@elfhikayelerii
|
Korku, hem acı verici hem de dinç tutan bir duyguydu. Gözleriniz hiç görmediği kadar keskin görür, kulaklarınız hiç olmadığı kadar iyi duyardı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hissederdiniz. Çünkü bilmek, hayatta tutardı. Bilmek sizi umut etmeye yakınlaştırır ve umut etmek de, tökezlemekten korkmamanızı sağlardı. Şimdi, ayağımın altında ezilen ölü yaprakları umursamadan dikkatli gözlerle etrafı süzüyor ve küfür etmemek için dudaklarımı dişliyordum. Ormanın ortasında kalakalmıştım. Evet, ormanın ortasında kalakalmıştım! Az önce anlattığım korkunun faydalı tarafıydı ve ben şu an, kesinlikle faydalı olan değil de zararlı olan tarafının gazabına uğruyordum. Ormanda tek başıma yürüme fikri hep bana korkunç gelirdi ve şimdi de yeteri kadar korkuyordum zaten. Kulaklarımda çınlayan yırtıcı hayvan sesleri, korkuma dem vurmamı engelliyor, üstüne bir de daha da arttırıyor, zor ayakta kalacak duruma geliyordum. Ciddi değil sanmıştım. Duygusuz pisliğin önde gideni olsa bile bu kadar acımasız olmaz, beni bu kadar korkutmaz sanmıştım. Ancak bir kez daha kimseye güvenmemem gerektiğini fark etmiştim. Her şeyden önce, Karan'ın sınırları yoktu. Bunu gözlerindeki sınırsız ışıktan, asla susmayan sabırsız ağzından da pek tabi anlayabilirdim. Tabi, emin olmak istemiştim. Bu adam o kadar acımasızdı ki, savunmasız kalacağımı ve korkudan öleceğimi bile bile beni bu ıssız ormanda bırakmış, üstüne bir de sırıtarak sinirlerimi bozmuştu. Evet, bu hareketiyle ondan istediğimi almış sayılırdım. Ancak beni öylece salması, şüphe uyandırmıştı. Fazla düşünmemeye çalışarak yola çıkmıştım ve asla iyi bir yolda olduğumu düşünmüyordum. Toplantıdan hemen sonra, bana yiyecek veya içecek hiçbir şey vermemiş, üşüyeceğimi bile bile İlke'nin elime tutuşturduğu montu elimden almış ve kapıyı açıp beni resmen iteklemişti. Tabi ben de öylece durmamış, kapının önünde cırlayabildiğim kadar yüksek bir sesle cırlamış, yerden aldığım büyük taşlarla evi taşlamış, küfürler savurmuş ve resmen kaçmıştım. Bana öğretilen pek çok şey vardı ve bunlardan biri de, gücümün yetmediği işlerle karşılaştığımda sinir bozmaktı. Günümüz insanı, birkaç kötü lafa karşı koyamıyor, öfkeleniyor ve öfkeleri de hata yapmalarına olanak sunuyordu. Kışkırtmak benim işimdi ve bugün bunu kendime bir kez daha kanıtlamıştım. Karan öfkeyle beni bir saatten fazla bir süre kovalasa da kaçma konusunda oldukça iyi ve tecrübeli olduğumdan koşarak uzaklaşmış, onu çoktan atlatmıştım. Muhtemelen geri dönmüş, şimdi sıcacık evinde bacak bacak üstüne atmış ve içini ısıtacak keyif kahvesini yudumluyordu. Aman be, resmen kasıntı adamın tekiydi! Onun keyif kahvesinden ne olacaktı! Onun o saçma sapan görüntüsü gözümün önüne geldikçe sinir krizi geçiriyor, kendimi dizginleyemiyordum. "Adama bak, kendini ne sanıyorsa! Öldüreceksen öldür de kurtulalım canım! Ayrıca ben mi dedim sana beni kaçır diye?" Az önce odada öyle demediğimi ben de biliyordum ancak şu an konumuz bu değildi. Elimi hızla ağaca vurdum ancak ağaç muhtemelen küçük olduğundan salladı ve tepesinden ayrılan kuşların kanat çırpma sesleri korkumu ikiye katladı. Evet, gerçekten bir ormanın ortasındaydım! Medeniyetten ne kadar uzakta olduğumu bilmiyordum ancak asla geri dönmeyecektim. Karan denen psikopata boyun eğeceğime burada iki gündür andığım ve muhtemelen birazdan karşıma çıkacak olan kurda ve kuşa yem olurdum daha iyiydi. Ancak arkamda duyduğum uluma sesiyle yerimden sıçradım. Bunlar normal şeylerdi. Yanıma gelecek halleri yoktu değil mi? İlke son anda, elime bir fener tutuşturmayı başarmış ve bana verdiği sözü tutamamanın mahcubiyetiyle gözlerime bakmıştı. Ben de sanki kırk yıllık dağcıymışım gibi kolunu sıvazlayıp sorun olmadığını, bir daha asla görüşmeyeceğimiz için çoktan unuttuğumu dile getirmiştim. Bir daha asla görüşmeyecek olmamızın sebebi de, burada geberip gitmem olacaktı! Karnım guruldadığında durdum ve sabırla gözlerimi yumdum. Sakin olmalıydım. Sakin olursam, kurtulurdum. Kendimi koca bir okyanusun ortasında, her daim kuzeye giden ve en sonunda yine karaya ulaşacağını düşünen bir kaptan gibi hissediyordum. Ancak o kaptan o koca okyanusun ortasından karaya ulaşana kadar açlıktan ölecekti. Açlıktan ölecektim! Elimle saçlarımı karıştırıp yerimde tepinirken bir yandan da yine söylenmeye başlamıştım. O aptala sövmek, şu an beni oyalıyor ve içimdeki öfkenin yatışmasına olanak sunuyordu. "Zevksiz zevksiz döşenmiş zaten koca evi! Tamamlanmayan tabloyu da asmış duvara! Tam bir gösteriş meraklısı Allah'ın manyağı!" Uykum da gelmişti. Ofladım. Yağan yağmur yüzünden yerler ıslaktı ve ateş yakmam imkansızdı. Kollarımı titreyen bedenime doladım. Sonbahardaydık ancak geceleri olması gerekenden çok daha fazla soğuk oluyordu. Yüzümü buruşturup ilerlemeye devam ettim. Ne kadar yürüdüm bilmiyorum ancak ayağıma takılan bir dal parçasıyla yeri boyladığımda sinirle bağırdım. Her şey üst üste geliyordu. Asla burada ölmeyecek ve o adamın planını alt üst edecektim. Onu kendi ellerimle öldürecektim. Geberip gidecekti ve ben karşısında sırıtacaktım. Elimi sinirle yere vurduğumda, avcuma batan dikenle acıyla inledim. Yapay bir sesle ağlamaya başladığımda, arkadan bir kez daha kurt uludu. "Sussana sen de be! Öldüğümde ulursun artık arkamdan! Sen de o ruh hastasının arkasındasın değil mi? Nereye düştüm ben böyle! En son koşuyordum bilinçsiz bilinçsiz! Mezarlığa ne ara geldim de o salakla karşılaştım!" Yere bıraktığım feneri aldım ve elime tuttum. Diken fazla derine girmemişti ancak girdiği yerden fazla olmasa da kan akıyordu. Dikiş gerektirdiğini zannetmiyordum. Dikiş gerekirse bile gerek yoktu. "Buradan bir kurtulayım, o zaman göreceksin sen gününü!" Ağaçların arasından bir çıtırtı duyduğumda korkuyla sıçradım ve feneri daha iyi görebilmek için sesin geldiği yere doğru tuttum. Zifiri karanlıkta, fener ışığı ilerleyebildiği kadar ilerledi ancak hiçbir şey göremedim. "Kim var orada?" Kurda bağırdığım için kuş ile iş birliği yapıp beni yemezlerdi değil mi? Bence yapmazlardı çünkü ben iyi bir yem sayılmazdım. Ancak kurt ve kuşu tercih ettiğim bir an yaşandı. Bir ıslık duydum. Kulaklarım, sandığımdan daha iyi duydu. Bedenimdeki tüm tüylerin, diken diken olduğunu hissettim. İçim ürperdi de diyebilirdim. Hissettiğim şey korku muydu bilmiyordum. Ancak yeniden o eve dönmek, o tabloya boş boş bakmak ve savrulan kuru tehditleri dinlemek istemiyordum. Bir ıslık duydum. Bu ıslığı daha önce de duymuştum ve bundan sonra da duyacaktım. Belli ki peşimi bırakmamıştı. Ne istiyordu benden? Bir ıslık duydum. İhtimalleri düşündüm. İhtimaller yüz katlı bir bina olsaydı, ben zemin katta olurdum ve tüm katlar, acımasızca üstüme yıkılırdı. Onun ıslığı tam olarak bunu yapmıştı. Islığını uzaktan tanımıştım ve onun dışında kalan tüm ihtimalleri teker teker üstüme yıkmıştı. Ben altta kalmıştım hayatım boyunca ve yine altta