@elfhikayelerii
|
İnsan, boğazına bir ölüm takıldığında derin nefesleri dolduramıyormuş içine. Ölüm nefes kesiciymiş. Tıpkı bir ağrı kesicinin ağrıyı kestiği gibi, nefeslerinizi kesermiş. Elleriniz titrermiş. Ölen kişinin boşluğu, içinizdeki boşlukla yarışırmış. Dün giydiği hırkayı, ölmeden saatler önce yediği ve yarım kalan yemeği, su içtiği bardağı görür, siz baktıkça daha çok bıçaklarmış kalbinizi. Hepsi kimsesiz kalmış gibi sahiplerini beklermiş ama ölü çıkan bir daha canlı girmezmiş evine. Daha önce kendimi hiç bu kadar yalnız, hiç bu kadar dışlanmış hissetmemiştim. Sanki tüm dünya birlik olmuş, tüm evren bana karşı durmuştu ve beni yalnızlığım öldürüyordu. Şimdi aynanın karşısına geçsem, baksam kendime bir hiç görürdüm. Ölü ama hâlâ nefes alan bir et yığını. Bileklerime kadar çektiğim acıyla bütünleşmiştim. Nefes alsam da almasam da ölücekmişim gibiydi. Ölmüşüm gibiydi. Bir boşluk vardı. Arada kalbim ağrıyordu. Tıpkı karnım gibi. Kahır çekiyordum. Bu yük fazla ağırdı ve unufak oluyordum altında. Kalkmak istiyordum, yapamıyordum. Bacaklarımı kesmişlerdi sanki. İlk defa felçli babamın nasıl hissettiğini anlıyordum. Ölü gibi, ölü değil gibi. Arafta gibi. Mezarlıktan çıkar çıkmaz, aklıma gelen ilk şey, nereye gideceğim olmuştu. Dünya'da bana ait bir yer yoktu. Bir evim yoktu. Ben her zaman bir misafirdim. Düşündükçe daha kötü oluyordum. Babamın ölü bedeni geliyordu gözümün önüne. Ben daha önce hiçbir zaman onu bu kadar hareketsiz görmemiştim. Benim babam felçti ama daha önce hiç bu kadar hareketsiz gelmemişti gözüme. Çünkü artık nefes aldığı için inip kalkan bir göğsü yoktu. Çok zordu. O kadar zordu ki acıdan gözyaşım bile akmıyordu. Damarımdaki kan ilerleyemiyordu. Beynim çalışmıyordu. Kalbim atmıyordu... Mezarlıktan ayrılmıştım. Babamın kaldığı eve gitmiş, koltuğa resmen yığılmıştım. Saatlerce aynı pozisyonda oturuyor ve sanki babamı asıl şimdi uğurluyordum. İşaret parmağımla desteklediğim kafam arada bilinçsizce düşüyor, bilincim geri geldiğinde de kendimde olmadığımı anlıyordum. Artık yaşamıyor sayılırdım. Babam benim ailemdi. İnsan ailesi ölünce hep biraz eksilirdi. Ben eksilmemiştim. Ben tamamen bitmiştim. Çünkü benim tek ailem babamdı. Babamdan ayrıldığımdan, toprağını avuçladığımdan, son gözyaşlarımı toprağına damlattığımdan beri hiç ağlamamıştım. Gözlerim arada doluyordu ancak ben, yandıkları için dolduklarına kendimi inandırmış, akmalarına asla müsaade etmiyordum. Odayı süzdüm. Etraf dağınık sayılmazdı. Az önce, babama bakmakla görevli hemşirenin yarım saatlik baş sağlığı konuşmasını sabırla dinlemiş, gitmesini beklemiştim. O giderken, ayıp olup olmadığını umursamadan yerimden dahi kalkmamış, gereksiz göz temasından da kaçınmıştım. Söylediklerine tek bir kez cevap vermiştim ve verdiğim cevap "Dostlar sağ olsun!" demekten öteye geçmemişti. Baş sağlığı dileyen yakınlara ne denirdi bilmiyordum. İlk defa bir yakınım ölüyordu. Küçükken babamla katıldığım bir cenazede böyle söylendiğini duymuştum. Bana çok uzak olan bir cümleydi ve ilk defa söylediğimden olsa gerek garipsemiştim. Ağzıma