Yeni Üyelik
7.
Bölüm

6- YAŞARKEN ÖLMEK

@elfhikayelerii

Küçük kız, uzandığı yerde acıyla inledi. Nefesleri o kadar düzensiz ve o kadar sağlıksız alıyordu ki öleceğini çok önceden fark etmişti. Ölmek ona basit geldi. Tüm bu acılara karşı ölmek bir pes ediş değil, kurtuluş gibiydi. Çocuk haline rağmen ölüm ve yaşam arasındaki o ince ipte kıvrak hareketlerle dans ediyor, dengesini yitiriyor ve ölümün alanını işgal ediyordu. Kuruyan dudaklarını birbirine bastırdı. Nefesini doldurduğu ciğerlerine, muhtemelen kırılan kaburgaları batıyordu ve her nefesi, daha da acı vermeye başlıyordu.

Uzandığı soğuk zeminde hareket etmemek için üstün bir çaba harcadı. Sırtını yasladığı duvar her geçen gün güçsüz ve savunmasız bedenini titretiyor, sırtının tutulmasına yol açıyordu. Gözleri, zaten kısıtlı görüş açısı yüzünden yalnızca pencereyi görüyordu. Cama çarpan su damlacıkları sert bir ses çıkartıyor, geceye ölüm gibi inen şimşek sesleri korkusuna korku katıyordu. Kafasını yasladığı zeminden, hayatı boyunca aldığı en büyük desteği alırken, gözünün kenarından bir yaş süzüldü. Titreyen bedenini, tüm acılarına rağmen küçücük kalana kadar sarıp sarmaladı. Bu gece, uyku ona haramdı.

İlk kez yağmurdan ve yağmurun getirdiği kirden korktu o gece. Çünkü yanında kimse yoktu. Şimşek çaktı, loş ortam aydınlandı ve kız korkuyla sıçradı. O normal insanların korktuklarından korkmazdı. İlk kez o gece korktu yağmurdan ve şimşekten. Bir daha asla korkmayacağını biliyordu çünkü babası hep yanında olacaktı. Babası ona yaşamak için sebepler veriyordu. O, babası için yaşamak istiyordu.

Dün 6 yaşına basmıştı. Bu odada, babası evde yokken çığlıklar ata ata yeni yaşını kutlamıştı ama çığlıkları, canı yandığındandı. Babası, iş için yurtdışına çıkmıştı ve belli ki yine haftalarca dönmeyecekti. Bugün 20 Şubat'tı dün doğum günüyse eğer. Çok ağlamıştı ama babası ona, her doğum gününü gülümseyerek karşılaması için söz verdirtmişti. Ağlamak istesen bile gülümse demişti. Babası gülümsediğinde o da mutlu oluyordu bu yüzden her doğum gününde o gülümsediğinde gülümseyen babasını izlemek için ağlayacak kadar canı yansa bile gülümsüyordu.

Adım sesleri duydu. Daha da sarıp sarmaladı bedenini. Nefes seslerini işitti celladının ve korkudan tir tir titredi. Adım seslerini de, soluk seslerini de çok iyi duyabiliyordu insanların. Yalnızken ve uğraşacak bir şeyler olmadığında insan detaylara odaklanıyordu ne de olsa.

Yaşına göre oldukça olgundu, küçük kız. Ona bir çocuk gibi değil de bir yetişkin gibi davranılması emredilmişti. Olgunluk ne demek bilmese de, büyüklerini taklit ediyor ve karşılığında canavarından övgü sayılabilecek sözler duyuyordu.

Kapı yavaş yavaş aralandı. Küçük kız daha fazla titredi ve saç uçlarına kadar yorgun olduğunu hissetti. Adım sesleri yaklaştı, yaklaştı... Tam baş ucunda, bir çift topuklu ayakkabı durdu. Küçük kız, kalakaldı.

"Cezan,..." dedi canavar. "...sona erdi." Küçük kız, tüm ağrılarına rağmen doğruldu yattığı yerden. Kafasını kaldırdı. Baktı ancak göremedi yine. Neden bu kadar acı çektiriyordu ona? Bilmiyordu.

Canavarı, ona doğru yaklaştı ve önünde diz çöktü. Elini yanağına koydu. Gözlerinde daha önce görmediği ama iyi olduğunu düşündüğü bir ifade vardı. "Tüm bunlardan babana bahsetme tamam mı Afra'cığım. Bu ikimiz arasındaki bir sır. Bu bizim oyunumuz ve babana söylersen sırrımız bozulur." Küçük kız, gülümsedi sadece. Kafasını salladı. Önündeki kadına, hep saygı duymuştu ve duyacaktı.

"Tamam," dedi gülümsemesini kesmeden. Dolu gözlerine rağmen gülümsedi. Yanlış olan bir şeylerin varlığını hissediyordu ancak karşısındaki kadın, ona güven veriyordu. O kendisini kucaklıyordu etrafta koca koca adamlar varken. O koca koca adamların ve kadınların ellerinden, hep gözünü rahatsız eden bir ışık çıkıyordu ve durmadan soru soruyorlardı. Onlardan gerçekten nefret ediyordu.

Kurumuş dudaklarını araladı. Tekrar etti kabul edişini. "Tamam, anneciğim."

🌪

Anılar insanın zihninde birden belirdiğinde ya da hayır, anıların insan zihninde birden belirmesi için tetikleyici bir olay yaşandığında gözünüze ilk gelen görüntü muhtemelen bir karanlık olurdu. Sonra silik, renklerini kaybetmiş bir görüntü. Kendinizi, başka bir gözden izlerdiniz ve izlediğiniz bedeniniz sizi asla göremezdi. Geçmiş, anımsanmak istemezdi ve ben geçmişimi, üçüncü kişi gözünden izleyerek kendime işkence etmeyi severdim. Anılar dinç tutardı. Kötü anılar, boğazınıza yapışan birkaç el olur ve sizi nefessiz kılana kadar durmazlardı. Boyun eğmek bir seçenekti. Boyun eğmemek ise ölmekle eşdeğerdi.

Kararan gözüme rağmen, derin bir nefes verdim. Dimdik dikildiğim yerde, kendime gelmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Hissettiğim tek şey her şeye gereğinden fazla duyarlı bir beden ve ağrıyan bir baştı.

Elim hâlâ kapı kolundaydı ve ben büyümüş gözlerle yerdeki kan damlalarına bakıyordum. Anılarıma uğruyordu her bir damlası ve benim geçmişim bir kan damlasında oynuyordu. Bomboş bir sinema salonunda, boş olan bir koltukta tek başıma o anıları izliyor, kendime acı çektiriyordum. Yine o eller boğazıma yapışıyordu ve ben gözümden akan yaşlara rağmen, bana ayrılan ufacık bir alanda nefes almaya çalışıyor, yaşamayı umut ederek kendime en büyük zararı veriyordum.

Doğumumdan bu yana pek çok kez ölüm ile baş başa kalmıştım ve o beni sinema salonundaki, boş bir koltukta bekliyordu. Birlikte izliyorduk anılarımı ve bir gün o anıların ölüm tarafından kullanılacağını biliyordum. Kendi ellerimle ölüme birkaç parça koz veriyordum. Anıların öldürdüğü küçük bir kız çocuğu olacaktım ben. Bana bunu anılarım yapacaktı. Boğuşma kanıtları olarak yerlerde parça parça dağılmış tuvalet kağıtları ve aynada oldukça belli olan bir el iziyle ortada öylece kalakalmıştım. Arkamda, içimden sıçradığı muhtemel bir cehennem vardı ve ben, bu iğrenç ortamda kanıt temizleme görevini üstlenmiştim herhalde. Nereye gittiklerini bilmiyordum. Buradan kapı dışında çıkamazlardı ve ben bir an bile gözümü kapıdan ayırmamıştım. Işınlanmaları mümkün olmadığına göre gözden kaçırmış olmam daha kabul edilebilir bir seçenekti. En azından veda edebilirlerdi!

