@elfhikayelerii
|
“Karan, şimdi ne yapacağız onunla?” Pamir’in sorusuna Karan herhangi bir yanıt vermemişti. Zira şu an müthiş uyuşturucu bir büyünün altında gibi hissediyordu. Henüz gücünü yansıtmadığından simsiyah olan gözlerini asla kırpmadan yerde boylu boyunca uzanan güzel mi güzel kız çocuğuna bakıyor ve kendinden geçmemek için büyük bir çaba sarf ediyordu. Gür kirpilerine, al yanaklarına bakıyor ve çevresinden soyutlandığını fak edemiyordu. Onun bu durumunu gören Pamir Karan’ın kolunu dürttü. ”Şimdi ne yapacağız?” Karan yavaşça eğilip kendinden yaşça küçük olan kız çocuğunu kucağına aldı. “Koruyacağız onu.” dedi gözünü çocuktan ayırmadan. Pamir, onun bu haline anlam veremedi. Oysa üç yaşındaki kız kardeşi Hafza’yı zaten defalarca görmüştü. Neden ona hiç böyle bakmadığını anlayamadı bir türlü. “Karan, o aynı Hafza’ya benziyor.” dedi sabırsızlıkla. Arada panikle etrafına bakınıyor ve üzerindeki izleniyormuş gibi hissettiren o korkuyu bir türlü atamıyordu. Ancak arada gözlerini hayranlıkla kıza çevirmeyi de ihmal etmiyordu. “Hayır,” dedi Karan. “Saçmalama. O Hafza’ya benzemiyor. Hafza ona benziyor. Unuttun mu, o Araf.” Pamir o an tek mantıklı düşünen kişinin kendisinin olduğunu fark ederek Karan’ı kolundan yakaladı. “Kendine gel. Peşimizde olduklarını biliyorsun. Onu korumak bizim görevimizse, burada kalamayız. Araf’ı saklamamız gerekiyor.” “Biliyorum, sakin ol.” dedi Karan. “Beni takip et. Yolu biliyorum.” O gün, kutsal evrene hiç olmadığı kadar çok yağmur yağdı. Çakan şimşeklere rağmen ne Karan ne de Pamir bir an bile durmadan ormanda ilerledi. Karan, yolu çok önceden ezberlemişti. Zamanı geldiğinde kutsal ruhların onu bulacağını ve Araf’ın yanına götüreceklerini, Araf’ı kendisine teslim edeceklerini biliyordu. Gözleri, beş mezar taşını seçtiğinde varmayı istediği yere vardıklarını anladı. Olan ve olacak olanları tamamen biliyordu. Annesi ona defalarca anlatmıştı. Kendisi de tıpkı Pamir gibi kehanet kitabını onlarca kez okumuştu. “Onu sana getirdim, anne.” Annesinin kucağına bıraktığı Araf’tan bir kez bile gözlerini ayırmıyordu. “Şimdi ne yapacağız? Onun peşindeler.” “Siz görevinizi yerine getirip onu buldunuz çocuklar. Bundan sonrası bizim görevimiz.” “Hayır, bir onun muhafızlarıyız. Görevimiz onu korumak ve asla bitmeyecek.” Pamir’in cümlelerine Meryem gülümsedi ancak bir yanı şaşkındı. Nasıl da hemen kabullenmiş, korumayı sevmişlerdi! “Sakin olun. O iyi olacak.” “Onu saklamamız gerek.” Pamir bu defa daha hırslı konuştuğunda Meryem gözlerini Araf’a dikti. “Onu korumak için yapılması gereken tek bir şey var. Onu, gücün kaynağının acı ve karanlık olduğunu savunan ancak bunu bir safsatadan ibaret olduğundan bihaber olan Gölgelere vereceğim. Böylece Araf’ı diğer tüm gelişmiş evrenlerden koruyacağım.” Karan annesinin sözlerini işitir işitmez kaşlarını çattı ve Araf’a uzandı ancak ne yazık ki biri onu durdurdu. Rasım… Arkasında Necdet… “Meryem verilmesi gereken en mantıklı kararı verdi Karan.” Bir yandan da Pamir’i tutuyordu. “O bunu yaşamak zorunda. Onun gücünü saklamaya ne senin ne de Meryem’in gücü yeter. Zamanı gelene kadar, bir mahkum olmak zorunda. Tıpkı senin gibi.” Karan beyninden vurulmuşa döndü. “Olmaz,” dedi öfkeyle. “Bu onu öldürür.” Yerinde durmayan Karan’dan sonra Pamir konuşmaya başladı. “Kendisini savunacak hâlde değil. Görmüyor musunuz?” “Kendisini savunmayacak zaten Pamir. Tam üç yıl doğayla bütün yaşadı. Acı hissetmedi, sadece doğa ve o vardı. Ona her şey ezberletildi. Yalnızca aç gözlü yaratıkların hissettirebileceği türden ağır bir acı dışında her şey. O bunu yaşamak, acı çekmek zorunda. Güçleri ancak bu şekilde uyanır.” O gece, Pamir ve Karan bu durumu asla kabullenemedi ve Meryem bu durumla baş edemedi. Yapılması gereken şeyi