yakışmadığını ben bile hissetmiştim. Kadın gitti, dışarıda ölüme saygı da bitti. Gündemin babamın ölümüyle çalkalandığını biliyordum. Bunu umursamamıştım. Gözlerim desenli halıdan ayrıldı. Sanki şok geçiriyor gibiydim. Babamın kendine ait bir boşluğu vardı. Herkesin kendine ait bir kokusu olması gibiydi. O gittiğinde, boşluğu baş göstermişti. Ölüm ve yaşam bana hep uçarı sözcükler gibi görünmüştü. Birileri geliyordu. Birileri gidiyordu. Bir yolculuk vardı önümüzde ve biz yolculuğun sonu yokmuş gibi yaşıyorduk. Sağlığımızın kıymetini bilmiyorduk. Tuhaftı. İnsanlar ve düşünceleri, hayat ve sınavları çok tuhaftı. Üzerine saatlerce konuşabilirdim. Ama konuşacak kimsem yoktu artık. Derin bir nefes doldurdum içime. Gözüm, babamın hareketsiz bir şekilde yıllarca yattığı yatağa kaydı. Sonra metal serum çubuğuna baktım. Bir hastane odası gibi görünen bu oda, babamın ömrünün neredeyse yarısını geçirdiği odaydı. Zihnimde, az önce kadının üzülüp üzülmeyeceğimi umursamadan anlattıkları dolandı. "Çok sakin bir adamdı." demişti. Sakin olmasa bile sakinliğe mahkum edilmişti benim babam. "Konuşmazdı pek fazla ama gözleri her şeyi anlatırdı." Babam konuşmakta zorlanırdı. "Çok hareketsiz kaldı yıllarca. Bir görseydin kızım sırtını, yara bere içindeydi. Doktor da öyle dedi zaten. Bir yandan kanser, bir yandan felç, kalbi kaldıramamış işte. Kalbini çalıştırmışlar çalıştırmasına ama dayanamamış. Senin gelmeni beklemiş sanki. Ne kadar acı çekmiştir." Kadın tüm bunları anlatırken, ben sadece yatağı izlemiştim. Babamı öldüren yatağa bakmıştım ve ağlayamamıştım. Kadın ise sanki ölümünü anlattığı kişi benim babam değilmiş gibi düşüncesizce babamın ne kadar acı çektiğinden bahsetmiş, beni içinden çıkılması zor düşüncelerin arasına gömmüştü. Şimdi ise odada yalnızdım. Bir başıma, babamın yokluğuna sarılıyor, yokluğuna bile özlem duyuyordum. Koltuğun kolçaklarından destek alarak doğruldum. Ayakta kalmak için üstün bir çaba harcadım. Saatlerdir ağladığımdan başım ağrıyordu. Yediğim serum beni kendime getirmişti. Ancak hâlâ halsizdim. Yürüdüm. Babamın yatağına oturdum. Yastığını, saçlarını severmiş gibi sevdim. Ağlamak istedim ama ağlayamadım yine. Gözlerim bile dolmadı. Sanki taşlaşmışlardı. Biri olsaydı yanımda, yalnız hissetmediğim biri, ona sarılıp ağlamak isterdim. Sarılıp ağlamasam da olurdu sadece biri olsaydı babamın boşluğunu bile hissettirmeyecek. Beni hiç yalnız bırakmayacak biri. Aslında olabilirdi. Ama ben fazla katıydım sanırım. Duru yanımda olmak isterdi. Peşimden de gelmişti mezarlıktayken ama ondan kaçtım. Ben şımarık bir kızdım bazen. Yalnız kalmak isterken yalnız kalmak istemiyordum. Var olanla yetinemiyordum sanırım. Yalnız olmak istedim yine. Yalnız kaldığımda da zihnimden korktum. Dizlerimi çektim kendime. Kimseye sarılamadım belki ama kendime sarıldım. Kimse yoktu ama kendim vardım. Çok yalnızdım. Babamla bile çok yalnızdım artık. Babamın yanında bile çok yalnızdım. Saatlerce oturdum o soğuk ve boş yatakta. Babam ısıtırdı bu yatağı eğer olsaydı ama çoktan kaybetmişti yatak