Hâlâ şaşkın bakışlarla dağılan ortalığı izlerken, lavaboya yönelen adım sesleri duydum. Gözlerim abartılı bir şekilde daha da büyüdü ve kendimi içeriye doğru resmen fırlattım. Kapıyı kilitlemek için elim anahtara gitti ancak kapıyı kapatmak üzereyken, aralık kalan yerde bir topuklu gözüme çarptı.

Dudağımı ısırıp kapıyı yavaşça araladım ve içerisi görünmesin diye bedenimi öne çıkartarak kapının arkasındaki kişiye baktım.

"Afra, hemen konuşmamız lazım!" Yarım ağız gülerek söylenen bu sözlerin sahibi Duru'ydu. Dili dönmediğini için komik görünüyordu. Normalde gülerdim ancak şu an cehennemin ortasındaydım ve gülecek vaktim yoktu. Tam tahmin ettiğim gibi sarhoş olmuştu ve kapının önünde resmen uyukluyordu. Ağzında bir şeyler geveliyordu, anlayamıyordum.

Aradan ayağını çektiğinde kapıyı kapatmak için ondan önce davrandım. Tam kapatacakken tüm bedeniyle kapıya yüklendi. Geri çekilmek zorunda kaldığımda Duru çoktan içeriye girmişti. Dengesini sağlayamıyordu. Düşmek üzere olduğunu, muhtemelen dönen başı ve asla yerinde durmayan bedeninden pek tabi anlayabiliyordum. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve arkasında kimsenin olmadığına emin olup kapıyı kapattım. Kilidi çevirirken bir yandan da Duru'yu ne yapacağımı düşünüyordum.

"Yetişin, tuvalete atıldım!" Ufak bir küfür mırıldanıp elimle ağzını örttüm. Boğuk sesleri duvarlarda yankılandı. Diğer elimle susmasını işaret ettiğimde kafasını salladı.

"Duru," dedim fısıldayarak. "Sessiz olsana kızım! Bulacaklar şimdi bizi." Memnuniyetsizce homurdandı ve elini omzuma koyup eğildi. Diğer eliyle ayağındaki topukluları çıkarırken, gözlerini açık tutmakta zorlandığını fark ettim.

"Ben böyle bir şey görmedim!" dedi sitemle, doğrulurken. Ayakkabılarından rahatsız olmuş olmalıydı. Sabır dilenircesine kafamı kaldırdım ve ona yere oturması için yardımcı oldum.

"Duru, sakın sızma! Duydun mu beni? Sakın sızma, burayı halletmem gerek." Laf arasından Karan'ın, artık nasıl becerdiyse, kameraları etkisiz hâle getirdiğini duymuştum. Buradan çıktığımıza dair bir görüntü elde edemeyecek ve bizden şüphelenmeyeceklerdi. Açıkçası şüphelenmeleri önemli değildi. Çünkü kanıt olmadan şüphenin hiçbir önemi yoktu. Kapsamlı bir plan yaptığını sanıyordu beyefendi ancak kanıtları gizlemeden ortalıktan kayboluyordu. Cidden onlarla tekrar karşılaşırsak bir tane yumruk borcum vardı. O mükemmel yüzüne imzamı atmadan asla bırakmazdım.

Kendimi cinayet işlemiş bir katil gibi hissettim. Ancak vicdan azabı çekmedim ya da pişman olmadım. Eğildiğim yerden doğruldum ve arkamı dönerek kan izlerine baktım. Herhangi bir sorun yoktu. Zorluk çıkartmadığı için onu öldürmezlerdi. Gözlerim aynaya kaydığında bundan emin olamadım. El izleriyle dolu olan ayna ile yüzümü buruşturdum. Kollarımı sıvamanın vakti gelmişti.

Önce yerdeki peçeteleri çöpe attım. Üzerinde kan olanları da klozette imha etmeyi unutmadım. Daha sonra, herhangi bir bez bulamadığım için, ki zaten bulsam bile onu yok etmek zor olurdu, koparttığım peçetelerle yerdeki tek tük kan lekelerini sildim. Aynaya yöneldim. Her ne kadar peçete ile ayna silmek pek iyi bir sonuç vermese de, en azından izleri temizledim. Salondaki kargaşa sesleri yükselmişti. Annem eğer o görüntüleri imha ettiyse şu an beni arıyor olmalıydı. Mantıklı bir insanın salondan böyle bir durumda kaçacağını bildiğinden, belki de dışarıya çıkıp beni aramaları için adamlarına emir vermişti. Kesinlikle mantıklı bir insan olmadığımı, bu hareketimle kendime kanıtlıyordum. Duru yerde sızmamak için direniyor, bana onu tuvalete attığım gerekçesiyle ağır hakaretler ediyor ve zaman zaman ağlıyordu. Neden ağladığına dair en ufak bir fikrim yoktu. Ben ise üzerimdeki gösterişli kombine ters bir şekilde tam bir ev hanımı gibi çökmüş, yer siliyordum.

Tanrım, nereye düşmüştüm!

Sonunda tüm kanıtları yok ettiğimi düşündüm. Ancak emin olmak için tüm tuvaletleri teker teker gezdim. Yerde en ufak bir kan lekesi bile kalmadığından emin oldum. Ayna kötü görünüyordu ancak en azından izler silinmişti. Yüzümü buruşturup yerde iki dakika önce anneme söven ancak şu an ağlayan bir adet Duru ile bakıştık. Yerdeki ayakkabılarını parmaklarıma asıp onu yerden kaldırdım. İçinde dinleme cihazı olan boş çantamı da çapraz bir şekilde boynumdan geçirdim ve düşmesini engelledim. Kolunu omzuma atıp tüm yükünü bana verdi. Ufak bir küfür mırıldanıp kapıya yöneldiğimde işaret parmağını kaldırmış bana kızıyordu.

"Ayıp ayıp şeyler söyleme bana! İmdat, beni tuvalete attılar galiba!" Sabır dilenircesine derin bir nefes aldım ve susmasını fırsat bilerek onun sarsak adımlarına inat büyük ve düzgün adımlarla arka çıkışa doğru ilerledim. Tahmin ettiğim gibi annem muhtemelen beni dışarıda arıyordu. Salonu birkaç saniyeliğine tarama fırsatım olmuştu ve konukların neredeyse yarısından fazlası, evlerine dağılmıştı.

Sonunda salondan ayrılıp oldukça uzaklaştığımızı düşündüğüm bir yerde, Duru'yu bir banka oturtup soluklandım. Nefes nefese kalmıştım. Şimdi annemden kaçmam hoştu tabi ancak yakalanmam uzun sürmezdi ve yakalandığım an annem beni mahvedecekti.

Karan beni öldürmemişti. Çünkü kaderimde annem tarafından öldürülmek vardı. Beni kötü anılarım öldürecekti, eşdeğerdi.

Çünkü kötü anılarımın hepsi annemin eseriydi.

Duru eliyle yanağını sildiğinde onu izliyordum. "Şimdi de banka mı attın beni! Sapık mısın kardeşim?" dedi hıçkırarak. Makyajı dağılmıştı. Berbat görünüyordu.