biliyordu. Orada kararını verdi ve Araf’ı Necdet’e teslim etti. Bundan böyle, büyücüler tarafından hain olarak anılacak olan Necdet’e. Gölgelere Necdet tarafından teslim edilen Araf’tan sonra asla sakinleşmeyen Karan ve Pamir ise Meryem tarafından unutulmaya zorlandı. Tüm anıları ellerinden alındı. Her şey belleklerinden silindi. Karan, annesinin neden öldüğünü, Araf’ını koruması gerektiğini, Rasım’ın neden onunla kaldığını, neden var olduğunu tamamen unuttu ve bizzat annesi tarafından babasının yanına yollandı. O gece, o yağmurun altında iki çocuğun kaderi kan mürekkebiyle yazıldı ve zamanın doğuracağı her pişmanlık, bir gün sahiplerini avlamak için derin bir istirahata çekildi. Bu yüzden Meryem ölümü beklerken Karan’a Afra’yı gösterdi ve içten içe onu koruması için tanrıya yalvardı. Ondan aldığını biraz da olsa hatırlaması için ve yine aynı sebepten, Afra için Deniz’i kurtardı. İkisi de günü gelince ondan nefret edecekti. Önemli değildi. ***** Saat üçe yaklaşırken Melis, dağılmış olmasına rağmen belgeleri masama bırakmayı başarmıştı ve verdiğim izinle arkasına bile bakmadan yönetim binasından kaçmıştı. Açıkçası izni gidip gitmeyeceğini anlamak için vermiştim zira belgeler üzerinde değişiklik yaptıysa olup biteni öğrenmek için kalmak isteyebilirdi ancak o gitmeyi seçmişti. Belgeleri kendi ellerimle Deniz’e verdiğimden emin oldum ve gerekli uyarıları yaptıktan sonra tekrar odama çekildim. Yaklaşık dört saat aralıksız belge okuyup imzaladım ancak içten içe hissettiğim o garip his yeniden nüksetti. “Alo, Deniz. Benim Meryem’in yanına gitmem gerek. Ne zaman dönerim bilmiyorum. Sen Dayı’ya haber ver ve beni bekle. Odama kimsenin girmesine müsaade etme.” Yönetim binasından çıkmayacaktım. En azından diğerleri böyle düşünecekti. Güçlerimle yer değiştirmeyi işte tam da bu yüzden seviyordum. Herkes, senin nerede olduğunu sen izin verdiğin kadarıyla biliyordu ve kimse Afra yer değiştirdi mi acaba diye durup dururken birilerine sormuyordu. Artık, ilk zaman bozulmasında neden çevremdekilerin öldüğünü biliyordum. Ben geçmişe giderken, çevremdekiler geleceğe gidiyordu ve ben bu vesileyle kimin nasıl öleceğini görmüş oluyordum. Doğada bir şey gerçekleşiyorsa, onun tam zıttı bir başka şey de gerçekleşmek zorundadır. Kendimi, önene başım ve bulanan mideme rağmen zar zor da olsa Meryem’in yanına, ormana, taşımayı başardım. Ancak zamanımızın tükendiğini hissedebiliyordum ve Meryem olmadan gitmek mantıklı değildi. Ona orada hem benim hem de o dövmeli kadının ihtiyacı vardı. “Meryem!” dedim mezar taşlarının başında dolaşırken. Meryem görünürde gözükmüyordu. Ancak acele de etmemiz gerekiyordu ve bu durum ister istemez panik yapmama neden olmuştu. “Meryem!” dedim yeniden. “Zamanı geldi mi?” Birden arkada beliren Meryem’le hızla arkamı döndüm ve kalbim ağzımda atarken başımla onay verdim. “Bunu içmeliyim.” dedi arkasından bağlı ellerini çözüp avcundaki ufak şişeyi işaret ederek. “Zamanda yolculuk yapmak zordur. Zamanda bir misafirle yolculuk yapmak bin kat daha zordur.” “Ne gerekiyorsa yap.” dedim nefes nefese. “Ama acele et. Hiç vaktimiz kalmadı.” Meryem elindeki şişeyi tek yudumda bitirdi ve boş şişeyi yere atıp bana döndü. “Ne yapılması gerektiğini biliyordun. Daha önce defalarca denedik.” Başımla onayladım ve kaldırdığı elinin altına elimi yerleştirdim. “Biliyorum.” Odaklandım ve yapılması gereken tek şeyi yaptım. Kendime güvendim. Meryem’in içtiği o ufak şeyin varlığını hissediyordum zira Meryem zorlamıyordu beni. Gücümün her bir zerresini içimde hissediyordum ve asla azalmıyordu. Meryem’in korktuğu gibi güçlerime birden yüklenmek beni halsiz de düşürmemişti. Ve gözlerimizi açtığımızda, bambaşka bir zamanda yağan yağmurun altındaydık. Meryem yağmuru hissedincebelli belirsiz