sıcaklığını. Düne rağmen daha yumuşak bir hava vardı ama ben sanki bir kış günündeymişiz gibi üşüyordum. Dün yağmur yağıyordu ve ben ağlıyordum. Bugün gözyaşlarım taşlaşmıştı ve yağmur yağmıyordu. Bomboş hissettim kendimi. Sanki derim vardı sadece. Ne kemiğim ne de etim kalmıştı. İnsan hep kendinden çok başkalarını düşününce ve düşündükleri gidince, ilk defa kendini düşünmeden önce, bomboş hissediyordu. Bunu daha yeni anlıyordum. Kendim için yapmak istediğim neler vardı bu hayatta? Çıktım o yataktan. Bedenimle neredeyse bütünleşen ayaklarım bir müddet tutmadı ama ufak adımlarım eşliğinde kendilerine geldiler. Geniş salon, dar koridor, büyük mutfak... Bu ev artık kimsesizdi. Ne uğrayacak bir hemşiresi ne de onunla sessiz kalacak bir hastası vardı. Çıktım evden. Nefesim daraldı evde. Boğazımı sıktılar. Nereye gideceğimi bilemedim. Duraksız kalan bir otobüs gibiydim. Bir evim yoktu. Bir ailem yoktu. Babam yalnız kalmak istemezdi şimdi. Saatler önce ayrıldığım mezarlığa, yine gittim. Hava çoktan kararmış hatta vakit geç bile olmuştu. Zaman kavramını yitireli de çok olmuştu zaten. Mezarlığa girdim. Babamın mezarı fazla ileride değildi neyse ki. Ben gece vakti mezarlığa gitmekten korkardım eskiden. Şimdi o mezarlıkta babam vardı ve ben babamın olduğunu herhangi bir yerden korkmazdım. Başıma bir şey gelse koruyamazdı belki ama ben onun mezarının başında ölsem, korkmazdım. Ayağıma bir defa bulaşmıştı toprak. Beni almadan da durmazdı. Oturdum toprağa. Henüz bir mezar taşı yapılmamıştı. Annem en kısa sürede halledeceğini söylemişti bir ara yanındaki arkadaşına. Yine ağlamak istedim hatta gözlerim bile doldu ama ağlayamadım. Başım sabaha göre çok daha fazla ağrıyordu. Başım ağrıdığı için bile pes edebilirdim şu an. Toprağını avuçladım. Göğsüne yatarmış gibi, yanağımı dayadım toprağa. Kokladım, kokladım. Babam gibi kokmuyordu toprak. Babamın kokusunu da alacaktı benden. Onu da kendi gibi kokutacaktı. Benim ondan başka gidecek yerim yoktu ki. Mezarı artık yuvamdı. Düşündükçe daha kötü oluyordum. Ama her saniye, beynimde dönüp duruyordu o ses. Senin baban öldü, diye haykırıyordu ve ben buna artık katlanamıyordum. "Baba," dedim yutkunarak. "Çok özledim seni. Beni de al yanına!" Konuşmadı babam. Konuşmak istemiyordu belli ki. Toprağını sevdim. Diğerlerinin sahte gözyaşlarıyla ıslanan toprağı, ellerimle temizledim. Üzerindeki iri taşları ayıkladım. "Baba," dedim yeniden. Sesim ağlamaklı çıktı ama ağlayamadım. "Ben yine çok yalnızım. Ne yapacağım?" Babam yine konuşmadı benimle. Küsmüş müydü? Ölürken yanında değilim diye, kızgın mıydı bana? Kabul etmek istemedim. Bir çocuk gibi kaçmak, onun ölümüyle yüzleşmekten kaçınmak istedim. "Üşürsün sen böyle." dedim doğrularak. Ayağa kalktım, üzerimdeki hırkayı çıkarttım. Babamın mezarına bir gül yerine, hırkamı bıraktım. Üşürdü benim babam. Çok zayıftı bünyesi. Çabuk soğuk alırdı ve çabuk hastalanırdı. Uzun süre de geçmezdi hastalığı. Derin bir nefes alıp hırkama yasladım başımı bu defa. Hırkanın altından toprağını sevdim. Saçlarını okşarmış gibi, toprağını okşadım. Gözlerimi