"Neden bu kadar içtin ki?" dedim sitemle. Bir kez daha hıçkırdı ve bana sokuldu.

"Çünkü Afra'dan bir şey saklıyorum. Öğrenirse bana küser!" Çocuk gibiydi ve sarhoşluk ona iyi gelmiyordu. Yanında olan kişinin bahsettiği kişi olduğundan bile habersizdi. Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım.

"Ne saklıyorsun ki Afra'dan?" Ağlarken, saçma bir şekilde gülmeye başladı ve parmağını sallayarak yüzüme baktı.

"Ağzımdan laf alamazsın!" dedi alayla. "Nermin teyze beni öldürür. Dedi ki, eğer Afra'ya babasının hastaneye kaldırıldığını söylersen seni öldürürüm. Öleyim mi ben!?" Birkaç saniye söylediğini anlayamadım. Kaşlarım yavaş yavaş çatıldı ve tüm insanlar oldukları yerde kaldı. Zaman durmuş gibiydi ancak zaman her zaman olduğu gibi hızla ilerliyordu. Yerimden kalktım. Karşısına dikilen kişinin ben olduğumu yeni yeni fark etmiş olmalı ki elini ağzına kapattı ve o da ayaklandı. Beynimden vurulmuşa döndüm. Babam hastaneye kaldırılmıştı ve benim şimdi haberim oluyordu. Elim göğsüme gitti. Nefes alamadım.

"Hangi hastane?" dedim bağırarak. Boğazım ağrıyordu ancak bunu önemsemedim. Yeniden ağlamaya başlayan Duru, dudaklarını araladı ve belli belirsiz bir mırıltıyla hastanenin adını verdi. Kulaklarımın uğuldamasına aldırış etmeden ana yola çıktım. Bulduğum bir taksiye bindim ve Duru'yu orada bırakmaya gönlüm el vermediği için onu da yanıma aldım.

Gidene kadar, korkudan dizlerim titredi. Ona bir şey olursa yaşayamazdım. Ben zaten onu yaşatmak için yaşıyordum.

Taksi hastaneye yaklaşırken, Duru durulmuş gözyaşlarına sessizce yenisini ekliyor, dışarıyı seyrederken burnunu çekiyordu. Biraz daha ayılmış gibiydi. Hâlâ sarhoş olmasına rağmen bana söylemek istemediği şeyi söylediğini fark ettiğinde beyni kendi kendine uyanmış olmalıydı.

Taksi durduğunda, yanımda para olmadığını fark ettim. Çantam yanımdaydı ancak telefonumu Karan'a vermiştim. Telefonumun arkasında her zaman acil durumlar için para bulundururdum.

Duru, nereden çıkarttığını bilmediğim küçük çantasını araladı, ödemeyi yaptı. Onu beklemeden hastaneye koşarken aklımda babamın sağlığından başka bir şey yoktu. Ne kaçırılmam ne oynadığım oyun ne de annem. Tek düşündüğüm, babamın iyi olduğunu görmek ve nefes aldığını bilmekti.

"Afra, bekle!" Arkamdan düşe kalka koşan Duru'yu önemsemedim. Ona nasıl davranacağımı bilmiyordum. İlke'yi defalarca aramasının sebebi bu olabilirdi. Davet aksamasın diye annem onu tehdit etmişti ve ben, babamın hastaneye kaldırıldığını geç öğrenmiştim.

Babamın adını verdiğim görevli kadın, bilgisayardan hangi odaya yönlendirilmem gerektiğine bakarken, Duru da nefes nefese bana yetişebilmişti. Etrafımızdaki insanlar gözlerini üzerimize dikmiş, giyiniş tarzımız yüzünden kuşkuyla birbirlerine fısıldıyorlardı.

Görevli kadın, kaşlarını çattı. Gözleri bilgisayar ekranından yavaş yavaş bana döndü ve dudaklarını araladı.

İçime bir karanlık çöktüğünü hissettim.

"Ameliyattan uzun zaman önce çıkmış efendim. Yoğun bakım ünitesinde bekleyebilirsiniz." Kadını daha fazla dinlemeden ayağımdaki topuklularla koşmaya başladım. En ufak bir yanlış hareketimde ayağım burkulabilirdi ancak şu an bu da umrumda değildi. Bir rüya görüyor gibiydim. Hastalığım gittikçe daha fazla yordu beni ancak direndim. Hastalıktan ölsem bile, bir kez daha babamı görmek istedim.

Yoğun bakım yazan tabelayı gördüğümde gözümden bir damla yaş süzüldü yanağıma. Onu yalnız bıraktığım için kendimi suçladım. Annem söylemişti oysa. Duygular, demişti. Duygular kaybetmen için varlar. Eğer kendini duygulara teslim edersen olayları yönetemezsin.

O oteli aklım başımda bir şekilde terk etsem, kendimi gereğinden fazla hırpalamasam bilincimi açık tutsam babam fenalaşmayacaktı. Ondan hasta olduğu süre boyunca en uzun ayrı kalışım buydu ve o, belki de birden ortadan kaybolduğum için kendini kötü hissetmişti. Kendimi suçluyor, kendimi suçladıkça daha fazla acı çekiyordum.

Elimle duvardan destek aldım ve önümdeki sandalyeye resmen yığıldım. Dirseklerimi dizime yaslarken ağlamam daha da şiddetlendi. Üzerimden bir ürperti geçti. Ellerimi saçlarıma daldırıp onları çekiştirdim. Annemin, saçlarımın uçlarına bulaştırdığı acı saç uçlarıma kadar ilerledi. Acıya bulanan bedenim, tüm kırıklarımı gözyaşı olarak def etti. Sarsılan omuzlarımla birlikte ağlamaya başladım. Gözümden gözyaşı değil kan aktı sandım. Kan ağladım. Kimse gelmiyordu. Yoğun bakımın kapısının önünde kimse yoktu. Ne doktor, ne hemşire, ne hasta yakını...

Sadece ben ve Duru.

Duru yavaş adımlarla yaklaştı yanıma ve oturdu. Kendini suçlu hissettiğini, onu uzun zamandır tanıdığımdan olsa gerek anlayabiliyordum.

"Doktoru ile görüştüm." Kafamı ona çevirip burnumu çektim ve yanaklarımı hızla sildim. Gözlerine diktim çaresiz gözlerimi. Sözleriyle çaresizliğimi alıp götürsün istedim.

Kafasını salladı. Yalnızca kafasını salladı ve ben, onu izledim. Babamı özledim.

Küçükken, babam düştüğümde yanıma çökerdi. Ben kalkmadığım sürece kalkmaz, beni kaldırmak için herhangi bir hamle yapmazdı. Yine düştüğüm bir sokakta, ellerini dizlerini koymuş yaşlı gözlerime baktı ve gülümsedi.

"Bak baba," dedim hıçkırarak. Dizimi gösterdim. Yanaklarım ıslaktı ve babam yüzündeki o bilindik gülümsemesi ile yüzüme bakıyordu. "Düştüm ben, bacağım kanıyor. Canım acıyor, kaldır beni!" Mızmızlanmama herhangi bir tepki vermedi. Öylece yüzüme baktı sadece. Onu küçükken anlayamıyordum. O tepki verene kadar konuşurdum ancak o yüzüme bakmaya devam ederdi. Düştüğüm için gülüyor sanardım. Aslı öyle değildi işin. Düştüğüm için değil, kendim kalkmama bir fırsat yarattığım için gülüyordu. Sonuna kadar konuşurdum. Ağlayarak, krize girene kadar hatta. Bazı zamanlar, dizimin acısını unutur onun tepki vermesi için konuşur, yerimde tepinir ancak hiçbir karşılık alamazdım.