gülümsedi gökyüzüne. Bazen, onunla ilgilenmediğimi düşündüğü zaman dilimlerinde, doğayı dinlediğini görebiliyordum. Sanki içten içe konuşuyordu onunla ve bu onu burukça gülümsetiyordu. Dinliyordu. Benim gittiğimi zannederken ağlatıyordu… Bu dört gün benimiçin uykusuz geçti diyebilirdim ve bu zaman diliminde hiç olmadığım kadar çok Meryem’in yanındaydım. Hayır, gerçekten onun yanındaydım. Onu eskisinden çok daha fazla tanıyordum şimdi. Onda olan dikkatimi çevreye yönlendirdim ve etrafıma bakındım. Önceden geldiğim yer değildi burası. Koca ormandaki herhangi bir yerdi ve şimdi, o dövmeli kadın ve dört kızının kulübesini nasıl bulacağımı tam manasıyla bilmiyordum. Ben ne yapacağımıza dair derin düşüncelere dalmışken Meryem birkaç adım öteden bana seslendi ve serin bir esinti saçlarımı savurdu. Gözlerim bana seslenen Meryem’e döndüğünde bana değil de tam karşısına baktığını gördüm. Birkaç adımda yanına ulaştım ve gözlerini takip ettim. Esinti yüzünden kısılan gözlerime rağmen yağmurda ıslanan ve rüzgarda savrulan yapraklara baktım. Daha sonra etrafta dolaşanlara… Bir sincap mesela. Tam karşımızda durdu ve etrafı kokladı. Gözlerimin içine baktı ve sonra uzaklaştı. Bir kuş sürüsü uçtu hemen üzerimizde. Kendi aralarında ötüştüler. Ağaçların yaprakları yağmur ve esinti yüzünden hışırdadı ancak Meryem’in yorumu farklıydı. “Doğa, seni selamlıyor.” “Saçmalama Meryem.” “Afra,” dedi kaşlarını çatıp bana dönerek. “Sen Araf’sın. Onlar seni tanıyor, biliyor. Baksana.” Bu yağmura rağmen bize doğru uçan arıyı gösterdi. Islanma pahasına omzuma konmadan hemen önce o kendine özgü sesi çıkarttı. Omzuma konar konmaz elimle onu korudum. “Bir Pamuk Prenses olmadığımız kalmıştı.” Homurdanmama Meryem bıkkınlıkla soluyarak yanıt vermişti. “Tüm bunlar için minnettar olmalısın.” “Öyle olmadığımı söylemedim.” Derin bir nefes aldım. “ Şunu görüyor musun?” İşaret ettiğim yere dikkat kesildi. “O kuzgun, geldiğimizden beri bizi izliyor ve garip bir şekilde o ürkütücü bakışları bana güven veriyor.” “Psikopatlığını hafife almamalıyım sanırım. Sen cevap için kendini koskoca binadan atmış kızsın.” “Psikopatlıktan değil. Bu kuzgunun bir şeyler bildiğini görebiliyorum. Onu takip etmeliyiz. Bana güven.” Meryem’in bana karşı çıkacağını biliyordum. “Ben Araf’ım Meryem. Onların beni selamladığına inanıyorsun ama bana inanmıyorsun.” “Sana inanmadığımı söylemedim.” dedi beni taklit ederek ve peşimden gelmeye başladı. İlerlememizle kuzgunun uçması bir oldu. Gülümsedim. Elimle hala omzumdaki arıyı yağmurdan koruyordum. İçim garip bir huzurla doldu bir anda. Sanki hiç olmadığım kadar güvendeydim şimdi. Kuzgun ağaçtan ağaca konuyor ve bizim onu takip etmemizi bekliyordu. Bizi götürdüğü yerin aradığımız kulübe olduğuna emindim. Ancak öyle olmadı. Kulübe aradığımız kulübeydi tabii ancak beklediğim gibi değildi. Yanmıştı. Gözlerim, hemen arkamızdaki ağaçta duran kuzguna kaydı. Göz göze geldik ve birden uçmaya başladı. Yanık kulübeden arta kalan tahtaların en yükseğine kondu. “Lütfen aradığımız kulübe bu kulübe değil de.” Meryem fazla yürümemize rağmen nefes nefeseydi. Söylediğine karşılık vermedim ve dinen yağmuru fırsat bilip uçan arıdan sonra elimi omzumun üstünden indirdim. Yavaş adımlarla kuzguna yaklaştım. Kuzgun uçup bu defa belli belirsiz çevrelenmiş tahta yığının üzerine konduğuna ona doğru hareketlendim. Bana bir şey göstermek itediğine emindim ancak burada hiçbir şey yoktu. Etrafa bakınırken Meryem yanımda belirdi. “Burada hiçbir şey yok. Belki de çevredeki köylere falan bakmalıyız.” “Hayır,” dedim gözümü yerden ayırmayarak. “Bu kuzgun bana bir şeyler anlatıyor onlar buralarda bir yerlerde.” Yere eğildim ve elimi yere koyup gözlerimi kapattım. Hiçbir şey duymuyordum ancak onları hissediyordum. Yaydıkları