Yeni Üyelik
34.
Bölüm

33- KIYAMET ÇANLARI

@elfhikayelerii

Hayatımın tam ortasında konumlandırılmış bir terazim vardı benim. Eskiden bilmediklerim ağır basıyordu ancak şimdi bildiklerim bilmediklerimi alaşağı ediyordu.

Ya da ben öyle sanıyordum.

Hep bir kefesinde ben vardım o terazinin ve gariptir ki, hep aşağılardaydım. Kendime rakip seçtiklerim hep suçlu olurdu. Kendimi suçsuz görmek haz mı veriyordu bana bilmiyordum ancak bir şekilde masum olduğuma inanmak istiyordum.

Öyleydim de zaten. Bahsettiğim günlük kavgalar değildi. Olaylı geçirdiğim günler hiç değildi. Bahsettiğim şey varoluşumdu. Herkes masum var olurdu ancak benim var olmam umut demekti Meryem'e göre. Laf arasında böyle bir cümle kurmuştu.

"Sen," demişti. "Tüm evrenlerin umudusun." O gün kendimden nefret etmeyi tamamen bırakmadım ancak azalttım. Madem var olmuştum, hem de çok iyi bir şeye hizmet etmek için var olmuştum, kendimi iyi olanlar tarafında görebilirdim.

O gün ilk defa kendimi bildim ve ilk defa kendime saygı duydum.

İlk defa, kendimi buldum.

Şimdi, sesler tamamen susmuştu. Derin nefesler eşliğinde bedenimin de ruhumun da beni yönlendirdiği ormana doğru yürüyordum. Sisin içinden sıyrılamamıştım ve görebildiğim kadarıyla çevremde beni takip eden, korunmama yardımcı olacak kimse yoktu.

Sadece yürüyordum. İçimden bir ses, bana yürümem gerektiğini söylüyordu.

Hakikate ulaşmak için...

Ormana giriş yaptığım ilk an, saçlarımı savuracak bir rüzgar çarptı bedenime. Öylesine serindi ki titrediğimi hissettim. Ellerimi bedenime doladım ve ufak adımlarla yürümeye devam ettim. Sabah saatlerinde olmamıza rağmen yürüdükçe hava kararıyordu. Bunun sebebini sise ve gökyüzünü kapatan bulutlara bağlıyordum.

Adımlarım biraz daha büyüdüğünde, nereye gittiğimi az çok kestiriyordum. Yavaş yavaş kararan havaya rağmen karanlığa varmak beni korkutmadı.

En sonunda, sisten kurtuldum. Karşımda, bir kulübe vardı. Tahtadan yapılmış, oldukça eski bir kulübe. İçeriden güzel kokular geliyordu.

Ve bir de ninni.

Adımlarım, kulübenin zar zor yetişebildiğim penceresine yöneldi. Cam yoktu. Dışarısı sıcak olduğundan, içeride üşümediklerinden emindim. Kulübenin girişindeki gaz lambası, uçsuz bucaksız ormanı geçtim, kendini bile zor aydınlatıyordu.

"Benim annem, güzel annem," dedi ince, silik bir çocuk sesiyle birlikte bir kadın sesi. Bir kız çocuğu olmalıydı. "Beni al, kollarına. Kucağında sakla beni, ninniler söyle bana." Kulübeye gittikçe yaklaştığımdan ses de artmıştı.

Adımlarım durduğunda, artık tam anlamıyla kulübenin içini görebilecek durumdaydım. Derin bir nefes aldım ve içeriyi incelemeye başladım.

Dışarıdaki gaz lambasından içeride iki tane vardı ve iç mekan küçük olduğundan etrafı aydınlatmak için yetiyordu da artıyordu. Gözlerim hızlıca etrafta dolaştı. Fazla eşya yoktu. En azından hayat sürdürmek için kullanılacak eşyalar dışında pek eşya yoktu. Yere serilmiş genişçe bir yatak vardı.

Ve üzerinde dört kız çocuğu.

Yanlarında orta yaşlı, muhtemelen çocukların annesi olan ancak içten içe beni ürperten bir kadın.

Nefesimi tuttum. Bu kızları tanıyordum. Onlar, daha önce gördüğüm kızlardı. Dört büyüklerdi.

Gözlerim dört kız çocuğunu da teker teker inceledikten sonra, başlarında onlarla ilgilenen kadına kaydı. Orta yaşlarda olan kadın hepsinin saçını okşuyor, uyumaları için ninni söylüyordu. Az önce çocuğun söylediği ninniyi söylediğini duyabiliyordum. Çocukların yavaş yavaş uykuya daldığını da görebiliyordum aynı zamanda.

Her şey öylesine hızlı gerçekleşti ki, uyuyan çocukların annelerinin kafasını yavaş yavaş bana çevirmesiyle göz göze geldik. Öylesine çevik bir hareketle bana dönmüştü ki refleks olarak birkaç adım geri çekilmek zorunda kaldım. Onları dikizledim sayılırdı ve bu utanç vericiydi.

Derin sessizliğin bana ürperti verdiği birkaç saniyede, kaçmak istedim ancak kulübenin kapısı hızla açıldı ve o kadın dışarı çıktı. Adımlarım gerilemeye devam ederken, kadının gözleri beni aradı ve en sonunda yeniden göz göze geldik.

Arkamı dönüp kaçmak istesem de harekete geçmek yerine bekledim. Kadının hızlı adımları kapıdan uzaklaştı, kulübenin önündeki birkaç basamağı hızla indi ve karşımda dikildi.