En sonunda, kendim kalkardım ayağa. Kendim yürüdüm, kendim eve giderdim. Babam beni takip eder, belki gururlu bakışlarla beni süzerdi. Bu beni o zamanlar sinirlendirse de, daha sert düşmeye başladığımda ne demek istediğini anlamıştım. Babamın akıl oyunları hayatıma yön vermişti çoğu kez.

Belki de bana, düşmekten paramparça olacak dizlerimi nasıl iyileştireceğimi öğretmeye çalışmıştı. Biliyor gibi bana kalkmayı öğretmişti.

Annem, benim için yaşa demişti. Babam, kendin için yaşa demişti.

Şimdiye kadar hep annem için yaşamıştım. Babam orada ölüm kalım savaşı veriyordu ve ben onun için yaşamak zorunda olduğumdan geç kalıyordum. Babamı yitiriyordum ben, babam ölüyordu! Anılarım, zaaflarım, geçmişim, geleceğim, gülen yüzlerim... Ben tükeniyordum! Kimse duymuyordu!

Ne kadar kaldık o soğuk koridorda, ne kadar hıçkırdık, ne kadar ağladık bilmiyordum. Ne düşüneceğimi bile kestiremiyordum. Bir süre sonra, yoğun bakımın kapısı açıldı. İçeriden beyaz önlüklü doktorlar çıktı. Yüzüme baktılar. Dudaklarını araladılar ve yürümeyi bıraktılar. Ben o zaman, bir doktorun işinin ne kadar zor olduğunu anladım. Onların geçtiği pek çok sınav vardı ancak işte tam bu anda, yakınını bekleyen ailelerle göz göze geldiklerinde veriyorlardı en büyük sınavı ve bu sınavdan hiçbir zaman tam not alamıyorlardı. Doktorların gözüne baktığım o ilk anda, geride kalanların ne kadar acı çektiğini, ne kadar zorlandıklarını da anladım aynı zamanda.

Çünkü onlardan biri oldum ben de.

Zaman kavramını yitirdim. Doktorun yüzüne baktım sadece. Hiçbir şey hissetmeden onu izledim. Dudaklarını araladı, bana doğru birkaç adım daha attı. Gözlüğünü eliyle düzeltti. Yüzündeki kırışıklıklar, yaşanmışlıkların simgesiydi. Babamla aynı yaşta olabilirdi pek tabi.

Babamı bir kez daha özledim.

Hızla ayağa kalkıp ona yaklaştık Duru ile birlikte. Doktorun ayağına kapanmak istedim. Yaşat babamı diye haykırmak, beni duy diye bağırmak istedim. Uyan, demek istedim babama. Beni bırakma!

"Necdet Suskun'un yakınları siz misiniz?" Duru doktora gerekli bilgileri verdi. Benim için, kızı dedi. İçeride yatan adamın kızı...

"Başınız sağolsun!"

Dünya'da cehennem yaşanmaz derler. Dünya bir sınavdır, sınavı en iyi şekilde atlatmanız gerekir derler. Ben cehennemi Dünya'da yaşadım. Ben cayır cayır yandım, kimse duymadı. Doğacak bir külüm bile kalmadı. Küllerim bile yandı. Ben tükendim, ben yavaş yavaş öldüm. Ben sigara ya da alkol kullanmazdım, ölümcül bir hastalığım da yoktu ama yavaş yavaş öldüm. Beni öldürdüler. Beni annem öldürdü, babam öldürdü, iyi kötü tüm anılarım öldürdü. Beni kötü anılar öldürür sanıyordum. Beni, babam öldüğünde içinde ikimizin bulunduğu iyi anılar öldürdü. En çok canımı iyi anılarım yaktı. Öyle ya, kötü anılar yakardı canı pek tabi ancak iyi anılar, bittikleri için belki de daha çok can yakardı. O gün gülmüşüm derdiniz, o gün çok ağlamışım mutluluktan derdiniz. Bugün ne kadar mutsuzum böyle, diye de eklerdiniz. İç çekerdiniz.

Hayat, iyi anıların imkansızlığını sırtlanmamızı istedi ve biz sırtımızdaki kamburu izledik. Kimse duymadı, kimse görmedi, kimse hissetmedi o iyi anıların altında ezilen bedenimizi. Kimse yer doldurmak, yaşatmak istemedi. Biz bir okyanusta öldük. Ölümüz su üzerinde süzüldü ancak kimse bizi görmedi. Kimse üzerimize titremedi, kimse bizi sevmedi.

Hasta olan bedenimle dizlerimin üstüne çöktüm. Kabul edemedim ilk başta. Babam o benim, ölmez dedim içten içe. Babalar ölmez dedim. Bedenimdeki her bir hücre ayrı ayrı yandı. İçimdeki yangını giderecek kimsem yoktu. Kimsem yoktu. Bir ölünün arkasından, yalnız ağlamak ne demek şimdi anladım. Bir ölümün acısını, bir ölümün nefesini ensende hissetmek ne demek yeni fark ettim. Bir ölümle yapalaynız kalmak demek, şu an akıttığım yaşların özetiydi. Acıyı benimseyemedim, içime atıp imha edemedim bu sefer. Bir şeyler büyüdü içimde ve gözyaşlarımdan is aktı.

Üzerine çöktüğüm dizlerim sert zemin yüzünden acıdı. Ellerim titredi, karnıma çok acı verici ağrılar girdi. Mimiklerimi kontrol edemiyordum. Kaşlarım sürekli inip kalkıyor ve çenem buruşuyordu. Sessizdik. Doktorlar çığlıklarımı, hıçkırıklarımı bekliyordu. Duru yanıma çökmüş sessizce ağlıyordu ve ben dumura uğramış gibi yere diktiğim gözlerimle çaresiz gözyaşları akıtıyordum.

Başınız sağ olsun demişti. Başınız sağ olsun.

"Baba!" Boğazım parçalandı. Öyle bir yük bindi ki omuzlarıma ve öyle bir kesildi ki nefesim. Tüm hastane çığlıklarımla, haykırışlarımla inledi. Bedenim titredi.

Bak baba, dedim içimden. Bak, yanaklarım ıslak yine. Bak, dizlerim paramparça. Çok acıyor. Gel dikil karşımda. Ben kalkarım yine ayağa. Yürürüm eve kadar, kendi yaralarımı kendim sararım. Öğrendim ben kalkmayı baba. İzle, gururlan!

Artık öğrenmiştim düştüğümde kalkmayı ve babam yoktu. Babalar, bize düştüğümüzde kalkmayı öğretirlerdi. Ancak şimdi neden yanımda değildi? Ben şimdi gerçekten düşmüştüm. Neredeydi benim babam? Asıl şimdi kaldırması gerekirken, beni bırakıp gitmiş miydi?

"Afra!" dedi Duru da yanıma düşerek. Paramparça oldu bedenlerimiz. Bin parçaya ayrıldık ve babamın ruhu, semada asılı kaldı. Bize gökten el salladı. Çığlıklarım ulaştı ona ancak o bana cevap vermedi, veremedi. Ölüler konuşamazdı. Ben babamla sessiz de kalırdım. O benim ıslak yanaklarımı sevemedi, o benim yaşlı yanaklarımı öpemedi.