kapattım. Uyumak istedim babamla ama sabaha kadar bir kez bile dalamadım. Birkaç defa bekçi geçti yanımdan. Yasak dedi, geceyi mezarda geçirme git evine dedi ama ben babamın başından ayrılmadım. Pes etti bekçi. Sanki o benim babamı koruyabilecekti ben olmasam. Yavaş yavaş aydınlandı ortalık ama ben babamın yanından ayrılmadım. Sadece yattım. Etrafıma uzun süredir bakınmıyordum ancak uzaktan, çok uzaklardan sesler geliyordu. Birileri yakınlarını ziyaret ediyor, kimsesiz mezarlar yalnız olduklarına yanıyorlardı. Adım sesleri duydum yakınımda. İlk başta, diğer mezarlara ziyarete geldiler sandım ancak duyduğum adım sesleri yanımda son buldu. Babamın toprağına, bir gölge düştü. Kaşlarımı çatıp yavaşça kaldırdım başımı. Kimdi bu? Güneş yüzünden kim olduğunu anlayamıyordum ancak uçuşan saçlarından, bir kadın olduğuna emin olmuştum. Gözlerimi kıstım ancak yine de hiçbir şey göremedim. Üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Altında ise açık pembe, uzun bir etek. Eteği, hafif esinti yüzünden uçuşuyordu ve kadın başımda dikilmeye devam ediyordu. Elimi gözlerime siper ettim. Birkaç saniye sonra kadın daha fazla yaklaşmak adına ufak adımlar attı. Dizlerini büktü ve oturduğum toprağa tıpkı benim gibi oturdu. Ancak o zaman görebildim yüzünü. Dudakları hafifçe kıvrılmıştı. Benden yaşça büyük olduğuna emin olduğum kadın babamın toprağına çakılmış tahta parçasına baktı. Dizlerinin üzerindeki elini toprağa koydu ve gözlerini kapattı. "Kimsiniz?" dedim kendimi zorlayarak. Ancak sesimin bir fısıltı halinde çıkmasını önleyememiştim. Gözlerim kadını süzüyordu. Ancak o sadece babamın toprağına bakıyordu. Yüzünde yer yer kırışıklıklar vardı. Fazla yaşlı olmamakla birlikte, annemle aynı yaşlarda olduğuna emin oldum. "Onu tanıyor musunuz?" Kadının kafası yavaşça bana döndü. Göz göze geldiğimizde içimden bir ürperti geçti ancak bu uzun sürmedi. Kaşlarımı çatıp yüzüne bakmaya devam ettim. Hiçbir şey söylemedi. Kadında, beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Huzursuz hisseden bedenime anlam veremedim. Bunun nedeni hastalık olabilirdi. Ancak buraya gelene kadar gayet iyiydim. "Neyin olurdu?" dedi kadın. Uzun zamandır konuşmadığını, kısık ve pürüzlü sesinden anladım. Gözlerini kıstı. Muhtemelen şiş ve kızarık olan gözlerime dakikalarca baktı. Duraksadım. Cevap verip vermeme arasında gidip gelsem de, artık kaybedecek bir şeyimin olmadığını fark etmem uzun sürmedi. Bu kadın bana daha kötü ne yapabilirdi ki? "Babam." dedim sadece burnumu çekerek. Başım, oturmama rağmen dönüyordu ve baş ağrım mideme yaramamıştı. Midem bulanıyordu. Günlerdir bir şey yemediğimden, pek zorlanmıyordum. İki gecedir uykusuzdum. Bundan sonra da uyuyabileceğimi sanmıyordum. Kafasını yeniden toprağa çevirdi ve gözlerini babama dikti. "Ben de," dedi. Duraksadı derin bir nefes verdi ve devam etmek için dudaklarını araladı. Bakımlı dudakları titriyordu. Gözlerini kıstı. Sesinin titrediğine bizzat şahit oldum. "Ben de uzun süre önce oğlumu kaybettim." Dudakları, buruk bir gülümsemeye ev sahipliği yapıyordu. Saçlarıma