kalıp can veren olacaktım. Bir ıslık duydum. Onun ıslığı, beni kabuslarımla yüzleştirdi ormanın ortasında. Etrafımda hiçbir şey görünmüyordu ancak ıslığını duyuyordum. Belki de bir katilin adım sesleriydi bunlar. Bir katil olmasa bile, bana katil havası veriyordu. Bakışları insanı ürkütüyor ve belki de insanları bakışlarıyla öldürüyordu. O, bir insan öldürmese bile benim için katil sayılacaktı. Tıpkı benim de bir katil olmam gibi. Çünkü insanlar en çok bakışlarla öldürülürdü. Sonra sözlerle, hislerle ve bir kurşunla. Tam kafadan ya da tam kalpten. İçimdeki duygunun korku olduğundan emin oldum. Bunu daha önce de hissetmiştim defalarca ve yine defalarca adım seslerini dinlemiştim. Belki bilincim yarı açıkken ya da tamamen açıkken. Ben, adım seslerini dinlemekten nefret ederdim. Onun adım sesleri, ıslığı ile uyum içerisindeydi. Islıkları kısa süreliğine kesiliyor, bu defa da soluk seslerini duyuyordum. Neredeydi, göremiyordum. Etrafımda döndüğünü bile hissettim. Elimi ve acıyan ayağımı umursamadan, yavaşça ayağa kalktım. Sesim çıkmadı. Bunun nedeni yakalanmak istememek değildi belki, bunun en büyük sebebi, olanları anlamaya çalışmaktı. Saatlerce yürümüştüm. Saatlerce bağıra bağıra öfkemi kusmuştum ve ona ağır küfürler içeren bir konuşma yapmıştım. O öylece beni dinlemiş miydi yani? Buna asla inanmazdım. Kendimi ölü kabul etmeye başlasam iyi olacaktı. Ancak sonra, bulunduğumuz mekanın farkına vardım. Etrafımda dolanıp duran bir katilin varlığını, hissedemeyeceğim kadar çok hissettim. Onun verdiği soğuk, ürpertici bir his vardı ve birini öldürdüğünü görmesem bile ona katil demek, saçma bir şekilde ona yakışıyordu. Belki de melek gibi bir adamdı. Hayır, kesinlikle değildi. İhtimaller... Üzerime yıkılan, can verdiğim ihtimaller. Her birini gözden geçirdim. Beni neden bıraktığını düşündüm. İlk başta, bana bir ders vermek istediği kanısına varmıştım. Ancak şimdi, beni mezarıma kendi ayaklarımla getirdiğini düşünüyordum. Aşırı düşünmek, hata yapmamı önlerdi çoğu kez ve ona, Dünya'nın en kötü insanı gibi davranmak, kendimi tetikte hissetmem için iyi bir yoldu. Adım sesleri, soluk sesleri ve ıslık sesi... Sustu. Nefesimi tuttuğumu, kendi nefesimi bile duyacağım bir sessizlikte kaybolduğumda anladım. Etrafımda dönüp durdum. Elimdeki feneri her ağaca doğrulttum ancak tek bir ses bile duymadım. O isteseydi, ıslığını da adım seslerini de ve soluk sesini bile duyamazdım belli ki. Onca saat etrafımda onun olduğunu bilmek, takip edilme hissiyle ürpermeme neden oldu. Yaşadıklarım korkunç derecede korkutucuydu. Ne yapmaya çalıştığını kestiremiyorum. Ne istediğini bilmiyordum. Sanırım ben hiçbir zaman, kaçma konusunda iyi olmamıştım. Benim iyi olduğum tek şey sessiz kalmak, tutsaklığımı kabul etmek ve ona göre davranmaktı. Benim en iyi yaptığım şey annemin mahkumu olmaktı ve bir başkasının mahkumu nasıl olunur bilmiyordum. Nefes aldım ve nefes verdim. Onun duyacağını bile bile. Elimdeki feneri kapattım ve belki de ölümü kabul ettim. Hissedemezdim. Sesimi çıkarıp acıyla inleyemezdim. O bana, o evde kalmak ya da dışarıda kurbanı olmak için bir seçenek sunmuştu. Eğer ona, yanında kalmak istediğimi söylesem, eline iyi bir bilgi versem, beni öylece bırakmazdı. "Mahkumlar, en çok özgürlüklerini kazandıkları an savunmasızdırlar. Özgür olduklarını düşünmek onlara mahkum oldukları günleri unutturur. Özgür olduğunu sanmak ve aslından bir mahkumdan fazlası olamamak... Nasıl hissettirdiğini iyi bilirim." Ses sağımdan, ses solumdan, ses önümden ve ses arkamdan geldi. Belki tam karşımdaydı, belki tam arkamdaydı, belki tam solumda ve belki tam sağımdaydı. Ses, etrafımda dönüp durdu ve ben korkudan, konuşamadım. Yapabileceği en kötü şeyi yapmış, beni özgür olduğuma inandırmış ve tekrar özgürlüğümü elimden almıştı. Bir kedinin fareyle oynaması gibiydi ancak öyle hissettirmiyordu. Öfkem, gittikçe büyüyordu ancak biliyordum. Fare, kedi tarafından yalnızca bir avdı ve fare asla avcı olamazdı. "Ne istiyorsun benden?" Defalarca sormuştum bu soruyu. Sadece ona da değil. Anneme sormuştum. İlke'ye de sormuştum. Kimse yanıt vermemişti onun gibi. Kimse konuşmadı. Sadece benimle oynamaya devam ettiler. Benden istedikleri şey canım değildi. Benden istedikleri, özgürlüğümdü. Özgürlüğüm onların işine yaramıyordu ancak beni bir oyuncak gibi kullanmak, hoşlarına gidiyordu. Bir kedinin avı olan fare ile oynadığı gibi. Tüm kediler toktu ve acıktıklarında ben, ölmüş olacaktım. "Senden ne istediğimi biliyorsun, Araf." Sesi karanlıkta, ıssız ormanda, ağaçlara çarpa çarpa yankılandı. Bir kez değil, bin kez duydum. Sanırım bir fare, onuruyla ölmeliydi. Hak etmeden ölürsem bir gün benim intikamım da alınırdı. Kim alırdı bilmiyordum ancak bir gün, ölü bedenimin arkasından yas tutulmasını istiyordum. Yalnızca bir gün. Bunu benim için Duru yapabilirdi. Yalnızca bir gün benim için yas tutabilir ve daha sonra, en az benim kadar yakın olduğu ancak daha fazla vakit geçirdiği arkadaşlarıyla, alışveriş yapabilirdi. Yalnızca bir gün... Ancak burada ölürsem ölüme kimse ulaşamazdı. Ve benim için tutulan bir yas günü bile olmazdı. "İstediğin şey tam olarak ne?" Dua ettim. İstediği şeyin, benim aleyhime olmaması için dua ettim. Sesini, sessizliği bastırması için bekledim. Çünkü ben sessizlikten korkardım. "Bana, söyleyemediğin ve sana ölüm korkusu yaşatan şeyi söyle, Araf." Ah, hayır! "Sana söyleyebileceğim her şeyi söyledim, Karan." Bir fare olacak ve ölümümü dört gözle bekleyecektim. Kendisi itiraf etmişti beni öldüreceğini. Ölüm korkusu demişti. Bunu yaşamayı benden bir şeyler saklayarak sen seçtin diye de eklemişti. "Susmak, içinde bulunduğun çıkmazda tüm yolları açar mı sanıyorsun? Aksine, geldiğin yol da kapandı." Sen, dedi bu kez. Kendini öldürdün. Sen intihar ettin. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Ölesiye korkmama rağmen ne dudaklarım aralanıyor ne de yutkunabiliyordum. Etrafımda döndüğünü hissetmeme rağmen, asla onu göremiyor ve nerede olduğunu kestiremiyorum. O, durdu. Tam karşımda hissettim onu. Nedendir bilinmez, sakatladığım bileğime rağmen, pes etmeden ona doğru ufak adımlarla yaklaştım. Hareket etmedi belki de etti ancak ben hâlâ varlığını, karşımda hissettim. Sanırım varlığı hissetmek, benim bir yeteneğim değildi. Bu bana, sonradan öğretilmişti. Tam karşısına dikildim. Elimdeki feneri açtım ve yüzüne doğrulttum. Arkasında bağladığı ellerini çözüp, muhtemelen elimdeki fener yüzünden kamaşan gözüne bir elini siper etti ve yüzünü buruşturdu. "Çek şunu!" dedi memnuniyetsiz bir sesle. Diğer eliyle feneri uzaklaştırdı ve benim dudağımın kenarında, bir tebessüm takılı kaldı. Fener sayesinde az çok onu görebiliyordum. Yakınımda durduğu için de olabilirdi tabi. "Sana istediğini vermeyeceğim. Öldüreceksen de öldür. Anlayabileceğini pek zannetmiyorum ama şu an ölmek bana uyumak gibi geliyor." İşte tam olarak bu kadar