"Baba!" dedim tekrar. Düşüncelerim bedenime ağır geldi. Zihnimdeki tenhalar bile anılarımızla ayaklandı. Babamı bir kez daha özledim. Nefessiz kaldım. Ağlama krizine girmiş gibi ne hıçkırabildim ne de nefes alabildim. Elim gerdanımda, öne doğru eğilen bedenimle babamı bekliyordum. Belki gelir diye, umut ediyordum.

Annemin başka bir adamı izlerken parlayan gözleri geldi gözümün önüne. Yere yaslandığım ellerime ağırlığımı verdim. Daha fazla haykırdım. Öyle çok ağladım, öyle çok özledim ki babamı, özlemimden yandım.

Ben hiç ağlarken kendimden geçmemiştim. Ağlarken bile tetikte, hazırlıklıydım. Babam için hep tetikte olmam gerekiyordu. Ben kendim için hiçbir şey yapmamıştım babam yaşasın diye. Ama o ölmüştü ve ben ağlarken kendimden ilk defa geçiyordum. İlk defa nefessiz kalana kadar ağladım. Bir hıçkırıkta tutuklu kaldım. Dizlerimi dövdüm, saçlarımı çektim. Babam gelmedi. Babam bana veda bile edemedi.

Yine de son günlerinde yanında olmak isterdim. Sarılmak, canım babam! diye bağırmak isterdim. Hasta olmasına, hatta elini bile hareket ettirememesine rağmen verdiği güven hissiyle gözlerimi yummak, iki büklüm olsam bile yattığı yatağın karşındaki koltukta uyuyakalmak isterdim.

Şimdi ağlarken tetikte değildim. Şimdi ağlarken, o kadar korkuyordum ki. Beni kötülükten koruyacak, kol kanat gerecek bir babam yoktu çünkü. Ben resmen, babası olmayan bir kızdım.

Nefeslerimi babama armağan ettim.

Gözlerim kapandı. Yanan gözlerime yanan boğazım eklendi ve kulaklarım uğuldadı. Hemşireler koşuşturdu başımda ve doktorlar çoktan terk etti acı çığlıklarımla yankılanan koridorları. Titredim. Yalnızlığıma titredim. Gözlerimden akan sayısız yaş üşüttü artık cansız olan bedenimi.

Artık cansızdı bedenim...

🌪️

Bir fırtına koptu içimde. Yangın daha da harlandı. Ağzım kurudu ve ben, hâlâ akan yaşlarla araladım gözlerimi. Yattığım zemin yumuşaktı. Taştan olsa bile sesim çıkmazdı.

"Afra!" Tanıdık ses kulaklarıma dolduğunda, gözlerimi açmaktan korktum. Yanaklarımdaki ıslaklığı hissediyordum. Uykumda bile ağlayacak kadar acı içerisinde kalmıştım.

Gözlerimi araladım. Bir kabusa uyandım. Hissetmedim hiçbir şey. Hissetmek istemedim.

Gözlerim odada gezindi. Babam yanımda mı diye kontrol ettim ama Duru'dan başka kimse yoktu. Doğru, benim babam felçliydi! Bu yüzden gelmemişti.

"Afra!" dedi Duru. Kafasını yatağa yaslandı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Acım ikiye katlandı onu böyle görünce. Yine ağladım. Ancak daha sakindi hıçkırıklarım, daha sessiz, daha kimsesiz...

Anladım. Yanımda biri babam için ağladığında anladım. Ben hep ağlardım babam için ama başka biri böylesine acı içerisinde ağlıyorsa, benim babam gerçekten ölmüştü.

Benim babam ölmüştü.

"Ağla, Duru. İçine atarsan daha kötü oluyormuş. Ben anladım artık." Kafasını kaldırdı ve yaşlı gözlerle yüzüme baktı. Göz göze geldiğimizde yüzü yeniden ağlamaklı bir hâl aldı ancak ağlamadı. "Nasıl hissediyorsun?" dedi ağlamaktan kısılan sesiyle. Ne diyeceğini bilemiyormuş gibiydi ki bu çok normaldi. Doğruldu. Eliyle yanaklarını sildi, burnunu çekti ama yine ağlamaya devam etti.

"Babam ölmüş gibi hissediyorum." Kolumdaki seruma baktım. Daha dinç hissetmem gerekirdi ancak ben ölü gibi hissediyordum. Ölen babam değildi yalnızca. Ben de ölmüştüm.

"Sanki, artık yaşamam için bir sebep yokmuş gibi. Nefes alsam, daha çok acıyacakmış gibi hissediyorum. Yaşadıkça kalbim daha da acıyacak, attıkça daha fazla kanayacak gibi." Elimi göğsüme vurdum. Tekrar atsın diye kalbimi dövdüm. Kendime zarar vermek istedim. Sıktığım yumruğu tekrar göğsüme vurmak üzereyken, bileğimi kavradı soğuk eller. Gözyaşları hızlanmıştı ve delirmiş gibi görünüyordu. Gözlerinde bana acıyan bakışları vardı. Acıması da normaldi. Ben de acıyordum kendime. Akan gözyaşlarımı durduramıyordum. İsteyerek ağlamasam bile ağlıyordum işte.

Duru da ağlıyordu benimle birlikte. Bileğinden yakaladığı elimi indirdim sakin kalmaya çalışarak. O ağlamasın istedim.

Hastane odaları, en büyük korkum oldu o saatten sonra. Duvarlar, içimdeki çığlıkları yankılattı. Cama vuran damlalar, yaz yağmurlarını ne kadar çok sevdiğimi anımsattı. Bu geceye, babamın ölümünü anımsatacak her şeye küfür ettim. Hayatımın yerle bir olduğu ya da dönüm noktası olan geceydi bu gece. Hayatım bir film olsaydı ya da bir kitap, tam olarak bu sahne sonu olurdu. Çünkü ölen bir başrol, daha sonra kimseyi heyecanlandırmazdı. Sonu mutsuz biten her şey, benim hayatımın ortasında başlıyordu. Birileri ölüyordu, birileri bırakıp gidiyordu, birileri canımdan can alıyordu. Nefes almak bir eylemdi ve ben bu eylemi yaşamak için bile gerçekleştirmeyecek kadar beceriksizdim. Nefes alamıyor, yaşayamıyorum. Can çekişen bir insan gibiydim ancak öylesine sakindim ki.

"Ağlama." dedi yanaklarımı silen Duru. "Özür dilerim, sana daha önce söylemediğim için. Yemin ederim, sadece fenalaştı sandım. Böyle olacağını bilsem söylerdim, yemin ederim." Boğazını parçalayacak kadar çok zorladı ancak benim kırıklarım ona uğramadı. O, beni görmedi. Ben, özürleri dinlemek için doğmuştum belki de. Benim yaşamım en az özürlerin iç rahatlatamaması kadar yaralıydı. Bir yara bandına ihtiyacım yoktu. Yara bandı, artık yaralarıma merhem olmuyordu. Onu suçlamak istedim. Kırık dökmek, ondan nefret etmek istedim. Yapamadım. Elimi kaldıracak gücü kendimde bulamadım. Onun suçu yoktu ama kendime bir günah keçisi aradım. Suçlayacak, vuracak, kıracak bir günah keçisi.

Ancak sonra, şu sözler döküldü dudaklarımdan yalnızca. "Senin bir suçun yok." Hıçkırdım ve gözlerimi sımsıkı yumdum. İçten içe, bana daha önce söylemesi gerekiyordu diye haykırıyordum. Hep susan taraf olmak kötü hissettirdi birkaç saniye ancak ondan sinirimi çıkartmam, babamı geri getirmeyecekti. O koridorda, o acıyla Duru'yu ödürebilecek kadar aklımı yitirmiştim ancak şimdi, yeterince kendimdeydim.