Korktuğum şey cam rengi gözleriyken, bir anda yumuşadı bakışları. Başta kör sandım ancak şu an anlıyordum ki kör değildi. Dimdik yüzüme bakıyordu. Yüzünün etrafını saran tuhaf dövmeleri görebiliyor dahası okuyabiliyordum.

Hangi dildi bu bilmiyordum ancak sağ gözünün hemen yanından elmacık kemiğine kadar dik bir biçimde "elçi" yazıyordu. Bambaşka bir dildi ancak sanki önceden biliyormuşum gibi okumuştum. Kaşlarımı çattım. Yüzünün diğer kısımlarında anlamsız, tuhaf şekiller vardı.

"Sonunda geldin!" dedi elime uzanarak. "Yıllarca bekledim." Kaşlarımı çattım ve tuttuğu elime baktım. Elimin üzerindeki elinde de anlamsız resimler ve semboller vardı. Her birini dikkatle incelemek ve anlamak istedim. Ancak kadın, beni çekiştirerek içeriye sokmaya çalıştı. Bana onu takip etmekten başka çare bırakmadı.

İçeriye girdiğimizde çok daha yavaş ve sessiz hareket etmeye başladı. Beni çocukların yanına oturttu, kendisi de diğer yana oturdu ve gülümseyerek onlara döndü. "Bak," dedi uyuyan çocukları çenesiyle işaret ederek. "Onlar da seni bekliyor. Anlattığım günden beri sorup duruyorlar." Kaşlarımı çattım ve çocuklardaki bakışlarımı yeniden ona yönelttim.

"Neyi soruyorlar?"

"Ne zaman uyanacağını." Aldığım cevap kafa karışıklığını da beraberinde getirdi. "Ben uyuyor muydum ki?" diye sordum bu defa. Kadın kafasını kaldırıp bana baktı ve gülümsemesi büyüdü.

"Hangimiz uyumuyoruz ki?" Gülüşünden de söylediklerinden de herhangi bir sonuç çıkartamadım aksine, tam anlamıyla hiçbir şey anlamadım. "Bu ne demek şimdi?" Kadın üstü açılan kızının üstünü yeniden örttü ve kızın saçlarını okşamaya başladı.

Bu kız, bana o alevlerin arasında gülümseyen kızdan başkası değildi.

"Uyumayan tektir." dedi usulca. "Uyumayan kurdu asıl planı. Bana fısıldadı. Ben de bekledim. Zamanının gelmesini bekledim." Bana baktı. Gittikçe tuhaflaşan sesine anlam veremedim. "Tüm bunlar neden oluyor sanıyorsun? Düzen bozuldu. Evrenler yavaş yavaş birbirine girmeye başladı. Tanımlanan tüm varlıklarda biraz insanlık var ve içlerindeki o insanlık yüzünden keşfedilmiş bütün evrenlerin doğasıyla oynandı. İnsan olan her yer solar. İnsan olan her şeyin düzeni bozulur." Bana doğru eğildi. "Zamanın bile düzeni bozulur."

"Seni anlamıyorum. Bilmece gibi konuşmak yerine olup biteni anlatır mısın? Bu şekilde sana yardım edemem."

"Zaman diyorum, bozuldu. Sen, bu zamana ait değilsin ancak buradasın, bak! Burada olmanın bir sebebi var neyse ki. Yoksa hâlimiz nasıl olurdu!" Birden celallendiğinden, kızlardan birkaçı kıpırdandı. Sessizleşmek zorunda kaldığında susacak sandım ancak öyle olmadı. Konuşmayı sürdürdü.

"Bular kim, biliyor musun?" dedi elimi tutup kızların üzerinde gezdirerek. Yaptığı hareketlere anlam veremedim. Sadece konuşmaya devam etsin diye bekledim. "Senin uyandığın vakitlerde onlara dört büyükler diyor olacaklar. Henüz çocuklar ancak günü geldiğinde, sana yardım edecek çocuklar doğuracaklar ancak ondan önce, bedenlerinden sıyrılmaları gerek. Her şeyi bilen ruhları olmalı. İşte ancak o zaman sana tam anlamıyla sadık olabilirler."

"Biz, hangi yıldayız?" dedim derin bir nefes alarak. Ne anlattığını da anlamadığımdan, sırayla gitmek daha mantıklı olacaktı sanırım. Omuz silkti. "1515 yılındayız tabi. Senin uyanmana daha çok var şu an. Hatta Afra olarak bile doğmadın henüz."

"Ne!" dedim hiddetle. "Ne demek 1515 yılındayız!" İşaret parmağını dudağına götürüp susmamı istedi. "Ne olarak doğdum o hâlde bu zamanda?" dedim daha sessiz bir hiddetle. Cevap vermesine izi vermeden onu kolundan yakaladım ve dışarıya çıkartmak için ayağa kalktım. Bana karşı çıkmadı.

"Anlat!" dedim dışarıya çıktığımız ilk an. Kolunu benden kurtarıp kulübenin kapısını örttü. Kızların uyanmasını istemiyordu belli ki.

"Şu an 1515 yılındaysak benim burada ne işim var?"

"Dedim ya sana, zaman bozuldu. Sen her şeyden en önce etkilenensin. Hissedersin. Öyle fısıldandı yani bana."

"Kim fısıldıyor sana!" dedim bu defa. Deli miydi bu kadın?