yorgundum. Hissedemiyordum, yemek yerken tat alamıyordum, gülemiyordum, geceleri rahat uyuyamıyordum. Acıdandı hepsi. Acıdan yaşayamıyorum. Kıvranıyordum. İntihar etmem yasaktı. Habersiz bir iş yapmam, gülümsemem bile yasaktı ancak biri tarafından öldürülmek benim elimde olan bir şey değildi. Yani öldürülmek, benim için bir lütuftu. Ve ben, ölmek istemiyordum. Tüm bu acılara rağmen, mutlu olabileceğim, yaşadığım bir gün olsun istiyordum. Bir yas günü ve bir mutlu gün. Ben yalnızca, iki gün istiyordum. Sadece bu kadardı. "Ölmek için bu kadar hevesli olduğunu bilmiyordum." Derin bir nefes verdi ve yüzüme dimdik baktı. Üzerinde hâlâ siyah gömleği vardı ve kollarını dirseğine kadar kıvırmıştı. "Ölmek için güzel bir gün." dedim ben de kollarımı arkamdan bağlayarak. Onu taklit ettim ve derin bir nefes verdim. Onu net göremiyordum. Elimdeki fener ortalığı az da olsa aydınlatıyor ve loş ışıkta, kirpiklerinin gölgesini görmek bana tuhaf hissettiriyordu. Ancak onun perdeleri, onun maskeleri en güçlü ışığa karşı bile aşılmazdı. İfadesiz gözleri, yüzümde gezindi. Şimdiye kadar hep yaşamak için çırpınmıştım. Sanırım içimde, ölmeye meraklı küçük bir kız çocuğunun olduğunu bilmiyordu. Bu onu şaşırttıysa bile, öyle iyi saklıyordu ki, yalnızca bir kas yığını olduğunu düşünmeye başlayacaktım. "Amacın ölmekse, her gün ölmek için güzeldir." Kaşlarımı kaldırdım. Konuşmak için, gözlerinin gezindiği dudaklarımı araladım. "Ölmekten korkmuyorum. Çünkü yaşadığımı düşünmüyorum." Gülümsedim ve konuyu kapattığımı belli edercesine gözlerimi kaçırdım. Yerimde rahatsızca kıpırdanıp yeniden ona baktım. Yaşamamıştım. Yaşamadığım için, ölümden de korkmuyorum. Belki de gerçekten ölümle burun buruna gelmediğim içindi. "Sana yine seçenekler sunacağım." Nefesini sesli verdi. O bana hep seçenekler sundu şimdiye kadar ve ben, içlerinden en acısız olanları seçtim. En acısız olan seçenekleri, en acılı olanlarıydı. O benimle, bir oyun oynuyordu tahmin ettiğim gibi. Bana seçenekler sunuyordu ve hazırladığı tuzaklara düşmemi büyük bir zevkle izliyordu. "Ölmek için mi yoksa yaşamak için mi güzel bir gün olduğunu, cevabın belirleyecek. Yaşamak mı istiyorsun, yoksa ölmek mi istiyorsun? Cennet mi, cehennem mi, Araf?" Az önce kaldırdığım kaşlarım bu defa çatıldı. Yaşamak istiyordum ancak o bana bir yaşam vadedemezdi. Bu pisliğin içinde, yaşayabileceğime dair ufacık bir umudum olsaydı, denerdim. Yoktu. O, Araf'a cenneti mi yoksa cehennemi mi istediğini sormuştu. Aslında haklıydı. Ben arafta sıkışıp kalmıştım ve düşünebileceğim seçeneklerim yoktu. Ben adımda bile tutsaktım. O, bana seçenek sunmuştu. Sıkışıp kaldığı araftan, Araf'ı kurtarabileceğini iddia ediyordu. Araf, arafta ölmüştü. Cennet ve cehennemin bir önemi yoktu. "İlk seçenek," Hemen yanında bulunan ancak benim yeni fark ettiğim ağaca omzunu yasladı ve kollarını bağladı. "Bana, o adamı elde etmek için yardım et ve yaşa." Yaşa derken kısılan sesi ve yüzüme çarpan soğuk nefesi, beni gerdi. Aramızda nefesini hissedebileceğim kadar bir mesafe yoktu ancak nefesi bana nispet yaparmış gibi tam olarak 'Yaşa!' derken yüzüme çarpmıştı. "İkinci seçenek?" "İkinci seçenek," dedi kafasını sallayarak ve devam etti. "Ölmesini istediğin birini söyle ve seni, onunla birlikte öldüreyim." Ne saçmalıyordu? Anlayamadığımı bariz belli eden bakışlarımı, karanlıkta zor seçtiğim kara gözlerine diktim. Onu izledim ancak o, benim bir tepki vermemi bekledi. Ölmek eylemi onlar için basit kaçıyordu sanırım. Bu ne rahatlık, bu ne sıradanlıktı böyle!? "Ne?" dedim tükürürmüş gibi. Onu anlamakta güçlük çekiyordum ve o, bunu kesinlikle biliyordu. "Sana sunduğum ikinci seçenekti bu. Bir ödül ve bir ceza." Bir ödül ve bir ceza... Sahi, daha önce hiç düşünmemiştim bunu. Birini öldürmek istesem bu kişi kim olurdu? Sanırım böyle şeyler düşünmem garip olurdu. "Afra Suskun. 24 yaşında hayatının baharında bir sanatçı. Ancak annesi ile birlikte davetten davete sürükleniyor. Gittikçe tükeniyor ve annesi bunu göremiyor." Yaslandığı ağaçtan ayrılmadan önce, bağladığı kollarını çözdü. Tüm ağırlığını ayaklarına verdi ve doğrulduktan hemen sonra, bana doğru ufak bir adım attı. Dışarıdan bakıldığında, ne kadar da şımarık bir kız profili çiziyorum böyle. Elbette kaçırdığı insanı araştıracaktı. Ancak tüm bu bilgilerin dışında, ekstra bir şey bulması imkansızdı. Afra, kameralara gülümserdi. Afra, fotoğraflarda mutluydu. Afra, gazetelerde pek çok arkadaşı ile görüntülenirdi. Afra, yalnızca kameralara sahte bir şekilde gülümser, normalde asla gülmezdi. "Seni anladım, Araf. Bir insan yalnızca, kendisi için susar. Etrafında ölmesini istediğin ancak öldürmekten korktuğun insanlar var." Benim hikayem, ben anlatmadan anlaşılmazdı... Onun kafasının içinde de, kara bulutlar vardı. O beni anlayamazdı. O benim yaşadıklarımı, benim hissettiklerimi benim hıçkırıklarımı duyamazdı. Benim frekansım ile onun frekansı asla uyuşmazdı. Kapalı bir kutuydum ve anahtarım, okyanusun dibindeydi. Ben tam bir korkaktım. Öldüremediğim için değil, seçemediğim için. Kimse ölmeyi hak etmezdi. Kimisi için ölüm cezaydı çünkü, kimisi içinse ödüldü. Benim için ödül müydü yoksa ceza mıydı bilmiyordum. "Bunu fark etmemek için salak olmak gerekir." Şahsen ben imkanı yok fark edemezdim. Salak mıydım ben? Bana salak demek mi istemişti şimdi de? Evet, konu oldukça ciddiye binmişti. Onun değil de, zihnimin bana sunduğu iki seçenek vardı şimdi de. Ya şakaya vurup konuyu dağıtacaktım, ki bunun için konu oldukça ciddi kaçıyordu, ya da konuyu kendi ellerimle kapatacak ve kaçacaktım. Kaçmayı seçerken, şaka yapmayı da seçtim. Şakama karşılık vermeyecek kadar kasıntı bir herif olduğundan konu hemen kapanacaktı. "Yok öyle bir şey. Düşündüm ve ilk seçeneği kabul etmeye karar verdim. Gidelim. Beni yine odaya kilitle. Sıkıldım bu ormandan." Elimdeki feneri arkasına doğru tuttum ve sessiz adımlarımı, geldiğim yöne doğru attım. Konu hemen kapanmalı ve sessizliğe gömülmeliydik. Tutsak edilmek veya ölmek, gerçeklerimle savaşmaktan çok daha katlanılırdı. "Kaçıyorsun, Araf. Arkandan geliyorlar. Kaçtıkların hemen peşindeler ve bir gün yakalanacaksın. Yakalandığında seni ölmen bile kurtaramayacak, öldürmen de." Beni bir kitap gibi okuması sinirimi bozdu ancak aşırı bir tepki verirsem, konu kesinlinlikle kapanmayacaktı. "Ölmem her şeyin bir zırvalık haline gelmesine neden olacak." Kısık sesim, sessizliğimizden dolayı yüksek bir ses gibi duyuldu. Yürümeyi kesmedim ve o da, arkamdan yürümeye devam etti. "Hayır," Durduğunu hissettim ancak ben durmadım. "Ölme, Araf. Yaşa. Yaşa ki her şey bir zırvalık haline gelsin." Babamdan sonra bana yaşamamı söyleyen ilk ve tek insandı, Karan. Sanki beni yalnızca o öldürebilecekmiş gibi, bana yaşa demişti. Az önce ölümüm ve öldürmem üzerine seçenek sunan o değilmiş gibi, bana yaşamamı emretmişti. Bana pes etme, yaşa ki yaşadıklarına değsin demişti. Mutlu bir son