Ölürken, öldür. Bana anlatmak istediğini anlamıştım Karan'ın. Çok geç olmadan, öldürmekten korkmaya bile zamanın olmadan öldür demişti. Daha fazla insan ölmeden, öldür demişti. Ve en sonunda, daha fazla insan hayatını kaybetmişti. Ben öldürmeden, onlar öldürmüştü.

Duru değil, annem öldürmüştü babamı. Ben babamın hayatını yaşasam bu kadar bile dayanmazdım sanırım. Babam yine benim için katlanmıştı tüm bunlara ve ben onun hakkını, daha ağırını yaşamadan ödeyemezdim.

"Babamın ölümü beklenmedik değildi. Kendimi hazırlamıştım zaten." Omuz silktim. Dalan gözlerimi, daldığı yerden asla çekmedim. "Ama ne bileyim, sanki kazanmak için yaşıyordum. Babam kazansın diye birlikte yaşıyorduk. Babam yolun sonuna geldi. O, bu savaşı kaybetti. Ben ise babamla savaşmayı sevmiştim. Onun ölmesi bile düşünmemem için yeteri kadar kötüyken, düşünmediğim için şimdi bu kadar yıkılmış durumdayım." Derin bir nefes aldım.

"Yolun sonu değil, Afra. Senin için yolun sonuna daha çok var." Kafamı salladım. Buruk gülümsemem, tüm odada gezindi ancak dudaklarıma çok sonradan uğradı.

"Ben yola babamla çıkmıştım. Şimdi o yokken, nasıl ilerleyeceğim? Ben istesem bile, adımlarım karşı çıkıyor." Acı ile yumdum gözlerimi. Bedenim isteğim dışında pek çok tepki gösteriyordu ve benim tek yaptığım, bilinçaltımın beni yönlendirmesine izin vermekti. Yolun sonu da, başı da ve ortası da artık benim için kapkaranlıktı. Yolu göremeden, yolda olduğumu nasıl bilecektim ki?

"Afra," dedi elini yanağıma koyan Duru. Sesi, yalvarmak üzere olduğunu gösteriyordu. "Yapma." Gülümsememi bozmadım ve kafamla onu onayladım. Yapmayacaktım. Yapmazdım.

Oda bileklerime kadar ulaşan bir sessizliğe gebe kaldı ve ben, Duru'nun çaresiz hıçkırıklarına karşın yalnızca gülümsedim. Sessizlik bileklerimi kesecek kadar keskindi. Her yer kan oldu ama sessizlik odayı bir türlü terk etmedi. Tıpkı babam gibi gülümsedim. Belki o yatağın kenarında saatler geçti ancak ben, ölen babamın yaşattığı boşluklarda onu hissettim. Onu istedim yanımda ancak bunun bir bencillik olduğunu yeni yeni fark ettim. Bazen kazanmak, kaybetmekle eşdeğerdi. Babam kaybederek kazanmıştı belki de çünkü ölümü, yatak yaralarındandı.

Felçti ve kanserdi.

Gecenin ortasında, Duru ağlayarak uykuya daldığında, yine sırtımdaki kamburla camdan süzülen yağmur damlalarına bakıyor belki de babamın daha şimdiden silikleşen yüzünü anımsamaya çalışıyordum. Zihnimin büyük bir çoğunluğu babama aitti ve ben, onsuz bir yaşamım olmadığını biliyordum. Ben ağlıyordum ve bulutlar da ağlıyordu. Tıpkı o geceki gibi hüznüm yağmura karışıyordu. Ancak o gece bedenim sırılsıklamdı ve benim babam vardı.

Bir çocuk hem annesinin hem de babasının yokluğu ile yüzleştiğinde, Dünya'nın ne kadar yaşanılması imkansız ve kirli bir yer olduğunun farkına varıyordu. Aldığı nefes bile boğazına takılarak haram olduğunu söylettiriyordu hırıltılı bir sesle. Yalnızlık ne demek, iliklerine kadar hissediyordu. Ürperiyordu, yaşı kaç olursa olsun kabuslar görüyordu ve şimşek seslerinden korkuyordu. Yalnız olduğunu bir kez daha fark ediyordu. Bir çocuk yalnız olduğunu, şimşekten korktuğunda sığınacak kimsesi kalmadığında anlıyordu.

Şimşek çaktı, ortalık aydınlandı ve küçük kız, yerinden sıçradı. Dünya'daki tüm küçük kız çocukları ağlamaya başladı.

Hıçkırdım. Ben küçük bir kız çocuğuydum annem ve babam olmadan. Yalnızdım ve ilk defa yalnızlığımı bu kadar derinde hissediyordum. Sanki bu Dünya'ya ait değilmişim gibi. Sanki bu evren, bana yabancıymış, beni istemiyormuş gibiydi. Yapayalnızdım.

Hep düşünüyordum. Babama bir şey olsa, ne yaparım diye. Bir şey yapamıyordum. Sözde dimdik duracaktım. Annemin karşısına geçecek, Bunu sen yaptın, bu senin eserin! diye haykıracaktım. Sustuğum kadar konuşacaktım. Ağlayacaktım ama yine kimse görmeyecekti. Kendimi babamın ölümüne, babamın yokluğa hazırlamaya çalışmıştım. Ölüm beni hep korkutmuştu. Beni öldürmesi değil, babamı öldürmesi korkutmuştu. Şimdi ölümle yüzleşmek, düşüncelerimin bu acı karşısında ne kadar aciz kaldığını kanıtlıyordu. Bu acıya hazırlayamazdınız kendinizi. Öylesine bir acı değildi.

Sabaha kadar oturdum ve çoktan dinen yağmurun ardından öten kuş seslerini dinledim. Sabahın getirdiği o serinlik, hastanenin sıcak odasına rağmen, tüm bedenimi etkisi altına aldı. Üzerime, yatakta olan ve kolay bir hamleyle bedenimi örtebileceğim örtüyü örtmek yerine, uyuyan Duru'nun üzerine örttüm. Benim bedenim artık ısınmazdı. Ellerim buz kesmişti ve ben onları ısıtamıyordum.

Zaman geçti, ben öylece izledim. Zaman geçti, ben sadece düşündüm. Annem beni yakalamaktan vazgeçmişti. Bana üzüldüğünden değildi tabi. Babası ölen bir kız babasının mezarına gitmezse kötü karşılanırdı. Artık onun gibi düşünmeye başladığımı fark etmem, kendimden nefret etmeme yol açtı.

Hava gittikçe aydınlandı ve Duru, uykusunda sıçradı. Önce beni gördü karşısında ve gözlerini ovuşturdu. Bakışlarına yerleşen şaşkınlıkla birlikte, boğazını temizlemeye çalıştı. "Uyumuşum, neden uyandırmadın?" Omuz silktim. "Sen uyudun mu?" Kafamı salladım.

Bir robot gibi. Artık hiçbir şey hissetmiyordum. Annemin istediği kişi olmuştum.

Dudaklarını araladı ancak diyecek bir şey bulamamış olmalı ki geri kapattı. "Cenaze bugün değil mi?" Kafamı tekrar cama çevirip beni onaylamasını dinledim. Benim babamı toprak alacaktı ve benim babam toprak olacaktı, toprak kokacaktı.