"Bak," dedi bana yaklaşarak. "Zaman eskizi gibi değil artık. Kıyamet yaklaştıkça bozulmaya, akışını değiştirmeye başladı. Bozulmayı, diğer her şeyi değiştirecek olan kişi değiştirebilir ancak. O da sensin. Sen farkında değilsin ama zihnin anlam arayışında. Ondan onca zamanın arasında, zamanı yönetip bu zamana, bizim yanımıza geldin. Yavaş yavaş artacak bu bozulmayı fırsata çevirme durumun. Yanıma geleceksin. Her şeyi anlayacak ve en sonunda o güne hazır hale geleceksin."

"Hangi güne?" Sanki etrafımız çok kalabalıkmış gibi sağı solu kolaçan edip bana yaklaştı ve fısıldadı. "Kıyamet gününe işte." Duyduklarımla gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıp verdim. "Meryem'in saçmalıkları bitti şimdi de senin saçmalıkların başladı. Çok hoş!"

"Ah!" dedi birden. "Hatırlattığın iyi oldu. Bir dahaki gelişinde Meryem'i de getir. Ben sadece bir elçiyim. Bilmeceyi size söyleyecek olan kişiyim. Bilmeceyi o çözecek ve sen de, onun komutlarıyla yetişeceksin."

"Ben Meryem'i bırakın buraya getirmeyi, onun yanına bile gidemiyorum. Nasıl olacakm-" Duraksadım. "Sen Meryem'i nereden tanıyorsun?"

"Sorduğun sorular, sorman gereken soruların yanında o kadar anlamsız ki!" Harika! Bir 1515 yılında yaşayan ve bana fısıldıyorlar diye gezen birinden laf yemediğim kalmıştı!

"Ona söyle. O, bu yolculuğa nasıl dahil olacağını bilir. Bir de, buraya gelirken olanları gördüm. Onlar için endişelenme. Henüz zamanları var."

Neden bahsettiğini anlamak için ağzımı açmıştım ki sözümü kesti. "Hisset. Her şeyi hissederek yap ki yanlışa batmayasın." Bedenimde hissettiğim karıncalanma, beni yavaş yavaş içine çeken bir karadeliğe dönüşüyordu sanki. Kadın elimi bıraktı.

"Görüşeceğiz. Şimdi sadece git ve oku. Meryem'in sana verdiği kitabı ve defteri oku. Bu köyde olup bitenleri öğren! İntikam!" Sözü bittiğinde, yavaş yavaş kendimden geçmeye başlamıştım.

Uyandım.

Hâlâ seyir hâlindeki arabada gözlerimi açtığım an, şaşkınlıkla arabayı kullanan şoföre odaklandım.

"Siz," dedim ona. Gözleri anında dikiz aynasından beni buldu ve yeniden yola döndü. "Bir şey mi istemiştiniz efendim?"

"Az önce durduk mu?"

"Nasıl yani?"

"Arabayı hiç durdurdun mu?"

"Hayır efendim. Durmak istiyorsanız hemen durabilirim."

Durmamıştık. Tüm o şeyler yaşanmamıştı. Şoför, kafasını direksiyona vurarak ölmemişti ve dahası, güvenlikler arkamızda seyir hâlindeydi.

Her şey normaldi.

Ne demişti?

"Buraya gelirken olanları gördüm. Onlar için endişelenme. Henüz zamanları var."

Ne demek istemişti?

"Hayır, istemiyorum." dedim komutumu bekleyen adama. "Hemen saraya geçelim." Adam beni başıyla onayladı. Yolculuk boyunca adama sezdirmemeye dikkat ederek etrafıma bakındım. Herhangi bir anormallik yoktu. Sanki, halüsinasyon görmüştüm. Yaşanan şey zihnimde gerçekleşmiş gibiydi.

Yaklaşık yarım saat sonra, saraydaydım. Oldukça tuhaf ve korkutucu bir ses tarafından kulağıma çalınan emirler yüzünden gittiğim ormanda karşılaştığım dört büyüklerin annesi, beni apar topar saraya giriş yapmak zorunda bırakmıştı. Hızlı hareketlerimi gören saray korumaları buna anlam veremiyordu ancak şu an onlara hesap verecek durumda değildim. Öyle ki az önce birkaçını yavaş hareket ettikleri için azarlamıştım.

Aklımda sürekli birkaç görüntü tekrar ediyordu. Gördüğüm o tuhaf görüntüler, yanan bedenler, Meryem'le konuşmalarımız ve elime geçen günlükler...

O an anladım. Okuyacaklarım, her şeyi açığa çıkartacaktı ya da bildiklerimi yok edecek, acımasızca silecek ve kendini esas kılacaktı.

Düşüncelerim yüzünden delirecek gibi hissettiğimden her adımımı hızlı atıyor, kitabı ve defteri okumak için can atıyordum.

Odama girdiğimde yaptığım ilk şey giyinme odasına yönelmek oldu. Etraf sessizdi. Sarayda kim var kim yok hiç bilmiyordum. Bir an önce odama ulaşmak istediğimden acele etmiştim. O hâlimi gören biri muhtemelen beni durdurup bir sorun olup olmadığını sorardı zaten.

Düğünden hemen önce, İlke'ye rica etmiştim. Bu defterin ve kitabın olduğu çantanın üzerine birkaç şey yerleştirip görünmediklerinden emin olduktan sonra ona vermiş, odama bırakılması gerektiğini söylemiştim. Sabah üzerimi giyinmeden önce çantayı, giyinme odasında bulmuştum. Karan'ın görüp görmediğini bilmiyordum. Ancak eminim görse bile şüphelenmez, sıradan bir çanta olduğunu zannederdi.