istememiştim hiçbir zaman. Daha doğrusu mutlu sonlara, hayalini kuracak kadar inanmıyordum. Mutlu sonlar gerçek değildi. Ölüm her zaman, insanlara acı verirdi. Yakının olsa bile ya da tanımadığın biri olsa bile, ölüm her zaman iyi insanların kötü hissetmesine neden olurdu. Ona cevap vermedim. Verecek bir cevabım yoktu çünkü. Yaşamak istiyordum. Bunu gerçekten istiyordum ancak istemenin de bir sınırı vardı diğer her şey gibi. Benim nefeslerim tek bir kişi için vardı ve onun nefesleri de bu aralar, biraz fazla sıkıntılıydı. "Siyah tabloyu, inceledin mi?" Aradan geçen iki dakikalık sessizliğe, bir yıldırım gibi düştü sesi. Beş büyük adımda yanıma ulaştı ve ifadesiz yüzüme yandan bir bakış attı. Bana doğru dönen bedeni ile onu dinlemeye devam ettim. Yönümü ona tamamen çevirdiğimde, göz göze geldik. "Benim en sevdiğim tablodur o. Onu sadece ben anlarım. Bir sanatçının gözünden dinlemek isterim." Derin bir nefes aldı ve elleri hâlâ arkasında bağlıyken bana doğru adımladı. Annem ve ablam o kadar iş odaklı bakıyorlar ki hayata, ben olmadan da o şirketin bir şekilde ayakta kalacağını fark etmiştim. Sanata duyduğum ilgi, veri tablolarına ya da gereksiz resmiyete duyduğum ilgiyle kıyaslanamazdı bile. Pek çok konuda kendimi geliştirmeme rağmen annem yine beni haksız çıkartmadı. Onun benim geleceğim için planlamaları ile benim planlarımın uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. İstediğimi yaptım. Ve annem bana ilk kez izin verdi. Ona, elime yüzüme bulaştıracağıma dair izlenimler verdim. Şirkete büyük zararlar açtım ve sonunda, onu ikna etmeyi başardım. Çünkü biliyordum. Annem için para kazandırmadıkça bir değere sahip olamazdım. Ve ben de, yazmak, çizmek, dans etmek, sanatla çığlıklarımı duyurmak istedim. "Ne gördün o tabloda?" Sesinde ilk defa, yorgun bir tını vardı. Bir bıkkınlık. Nedeni bilinmezdi. Sorsam da söylemezdi ki soracak kadar yakın da değildik. "Ne görmem gerekiyordu?" dedim şüpheyle. Onun gibi gözlerim kısılmıştı ve loş ışıkta, görebildiğim kadarıyla yüzünü, mimiklerini okumaya çalıştım. Cevap vermedi. Bu, bana konuşmam için verdiği bir işaretti. "Karanlık gördüm." dedim yüzüne bakarak. Derin bir nefes verdi. Aradığını bulamamış gibi. Nefesini tuttuğunu sonradan fark ettim. Beni daha fazla dinlemek istemedi muhtemelen ve yanımdan geçerek yürümeye başladı. Kim o tabloya baksa, karanlık gördüğünü söylerdi. "Herkes böyle söyledi değil mi?" Durdu. Bunu kesilen çıtırtı seslerinden anladım ve yönümü ona doğru çevirip yeniden önüne geçtim. O tablo, Karan için büyük bir öneme sahip olmalıydı ve bana yorumlatması da belki de bu yüzdendi. Bir şeyler arıyordu. O tabloyu doğru yorumlayabilen birini arıyordu. "Herkes o siyah tabloda, karanlık gördüğünü söyledi değil mi?" Gözleri bir kez daha yüzümde gezindi. Yine bir şeyler aradı. Konuşmamı bekledi. Ancak ben sessizlik yemini etmiş gibi bekledim. Ona baktım ve ne hissettiğini anlayana kadar konuşmadım. Pes ettim. Ne hissettiğini hiçbir zaman anlayamayacağımı bir kez daha anladım. "Tablo en iyi uzaktan incelenir." Bir adım geriye gittim ve bakışlarımı yeniden yüzüne çıkarttım. "Ancak o zaman, tüm tabloyu görebilir, ne anlatılmak istendiğini anlayabilirsin." Sessizliğimi, verdiği nefes böldü ancak ben beklemeden devam ettim. "Bu her tablo için geçerli değil ama. Bazı tablolar, yakından incelememiz için resmedilirler." Bu defa ona iki adım yaklaştım. "Ancak bu şekilde, ayrıntıları görebilirsin. Bazı tablolarda önemli olan tüm resim değildir. Çünkü ayrıntılar, gözle görülemeyecek kadar küçüktür." "Ne demek istiyorsun?" Acele etmemi istedi. Sabırsızlandı. Neden o tablonun anlaşılmasını bu kadar çok istediğini bilmiyordum ancak, hevesli görünüyordu. Belki de bu tablo, onun kapısıydı. Açılması imkansız olan, kilit vurulmuş ateşten kapısı. Dokunanı yakardı. "Ölüm gördüm." dedim yüzüne soğukkanlılıkla bakarken. "Pek çok kurban gördüm ve her birinin acı çektiğini." Tablo, tam bir ayrıntı tablosuydu. Uzaktan bakıldığında yalnızca simsiyah bir yağlı boya çalışmasıydı ancak yakınına yaklaşırsanız, siyahın yanına serpiştirin kan kırmızısını görebilirdiniz. Hatta o kadar gerçekçiydi ki, kan lekeleri hafif kahverengiye kaçıyordu. Sanki kurumuş gibi. Çok değildi. Yalnızca birkaç damlaydı ve bu, gerçekten kan sıçramış gibi görünmesine neden oluyordu. "Bir kurban ve onun kanını akıtan katil." Sesimin bu ıssız ormanda yankılandığını hissettim. Sesim kendi kulağıma, korkusuz geldi. "O katil, sen misin?" Yüzünde bir şeyler aradım ancak o bana, hâlâ kısık gözlerle bakıyordu. Bu can sıkıcıydı. Bir tepki vermeli belki de beni takdir etmeliydi. Çünkü bu ayrıntı, fark edilmesi neredeyse imkansız bir ayrıntıydı. "Fark etmişsin." Kafamı salladım ancak o da bana doğru bir adım attığında kaskatı kesildim. Fazla yakın olmasak bile, yine sınırlarımda dolanıyordu. Sınırlarımda dolanırken bundan büyük zevk aldığını, kıvrılan dudaklarından ve soğuk gülümsemesinden anladım. "Atladığın bir şey var. Eğer o ayrıntıyı da fark edersen, mutlaka kaçmalısın. Anladın mı?" Hayır anlamamıştım. "Anladım." Kafasını salladı. Neden kaçacaktım? Ondan mı kaçacaktım? Ondan zaten kaçıyordum. Kafamı allak bullak ediyordu. Yine karmakarışık bir düğüm haline geldiğimde ofladım. Aramızdaki sessizlik bir çığ gibi büyüdüğünde bu konuyu değiştirmeye karar verdim. Gözleirni yakalamaya çalıştım. Yine oldu. Sabah olan yine oldu. Kapkaranlık olmasına rağmen, gözleri kıpkızıl parladı siyahın içinde ve bu korkuyla geriye adımlamama yol açtı. Farkında değildi. Belki de öyleydi. Kaşlarını çattı. Gözlerini kapattı ve derin bir nefes verip tekrar açtı. Artık siyahlardı. "Anlatmadığınız şeyler var." dedim yutkunarak. Titriyor muydum? "Bu mümkün değil. Bir hastalığın falan mı var?" "Nasıl yani?" "Gözlerin." dedim elimle gözlerini işaret ederek. Ona doğru birkaç adım attım ve iyice yaklaştım. "Az önce, kıpkızıllardı." Yalnızca yüzüme baktı. "Normal değil." dedim kafamı sallayarak. "Kafama yatmıyor. Normal değil. Neler oluyor?" Gülümsedi. "Felaket senaryoları yine iş başında. Işıktan yansımıştır." "Kedi misin sen?" dedim yüzüne doğru. "Gördüm. Sabah da gördüm." Sonra aklıma geldi. Gücümü kaybetmeme yol açıyor demişti. Nihat Keskin, tıpatıp aynısı olan birinin yerine geçmişti. Nihat Keskin'in bir ikizi olabilirdi. Mantıklıydı. Gücünü mecazi anlamda sinirlendirdiğim için kaybettiğini kasdetmiş olabilirdi ancak renk değiştiren gözlerine anlam veremiyordum. Işık yansıması desem değildi. Zira zifiri karanlık bir ormanda fenerden bile daha aydınlık bir şekilde parlamışlardı az önce karşımda. Bu beni biraz korkutmuştu. "Bana anlatmadığınız şeyler var." dedim şüpheyle. "Bir şeyler dönüyor." "Hayır, sen çok film izlemiştim sadece. Hadi dönelim." Arkasını dönecekken onu durdurdum. "Eğer bu işe gireceksem, her bir ayrıntıyı bilmek istiyorum. Ancak o zaman size tam anlamıyla yardımcı olabilirim. Ölmek umrumda