Konuşamamak, konuştuğunda ağlayacağını bilmek ve bunu bildiğin için susmak en çaresiz anlarımın başında gelirdi. Bunu bir kez daha yaşıyor ve bir kez daha farkına varıyordum. Sanki ağlasam her şey geçecek gibiydi ancak ağlasam, her şey yine aynı kalacak ve ben bir kez daha pes etmiş olacaktım. Pes etmek istediğim çok zaman olmuştu ancak şimdi pes etmeye yeltensem, bunca kayıptan, bunca savaştan ve bunca yaradan sonra, evren sesimi duyup gerçekten pes etmeme izin verecek gibiydi. Nefes alamadım. Canım yanarken bile gıkımı çıkaramadım ama öyle bir yandı ki canım, öyle çok acı çekip sarsıldım ki bir daha hissedemem sandım. Sanki tüm bu yüklerin karşısında boyun eğmiş teslim olmayı, prangalanmayı bekleyen bir seri katildim.

Gitmek istemedi Duru babama. Daha kötü olursun dedi ama ben babamı görmek istedim. Sanki yaşıyormuş gibi ona sarılmak, omuzlarından sarsmak uyanmasını söylemek istedim.

Soğuk bir morga aldılar beni. Çok soğuktu. Demir bir sedye getirdiler önüme. Üzerine uzanmış bir beden, bu senin baban dediler. Üzerindeki beyaz örtüyü kaldırdılar.

Gülüyordu benim babam.

Öldüğü için huzurlu muydu? Ölmek onun için bir lütuftu tıpkı bana da olduğu gibi. Gülen dudakları morarmıştı. Göz altları resmen çökmüş, burnu daha da belirginleşmişti. Öylece yatıyordu. Gözleri kapalıydı. Tedavisi için vazgeçtiği saçları yerinde değildi ve kafası yer yer morarmıştı. İlk kez bir ölü görmüyordum ama ilk kez babamın ölüsüne ağlıyordum. Gözyaşlarım üzerinde dağıldı.

Yüzünü sevdim babamın. İnsanlar ölülerden korkardı. Ben de korkardım ama o benim babamdı. Ölü değildi o, benim babamdı. Yine o zaman anladım ben. İnsanlar, sevdikleri ölü diye anılana kadar ölülerden korkarlardı.

Onunla konuşmak için araladım dudaklarımı. Uyan diye bağırmak istedim ama babam o kadar güzel güldü ki orada huzurlu olduğunu fark ettim. Uyanmasın diye geçirdim içimden. Burası, bizim için cehennem.

Nasıl çıktık hastaneden bilmiyordum. Nasıl kalktım ayağa, nasıl yürüdüm, nasıl gittim eve. Kendi evime değil, Duru'nun evine gitmek istemiştim. Annemin saçma sapan sözlerini dinleyecek tahammülüm de yoktu hâlim de. Yolları nasıl aştık, nasıl girdik o evden içeri, nasıl Duru'nun odasına çıktık anımsayamıyordum yine diğer her şey gibi. Bir rüyada, zaman kavramını yitirmiş gibi ilerliyor, boş gözlerimi arada beni yönlendiren Duru'ya çeviriyor ve tekrar önüme dönüyordum. Çok değil, yalnızca on üç saat olmuştu babamın öldüğünü öğreneli ve benim gözüme bayıldığımdan beri gram uyku girmemişti. Şimdi yatsam yine uyuyamazdım ancak başımdaki ağırlık beni öldürecek cinstendi. Yine de katlanmaya çalıştım. Babamı toprağa vermeye, katlanmaya çalıştım.

Başıma siyah bir şal örttü Duru. Bedenimi siyahlar kapladı. Siyah ayakkabılar, siyah pantolon, siyah düz bir tişört, siyah eldivenler, siyah bir hırka... Dışarıda dünden kalma toprak kokusu vardı. Sanki mezarlığa gitmeden de mezarlıktaymışız gibi. Belki de Karan'la karşılaştığım mezarlığın toprağı bulaşmıştı ayağıma. Belki de mezarlık beni de istiyordu yanında.

Boy anasının karşısına geçtim. Gözlerim ağlamaktan kızarmıştı. Sürekli gözlerimi kırpıştırıyor ve kendimi ağlamaktan alıkoyduğumu sanıyordum ancak çok değil, birkaç saniye sonra yine akıyordu o gözyaşları yanağıma. Burnumu sürekli çekiyordum ve elimdeki peçete yüzünden tahriş olmuş burnumun acısını hissediyordum. Üzerimde bir yorgunluk vardı. Uyumak yerine, babamı dinlediğimdendi belki. Babamın sessizliği, babamın yokluğu. Sabaha kadar babamla baş başa kaldığımdandı belki.

Yüzüm sapsarıydı. Gerçek bir hasta gibiydim. Ellerim titriyordu ve karnıma zaman zaman ağrı giriyordu ancak önemsemiyordum. Fiziksel acıyı önemseyecek kadar can kalmamıştı bende. Canım tatlı değildi artık. Gerçi, hiç öyle olmamıştı.

"Gidelim mi?" Koluma dokunan Duru ile birlikte bakışlarımı aynadan ayırdım ve kafamı salladım. Bitmiştim ben. Ben yolun sonunun hep ölümüm olduğunu düşünmüştüm. Ancak ölmekten daha kötü şeyler de vardı bu Dünya'da. Şimdi düşünüyordum da, Karan'ın bana sunduğu seçenekler yine çıksa karşıma, bir ödül ve bir ceza isterdim. Babamın ölümünü kaldıramayacağımı biliyordum. Ancak bir insan kendini bir ölüme nasıl hazırlardı ki? Nasıl o ölecek ve sen dimdik dikileceksin diyebilirdi kendine? Karan bana bir değil, iki ödül vermiş olurdu ama ben anlamazdım. O zaman bana ceza gibi gelen, babamın ölümü ile ödül gibi görünüyordu şimdi.

Karan beni iki defa ödüllendirmek istemişti.

Duru başımdaki simsiyah şalı düzeltti. Göğsüme doğru inen şalın ucunu omzumdan arkaya attı. Birlikte adımladık. Merdivenleri indik, bir oyun oynamaya gittim mezarlığa. Annemin oyununa ayak uydurmaya gittim babamın mezarının başına.

Arabaya bindik, bekledik. Artık babamı görmeye, sadece bu yoldan gidebilirdim. Yolu ezberledim.

İndik arabadan, üşüdüm ben hava sıcak olmasına rağmen çünkü yanımda babam yoktu. Ama beni üşüten tek şey şu an yanımda babamın olmaması değildi. Beni asıl üşüten babamın bir daha yanımda olamayacağı gerçeğiydi.

İnsan sevdiği birini kaybettiğinde, çocuklaşıyordu biraz. Uzun cümleler kuramıyordu. İnsanların ona acımasını umursamıyordu.

Kalabalığı gördüm. Siyah giyinmiş kalabalığı gördü gözlerim. Gazeteciler mezarlığın girişinde beklediler ve saygılarından mıdır bilinmez, yüzümde bir kez bile flaş patlamadı. Ölüm, insanların saygı duyduğu tek olguydu. Ölüm uğrayan bir eve, saygı da uğruyordu belli ki. En acı son olarak görülüyordu. Ölene de saygı duyuluyordu ilk defa, ölenin ailesine de. Ölüm her şeyi biraz eksiltiyordu bu hayatta. Ölen de eksiliyordu, ölenle ölen de. En başta, kötü düşüncelerin sesi kısılıyordu. İnsanlar fısıldaşıyorlardı her zaman ama karşıma geçip acımı yaşadığım için beni eleştiremiyorlardı.

Oysa benim babam uzun süredir hastaydı. Benim babam uzun süredir ölümle baş başaydı.