İçindeki defteri yatağın üzerine çıkarttım. Daha sonra kitabı da öyle. Kendime rahat bir yer edindim. Yatağın içindeydim.

Önce hangisini okumalıydım bilmiyordum. Ancak defteri okumak, olayları anlamak açısından daha mantıklı görünmüştü.

Okuduğum ilk satır "Sevgili günlük" diye başlıyordu.

Dahası bu dil, kadının yüzünde yazan yazının diliyle aynıydı ve nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde, okuyup anlayabiliyordum.

Sevgili günlük,

Bugün kardeşlerim ve annemle birlikte, oldukça güzel bir yerde bazı şifalı çiçek türlerinden aradık. En zor bulunan çiçeklerden biri olan Kızıl Pharmakon için neredeyse tüm gün dolaştık ancak onlardan yalnızca birkaç tane bulabildik. Diğerleri Kızıl Pharmakon'a göre oldukça fazlalardı. Neyse ki annem, yapacağı merhem için bulduğumuz Kızıl Pharmakonların yeterli olduğunu, eve döndüğümüzde onu kaynatacağını söyledi.

Yaklaşık 5 yaşından beri doğayla iç içeyim. Annem bu bölgenin en ünlü şifacısıdır. Aynı zamanda kahin de derler ama ben şimdiye kadar hiç öyle bir yeteneği olduğuna şahitlik etmedim. Dermansız derdi olan hemen ona koşar. Annemin şimdiye kadar çare bulamadığı bir hastalık yoktur. Daha doğrusu, ben uzun zamandır böyle biliyordum.

Annem, ormandan döndüğümüzde ve o merhemi yaptığında, bizi karşısına oturttu. Oldukça yorgun görünüyordu. Bize bazı şeyler anlattı. Bir kehanetten söz etti. Önemli olduğunu söyledi. Gelecekte dört büyükler diye anılacağımızı, her birimizin kız çocukları olacağını ve o dört kız çocuğu doğduğunda her birimizin aynı anda öleceğini. Farklı şekillerde de olsa, ölecekmişiz. Ve kızlarımız da öldüğünde ki ölümleri öyle herkesin bildiği bir ölüm olmayacakmış, doğayla bütünleşecek, hatta doğa olacak ve bekleyecekmişiz.

Bir kurtarıcı.

O kurtarıcı kimdi, neden onu bekliyorduk bilmiyorduk ama annemin yüzündeki ifadeden korkmamız gerektiğini anlamıştık. Kardeşlerim birden ağlamaya başlamıştı. O sırada annemle göz göze geldik. Bana tuhaf tuhaf baktı. Sanki, anlatması gereken daha çok şey varmış gibi. Ancak tek kelime daha etmeden, merhemin başına geri döndü.

Oldukça eski olan bu defterin ilk sayfası, böyle bitiyordu. Bunu yazdığında kaç yaşındaydı bilmiyordum. Ancak diğerlerinden kardeşim diye söz etmesinin sebebi onun en büyükleri olması olabilirdi. Kadının başını sevdiği kız, diğerlerine göre daha büyük görünüyordu.

Bir şeyler döndüğü daha ilk sayfadan belliydi. Merakım gittikçe artarken, diğer sayfayı okumak için can attım ancak tıklatılan kapıyla kalakaldım. Elimdekiler biri tarafından görülürse, özellikle de Karan görürse, açıklama yapmam imkansız bir hâl alırdı. Anlatmak zorunda kalırdım.

Yataktan hemen çıktım. Defteri çıkarttığım çantanın içine buruşturmadan yerleştirdim ve çantayı da kapıyı açmadan hemen önce kıyafet odasındaki kıyafetlerin arasına yerleştirdim. Görünmediğinden emindim. Çantanın göz önünde olması beni biraz strese sokuyordu. Böylesi en iyisiydi.

Kapıya yöneldim.

"Yenge!" Selin'i kocaman bir gülümsemeyle karşımda bulduğumda ben de gülümsedim. Durumu kurtarabilecek ve bir şey gizlediğimi gizleyebilecek tüm normal gözüken davranışları sergilemeye çalışırken anormal göründüğümü fark ederek gülümsememi yavaş yavaş yok ettim.

"Selin, hoş geldin! Gelsene." Gözleri odada gezindi. "Abin yok. Yalnızım. Sıkıntı yok."

Özele saygısı olduğunu anlamış ve bundan memnun kalmıştım. Zira giyinme odamıza girmeyeceğinin garantisiydi bu olay.

"Şöyle oturabilirsin." dedim yatağı işaret ederek. "Nasılsın?"

"İyiyim yenge. Sen nasılsın?" dedi yüzüme doğru gülümseyerek.

Yanına iliştim. "Ben de iyiyim. Teşekkür ederim."

Yüzü biraz düştü. Yutkundu ve etrafa bakındı. "Kusura bakma. Düğüne birlikte hazırlanırız diye düşündüm ama biz bırak hazırlanmayı, katılamadık bile."

"Üzülme canım. Hem, öyle çok da eğlenmedik düğünde. Hatta eminim duymuşsunuzdur. Abiniz yaptı yine yapacağını." Muzip bir ifadeyle söylediğime güldü ama tatmin olmamıştı.

"Düğünden önce annemle büyük kavga ettik. Gelecektik abilerimle düğüne ama izin vermedi. Bizde aileye saygısızlık büyük ayıptır. Onu çiğnemek istesem de, bunu Karan abim bile hoş görmezdi."