durağan güç dalgasını az da olsa hissediyordum. Oradaydılar. Yerin altında. “Oradalar. Yerin altında gizli bir yer olmalı. Oraya nasıl ulaşacağız.” Meryem hemen yanıma eğildi. Elini yerde gezdirdi ancak bir şey yapamayacağını biliyordum. O sırada, başımızda duran kuzgun garip sesler çıkartmaya ve kanat çırpmaya başladı. Oradan oraya atlıyor ve asla susmuyordu. Sesi o kadar yüksek ve rahatsız ediciydi ki kulaklarımı kapatmak zorunda kaldım. Ancak Meryem kolumu dürttüğünde baktığı tarafa bakarken kuzgun ötmeye başladı. O an, kuzgunun bir nevi kapı çaldığını anladım. Hemen arkamda yerde açılmış bir kapak vardı ve kapağın altında dövmeli kadın duruyordu. “Hemen buraya gelin!” dedi çevreyi kontrol ederek. Dediğini yaptık ve onun hemen ardından uzun merdivenden inmeye başladık. Bizden sonra çıkıp kapağı yeniden kapattı. “Sonunda geldi.” dedi merdivenlerden inip gözlerimin içine bakarak. “Son görüşmemşz üzerinden aylar geçti. Tekrar görüşemeyeceğiz diye çok korktum.” Kaşlarımı çattım. “İyi ama zaman değiştirmemin üzerinden bir hafta geçmedi bile henüz.” “Zamanı anlamak güçtür.” Duvarda asılı olan meşaleyi aldı ve yürümeye başladı. Mecbur biz de onu takip etmek zorunda kaldık zira o meşaleyi alıp yürümeye başladığında etraf kararmıştı. “Ne oldu burada?” dedim merakla. “Kulübenizi kim, neden yaktı?” “Beklemediğim bir şey değildi. Hastalığına çare bulamadıklarım var. Ölümün kıyısında dolaşıp, son nefesini vermeye hazırlananlar. Ölüm onları o kadar korkutuyor ki, çare bulamadım diye beni katilleri ilan ettiler. Köylerinde hakkımda yalan yanlış konuştular ve iftiraları diğer köylere de ulaştı. Şimdi herkes onlar yüzünden benim kötü bir cadı olduğumu düşünüyor. Beni yakalayana ödül vadedilmiş. saçmalık!” Hareketleri aceleciydi ve anlatırken fazla telaş yapıyordu. “Onlara iyilikten başka hiçbir şeyim dokunmadı ama insanoğlu işte. Kullanmakta üstlerine yok.” Dar bir koridordan geçtik ve uzun süre yürüdük. Meşalenin aydınlattığı kadarıyla duvarların taşlarla kaplandığını görebiliyordum. Yerin altında olduğumuzdan ortam fazla havasızdı. Uzunca bir koridordan sonra sonunda biraz daha geniş ve aydınlık bir odaya çıktık. Beş yatak vardı. Biri dışına her bir yatağın üzerinde küçük kız çocukları yatıyordu ve yorganları kafalarına kadar çekmiş bize bakıyorlardı. “Korkmayın.” dedi kadın meşaleyi duvardaki yuvasına oturturken. “Onlardan bize zarar gelmez.” Kızlarda biri yataktan kalkıp annesinin yanına geldi ve bacağın sarılarak arkasına saklandı. Küçük yüzüne rağmen iri olan şirin mi şirin gözleriyle gözlerime baktığında, ona gülümsemeden edemedim. Kardeşleri de yataktan çıktı ve annelerinin yanında yerlerini aldı. Dördü biren bana bakıyordu. Meryem ilgilerini çekmemiş gibiydi. Kızlardan biri annesine fısıldadı. “Di famos?” Kadın kısına doğru eğilip gülümsedi ve başıyla onayladı. “O mu?” diye sormuştu ve beni kastettiği apaçık ortadaydı. Kadının bacağından ayrılan küçük kız bana birkaç adım atarak yaklaştı. Ona doğru eğildiğimde elini uzattı ve tutmamı istedi. Tüm bunları gözlerinden anlayabiliyordum. Elini tuttuğumda bu defa bana doğru fısıldadı. “Araf!” dedi üfler gibi. Beni, kim olduğumu ve ne için burada olduğumu biliyordu. Bu küçük kızın arkasından bir başka kız çıktı ve dibime kadar girdi birden. Bu kızın kim olduğunu biliyordum. Göz ucuyla Meryem’e baktım. Henüz anlayamamış gibiydi. Bu küçük kız, benim sanrımda gördüğüm, ateşler içerisinde tepkisizce bana bakan kızdan başkası değildi. Diğerlerine göre biraz daha büyüktü ancak yine de küçük bir kız olduğu gerçeğini değiştirmiyordu bu. Beni dikkatle inceledi. Aynı gözlerle. Beklenti içine oldukları apaçıktı. “Seni benden defalarca dinlediler.” dedi kadın. “Yaşayacağımız, yaşayacağınız her şeyin farkındalar.” Kaşlarımı