çalıştım. Ancak telefon çekmiyordu. "İntikam!" Karan beni bulurdu. O beni, korktuğum için muhtemelen orantısız yayılan gücüm sayesinde bulurdu. Değil mi? Bu sahneyi daha önce yaşamış sayılırdım. Ancak öylesine çok korkuyordum ki sesler beni delirtecek raddeye gelene kadar şoföre dur emri vermedim. Ancak ne kadar direnirsem direneyim, kime ait olduğunu bilmediğim bu sesler arttı. Çoğu fısıltıyı anlayamıyordum bile. Anlamsız fısıltıların yanında anlayabildiğim birkaç emir cümlesi vardı ve bu cümleler beni fazlasıyla geriyordu. "Yok et!" ve "İntikam!" nidalarının yanına bu defa, "Arabadan in!" emri eklenince yapabilecek bir şey olmadığını biliyordum. Yine de direndim. Ben artık Karan Başer'in karısıydım ve zihnimle oynayarak beni alaşağı edemezlerdi! Ancak derin bir kulak çınlamasıyla birlikte elim anında kulağıma kapandı ve gözlerimi sımsıkı yumdum. "Arabayı durdur!" dedim deminden beri sakin kalmama rağmen acı içerisinde bağırarak. Acı çekmiyordum ancak çekecekmiş gibi korkuyordum. Emrimle anında duran arabayla birlikte, dışarıya çıktım ve kapımı hızla kapattım. Arabadan birkaç adım uzaklaştım. "Efendim, iyi misiniz?" Arabadan çıkıp bana doğru gelmek isteyen şoförü elimle durdurdum. Zira benimle konuşurken çınlamalarım artmış, başıma keskin bir ağrı saplanmıştı. Yalnız kalmamı istiyorlardı. "Arabada kal!" Emrime şaşıran adam birkaç saniye duraksadığında bağırdım. "Hemen arabaya dön dedim!" Şu an delirecekmiş gibi başım zonkluyordu. Dahası etrafı sis nedeniyle göremiyordum. Kasılan bedenimi ayakta tutmak zor olduğundan iki büklüm duruyordum. Sesler azaldığında doğrulmayı ve herhangi bir darbe yemeyi beklemekten de çekinmiyordum. Daha önce de sisin içerisinde bana halüsinasyon göstermişlerdi. Duru'yu hem de. Ancak bu defa farklıydı. Bu sesler kime aitti bilmiyordum ancak kesinlikle ürkütücü seslerdi. Sürekli etrafımda dönüyor gibiydiler ve onları gözümle seçebilme düşüncesi ağır bastığında ben de etrafımda dönüp duruyordum. Kimse yoktu. Meryem'i çağırmalıydım. Denedim. Olmadı. Meryem güçsüzdü. Meryem, çağrımı hissetmiş ancak muhtemelen benim için harekete geçememişti. Sonunda sesler uzaklaşmaya başladığında, arabadan birkaç adım uzaklaşıp sisin içine doğru yol aldım. Şoförün panikle birilerini aradığını görebiliyordum. Az önce arkamızda bir yığın güvenlik olduğunu ancak şu an kimsenin olmadığını o da biliyordu. Güvenlikler, yoktu. Güvenlik, yoktu. Her şey bir andan oldu. Telefonu kulağına götürdü. Daha sonra telefon elinden yavaşça kaydı ve gözleri tam karşısına kitlendi. Aynı anda başını defalarca direksiyona vurdu ve kendini öldürdü. Ölüm vardı. Kanlar içerisindeki araba camına ve yine kanlar içerisindeki adama şaşkınlıkla baktım. Aynı zamanda korkuyla ve büyük bir dehşetle. Ancak ayaklarım beni ona yardım etmek için bile yanına taşıyamadı. Kontrolü kaybettim. Az önce gözlerimin önünde bir adam kendini öldürmüştü. Hem de kafasını direksiyona vurarak. Korkudan titreyen bedenimi hissedecek durumda bile değildim. Ağlamaya başladığımı hissediyordum sadece ancak elimi kaldırıp yanağımı silecek kadar bile kontrolü bulamıyordum kendimde. Hipnoz olmuş gibi nereye gittiğimi bilmeden ilerliyordum ve kendime karşı koyamıyordum. Karan'a çekilmek gibiydi. O gün, mezarda. Ölüm ıslığını duyduğum ilk an ona çekilmiştim ve yine aynısı oluyordu. Ancak bu defa durum farklıydı. Bu defa Karan'a gitmediğimi biliyordum. Yavaş adımlarla ilerlemem, aniden artan seslerle sekteye uğradı. Yüzümü buruşturup ellerimle kulaklarımı kapattım. Sesler beni delirtecek noktaya geldiğinde çığlık atmama ramak kalmıştı. Bana musallat olan şey ya da şeyler her neyse, sadece beni istiyordu. Ve bir intikamı arzuluyordu. |
0% |