bile değil. Başkasının ölmesi de öyle. Yani beni o saçma mekanı ve içindeki gereksiz insanları havaya uçurmakla tehdit etmeniz, etmemenizle aynı şey." Uzun konuşmamdan sonra derin bir nefes verdiği hissettim. Dik duruşun karşısında bir müddet beni izledi. Kolundaki elime baktı. Derin bir nefes verdi ve nereye baktığını bilmeden muhtemelen sağa sola baktı. "Anlatırsam inanacak mısın?" dedi bana dönüp boş boş bakarken. "Artık annemin adamı olduğunuzu düşünmüyorum." Sabah söyledikleri her şeye annemin adamısınız diyip kahkaha attığım ve etrafta kamera aradığım için böyle bir açıklama yapma gereksiniminde bulunmuştum. "O anlamda söylemedim." "Hangi anlamda söyledin?" Bir kez daha derin bir nefes verdi. "Olağanüstü olaylara inanır mısın?" Kolundaki elimi geri çektim. "Hayır." dedim dosdoğru. İki gözünün rengi değişti diye beni kandırabileceğini zannediyorsa yanılıyordu. "O hâlde anlatmamın da bir anlamı yok. Gidelim." Arkasını döndüğünü hissettiğimde onu durdurdum. Karanlıktı ve tam anlamıyla göremiyordum. "Anlat. İnanıp inanmamak bana kalmış." Onu durdurabildiğimi fark ettim. Tamamen bana dönmüş olmalıydı çünkü onu tam karşımda hissediyordum. Bir müddet sustu. "Farklı evrenler hakkında ne düşünüyorsun?" "Hiç düşünmedim." Beklemeden yanıt verdi. "Güzel. Gidince iyice düşün o hâlde." Tekrar gitmeye çalıştığında bu defa onu daha ters bir şekilde kolundan yakaladım. "Ne saçmalıyorsun seni?" Ofladı. Kolundaki elimi bırakmam için zorladı. "Bak." dedi sakince. "Senden bana inanmanı istemiyorum. Uğraşamam da zaten. Kabul edip etmemek sana kalmış ama biz bu evrene ait değiliz." Kurduğu cümleyle gülümsedim. Ancak tuhaf bir gülümsemeydi bu. "Nasıl yani?" "Evrenler arası yolcularız biz. Kendi evrenimizden kaçan suçluları yakalıyoruz. Evrenimiz sizin evreninizden daha özel bir konumda. Farklı türlere ev sahipliği yapıyor. Sizin evreninizde bile hiç bulunmayan türlere. Neden onların yansıması yok bilmiyorum." Sessizliğimi fırsat bilip devam etti. "Nihat Keskin'in öldürüp yerine geçtiği kişi bu evrendeki yansımasıydı." Ne saçmalıyordu. "Yansımasıydı derken?" "Her evrende senden bir tane daha vardır. Yansıma diyoruz biz bunlara. Görünüş olarak tamamen aynı olmakla birlikte, genelde kişilik olarak farklıdırlar." Bir süre sessiz kaldık. Ancak bu onun konuşması için bir sebep hâline geldi. "Dediğim gibi sana olağanüstü bir hâl gibi görünüyor muhtemelen bu durum. İnanman için zorlamayacağım. Zaten yakında geri döneceğiz. Tek yapman gereken Nihat Keskin için bana yardımcı olman. Ölene kadar da bizim hakkımızda susman. Bu kadar. Senden başka bir şey istemiyorum." Dediklerini düşünüp kaşlarımı çattım. Ne anlatıyordu yarım saattir? Ben de burada durmuş dinliyordum. Üstelik bunu oldukça ciddi bir ses tonuyla yapıyordu. Bir an ciddi olup olmadığını sorguladım. Eğer küçük bir çocuk olsam inanabilirdim. Daha fazla saçmalığa tahammülüm yoktu. Bugün gerçekten yorulmuştum. Bazı şeyler sorgulanmamalıydı. Bu düşünce tarzını kafamı daha fazla yormamak adına haklı buluyordum. "Bunu duymamış gibi yapacağım ve size yardım edeceğim. Gidelim." Dediklerimi dikkate almadı. İnanmayacağımı bildiği için çok zorlamadı. Hemen kestirip atmamı da tuhaf karşılamadı. Çoktan ilerlemeye başlayan Karan'ı takip ederek onu kaybetmemeye çalıştım. Ormanda öyle bir noktadayım ki geri dönmek istesem bile artık yolu bulamazdım. Ne yazık ki arkamdan yere serpiştirebileceğim bir ekmeğim yoktu. Ayrıca o kadar zeki de değildim. Mecbur kendi ayaklarımla tutsaklığı yürüyecektim. Gömleğine tutunduğumda bana döndü. Kayıp mı olsaydım? Omuz silkip önüne dönmesi için onu iteklediğimde komutumu almış olacak ki sabır dilenircesine kafasını gökyüzüne doğrulttu ve yürümeye devam etti. Ucundan tuttuğum için buruşan gömleği o kadar umurumda değildi ki. Yürürken pek çok kez arkasını dönüp beni kontrol etti. Nedense belindeki elime kısa bakışlar attı ancak geri önüne dönmesi uzun sürmedi. Ben ışığımla yolunu aydınlattım ve o bana yol gösterdi. Gerçekten o kadar romantikti ki, düşüp bakılacaktım! "Hızlı yürü, seni bekleyemem." Gözlerimi devirip gömleğini bıraktım ve önüne geçip yürümeye devam ettim. Herhangi bir tepki vermedi ya da bir şey söylemedi. Sadece dümdüz ilerledim. Yer ve yön duygum berbat olsa da, peşimden beni takip eden adımlarını duyduğumda doğru yolda olduğumuzu tahmin edebiliyordum. Ayağım acımıyordu. Yürürken topallasam da, yakın zamanda iyileşeceğini biliyordum. Elimdeki yaranın kanaması geçmişti ancak mikrop kapması konusunda endişeliydim. Ve bir müddet sonra, varmak istediğimiz yere vardık. Birkaç saat sonra etrafın aydınlanacağını ve gece boyunca uyumadığımı bilmek, yorgun hissetmeme neden oldu. Uzun sayılabilecek bir süre boyunca ormanda yürümüştüm. Haliyle acıkmış, susamış, üşümüş ve uykusuz kalmıştım. Ayrıca bacaklarım ağrıyordu. Ancak arkamda olan ve henüz yalnızca adını bildiğim adama yakınacak değildim. Gerçi ben hiçbir zaman yakınmazdım. "Bugün iyice dinlen. Yarın, o davete bizimle geleceksin. Bizi içeriye sen sokacaksın." Daha fazla beklemedi ve bu defa o önümde, ormandan çıkış yolunda sert adımlarla ilerledi. Karşımızdaki koca ev, gözüme çok daha büyük göründü. İki katlıydı. Benim içinde bulunduğum oda ikinci kattaydı. Buradan bakıldığında penceresi görünmüyordu çünkü koridor sonuna denk geldiği için penceresi evin yan tarafında olmalıydı. Hızla arkasından ilerledim. Sanırım o bana, bu uzun süreli gezintiyle aslında özgür olduğumu, ancak özgürlük kavramlarımızın farklı olduğunu öğretmişti. Bana göre özgürlük, istediğim yere istediğim zaman gidebilmek, kimseye hesap vermemekten ibaretti. Yalnızca bir mekanda değil, istediğim her mekanda bulunabileceğim bir haktı benim özgürlük kavramım. Ancak o bana, istediğim mekanda bulunsam bile, bunun özgürlük değil kendini kandırmak olduğunu kanıtlamıştı. Ben ormanda olmak istemiştim. O ise, özgür olduğumu dile getirerek isteğimi yerine getirmişti. Ancak tutsaklık yalnızca bir odaya veya bir eve kapatılmakla alakalı değildi. Tutsaklık, bir ormanda da hissedilirdi, o koca ormanın yanında küçük kalan bir odada da. Ve biz, bu Dünya'da tutsaktık. Buradan ayrılırken sinirden fark etmemiş olsam da bahçe korkutucu adamlarla, onlar için güvenlik kavramını bu adamlar karşılıyor olmalıydı, kaynıyordu. Hepsinin Karan için çalıştığını fark etmem uzun sürmemişti. O gerçekten zengin olmalıydı ancak bir yandan da zengin olmasına rağmen onu önemli davetlerde göremediğim için şüpheleniyordum. Sabah konuştuğu adamın ismi yabancıydı. Belki de işleri yurt dışında ünlüydü. Annem uzun süredir yurt dışına açılmaya çalışmasına rağmen bunu bir türlü başaramamıştı ve bu başarısızlığının sonucunda ben resmen burada kalmak zorundaydım. Biliyordum ki, bu adam annem ile herhangi bir konuda işbirliği içinde olsaydı, beni kaçırmazdı ya da alıkoymazdı. Hiçbir şey olmamış gibi, arkasından eve girdim. Herkes uyuduğu için kendi