çattım ve kadına baktım. “Evet,” dedi. “Tüm bunların sonunda o yangının ortasına kalacaklarını biliyorlar.” Gözlerim bu defa beni dikkatle inceleyen çocuklara döndü. “Siz hiç,” dedim sorgulayan bakışlarla ve kafamı salladım. “Hiç korkmuyor musunuz?” Az önce elimi tutan kız, ona muhtemelen konuşmayı bilmediği bir dilde soru sorduğumdan annesine döndü. Annesi kendi dillerinde, söylediği her şeyi ona çevirdi. Ne söylediğimi anlamıyorlardı ancak ben onları anlıyordum. Sorum karşısında duraksadılar. “Ben çok korkuyorum.” dedi arkada duranlardan biri. “Ben de çok korkuyorum. Sürekli kabuslar görüp duruyorum.” Ne diyeceğimi bilemedim. Tüm bunları yaşamamıza gerek var mıydı gerçekten? Bazen gerçekten sorguluyordum. Ancak mantıklı bir açıklama bulamıyordum kendime. Sorgulayan ve sorgusu karşılıksız kalan tarafımın insan tarafım olduğuna adım kadar emindim. Yıllarca öldürülmeye çalışılan tarafım yani. “Sen,” dedi arkadaki kızlardan biri. “Korkmuyor musun?” Duraksamadım. Başımı olumlu anlamda salladım. “Çok korkuyorum.” Ve anneleri çevirdi. “Meryem,” dedim bu konuşmaya devam etmemek için. “O kim, biliyor musun?” Kafamı çevirip Meryem’e baktığımda az önceki bakışları yoktu. Daha şaşkındı bakışları. “Onlar benim atalarım.” dedi şaşkın ve hayranlık dolu bir ses tonuyla. Gülümsedim. Tam o anda gözümün önü karardı kesik kesik görüntüler görmeye başladım. Karan vardı. Bir de ben. Nefes nefese ve sarmaş dolaştı. Geceydi, yataktaydık… Karnımda hissettiğim bir sancıyla elimi kızın elinden hızla çektim. Elektrik çarpmış gibi hissettirmişti. Büyümüş gözlerim ve karnıma kapanan kollarımla kıza döndüm. Meryem ne olduğunu algılayamadığı için beni kolumdan yakalamış ve hemen arkasına çekmişti. Tıpkı benim gibi şok olmuş gözlerle kadın ve çocuğa baktığına emindim. Ancak onlar hiçbir şey olmamış gibi beni izliyordu. Açıklamayı kadın yaptı. “Görmen gerektiğini düşündü. Bilmen gerektiğini.” “Neyi?” Soruyu sorarken karnımdaki tanıdık sancı, kasıklarıma doğru ilerledi ve ben bu duruma anlam veremedim. Acı o kadar tanıdık ve dayanılmazdı ki acıdan inlememek için Meryem’in elini sıkıyordum. İki büklümdüm ve karşımdaki kadın anlayabileceğim türden bir açıklama yapmazsa delirecektim. “Yaşayacakların Araf. Geleceği gördün az önce. O Pamir’in atası. Gelecekte olanları sezme yeteneğine sahip. Tıpkı Pamir gibi.” O an aklıma Pamir’in bahsettiği rüya geldi. Yaşanacağından emin olduğu rüya… “O halde bu ağrı;” dedim zar zor. “Bu ağrı da neyin nesi? Geçmiyor!” “Güç, bedenin tam ortası kabul edilen karın bölgesinde depolanır. Yıllarca karın ağrısı çekmenin bir sebebi vardı ve bir gün nedenini anlayacaksın.” Ağrı yavaş yavaş azaldı. “Anladığın gün, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Harika! “Ama ondan önce,” Yanımda bana destek olan Meryem’e döndü. “Hissediyorum. Ölüm bizim için yaklaşıyor. Sizin zamanınız için tamamen yok olmadan ve çok geç olmadan önce her şeyin gelecek hayatlar için iyi olacağından emin olmalıyım. Ruhum ancak bu şekilde huzur bulur.” Derin bir nefes aldı. ”Bizden sonra Meryem’den başka sığınağın olmayacak Araf. Güç seni hayatta tutmaya yetmez tek başına. Bilmek zorundasın. Hem de her şeyi. Harfi harfine. En az bizim kadar. Şimdi,” Meryem’e baktı. “Birbirinize güvenmek için aranızda hiçbir sır olmamalı.” Meryem kolumu bırakıp kadına döndü. “Beni bunun için mi çağırdın?” Sesindeki keskinlik ne kadar sinirli olduğunu ortaya koyuyordu. “Ya ne için çağıracaktım?” dedi kadın Meryem’e doğru bir adım atarak. “Her şeyi söylemen için seni zorlamam gerektiğini fark ettim. Ve daha fazla hatan yapmaman için de iyice cezalandırmam gerektiğini.” “Ona neyi ne zaman söyleyeceğime ben karar veririm. Bu yaptığımız bile düzeni bozmaya yeter. Burada olmamam gerektiğini sen de