"Sorun değil dedim ya. Hem, bırak düğünü. Biz seninle kız gecesi yaparız. Tüm bölgenin dedikodusunu yapıp eğleniriz. Olmaz mı?" Olurdu ama asla şu an olmazdı! Aklımdan, onu gönderip yeniden okumak için günlüğü sakladığım yerden çıkartmak geçse de Selin'in bu üzgün hâline beni de üzmüştü. Onun kötü hissetmemesini sağlamak için günlüğü okuyup gerçekleri öğrenmek için birkaç saat daha bekleyebilirdim.

Ya o sesler, Selinlerin yanındayken yeniden gelirse?

Bu düşünce beni huzursuz etti ancak Selin'e hissettirmemek için yine tüm oyunculuk yeteneğimi kullandım.

"Olur, olur." Sonunda yüzü gülmeye başlamıştı. "Sen, biliyor muydun böyle bir şey yapacaklarını?" Başımı olumsuz anlamda salladım. Yüzümün düştüğüne şahit oldu muhtemelen ve benim yüzüm gibi onun yüzü de düştü. "Abime kızgın mısın?"

"Evet. Ama aldı gibi gönlümü." Yalandı. Gönlümü almaktan çok, biraz da olsa kırılan güvenimi yeniden inşa etmeliydi. Benden yeniden bir şey saklamayacakları konusunda emin olmalıydım. Büyük bir gülümsemeyle ellerini çırptı. "Güzel!" dedi ayağa kalkarak. "Hadi gel, birlikte sarayı gezelim. Sana göstermem gereken yerler var. Hem, vakit geçirmiş oluruz. Abimle bu odaya yerleştiğiniz için annem bu sarayda kalmayı reddedip ayrıldı. Babam da gitti. Abilerimle biz kaldık ama bizi de yanında istiyormuş. Bir dahaki görüşmemiz ne zaman olur bilemem." Kaşlarımı çattım. Tam Neriman Suskun'luk bir hareketti ve bu tür bir alıkoyma olayı şu an sinirimi hoplatmaktan öteye geçemezdi. "Olmaz öyle şey." dedim sert bir ses tonuyla. Yüz ifadem yüzünden gerildiğini hissettim. "Eminim abin bulacaktır bir çaresini. Olmadı ben konuşurum." Duraksadım. "Bana düşmez konuşmak tabii ama kocaman çocuklarsınız. Abimiz halledemezse ben hallederim. İstediğiniz yerde kalmak sizin hakkınız. Üstelik burası güvenli. Öyle herkes girip çıkamıyor." Selin hak verirmiş gibi kafasını salladı. "Abim çözer bence de. Neyse, bunları düşünmek istemiyorum. Hadi, saçını kurut da çıkalım."

Abisinin ve kardeşinin huyları aynıydı sanırım. İkisi de ıslak saçlara takıntılıydı.

"Beni iki dakika bekle o hâlde. Üzerimi de değiştireyim." Başıyla onaylayıp yeniden yatağa oturdu ve elindeki telefonla ilgilenmeye başladı.

Dediğini yapıp saçlarımı kuruttum ve giyinme odasına geçip üzerime günlük bir elbise geçirdim. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Dışarısı soğuk olabilir düşüncesiyle ince bir hırkayı da üzerime geçirdim ve saçlarımı at kuyruğu yapıp Selin'in yanına döndüm.

Ne olursa olsun ben bir kraliçe sayılırdım ve her daim, kendi sarayımda bile bakımlı olmalıydım.

Yani sanırım...

Beni görünce gülümsedi. Ayağa kalktı ve önden odadan çıktı.

Arkasından ilerlemeden önce derin bir nefes alıp verdim. O sesleri yeniden duymaktan çok, onların yanında duyup çocukları endişelendirmekten çekiniyordum. Ne de olsa bu günlükler gizliydi ve sesleri açıklarsam, günlükleri de ifşa etmiş olacaktım. Konu, benim Araf olmama kadar sakız gibi uzayacaktı ve Meryem beni bu konuda net bir dille uyarmıştı.

Oğlunun onu yeniden kaybetmesine dayanamayacağı konusunda yani.

Tanrım!

Düşüncelerimden kurtulup Selim'in peşine takıldım. Açık mavi, üzerinde minik pembe çiçekleri olan bir elbise giymişti benim gibi. Benim üzerimdeki daha sade, tek renk bir elbiseydi. Saçlarını salmıştı. Uzun, sarı saçları muhtemelen açık olan sırtını tamamen kapatıyordu. Çıkmadan ona da ince bir hırka aldım ve kapıyı tamamen kapattım. Normalde kapıda nöbetçiler bekliyordu ancak sabah iş için çıkmadan önce Karan, kapının önünde dikilmelerinin bana rahatsızlık vereceğini düşünmüş olmalı ki, onları koridorun iki ucuna göndermiş, bundan sonraki nöbetlerini orada tutmaları gerektiğini söylemişti.

Adamlara başımla selam verip Selin'in peşinden aşağıya indim.

"Bizimkiler bahçede oturuyorlar. Onların yanına gitmeden önce sarayı dolaşmak ister misin?" Başımla onayladım. Zaten planımız o yöndeydi.

Uzun merdivenlerden inerken hava gittikçe soğuduğundan, elimdeki hırkayı Selin'in omuzlarına bıraktım. "Teşekkür ederim." Gülümsemekle yetindim.