odama kendim çıktım. O, buraya ilk geldiğimde bana yalan söylemişti. Burası onun odası değildi ve aynı yatakta yatmamız söz konusu bile değildi. Bunu fark ettiğimde içim büyük ölçüde rahatlamıştı çünkü biriyle uyuma fikri beni oldukça geriyordu. Onun odasının kapısı, benim odamın kapısıyla aynı koridora bakıyordu ve tahmin edilir bir şekilde odalarımız çok yakındı. Peşimden gelip beni kilitlemek yerine direkt odasına girdi ve yüzüme dahi bakmadan kapısını kapattı. Bana iyi geceler dileğinde bulunmayacağını ezbere bildiğimden, şaşırmadım ve ben de odama girerek üzerimdeki hırkayı çıkarttım. Ev sıcaktı. Odamın kapısını kilitlememesinin nedeni, pek tabi bana özgür olmadığımı çoktan fark ettirdiğini düşünmüş olmasıydı. Öfkeliydi ancak öfkesini değil, zekasını devreye sokuyor ve bana laf anlatmak yerine daha iyi anlayabileceğimi düşündüğü basit oyunlar kuruyordu. Odaya girdiğim an, hırkamı çıkarıp yatağa bıraktıktan sonra yaptığım ilk şey siyah tablonun önünde durmak ve kollarımı bağlayarak tabloyu yakından incelemek oldu. Hâlâ aynıydı. Değişen tek bir şey bile yoktu ve yorumlamalarım dışında pek bir şey düşünmüyordum. Siyah bir arka plan ve hemen köşesine sıçratılmış kan kırmızısı ile karışık kahverengi boya. Bu resmen bir cinayetin simgesiydi ancak görmemi istediği ekstra bir şeyler vardı. Derin bir iç çekiş eşliğinde yorulan zihnimi ve bedenimi dinlendirmek adına yatağa doğru ilerledim. Başım ağrıyor ve bu katlanılmaz baş ağrısına, mide bulantım ekleniyordu. Yatağa girdim. Üzerimi ince bir örtü ile örttüm ve gözlerimi kapattım. Uyumam sandığımdan da zor oldu ancak en sonunda, dalmayı başarabildim. ***** Gözlerimi açmadım. Kulağıma çalının öfkeli bağırışlar ve korku dolu haykırışları umursamak yerine, sessizliğimden boğulurdum daha iyiydi. Zihnim, oldukça karmaşık bir haldeydi. Buradan kurtulmak için her şeyi yapardım ancak Karan, benden bir şeyler alma niyetindeydi. Almak istediği şey, bu akşam yaşanacak olaylarla bağlantılıydı ve ben, düşündükçe daha çok geriliyordum. Gözlerimi açmak bir yana dursun, göz kapaklarımı daha fazla sıktım ve uyumaya devam etmeye çalıştım. Akşam yeterince gerilecek ve yorulacaktım. Mental olarak iyi bir durumda olmamamın yanı sıra, fiziksel olarak da iyi değildim. Gözlerim yanıyordu. Bedenimde, hastalığın izlerini taşıyan kötü hisler kol geziyordu ve ben öylece yatmak dışında herhangi bir şey yapmıyordum. "Karan, kızı soğuk havada ormanın ortasında bıraktın. Şimdi karşımıza geçip bize bağıramazsın. Ona mont vermiştim." İlke'nin sert sesi, bir ok gibi beynime saplandı. Belli ki cümle içinde geçen "kız" bendim. Hasta olduğumu onlar söylemeden de anlamıştım zaten. Onlar da hasta olduğumu fark etmişlerdi ancak benim için değil, akşamki davet için endişeleniyorlardı. Onlardan insanlık beklemiyordum zaten. Hasta olduğum için çok daha ağır olan göz kapaklarımı zorlukla araladım ve yan bir şekilde yattığım sıcak yatağımdan ayrılmak için harekete geçtim. Güçsüz bir bünyem yoktu ancak düşünüldüğünde, uzun bir süre yağmur altında baygın kalmıştım ve dün geceki ufak orman gezintimiz de zaten hastalığa doğru sürüklenen bedenimi direkt hastalığın korkunç kollarına bırakmıştı. Yatakta oturur pozisyona geldiğimde, gözlerim dün burktuğum ayağıma kaydı. Çok daha iyiydi. Belki de burkmamıştım bile. Ayağımı sağa ve sola oynattım. Gözlerim avucuma kaydığında, bir yara bandı gördüm. Elimdeki yaraya yara bandı yapıştırılmıştı. Verdiğim bir söz vardı. Almak istediğim bir intikam vardı. O adamın, ortadan kaybolmasını istiyordum bencilce. Üzerimdeki ince örtüyü iteklediğim an, bedenim alışık olmadığım bir şekilde titredi. Ev dün soğuk değildi ancak şimdi, buz tutmuş gibiydi. Bunun sebebinin ateşimin yüksek olması olduğunu pek tabi anlayabiliyordum. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım ve boğazımı temizledim. Gözlerim yanmaya, tenim alev almaya devam ediyordu. Yatıp dinlenmeliydim ancak böyle devam ederse içeride bir katliam yaşanacaktı ve ben polise ifade vermekle uğraşamazdım. Umursamaz düşüncelerim o kadar katıydı ki, tek düşünebildiğim buradan kurtulmak ve bana zindan olan boktan hayatıma geri dönmekti. Annemin işkenceleri bile, burada yediğim tonla azardan ve hakaretten çok daha katlanılırdı. En azından onun hakaretlerine, o senin annen, diyerek katlanabiliyordum ancak burada bana ait olan fazladan bir eşya bile yoktu. Bir an önce burada çıkmaya odaklanmalıydım ve düşünüldüğünde buradan çıkmanın tek yolunun, Karan denen adamın isteklerini yerine getirmekten geçtiğini biliyordum. Ormanı onun sayesinde görmüştüm. Çıkış yoktu. Bana tek yolun, o olduğunu anlatmıştı. Kapıyı araladım ve yataktan kalktığım an elime aldığım hırkayı üzerime geçirdim. Titreyen çenem, dişlerimin tıkırdamasına neden oluyor ve bu tıkırtılar birer ezgi halinde hasta olduğumu haykırıyorlardı. Çıplak ayaklarımla kapıdan çıktım. Dün, İlke ile ilerlediğimiz ve çoktan ezberlediğim yolu kollarımı bedenime sararak ve arada gözlerimi kapatıp göz kapaklarımı sıkarak bitirdim. Önümdeki son basamağı da inip sola döndüğüm an, bakış açıma sinirden kıpkırmızı olmuş bir Karan ve onun etrafında çözüm yolu arayan yüzler görmem şaşırmama neden olmamıştı. Hiçbiri beni duymadı. Düşünceleri ve akıllarından kurdukları basit çaplı planlar, onları savunmasız kılıyordu. Bana, planda etkin rol oynamadığım söylerlerken, yalan söylediklerini fark ettim. Ben, onların o davete giriş biletleriydim ve planda benim olmamam demek, onların o davete girememeleri demekti. Bu beni, önemli mi kılardı? Karan ile göz göze geldiğimiz an, yavaş yavaş düzelen kaşlarını yeniden çattı ve dudaklarını araladı. "Neden kalktın?" Sorusu ile, Alex denen adam ile İlke de bana baktığında titrememi dizginlemeye çalıştım. Dişlerimi sıktım. "Sizi oraya sokacağım. Davet bugün değil mi?" Pek çok kez hastayken davetlere gitmiştim ve kusursuz görünmek zorunda bırakılmıştım. Sanırım bu kez kusursuz görünme işini annem için değil, tek seferliğine onlar için yapabilirdim. Biliyordum ki onlarla iş birliği yapmak demek, anneme verebileceğim en büyük zararı verecekti. O, kimseye değer vermezdi. Ancak Nihat denen adam annemin uzun süredir takıldığı adamdı ve aralarında iş dışında bir arkadaşlık vardı. Tabi ki annem önce kendisini düşünürdü. Kimseye güvenmezdi. Ama elinden oyuncağı alındığında sinirleneceğine emindim. Ateşinin beni yakmasını ve sıkışıp kaldığım bu araftan bir an önce kurtulmayı diliyordum. "Haline bak Afra. Bizi oraya sokamazsın. Ayakta bile zor duruyorsun." İlke'nin yumuşak sesi karşılığında gülümsedim. Ben kendime, bedenime değer vermezdim. İlk defa bana saygı duyan bir insan ile karşılaşıyorum. "Sorun değil, güvenin bana." Alex bozuk Türkçe'si ile konuşmaya başladığında, gözlerim gözlerini buldu. "Yapacağın en ufak hata sonumuzu getirebilir. Asla yakalanmamamız gerek Afra. Bu hâlde onların karşısında oynayamazsın." "Hayır, oynayabilirim." Alex'te