baktı. Çamurlu elleri saçlarıma ulaştı. Babam saçlarımı sevdi. Dudaklarımı araladım ama hiçbir şey söyleyemedim. Onun da acısı vardı. Beni anlıyordu belki de. Kendimi anlatmak yerine söylediklerine kulak vermeyi seçtim. "Ağla kızım, ağla. İçine atarsan daha kötü olursun. Ölen unutulmaz belki ama acısı unutulur zamanla. Geçecek." Birinin yanıma gelip geçecek demesine ihtiyacım olduğunu daha yeni anlıyordum. Bazı şeylere yemeğe veya suya duyduğumuz ihtiyaçtan çok daha fazla ihtiyaç duyardık. Benim ihtiyacım da bu sözcüktü belli ki. Geldiğinden beri sessizliğini koruyan bu gizemli kadının birden uzun bir konuşma yapması beni şaşırttı. Ağlayamadığımı fark etmesi de öyle. Aldırış etmedim. Belki de onun yürüdüğü yoldan yürüyordum şimdi. Sevdiklerimizi kaybetmiştik. Geçecek, diyorsa elbet geçerdi bir gün. Dediği gibi ölen unutulmazdı ama acısı unutulurdu. Umarım öyle olurdu. "Geçecek." dedim kafamı sallayarak. Kadın ne gördü suratımda da böylesine acıyarak baktı bilmiyordum ama bana sarıldı. Sıcak kolları vardı. Nefesleri düzensiz ve kesik kesikti. Nefes alıyordu en azından. Babam gibi nefessiz kalmamıştı. Oldukça yavaş hareket ediyordu. Ağır çekimdeymiş gibi. Yorgun da görünüyordu aynı zamanda. Hasta olabilirdi. "Ağlayamıyorum ki ben." dedim Burnumu çekerek. Gözlerim doldu. Aksın istedim yaşlar ama akmadı bana inat. Bir insanın gözyaşları bile ona düşman olur muydu? Neden ona böyle bir cümle kurduğumu ben bile bilmiyordum. Sanırım yalnız kalmak ilk defa yaramamıştı. "Çok istedim ağlamak. Zorladım kendimi ama taşlaşmış sanki gözyaşlarım. Ağlayamıyorum ben." Kadın sırtımı sıvazladı. "Geçecek Afra, geçecek." Hiç tanımıyordu sarıldığım teyze beni. Ben de tanımıyordum ama ikimizinde canından büyük kayıpları vardı. Canımdan büyüktü benim kayıplarım. Belli ki o da nefes alamıyordu benim gibi ama geçmişti onunki. Sahiden, geçecek miydi? İnancım yoktu geçeceğine dair. Ama yine de, geçecek dedim içimden. Bugünler de geçecek. Ancak bir şey oldu ve kaşlarım kendiliğinden çatıldı. Kadın ile ayrıldık. Yanağımı sevdi ve buruk gülümsemesi daha da yayıldı yüzüne. Yorgunluktan kısık bakan gözlerine kadar uğradı. "İsmimi nereden biliyorsunuz?" Buruk gülümsemesi büyüdü. Elini yeniden omzumdaki saçlarıma götürdü. "Sen söyledin. Hatırlamıyor musun?" Hatırlamıyordum. İsmimi ona söylemiş miydim cidden? Belki de unutmuştum. Kafamı ciddi anlamda toparlayamıyordum. Kime güvenip bu kadar dağılmıştım? Kendime geldim. Ona karşılık gülümsemek istedim ama başaramadım. "Teşekkür ederim." diyebildim sadece. Kadının gözleri kısıldı. Kafasını sağa doğru yatırdı ve elini yeniden babamın toprağına koydu. "Hissediyor musun, Afra?" dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. Kaşlarımı çatıp ne yaptığını anlamaya çalıştım ancak başaramadım. "Hissetmeni sağlayacağım." Her şey bir anda oldu. Güneş yavaş yavaş kayboldu. Yerini yağmur bulutları aldı ve ben tüm bunlar olurken gözlerimi, kadının gözlerinden çekmedim. Kafamı kaldırdım. Gökyüzüne baktım. Tam alnıma damlayan yağmur damlasıyla, gözlerimi kırpıştırdım. Neler