Merdivenleri bitirmiştik. Avluya çıktığımız anda, Selin daha önce hiç gitmediğim bir yere yöneldi. Sola döndük ve yürümeye devam ettik.

"Bizim kaldığımız bölüm aileye özgü bir yerdir yani herkes giremez."

"Harem gibi mi?"

"Harem?" Bana döndüğünde yüzüne baktım ve birden gülmeye başladım. "Boş ver. Başka bir evrendeyken bunu bilme ihtimalin imkansız gibi bir şey." Dediklerimi fazla önemsemeden omuz silkti ve ilerlemeye devam etti.

"Saray içerisinde pek çok bölüm var. Mesela burası," Tahta bir kapının önünde durduğumuzda buranın, sarayın en uç noktasında, sarayla bitişik küçük sayılabilecek bir oda olduğunu fark ettim. Selin kapıyı araladı. "Benim laboratuvarım." Ağzım açık bir şekilde, laboratuvar malzemelerine baktım. İçeriye girdiğim an, resmen bir hastane kokusu sardı etrafımı. Temiz bir ortam olduğu belliydi.

"Ne yapıyorsun burada?" dedim şaşkınlıkla. Omuz silkti. "Parfüm." Hâlâ şaşkındım ve bunun farkındaydı.

"Bana da öğretir misin?"

"Tabi. Boş zamanlarımda burada vakit geçiririm. Birlikte güzel bir parfüm yapmak için seni de çağırırım." Çok mutlu olmuştum çünkü bu tür şeylerle uğraşmayı çok istiyordum zaten.

Duvarlar boydan boya raflarla kaplıydı ve rafların üzerinde ise çeşit çeşit malzeme vardı. Bu ortamda tek bir şeyin bile ne olduğunu ve ne işe yaradığını bilmediğim için hiçbir şeye dokunmamaya özen gösteriyordum. Tehlikeli malzemeler var mıydı bilmiyordum ama ne olursa olsun, bu tür ortamlarda dikkatli olunmalıydı.

"Genelde esansları birbirine karıştırırım." dedi. "Ama son zamanlarda bu işlerde ilerlemek için bir kadına gidiyorum. Bana hem parfüm, hem de bitkilerle ilgili dersler veriyor. Eğer bir şeyler öğrenebilirsem, civardaki şifacılardan biri olabilirim. Bakma şifacıların eskilerde kaldığına. Hâlâ saygı duyuluyor burada onlara. İhtiyaç da var. Sonuçta kullandığımız ilaçlar bir çeşit fabrika ürünü. Asıl şifa doğada."

"Haklısın." dedim.

"Hadi gel, seni biraz bahçede dolaştırayım." Başımla onayladım ve arkasından çıktım.

Odayı kilitledikten sonra yanıma geldi.

"Şurası da saray görevlilerinin konakladıkları yerler." Gösterdiği alanda küçük yapılar vardı. En fazla üç kişilik görünüyorlardı.

"Bilgi verilmiştir belki sana ama ben yine de hatırlatayım. Bir ihtiyacın olursa odandaki telefonda 2'ye basmak yeterli. Eğer muhafızlardan yardım isteyeceksen, 3 numarayı tuşlamalısın. Bu herhangi bir saldırı durumunda basman gereken tuş. Aklında tut ya da bir yere not al istersen. Şimdiye kadar saraya saldırmaya kimse tenezzül edemedi ancak geleceğin ne getireceğini bilemezsin. Söylentilere göre," Kulağıma eğildi. "Sarayda diğer bölgelerden köstebekler varmış. Abim bu yüzden sarayda kalmazdı pek. Bizi de burada bırakmak niyetinde değildi ancak annem bir kraliçeye yakışanın saray olduğunu söyleyince karşı koymakla uğraşmadı." Omuz silkti. "Demek istediğim, eğer şüphelendiği bir şey olursa ya da birinden korkarsan da bu numarayı tuşlayabilirsin. En azından abim gelene kadar yanında birileri olur."

"Anladığım kadarıyla burası belli etmese de tam bir kaos ortamı."

"Öyle. Abimin üzerindeki sorumluluğu düşündükçe nefes alamayacak gibi oluyorum. Bir yandan bizi korumaya çalışıyor. Bir yandan da bölgeyi güvende tutmaya, işlerle uğraşmaya çalışıyor. Senden ricam, ona destek olman. Ben destek olmak için elimden geleni yapıyorum ama başımda baskı kuran bir anne ve bu işlere girmemem için kızan üç abi var." Dudağını büzdü.

"Merak etme." dedim. "Olan bitenden haberim var. Karan gittikten sonra, daha doğrusu sürgün edildikten sonra belli ki büyük yıkım olmuş. Halkı tam göremedim ama bazı duyumlar aldım. Yarından itibaren her şeyle bizzat ilgileneceğim. Abinin yükünü de en aza indirgemek için uğraşıyorum." Bana gülümsedi ve devam etti.

"Burası da bahçe işte. Bahçeyle uğraşan sayısız bahçıvan var. Sarayın arka tarafında bir at çiftliği, at çiftliğinin yanında ufak bir spor salonu ve son olarak bir depo var. Depoya girmek yasak. Annemin saray hakkında en merak ettiği yer olabilir ama abimin kesin emri var. Hatta deponun başında birkaç muhafız duruyor. Sürekli nöbet değiştiriyorlar ve orayı hiç boş bırakmıyorlar. Orada ne olduğunu bilmiyoruz."

İşte, tam bana göre bir şeydi bu. Sonunda yeni eğlencemi bulmuştum.