biliyorsun.” Yanlış anlamadıysam Meryem şu an büyük büyük annesiyle ciddi bir mesele tartışıyordu ve meselenin odağı olduğuma adım kadar emindim. “Yeterince umursasaydın zaman bozulmaları bu kadar erken başlamazdı ve sen burada olmazdın. Yani aldığın yanlış kararlar bugün burada olmamızın tek sebebi.” “Nasıl yani?” Kadın duraksadı ve gözlerimin içine baktı. Derin bir nefes aldı ve tekrar Meryem’e döndü. “Ona anlat.” dedi derinden gelen bir sesle. “Ona anlat ki huzur bulabilesin. Her şeyi. Zamanının gelmesini bekleme çünkü zamanı çoktan geçiyor Meryem. Görmüyor musun? O öğrenmeye de güce de hiç olmadığı kadar hazır. Yeterince acı çekti. Şimdi gerçekten yaşamalı ve atlatmalı. Gölgelerin bir huyu vardır. Arkalarına bakmayı severler. O yıllarca Gölgelerin elinde esirdi ve onlar gibi yaşamayı öğrendi. Bırak, yapması gerektiği gibi geriye değil ileriye baksın.” Meryem tüm konuşmayı dinledi. Bir süre sindirdi. Her zaman olduğ gibi benden bir şey saklandığı su götürmez bir gerçek olduğundan duyacaklarıma hazırlandım. Eminim bu öğreneceğim şey her neyse yine ve yine tüm doğrularımı yanlış yapacaktı. Hayatım alt üst olacaktı ancak nereden biliyordum ki hayatımın altının üstünden daha iyi olmadığını? Ufak adımlarla Meryem’in arkasından ayrıldım ve yanında durdum. “Dinliyorum.” dedim kuru bir sesle. Meryem yutkundu. Duydum. Gözlerini kapattı. Soluklandı ve dudaklarını ıslattı. “Yıllar önce bir hata yaptım ve belli ki yaptığım hata işleyişi bir miktar değiştirdi.” “Ne yaptın?” Gözlerine değil, dimdik karşıya bakmayı, çocuklara odaklanmayı tercih ettim. Her birini inceliyor ve bir yandan da aklıma getirebildiğim tüm felaket senaryolarını getirip kendime işkence çektiriyordum. “Tamamıyla bir hata olarak görmüyorum.” dedi pişmanlıktan uzak bir sesle. “O gün, o küçük çocuğu kurtarmasaydım, bugün büyücü ırkına yardımcı olan insanları iyileştiren, Karan’a yoldaş olup yokluğunda insanlara elinden geldiğince yardım eden bir adam olmayacaktı bu evrende. Bir hataysa,” Ona döndüm. Dimdik kadına bakıyordu. “Kime göre bir hata?” “Bir insanın kaderini değiştirdin Meryem! Bunun getirebileceği felaketleri bilsen aklını kaçırırsın!” Dövmeli kadını ilk defa bu denli hiddetli görüyordum ancak şaşıramıyordum. Meryem’e döndüm ve kendimin bile şaşıracağı bir sakinlikte sordum. “Kim?” Meryem, ona şaşıracağım bir serilikte yanıtladı. “Deniz.” “Ne?” “O araba kazasında ölen Deniz, Karan’ın evreninden kaçırdığım Deniz’di. Arkadaşın olan Deniz, tanıdığın Deniz.” Mimiklerimi, özellikle kaşlarımı kontrol edemiyordum. Eğildim. Elimi dizlerime koydum ve soluklanmaya çalıştım. Ancak başarısız oldum. Doğruldum. Adımlarım birkaç adım ötedeki yataklardan birine yöneldi ve yavaşça oturdum. “Bu nasıl bir hayat böyle.” dedim elim gerdanımdayken. Terlediğimi hissediyorum. Bedenim şu an her anlamda zorlanıyordu ve iyi hissetmiyordum. “Siz bana ne yaşatıyorsunuz? Aklım almıyor.” Kaşlarımı çattım. “Doğru mu bu?” dedim kadına bakarak. Gözlerinde o bakış vardı. Bana acıyordu. Başıyla onayladı ve hiçbir şey söylemedi. Ben de söylemedim. Ben de bana acıyordum. Öğrendiklerimi sindirmem beş dakikamı aldı. Bu geçen beş dakikada kimseden çıt çıkmadı. Çocuklardan bile. Her biri pür dikkat beni izledi. Meryem yüzüme bakamıyordu ve kadın, meşaleleri kontrol ediyordu. Ben ise daha iyiydim bu beş dakikanın sonunda. Daha mantıklı düşünebiliyordum en azından. “Başka?” dedim ayağa kalkıp Meryem’e doğru yürürken. “Her şeyi bilmek istiyorum. Sakladığın başka bir şey var mı?” Meryem bir anlığına yerden kaldırdı gözlerini ve gözlerime bakmayıp yeniden yere odaklandı. Tıpkı Karan gibi. Doğru ya, o Karan’ın annesiydi. “Karan,” dedi. Duymak istemedim. Onunla ilgili kötü bir şey duyma düşüncesi bile delirtti beni ancak Meryem konuşma konusunda