oluyordu? Alnımı elimle silip yeniden kadına döndüm. Ne hissediyordu da benim de hissetmemi sağlayacaktı? Dudaklarını araladı. Anlayamadığım şeyler söyledi. Sesi boğuk çıktı. Sonra bazı kelimeler duydum. Kaşlarım daha da çatıldı. Sözleri beynimde yankılandı ve kadın gittikçe silikleşti. Ne olduğunu anlayamıyordum ancak bilincimi yitiriyormuş gibi hissediyordum. Beynim patlayacak gibiydi. Zihnimde nereye ulaşacağı belli olmayan sorular, amansızca dolaşıyordu ve ben kadını dinliyordum. Başıma keskin bir ağrı girdi. Elimle babamdan destek aldım. Elim çamur oldu. Diğer elim kafama gittiğinde, gözlerimi sıkıca yumdum. Çamur olan elimi tuttu. Yüzü, ifadesiz bir hâl aldı ve tuttuğu avucuma bir fotoğraf sıkıştırdı. Bileğimi sıktı. Neden yapıyordu bunu bilmiyordu ancak bileğimin acısıyla ağzımdan boğuk bir inleme kaçtı. Fotoğrafa baktım. Babam vardı. Neler oluyordu böyle? Beni acıdan inleten baş ağrımın üstesinden gelebilsem, kadına sorularımı sorabilirdim ancak tek yaptığım şey dişlerimi sıkmak ve bakışlarımı kadın ile fotoğraf arasında getirip götürmekti. "Toparlan ve yolumdan yürü!" Kadın en son bunları söyledi. Sesi beynimde yankılandı. Her bir kelimesi, çıkarttığı her bir harf bana acı çektiriyordu sanki. Ses dalgaları beynimi paramparça ediyor, beni yoruyordu. Gözlerimi açtım. Sımsıkı yumduğum gözlerimi açtığım an tekrar kapattım. Başımda keskin bir acı vardı. Nerede olduğumu bilmiyordum. O kadın kimdi onu da bilmiyordum. İnip kalkan göğsümü zapt edemiyorum ve böyle giderse, kalp krizi geçirip ölecektim. Yumduğum gözlerimi bir kez daha açtım. Elim saçlarımda gezindi. Bu baş ağrısı beni öldürüyordu. Saç diplerime kadar terlemiştim. Nefeslerim bir türlü düzene girmiyordu. Panik atak krizinde gibiydim. Gözlerimi ovaladım. Etrafıma bakınmak için doğruldum ancak nerede olduğumu anlamam, beni daha da büyük bir bilinmezliğe itti. Babamın soğuk yatağını, ben ısıtıyorum. Elime sıkıştırılmış bir kağıt parçası buldum. Kaşlarım anında çatıldı ve başıma kesin bir ağrı daha saplandı. Sanki, saatlerce radyasyon dolu bir odada kalmış gibi başım ağrıyordu ve bundan nefret ediyordum. Bileğime baktım. Bir kağıt kesiği gibi sızlayan bileğimin tam üstünde, ufak bir kızarıklıktan başka bir şey yoktu. Gözlerim elimdeki buruşmuş fotoğrafa kaydığında, büyüdüler. Az önce kadının elime tutuşturduğu fotoğraftı bu. Etrafıma bakındım. Babamın odasındaydım. Evden çıktığıma emindim. Ne yani, uyumuş muydum? İyi ama elimdeki bu fotoğraf da neyin nesiydi? Rüya mı görmüştüm, yoksa bu gerçekten yaşanmış mıydı? Elimi saçlarıma daldırıp inip kalkan göğsümü düzene sokmaya çalıştım. Delirmiş olmalıydım. Karışan kafam bana rahat vermiyordu ve aynı zamanda başıma giren keskin ağrılar bana resmen işkence çektiriyordu. Kucağımdaki fotoğrafa bakmaya devam ettim. Sonra etrafıma baktım. Üzerimde bir örtü vardı. Uyuyakalmam anlaşılır olabilirdi. Tabi üzerim örtülmüş ve elime, rüyamda gördüğüm fotoğraf karesi sıkıştırılmış olmasaydı. Elimi saçlarımdan ayırdım ve tekrar fotoğrafı elime aldım. Arkasını çevirmeden önce, ellerimin