"Anladım." Gösterdiği yer tam görünmüyordu ancak ufak sayılamayacak kadar büyük bir yapı olduğu belliydi. Selin'in de söylediği gibi birkaç muhafız kapının önünde hazırda bekliyordu ve gözlerini bile kırpmıyorlardı. İçeriden de birkaç muhafız çıktı. Sanırım orası da asker doluydu.

"Gidelim. Abilerim bekliyorlar. Daha sonra seni sarayda gezdirmeye devam ederim. Gizli yerleri göstermek için sabırsızlanıyorum." Gözlerimi büyük depodan ayırdım ve arkamı dönerek Selin'i takip ettim. O depoda ne vardı? Karan'ın bu kadar önem verdiği ve sakladığı şey neydi?

Geldiğimiz yerden geri döndük. Avluda sağa saptık. Geniş bahçede, betonun bittiği yerde bir masa vardı. Altı yedi kişilik bir masaydı. Özgür ve Özgün oturmuşlar ve telefonlarıyla ilgileniyorlardı.

"Yengemi getirdim!" dedi Selin abilerine.

"Hoş geldin yenge. Buyur otur." Özgür kalkıp Özgün'ün yanına geçti. Telefonu elinden bırakmıştı. Özgün'ün hâlâ muhtemelen oyun oynadığını gördüğünde kafasına sert bir şaplak indirdi ve beni işaret etti.

"Yengem geldi. Bırak şunu." Özgün ve yeni görmüş gibi şaşkınlıkla telefonu yanına bıraktı ve bana baktı. "Kusura bakma yenge. Yeni gördüm seni. Ne zaman geldin?"

"Şimdi geldi. Şimdi!" Özgür sert bir ses tonuyla bağırdığında ufak bir kahkaha attım.

"Çok komiksiniz. Tamam tamam, oyna sen oyununu. Sıkıntı yok."

"Kadınsın be yenge!" Telefonu yenden eline alıp heyecanla oynamaya devam ettiğinde tekrar güldüm.

"Hep böyledir. Kusura bakma."

"Yok canım. Ne kusuru? Rahat olun yanımda lütfen." Özgür gülümsedi.

"Nasılsın, alışabildin mi saraya?"

"Yani, alışıyorum yavaş yavaş. Selin dolaştırdı bahçede beni sağ olsun." Özgür başıyla onayladı. O sırada çalan telefonuna baktı. Arayan kişiyi görünce bana baktı. Başımla onayladım. Çok saygılılardı.

"Alo?" Elinde telefonla ayağa kalkıp uzaklaşmak için yürümeye başladı ancak karşıdaki her ne söylediyse, adımları yavaşladı ve durdu. "Evet, herkes yanımda. Yengem de burada. Neler oluyor?" Gözleri bana döndü. Birkaç adımda yanıma geldi ve telefonu bana uzattı. Gözlerinde büyük bir endişe vardı.

"Seni istiyor. Bir şeyler oluyor ama anlamadım." İstem dışı yutkundum, telefonu alıp kulağıma götürdüm. Selin ve Özgün de meraklanmış ve ayaklanmışlardı.

"Alo?" dedim sakin bir ses tonuyla. Karşıdan birkaç hışırtı geldi.

"Afra, güzelim." Nefes nefeseydi. Rahatlamış gibi derin bir nefes verdi. "Birazdan sarayda olacağım. Sen bizimkilere bir şeyler belli etme. Muhafızlara ulaş ve sarayın güvenliğini arttırmaları gerektiğini, destek ekibin geleceğini söyle."

"Karan neler oluyor?"

"Sorun yok. Sadece, sanırım Nurdan'ı kaçırdılar. Sen sadece dediklerimi yap ve beni bekle, tamam mı?"

"Anladım, tamam. Merak etme halledeceğim." Telefonu kapattığında yüzüme merakla ve biraz da endişeyle bakan üç kişiyle karşılaştım.

Onlar, anlamıştı. Bir şeyler döndüğünü. Onlara şimdi hangi yalanı söylersem söyleyeyim içleri rahat etmeyecek, inanmayacaklardı.

"Bana da bir şey söylemedi. Sadece güvenliği arttırmamız gerektiğini, destek ekibin yolda olduğunu, hemen geleceğini söyledi. Gelince gerekli açıklamayı yapar. Sesi hiç iyi gelmiyordu. Dediğini yapalım ve bekleyelim." Lafımı ikiletmeden başlarıyla onayladılar. Ancak tahmin ettiğim gibi yaptığım açıklamayı kabullenemediler ve endişeyle yüzüme bakmaya devam ettiler.

Özgür eliyle arkamdaki adamlardan birini çağırdı. "Saray çevresindeki güvenliği arttırın. Destek ekip yolda. Gözünüzü dört açın ve herhangi bir şeyde bana hemen bilgi verin." Beni başıyla onaylayan adam hızlı adımlarla yanımızdan ayrıldığında tekrar onlara döndüm.

"Yenge, bir şey yokmuş değil mi? Hiç mi bir şey söylemedi?" dedi Özgün. Her zaman yapığım ve büyük çoğunlukla da başarılı oluğum şeyi yaptım.

Gülümsedim.

"Endişelenme." dedim elimle koluna vurarak. Dostça bir vuruştu. "Her şey yolunda. Öyle olmasa bize neden bilgi versin. Biliyorsun abini, güvenlik için hiçbir şey söylemez. Bekleyelim, gelir şimdi zaten."