acele etti. “Karan ve Pamir çocukken, sana dair her şeyi biliyorlardı. Olanları da, olacakları da. Henüz bir çocukken, seni kehanet kitabında geçtiği gibi doğa doğurduğunda, küçük bedenin ilk kucaklayan Karan’dı. Yanında Pamir vardı. Görevlerinin bilincindeydiler.” Gülümsedi ve ben ancak o zaman gözlerinin dolduğunu fark ettim. Ancak o kadar uyuşmuş gibi hissediyordum ki normalde olsa dolacak gözlerim kupkuruydu. “Seni alıp bana getirdiler. Bana güvendiler.” Elinin tersiyle yanağını sildi. “Ne zaman seni saklamanın en iyi yolunun Gölgelere teslim etmek olduğunu söyledim, işte o zaman Karan ve Pamir çıldırdı. Yanımdaki koruyucularım bile, çocuk olmalarına rağmen onları tutmakta zorlandı. Seni benden almak istediler ama seni koruyamayacaklarını biliyordum. Onları durduramadım. Ben d-” “Sen de,” dedim yüksek çıkmasını engelleyemediğim sesimle. “Bir hata yaptın. Yine ve yine.” Meryem başıyla onaylamakla yetindi ve yanağına yeni damlamış damlaları sildi. “Onlardan sana dair her şeyi sildim. Her şeyi. Yaşadığım her pişmanlıkta Karan’ı yanına taşıdım. Sen farkında değildin ama Karan birkaç kez konuk oldu yanına ama asla hatırlayamadı seni.” “Ama yine de içten içe beni korumak istedi.” “O sana çekildi.” Ellerimi ensemde birleştirdim ve ağlamamaya çalıştım. Farkındalık, bu dünyada cehennemi yaşatırdı. Her şeyi bilmek bir ödüldü ancak aynı zamanda kaderinizi kasıp kavuracak bir cezaydı. “Çok zor.” dedim burnumu çekip iki büklüm yeniden yatağa otururken. “Çok zor Meryem.” Kendimi öyle çok sıkıyordum ki, dişlerim gıcırdıyordu. “Şimdi bir suçlu bulmak istiyorum kendime.” Ayağa kalkıp yeniden yanına vardım. Yüzünde herhangi bir ifade yoktu. Sadece gözümün içine bakamıyordu o kadar. Gözüme baksa daha çok suçlu bulacaktım sanki onu. Onu bana baksın diye zorladım. Eğildim yüzüyle aynı hizaya gelmek için ancak gözlerini gizledi benden. “Seni mahvetmek istiyorum ama yapamıyorum Meryem.” Bıkkınlıkla soludum ve acı acı güldüm. “Zaten mahvolmuş bir kadınsın sen. Aldığın kararlar yanlış değil. Doğru. O kadar doğru ki bak,” Kollarımı açtım. “Bak buradayım. Görevimin başında. Şimdiye kadar iyi yetiştim. Acı çektiğimde kendimi ayık tutmayı öğrendim. Güçlendim. Öyle çok güçlendim ki hem de. İnsan olarak yaşadım. Bilmeden bir Gölge gibi büyütüldüm. Şimdi ise kimsenin aklının hayalinin yetemeyeceği bir konumdayım. Ama bunun için sana minnettar olmayacağım.” Geri çekildim. “Sana üzüleceğim.” Tüm bunları acı çeksin de için soğusun diye söylememiştim. Ağzımdan çıkan her bir kelime benim gerçek düşüncelerimdi ve düşüncelerim Meryem’i ağlatmaya yetmişti. Omuzları sarsıla sarsıla ağlıyordu ve dediğim gibi üzüldüm ona. “Aynı gemideysek sırtımı dönemem sonuçta sana.” dedim yutkunurken. “Hepimizin bir imtihanı varsa, sana en acısı denk gelmiş olmalı. Ne olursa olsun, nefes alıp verebiliyorsam şimdi senin sayende.” Hıçkırıklarının arasında kulak verdi bana. “Karan varsa yanımda senin sayende.” Dinlemeye devam etti. “Deniz varsa, İlke varsa… Hepsi senin sayende.” Kafasını kaldırıp ıslak gözlerle bana baktı. “Ama minnet duymayacağım sana. Aldıkların ve verdiklerin eşitse, borç yok demektir. Ne senin bana ne de benim sana.” Kendimi onun yerine koymayı denesem ve biraz zorlasam kendimi, nefes alamazdım herhalde. Bu hikayenin vicdani yükü hep Meryem’de olacaktı. Her pişmanlık onun olacaktı ve eminim bir gün, onun sayesinde herkes kurtulacaktı. İşte böyle düşündüğümde bazı zamanlar, benden daha acı şeyler yaşayan insanlar olduğunu fark ediyordum ve bu bastırıyordu acımı. Meryem onlardan biriydi ve artık ona kızmayacaktım. O zaten yeteri kadar kızıyordu kendine ve ihtimallerde boğuluyordu. Farklı bir seçimin doğurabileceği iyi ihtimallerde… Ve bir süre sonra o gözümde, dürüst bir canavar halini