olan bakışlarım bu defa Karan'a döndü. Onun ağzından çıkan bu evdeki kanundu ve diğerlerinin ikna olmasına gerek yoktu. Karan ikna olsa yeterdi. "Ben iyi bir oyuncuyum. Akşama kadar dinlenirsem sizi oraya kesinlikle sokabilirim." Ne akla hizmet onları oraya sokmayı düşünüyordum bilmiyordum. Sağlıklı düşüneceğim noktayı çoktan geçmiştik. Ölmem, öldürülmem ya da bir ölüme sebebiyet vermem umrumda bile değildi. Babamı özlemiştim. Tek istediğim onu görmekti. Gözlerim hâlâ Karan'ın üzerinde dolanıyordu ve o da bana diktiği sert bakışlarıyla sanki ruhumu sömürüyordu. Ona ikna olması için yumuşak bakmaya çalıştım. Sanki ona öfkeli değilmişim ve beni kaçırmamış gibi. Tüm bu olanlar beni yormuştu ve gururumdan ödün vermek zor değildi. Bunu daha sonra düşünüp kendime ve hareketlerime lanet okuyabilirdim. "Hayır," dedi kafasını sallayarak. Gözlerini gözlerime mıhlamıştı. İkna olmadığı neydi, açıklama yapmadığı sürece anlayamıyordum. "Oraya gitmeyeceksin. Hasta bir şekilde davete katılman şüphe çeker." Oturduğu deri koltuktan ayrıldı ve büyük adımlarla merdivenlere doğru yöneldi. "Daha iyi bir planınız var mı?" Duraksadı. Onun dışında olan bitene anlam vermeye çalışan Alex ve İlke'nin de gözlerini üzerimde hissettim. Ancak ben dimdik bana arkası dönük olan Karan'ın sırtına bakıyordum. "Oradaki adamların hastalığımı umursadığını mı sanıyorsunuz?" dedim alaycı bir ses tonuyla. Kalçamı birkaç adımda ulaştığım ve Karan'ın az önce kalktığı koltuğun kenarına yasladım. Üzerimdeki hırkaya daha fazla sarıldım çünkü üşümem farklı bir boyuta ulaşmıştı artık. "Emin olun, oraya gitmezsem büyük sorun olur. Hatta yakalanabilirsiniz. Annem durmayacaktır." Kollarımı bağladım. Omzunun üzerinden bana bakan Karan'dan gözlerimi alıp bu defa İlke'ye baktım. "Akşam ben de katılacağım davete. Sizi oraya benim dışımda kimse sokamaz. Ancak önce, telefonla konuşmalıyım. Bana güvenmediğinizi biliyorum." Soluklandım. Hasta olduğum için konuşurken bile yoruluyordum. "Telefonla konuşurken siz de dinleyin. Ne demek istediğimi anlayacaksınız." Kısık gözleri ile bana doğru dönen Karan'a baktım bu kez. Göz temasımızı ben kesmeden o kesti ve İlke'ye başıyla komut verdi. Bu, bana izin verdiğini gösteriyordu. İlke pantolonunun arka cebinden çıkarttığı telefonu bana uzattı ve kollarını bağlayarak karşımda dikildi. Tamam, Duru'nun numarası neydi? Aklım durmuş gibiydi ancak bir anlığına gözümün önüne gelen sayıları düşünmeden ezbere tuşladım ve telefon çalarken, herkesin duyması için hoparlöre aldım. Duru yabancı numaralarla konuşurken gerilirdi ve bu yüzden normalde en geç üçüncü çalışta açtığı telefonu, beşinci çalışta ancak açabildi. Gergin sesi kulaklarıma dolduğunda, bacaklarımda tüm gücü yitirdiğimi hissettim. Deri koltuğa daha fazla yaslandım ve boğazımı temizledim. "Alo?" "Alo, Duru ben Afra." Birkaç saniye ses gelmedi. Ancak daha sonra, yüksek duyduğum bir sesle yerimden sıçradım. "Kızım neredesin sen? Kimin telefonu bu? Nermin teyze çıldırdı sabahtan beri seni arıyor ama ulaşamıyor. Yine kavga mı ettiniz?" Yüzümü buruşturdum. Başım ağrıyordu ve o bağırıyordu. "Önemi yok. Akşam davete katılacağım. Anneme söylersin." Derin bir nefes verdi. Rahatlamış olmalıydı. Annem, beni bulamadığında Duru'ya takardı. Bu yüzden Duru beni bir anlığına bile yalnız bırakmazdı. Sanırım bu, bana verdiği değer için değil, annemin azabından korktuğu içindi. Dediğim gibi, gerçek bir arkadaşa ihtiyacım olduğu kadar ihtiyacım yoktu da. Annemin ateşi meselesi. "Ne giyeceksin? Alışverişten yeni döndüm ama senin için tekrar gidebiliriz. Bu arada, bu kimin telefonu?" Evet, bu bittiğim yerdi. Arkadaşım dersem inanır muydu? Sevgilim? "Telefonumu kaybettim." dedim kısaca. Sorması gereken ve sormaması gereken soruları çoğunlukla verdiğim cevaplardan anlayabiliyor ve ona göre sessiz kalabiliyordu. "Biliyorum, bende telefonun. Nermin teyzeye vermeye çalıştım ama bir türlü fırsat bulamadım. Zaten çok sinirli bir de telefonunu kaybettiğini öğrenirse karşısına çıktığın ilk an haşlar seni. Malum dalgınlıktan nefret eder." Telefonum ondan ne arıyordu Allah aşkına? Bu şu an düşüneceğim son şey bile değildi. O telefon, babamın yaşama garantisiydi. Yaslandığım yerden doğruldum ve dehşet içinde büyüyen gözlerim odadakilerde gezdi. Pür dikkat konuşmayı dinliyorlardı. "Duru," dedim sert bir sesle. "Sakın o telefonu anneme verme." Herkesin kaşları çatıldı. Olayları anlamaya çalışıyorlardı. "Neden?" Duru, yine sormaması gereken bir soruyu sormuştu. "Daha sonra anlatırım. Telefonu annemden saklaman gerek. Akşam senden alacağım. Bunu benim için yapabilir misin?" Telefondaki kanıtları yedeklemeye fırsatım olmamıştı. Odaya dalmış, annemden ağır laflar işitmiş ve sonra da kendimi kendi cehennemimde bulmuştum. "Yaparım tabi." İlke eliyle işaret verdiğinde gözlerim ona döndü. "Duru, yanımda misafirlerim olacak. Anneme bildirirsin." "Ne misafiri? Nermin teyzeyi biliyorsun. Yabancılara sıcak bakmaz." Davet Nihat'ındı ancak annem her şeye karıştığı gibi konuk listesine de karışmıştı. Her yere eli uzanırdı. "Yeni bir av yakaladığımı söyle." Bu cümle yüzünden o kadar acı çekmiştim ki yıllarca. Annem, ortaklarına av derdi. Parası olan her adam, kadın olmamasını özellikle isterdi, onun için birer avdı ve avcı da kendisiydi. Beni pek çok kez bu tür işler için ortaya atmıştı. Ondan iğreniyordum. "Bana anlatacaklarını merak ediyorum." Sesindeki ima ile gözlerimi devirdim. "Akşam görüşürüz." dedim ve telefonu kapatıp İlke'ye uzandım. Gözlerim Karan'ı buldu ve dudaklarımı araladım. "Nermin annem oluyor. Peşimi bırakmaz. Tek bir daveti bile kaçıramam." "Neden?" Soruyu, İlke sormuştu. Derin bir nefes alıp kollarımı yeniden bağladım. "Dinlensem iyi olur. Akşama kadar iyileşebildiğim kadar iyileşmeliyim." Tek bir söz daha söylemedim ve cevap vermelerine fırsat tanımadan merdivenlere yöneldim. Karan'ın yanından geçerken soluğunu bile duymadım. O istemediği sürece, soluğunu bile duyamazdım. "Av derken?" Bu defa bozuk Türkçesi ile Alex konuştuğunda duraksadım. Onlara av olmaları gerektiğini tam olarak nasıl açıklayacaktım. "Kendinizi yurt dışında büyük bir holdingin ortakları gibi tanıtmalısınız. Bunu siz ayarlarsınız. Holdingin ismi duyulmuş olmalı. Her şeyden önemlisi, anneme kendinizi sevdirin ve aranızda ekonomik bir bağ olduğunu düşünsün. Sizi bir banka gibi görmesine izin verin." Derin bir nefes verdim ve merdivenin hemen başındayken arkama dönüp İlke ve Alex'e baktım. "Biriniz garson olmalı. Nihat'ı izleyin ve tek başına kaldığında yakalayın. Bu kadar basit." Omuz silktim ve gideceğim an Karan ile göz göze geldim. Tuhaf bakıyordu. Gerçekten tuhaf bakıyordu ve ben bakışlarındaki dikkat karşısında ne yapacağımı bilmiyordum. Bir şey yapmamayı ve dönüp gitmeyi seçtim. Hep yaptığım gibi. Medivenleri zar zor aşabildim. Odama çıkan koridora girdim ve en sonunda odamın kapısının