titrediğinden haberim yoktu. Yazılan cümleler, güzel bir el yazısıyla kaleme alınmıştı. Elim, gözlerimle birlikte satırlarda dolaştı. Az önceki kadın ile göz göze geldik zihnimde. Delirmiş olmam, daha iyi bir seçenekti şu an. Evet, tamamen delirmiştim. ***** Adım attıkça, sanki başım daha da ağırlaşıyordu. Mezarlıktaki manyak kadın bana ne yapmıştı hiçbir fikrim yoktu ancak düşünmemek, beni daha iyi hissettiriyordu. Nereye gittiğimi bilmiyordum. O evden, korku içinde çıkmış ve uzun süre kimden kaçtığımı bilmeden koşmuştum. Nefeslerim düzensizdi ve ben ağlamak üzereydim. Ağlayamıyordum. Bu beni delirtiyordu. Düşünmek istemememe rağmen, düşündüm. Yine ihtimalleri düşündüm. Kendimi bir kez daha o yüksek binada buldum ve tüm katlar üzerime yıkıldı. Ben yine en altta kaldım. Anlık bir karar verdim. Sonuna kadar her şeyi düşünürdüm önemli bir karar verirken ancak işin ucunda ölümüm olsa bile, artık bu yolu yürüyecektim. Yoldan kaçış yoktu ve ben, artık bu yolun sonundaki uçurumu ezberlemiştim. Mezarlıktaki kadın, yolumdan yürü demişti. Benim yolum ile onun yolu aynıydı belli ki. Ne yaşanmıştı bilmiyordum. Ancak fotoğrafta babam hayattaydı ve daha da önemlisi, ayaktaydı. Sağlıklı görünüyordu, gülümsüyordu. Uzun süredir hastaydı ve eğer önceden çekilmiş bir fotoğrafı olsa, bilirdim. Babam hastalandığında genç sayılırdı. Fotoğrafta ise kesinlikle yaşlı görünüyordu. Babam ölmüş müydü? Ben babamın ölüsünü görmüştüm. Gülen cansız bedenine bakıp saatlerce gözyaşı dökmüştüm. Benim babam ölmüştü. Neler dönüyordu bilmiyordum. Mantıklı bir açıklama için ne yapmam gerektiğini iyi biliyordum ama. Boş sokakların bir amacı oldu. Babamın öldüğü hastaneye çevirdim adımlarımı. Daha hızlı yürüdüm. Yetişmek istediğim bir yer varmış gibi göründüğümü düşündüm dışarıdan. Babama yetişmeliydim. Yürüdükçe başımın ağrısı hafifledi ve bir sızı halini aldı. Neler döndüğünü öğrenecektim. O kadın kimdi, babamı nereden tanıyordu ve en önemlisi, babam gerçekten hayatta mıydı? Delirmiş miydim? Hastaneye girmeden önce, adımlarım yavaşladı. Ne kadar olmuştu şu hastanede çıkalı da, şimdi tekrar giriyordum? Derin bir nefes aldım. İçimi doldurmadı o nefes. Düşünmek istemedim çünkü düşünürsem, cesaretimi yitirirdim. Asansöre bindim. Çatıya çıkmak istedim. Asansör katlarda durdu ama ben sadece inen ve binen kişileri izledim. Hepsi ifadesizdi. Duvarlarda edilen dualar yankılandı. İnsanlar sessizdi. Sadece yakınını kaybedenlerin uğultusu vardı bu hastanede. Benim çığlıklarım vardı. En sonunda çıktım çatı katına. Güneş tepedeydi. Ancak güneşe rağmen esen sert rüzgar, saçlarımı dağıtıyordu ve ben bundan asla şikayetçi değildim. Şu an en son umursadığım şey bile değildi saçlarım. Adımlarımı art arda atmaya devam ettim. Tam kenara çıktım ve oturdum. Yüksek bir binadaydım. Etrafta bulunduğum bina dışında onlarca yüksek bina vardı. Her yer betondu, her yer camdı. Boşlukta salladığım ayaklarıma baktım. Gelecekti ve benimle konuşacaktı. Derin bir nefes verdim. Kısık gözlerimi elimle ovaladım ve kendime gelmeye çalıştım. Yorgun hissediyordum. Sanki