"Neden gücünü kullanmıyor anlamıyorum." Özgün konuştuğunda ona döndüm. "Ufak bir güçle bile, hemen yanımızda olabilir."

"Mutlaka bir şeyler vardır. Abim bizim için gücünü kullanmaktan çekinmez." Herkes hemfikir olduğunda, elimle yüzümü sıvazladım. "Bakın, kendisiniz söylüyorsunuz. Abiniz sizin için gücünü kullanmaktan asla geri durmaz. Gücünü halkı için saklıyor ve sadece acil durumlarda kullanıyor. Demek ki endişelenecek bir şey yok." Herkes beni sakin kalmaya çalışarak yeniden onayladığında, onları yeniden endişelendirecek bir cümle kurdum.

"Ne olur ne olmaz. Herhangi bir saldırı karşısında toplandığınız bir alan var mı?" Özgür içlerindeki en sakin ve en sağlıklı düşünen olduğundan direkt ona yönelttiğim soruyu, beni şaşırtarak Özgün cevapladı.

"Genelde böyle şeyler yaşamayız ama abim böyle bir durum karşısında mahzene inmemiz gerektiğini söylemişti."

"O hâlde odaya gidelim. Önlem almış oluruz. Benim içim de rahat eder." Arkadaki birkaç adama döndüm. "Sarayda toplam kaç adamımız var?"

"Yüz efendim."

"Güzel. On kişi topla ve bizimle mahzene inmelerini emret. Geri kalan herkes sarayın çevresini izlesin. Her şeyden haberim olmasını istiyorum." Adam başıyla emrimi aldığını belirtti ve yanındaki adamlara yanımıza gelmeleri için işaret verdi. Uzakta görevli birkaç kişiyi de çağırdı.

İstediğim kadar adamla mahzen dedikleri yere gitmek için hızlı adımlar atmaya başlamıştım ki, tam önümde bir hareketlilik hissettim.

Ayaklarımın dibine bir beden yığıldı.

Kaskatı kesilmiş bedenim ve büyüyen gözlerimle, bakışlarım bedenin sahibini buldu.

Kanlar içerisindeki Karan, önümde bir şekilde doğrularak diz çökmüştü ve bedenini zor dik tutuyor gibiydi.

Kardeşleri, adamları hızla ona yöneldi ancak ben, algılarımı çoktan yitirmiştim. Her yer kan içerisindeydi. Hem de her yer. Bu görüntüye alışıktım ancak kanın sahibini kanlar içinde görmeye alışık değildim. Bu, benim için en büyük kabustu ve ben şimdi bu anı resmen gerçek hayatta yaşıyordum.

"Afra," dedi acı içerisinde. Selin abisinin kolunu tutuyor, ağlıyordu. Bana seslendiğini duyan ilk kişi de o oldu.

"Afra!" dedi Selin ayağa kalkıp beni sarsarak. "Sırası değil. Sana bir şey söylemek istiyor. Kendine gel!" Neyse ki gerçekliğe geri dönmem uzun sürmedi ve önünde diz çöktüm. Şimdi ikimiz de dizlerimizin üzerindeydik.

Yaralıydı. Ağır yaralıydı.

"Karan, söyle. Söyle!"

"Beni dinle. Onlar dışında kimseye güvenme." dedi kafasıyla Selin, Özgür ve Özgün'ü kastederek. "Özgür," dedi bu defa da yanındaki Özgür'e. Herkes pür dikkat onu dinliyordu. "Bayılacak gibi hissediyorum abim. Hemen Deniz'e ve İlke'ye ulaş. Buraya çağır. Afra'ya ne yapması gerektiğini söylerler. Toparlamam uzun sürmez. Bilincim yerinde değilken," Yutkundu. Alnında biriken kan damlaları ne kadar zorlandığını belli ediyordu. Titreyen ellerimle saçını yüzünden çekiyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. "Karımı koru." dedi Özgür'e. "Kraliçenizi ne olursa olsun koruyun ve acele edin." Tekrar bana döndü.

"İyi misin?" Kafamı salladım. Ağladığımı yeni fark ediyordum. "Karan." dedim koluna tutunarak. Ağlıyordum. Bir çocuk gibi ağlıyordum.

"Tamam." dedi eliyle yanağımı sıvazlayarak. Nefesleri kesik kesikti. "Güçlü dur. Tamam mı? Ben uyanana kadar her şeyin yolunda olması gerekiyor. Sana tam yetki veriyorum. Gerekirse savaş başlat ama asla halkımızı ezdirme." Neler oluyordu? Ölecek gibi konuşuyordu.

"Abi?" dedi Selin anlayamadığını belli eden bir ses tonuyla. "Neden böyle konuşuyorsun?" Titreyen sesi ne kadar korktuğunu belli ediyordu.

O cevap vermeden, Özgün cevap verdi.

"Zehirlenmiş." Kısa bir süre sessizlik hakim oldu ortama. Herkes dehşet içerisinde Karan'ı izliyordu. Özgün'ün söyledikleriyle kafam aniden ona döndü. "Saçmalama!" dedim sert bir ses tonuyla. Bir şeyi yoktu. İlk geldiğim zaman olduğu gibi vurulmuştu sadece ve iyileşecekti. "İyi o! İyileşecek."

Ancak Karan'ın gittikçe solan teni öyle söylemiyordu. Gözleri kayıyor, tüm yükünü muhtemelen istemese de yavaş yavaş bana vermeye başlıyordu.

Ve Karan, hiç beklemediğim bir anda tuttuğum koluyla birlikte üzerime yığıldı.

Loading...
0%