O mezarlığa ilk adımımı attığımda anladım ölümün ne kadar soğuk bir kelime olduğunu. Önceden de bilirdim soğukluğunu gerçi ama hiç bu kadar yakınımda hissetmemiştim. İnsanlar bana baktılar teker teker ancak benim gözlerim sadece o kara toprağı gördü. Sustular ve toprak konuştu. Babanı alıyorum senden, dedi. Onu bir daha göremeyeceksin. Bana benzeyecek ve gittikçe yok olacak bedeni. Senden sonra onu kimse hatırlamayacak. Ben olmasam babamı kim hatırlayacaktı? Kim dua edecekti ona?

"Necdet, çok iyi bir eşti." dedi ağlamaklı sesiyle yanındaki kadına annem. "Çok severdi beni. Bir dediğimi iki etmezdi." Gözlerimi kara topraktan, kor gibi yanan kalbimle anneme çevirdim. Kara toprakla iş birliği yapmıştı annem. Ağzından sahte bir hıçkırık kaçtı. Elini ağzına kapattı.

İçimde, nefret tohumları ekildi. Tohumlar filizlendi. Bir çocuğun babasını öldürmüşlerdi ve babasının arkasında toprağına sahte gözyaşları akıtmışlardı. Benim babamın toprağını onların kirli gözyaşları sulamıştı.

"Allah belanı versin!" Boğazımdan bir çığlık karıştı havaya. Tüm gözler bana döndü ancak ben dimdik anneme baktım. Bu, ona ilk başkaldırışımdı. Bu ona karşı ilk nefret kusuşumdu. Saygıda kusur edişim, ismini lekeleyişimdi.

Gözleri bunu bildiğini haykırıyordu. Gözlerinde bir katilin, yanan ateşi vardı. Dudağının kenarı belli belirsiz kıvrıldı. Sanki, sen bittin, demek ister gibi. Yakaladım seni, demek ister gibi. Babamın mezarının başında gülümsedi birkaç saniyeliğine annem benim gibi ancak benimkinin aksine sahte bir çığlık yükseldi boğazından.

"Necdet," dedi acı içerisindeymiş, boğuluyormuş gibi. "Küçük kızımız geldi." Dizlerinin bağı çözüldü sözde ve yere çöktü. Yanındaki kadınlar koluna girdiler ancak bu annemi engellemedi.

"Allah belanı versin!" dedim bu defa hırslı bir fısıldıyla. "Allah belanı versin!" Boğazıma yapıştı büyük eller ve ben nefes alamadım. Duru'nun kolumda gezinen elinden kaçtım.

"Senin yüzünden!" dedim sözde baygınlık geçiren anneme doğru koşarken. "Sen öldürdün babamı!"

Annem bana kısık gözlerle baktı. Bedenini arkaya doğru bıraktı. İyi bir oyuncuydu.

Babamın mezarının başında, benimle ilgili kötü fısıltılar yükseldi bu defa havaya. Benim duyduğumu bildiler ancak durmadılar ve devam ettiler. İnsanlar içlerindeki şeytanla el sıkıştılar ve ben ölen babama yandım. Bari babamın toprağına göz dikmeselerdi. Bari babam, rahat uyusaydı.

"Afra," dedi koluma giren Duru. "Sakin ol, ne olursun!" Yanaklarıma boca oldu onca yaş. Artık yılmıştım.

"Annesinin ne halde olduğunu görmüyor mu? Saygısız!" Ben ne olacaktım? Ben babamı kaybetmiştim, ben ne olacaktım? Arkamdan konuşan ve sesinin duyulduğunu bilen kadına döndüm. Ona yönelmemi beklemiyordu çünkü ben hep susardım. Saygı, onların anlayışına göre susmaktı. Ancak benim anlayışına göre saygı karşı taraf saygı duyduğu sürece vardı.

"Ne dediniz?" dedim tükürür gibi. "Sizsiniz saygısız! Babamın mezarının başında duramazsınız!" Üstlerine doğru yürüdüm. Birkaç adım geri çekildiler.

Babam öldükten sonra, sesimi çıkartmamın ne faydası vardı?

Öyle bir ikilemdi ki yaşadıklarım, babam yaşıyorken sesimi çıkarsam ölürdü. Şimdi ölmüştü ve ben sesimi çıkarıyordum ancak bunun kimseye bir faydası yoktu.

"Saygısız!" dedi bir kez daha kadın keskin bir sesle. Bu defa onu umursamadım. Bu defa hiçbirini umursamadım.

Adım adım yaklaştım derin çukura. Bir cehennem çukuru gibiydi yaşayanlar için mezar. Karanlıktı, soğuktu ve korkunçtu. Mezar, yalnızlık demekti. Sessizliğin ızdırabı, kimsesizliğin yalnızlığı.

Yanaklarım ıslandı ama babam duymadı yine beni. O gitti, bir daha da dönmedi. Bedenini çoktan o çukura yerleştirmişler, tahtalarla onu hapsetmişlerdi. Görmedim, göremedim.

Gömdüler benim babamı. Üzerine tonla toprak attılar. Her toprakla buluştuğunda daha da gömüldü, daha da kayboldu bedeni. Tahtalar, görünmez olana kadar toprak attılar üzerine.

Dua ettiler. Ellerimi açtılar. Haklarını helâl ettiklerini haykırdılar sanki hakları varmış gibi. Ben onlara hakkımı helal etmedim. Eminim babam da etmemişti.

Yavaş yavaş dağıldılar. Annem uzun süre ağladı. Bekledi babamın başında ama en sonunda o da uzaklaştı.

"Git!" Sözlerim Duru'yaydı. Gözlerimi zor açtım. Şişmişlerdi ve ben, kesinlikle zor ayaktaydım. Duraksadı Duru. Yanımdan ayrılmak istemedi ama öyle bir bakış attım ki ona, anladı beni. Kafasıyla onayladı. Mezarlığın çıkışına doğru adımladı. Beni bekleyeceğini biliyordum.

Babama yaklaştım. Toprağını avuçladım. Elim çamur oldu. Daha çok ağladım. Gözyaşlarım, toprağını ıslattı. Toprağı beni yatıştırdı. Yüzümdeki tüm duygular son bulana kadar ağladım.

İnsan buz gibi bir ifadeyle, kendine işkence eden düşüncelerle de yaşayabilirdi. İnsan, kimsesiz kalana kadar yaşayabilirdi. İnsan en çok yalnızlıktan korkardı ama yalnız kalmak için çırpınırdı. Belki de bu yüzden bilim, insan beyninin gereğinden fazla karmaşık olduğunu savunurdu. Yaşamaktan korktuğumuz bir şeyi arzulamak, şımarıklığımızdan da olabilirdi pek tabi.

Toprağını sevdim babamın.

İki kişilik yalnızlık, yalnıca o iki kişiden biri ölü olduğunda mümkündü. Biz babamla hep yalnızdık. Biz babamla iki kişilik yalnızlığı asıl şimdi paylaşıyorduk.

Ayağa kalktım. Kafamdaki şalı çıkarttım. Gözlerim topraktayken, geriye doğru adımladım.

"Geleceğim baba." dedim buruk bir gülümsemeyle. "Söz, bir gün yanına geleceğim!"

Babamın mezarına arkamı döndüm. Omzumun üzerinden son kez baktım ona. Burnumu çektim. Karşıma bakamadım. Gözüm hep arkadaydı ancak en sonunda kendimde gitmek için güç topladım.

Mezarlıktan, dişlerimi sıkarak çıktım.

Loading...
0%