önüne durdum. Kolu çevirip içeriye girdiğimde yapmak istediğim tek şey yatıp uyumaktı ancak onun yerine siyah tablonun önünde kollarımı bağladım. Ne görmem gerekiyordu? Dakikalarca tabloya baktım. Bir şeyler görme umuduyla köşelerine kadar inceledim ancak yapay kan lekeleri dışında hiçbir şey bulamadım. En sonunda yine pes eden taraf oldum ve daha da artan üşüme hissine karşı koyamadan, üzerimdeki hırka ile yatağa girdim. Gözlerim kapalıydı. Zihnim yorgundu ancak tüm bunlara rağmen uyumam zordu. Yavaş yavaş derinleşen ve beni sarıp sarmalayan uykum, kapının aralanması ile bölündü. Gözlerimi yavaşça aralayıp gelene baktım. İlke, elindeki uzun, siyah, derin göğüs dekolteli bir elbise ile içeriye girdiğinde hafifçe doğrulup yüzüne baktım. Beni uyandırdığını düşündüğü için mahçup bakıyordu. Sorun yok dermiş gibi bakıp konuşmasını bekledim. "Banyoya girebilirsin istersen. Şimdi biraz daha dinlen. Ben seni, hazırlanman için kaldırırım. Üç saat sonra orada olmalıyız." Konuşmak için dudaklarımı araladım ve boğazımı temizledim. Bedenim çok hassastı ve dokunduğum her yerde bir hassaslık hissediyordum. "Beni bir saat sonra uyandırırsan sevinirim." Nereden çıkarttığını bilmediğim ilacı bana uzattı ve komodinin üzerindeki sürahiden bardağa biraz su koyup bana verdi. "Alex doktordur. Bu ilaç sana iyi gelecek." Kafamı sallayıp minnetle gülümsedim ve verdiği ilacı yutup geri yattım. Hasta olduğumda birinin bana ilaç vermesine, alnıma dokunup ateşimi kontrol etmesine o kadar alışık değildim ki, saatler önce beni bir bomba ile tehdit eden bu kıza minnetle bakmam eğreti durmadı benim açımdan. Bu geceden sonra onlarla bir daha görüşmeyecektim. Herkes yoluna gidecekti ve bu benim için sorun değildi. Çünkü herkes giderdi. Herkes giderken onların kalmasını istemek bencillik olurdu ve onlar da kalmazdı zaten. Kaçırılmamış gibi, beni tehdit etmemişler gibi davranmam aptallığımdan değildi. Umursamıyordum. Ölecek olmamı artık umursamıyordum. Hiç umursamamıştım. Bu yüzden tehditleri benim için önemli değildi. Yaşamak istemek farklı şeydi sonuçta, ölüp ölmemeyi unutmamak farklıydı. Yaşamak isterdim ancak ölsem de önemli değildi. Tuhaf bir ikilemdi işte. Geri yattım ve İlke de odada daha fazla beklemeden, elindeki uzun elbiseyi tek kişilik koltuğun üzerine bırakıp çıktı. Rahatsız bedenim, uyumama zor izin verdi. Tahminlerime göre yalnızca on dakika dalabilmiştim. Onun dışında gözlerim hep kapalıydı ancak o kadar rahatsız yatıyordum ki uyumak bir yana dursun dinlenmeme izin bile vermemişti bu hastalık. Bu on dakikanın sonunda, biraz daha kendimdeydim. Başım fazla ağrımıyordu. İlke'nin gelmesine gerek kalmadan kendim çıktım yataktan. Ateşim az da olsa düşmüştü. Sanırım Alex'in verdiği ilaç, bana iyi gelmişti. Şimdi alacağım ılık duşla daha iyi olacağıma emindim. Banyoya girdim. Dakikalarca suyun bedenime çarpmasına ve beni ayıltmasına izin verdim. Elimle yüzümü sıvazladım. Saçlarımı geriye aldım. Kollarımı bedenime doladım. Defalarca titredim. En sonunda banyodan çıktığımda bedenim hâlâ sersem bir haldeydi. Kapının arkasındaki temiz bornozu üzerime geçirdiğimde aynadaki yansımamla göz göze geldim. Göz altlarım çökmüş durumdaydı. Dudaklarım, banyo yapmama rağmen hâlâ kuruydu. Tenim resmen sararmıştı. Bu hastalık bana iyi gelmemişti. Kendimi bu halde görmeye alışıktım ancak davettekiler değildi. Orası iki yüzlü insanların yuvasıydı ve ben de oraya aittim. Kendi hayatım, kendi çabalarım yoktu. Haklarım yoktu. Özgürlüğüm yoktu. Kurallar vardı. Beni kısıtlayan kurallar, can çekişmemi sağlayan kurallar vardı. Annemin kurallarıydı bunlar. "Bir adamı ele geçirmek için bedenini kullan." demişti bir defasında. Bunun bir kural olduğunu anlamıştım. "Kurnaz ol, kimse sana acımayacak." demişti. Boyun eğmemi isterken kurnaz olmamı da istiyordu aynı zamanda. "Güler yüzlü ol, kimsenin karşısında ağlama." Bir robot olmamı istiyordu. İnsan gibi davranmamı, kameralara gülümsememi. Kapıyı hızla açtım. Düşüncelerim beni olumsuz etkiliyordu. Ve o yine, koltukta oturuyordu. Elbisemi yatağa sermişti ve gözlerini dikmiş elbiseyi izliyordu. Üzerinde bir takım elbise vardı. O, hazırdı. Açtığım kapı ile kafası yavaş yavaş bana doğru döndü. Göz göze geldiğimizde, nefesimin kesildiğini hissettim. Ondan hâlâ az da olsa korkuyordum ancak giriş bileti olarak bana bir şey yapmaması gerektiğini bildiğini bilmem biraz da olsa içimi rahatlatıyordu. Canımı garanti altına almış olmanın verdiği rahatlığı şimdi onunla karşı karşıya geldiğimde, daha iyi anlıyordum. Konuşmadı. Gözleri baştan aşağıya bornozla gizlediğim bedenimde dolandı ve en sonunda koltuktan yavaşça kalktı. Nefes seslerini duyuyordum. O, nefes seslerini gizlemiyordu. Adım seslerini de duyuyordum. İfadesiz yüzünü hep saklıyordu benden. Onun ne hissettiğini taktığı maske yüzünden göremiyordum. "Tablonun gizemini çözdün mü?" Sesi, yorgun çıkmıştı. İfadesiz bir yüzü olmasına rağmen, maskesinin altında yorgun bir yüz vardı. Onun gibi ifadesiz olan yüzümü bozmadım ve gözlerine diktiğim gözlerimle kafamı iki yana salladım. Buruk bir tebessümle yüzüme baktı bu kez. Yavaş yavaş, ifadesiz yüzü kaybolmuştu. O biraz, buruktu gülümsemesi gibi. Üzerinde bir kırgınlık var gibiydi. Şaşırdım pek tabi, ancak ona hissettirmedim. "Çözemezsin." dedi bu defa da. Ellerini arkasında bağladı ve karşıma geçti. Bedeni, hemen yanımdaki duvarda kalan tabloya doğru döndüğünde ben de tabloya baktım. Sanırım bana, tablonun sırrını açıklayacaktı. "Küçükken resmedildi bu tablo." Derin bir nefes aldı. Tabloya bakmak yerine yüzünü incelemeye başladım. Yan profili o kadar alışılmışın dışındaydı ki bir anlığına büyüsüne kapıldım. Düzgün burnu, dolgun dudakları, yeni çıkmaya başlayan sakalları... Sanırım o bir heykel gibiydi. Kusursuz bir heykel. "Senden çözmeni istediğim şey tablo değildi. Her tablonun bir hikayesi vardır ve ben senden, bu tablonun hikayesini dinlemek istedim." Gülümsedi yine buruk bir ifadeyle. Onda anlamlandıramadığım bir şeyler vardı. "Bu," dedi bana doğru çevirdiği başıyla tabloyu işaret ederek. Gözlerini gözlerime kenetledi. Az önce hastalıktan iki büklüm olan bedenim, bir anlığına canlandı ve göz temasımızı kesmeden beklemeye başladım. Ne söyleyecekti bilmiyordum. Merak ediyordum ama onun bunu bilmesine gerek yoktu. Dudaklarını araladı. Yavaşça yutkundu. Gözlerim hareket eden adem elmasına takıldı kısa bir süreliğine ancak yine gözlerine çevirdim bakışlarımı. Yerimde kalakaldım. Söylediği cümle ile beynime saplanan binlerce iğneyi yavaş yavaş bedenimde hissettim. Tüm tüylerim diken diken oldu sanki. Korktum. Ondan bir kez daha, kurtulacağımı bile bile korktum. Burnuma bir kan kokusu çalındı. Midem bulanmaya ve bulantı beni zorlamaya başladı. Kaç demişti. Anlarsan ya da öğrenirsen, kaç demişti. "Tablonun üzerindeki kan, gerçek." Ve ben, karşımdaki kanlı tabloyu, bir ceza olarak kabul ettim. |
0% |