alıyordu. “Var mı söylemek istediğin başka bir şey?” dedim ister istemez kısık bir sesle. “Artık hiçbir şey garip gelmiyor bana. Her şeyi kaldırabilecekmiş gibi hissediyorum.” Bıkkınlığım öyle büyüktü ki. Meryem de kadın da ve çocuklar da farkındaydı bunu. Meryem yine yerden kaldırmadı başını. Sadece kafasını olumsuz anlamda salladı. "Güzel.” Dedi kollarımı arkamda bağlayarak.” Hemen karşımdaki dört kıza ve dövmeli kadına döndüm. “Sıra sizde sanırım. Bana her şeyi anlatın. Ne yapmam gerektiğinden, nasıl yapacağıma kadar her şeyi.” “Her şeyden önce, Karan’ı kurtarmalısın. Bunu tek başına yapmayacaksın.” Bu mesele, dikkatimi en çok çeken meseleydi. “Karan iyileşme sürecindeyken, ki söylediklerimi harfiyen yerine getirirsen bu gerçekleşecek, savaş çıkmaması için uğraşmalısın. Denge politikası uygula. Aynı zamanda yanlış tahmin etmiyorsam zaman bozulmaları artacak. Burada güçlerini kazanmayı öğreneceksin çünkü sana onları yalnızca dört büyükler öğretebilir.” Meryem tüm konuşma boyunca ilk defa başını kaldırdı ve dövmeli kadına baktı. Kadın ona odaklandı. “Kitapta geçen dört büyükler siz değilsiniz.” Küçük kızlara baktı ve yeniden bize döndü. “Onlar.” “Bu yüzden hiçbir işe yaramadı. Tüm uğraşlarım boşaydı.” Kadın başıyla onayladı. “Şimdi odaklanmamız gereken ilk şey Karan.” Dedi ve derin bir nefes alıp yanıma geldi. Elimi ellerinin arasına aldı. Avcuma dik dik baktı. Ne yaptığını izlerken elimibıraktı vekualağımaeğilerek fısıldadı. “Nagesta me doren di enta.” Fısıltısından hemen sonra kulağım çınlamaya başladı. Yüzümü buruşturdum ve istemsizce geri çekilip yüzüne baktım. Ne dediğini yine biliyordum. Tanrılarıma şifa için yalvarıyorum. “Unutma. Karan’ı iyileştirme arzun hayatta olan her canlıdan çok daha fazla. Onu en çok seven sensin ve yalnızca senin inancın onu iyi edebilir.” Kaşlarımı çattım. “Eline, onu iyi etmek için bir panzehir geçecek. Panzehire inançla söylediklerimi fısılda.” Nagesta me doren di enta. “Panzehir?” dedim anlam veremeyerek. “Nereden bulacağım?” Bir süre yüzüme baktıktan sonra hafifçe gülümsedi. “Bir süredir tanıştığın bir şifacı var. Çok yakınında. Sana yol gösterecek ancak önce kendisi yolunu bulmalı.” “O ne demek?” Tam o sırada arkamdaki Meryem’in sesini işittim. “Selin.” dedi. Ona döndüm ve gözlerine baktım ancak o gözlerini kaçırdı. “Bir süredir ondaki yeteneği uyandırmaya çalışıyorum. Şifacılar yeteneklerini doğadan alır yani aileden gelmez. Genelde seçilmiş kişiler olur. Selin uzun zamandır gizli gizli benimle çalışıyor. Benim kim olduğunu bilmiyor. Kılık değiştirerek ona ders veriyorum.” Kadına baktı. “Dediğin gibi Karan’ı iyileştirecek güç ondaysa, onu çalışmaya ikna etmeliyiz. Ancak o zaman yolunu bulur. Pek çok denemeden sonra panzehire ulaşacaktır.” Kadın başını salladı ve bana döndü.
“Yakında öleceğiz.” dedi gözlerimin içine bakarak. “Onlar bunun farkında ve hiç korkmuyorlar. Çünkü onları böyle yetiştirdim.” Ancak tam o sırada derinden gelen bir kulak çınlaması esir aldı bedenimi. Elim kulağıma gitti. Gittikçe bulanıklaşan ve uzaklaşan seslerin arasında ona odaklanmaya çalıştım. “Çok geç olmadan, kaderimizi yaşamadan güçlerini kazanmalısın. Aksi felaket olur.” Bayılacakmış gibi hissediyordum ve neden böyle hissettiğimi biliyordum. Kadın, ellerime tutundu. Tüm bu bozulmanın son bulduğunu anlamıştı ve kendi zamanıma dönmeden önce bana son kez fısıldadı. “Unutma, Nagesta me doren di enta.” ______.______ Bölümü nasıl buldunuz? Oy vermeyi ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfennn :))) Oy sınırı koyarak hem kendime zaman kazandıracağım hem de size haksızlık olmamış olacak. Sonraki bölüm için koyulan oy sınırı Wattpad'de tamamlanınca sonraki bölüm yayınlanacaktır. Sonraki bölümde görüşmek üzere. Çokça sevgi... 🥀 |
0% |