ruhum çekilmişti bedenimden. Nefeslerimi içime dolduramıyordum. Resmen acı çekiyordum. Gözlerim, hâlâ ince bir sızıyla kendini belli eden bileğime kaydı. İşaret parmağım, bileğimde gezindi. Kızarıklık biraz daha yayılmıştı. Herhangi bir şeye alerjim yoktu. Eminim bu da, mezarlıktaki kadın yüzünden olmuştu. "Atlayacak mısın?" Beni buldu ve benimle konuşmaya çalıştı. Tahmin ettiğim gibi, peşimden gelmişti. Arkamda duyduğum sesle, onu beklememe rağmen, irkildim ve hızla kafamı sesin geldiği yere doğru çevirdim. Kaşlarım çatıldığında bana ifadesiz gözleriyle bakmaya devam etti. Şaşkınlık, bedenimi esir aldı resmen. Onu beklemiştim, bir ihtimal gelir diye. Şimdi geldiği için o kadar şaşkındım ki. Bu bekleyişin ne kadar umutsuz olduğunu gösteriyordu bu şaşkınlık. Cevap vermedim ve o da sorusunun cevapsız kalmasına aldırmadı zaten. Dudaklarını büzdü ve yanıma kadar geldi. Ellerini arkasında bağladığında onu izlemeyi kestim. "Ne yaptınız Nihat Keskin'e?" Asla merak etmediğim ve laf olsun diye sorduğum soru karşısında gözlerini üzerimde hissettim ama ona bakmadım. Bakamadım. "Öldürmedim." dedi tok bir sesle. Öldürüp öldürmediğini sormamıştım ama o böyle bir cevabı uygun bulmuştu. Sanırım ölmekten de beter etmişti onu. İsabetti. "Arkanızdan tüm kanıtları temizledim." Kafasını salladığını hissettim. Yine ona bakmadım. "Neden buradasın?" Yutkundum. Boğazım acıyordu ve üşüyen ellerimi nereye sokacağım bilmiyordum. "Nasıl buldun beni?" Kucağıma bıraktığım ellerimle oynadım. Dişlerim birbirine vuruyordu. Titrediğimi yeni fark ettim. Ellerim buz gibiydi uzun zamandır ve asla ısıtamıyordum. "Önemi yok." Geçiştirircesine verdiği cevaplara karşı kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. Gözleri kızarmıştı. Uykusuz olduğu, dik durmaya çalışan ama arada düşüp duran omuzlarından anlayabiliyordum pek tabi. Bu defa bana bakmayan oydu. Derin bir nefes aldı. Kafasını sağa doğru yatırıp nesini izlediğini bile anlamadığım manzarayı izlemeye devam etti. "Neden ölmek istiyorsun?" Boğazımı temizledim. Ölmek istediğim doğruydu. Pek çok kez ölmek istemiştim. Ancak kendimi öldürecek kadar korkak değildim. Savaşmak, beni dinç tutuyordu. İlk defa bu kadar yıkılmış, hırpalanmış hissediyordum. Savaşmamın en büyük sebebini kaybetmiştim. Zaafımı kaybetmiştim. Kaybettiğim zaafları yüzünden, yönümü de kaybetmiştim. Aklımı da, hislerimi de... Ne çok şey kaybetmiştim böyle! Cevap vermediğimden olsa gerek, sorularına devam etti. "Seni bu hâle getiren nedir?" Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ona cevap veremezdim. Bilmesini istemediğimden değildi. Dile getirirsem daha fazla acı çekeceğimi düşündüğümden. Kabullenmek beni kahrederdi. "Cehennemi mi seçtin, Araf?" Kelime oyunları beni düşündürüyordu. Araf, cennet ve cehennem arasında olduğuna inanılan yer demekti ve o, arafın cehennemi seçtiğini dile getiriyordu. "Hayır," Kafamı salladım. Acı dolu bir gülümseyişi tutsak ettim dudaklarımda. Gülümsemek bile haramdı bana. Kuruyan dudaklarımın acıdığını hissettim. Gülümsemek için gereken tüm kaslarım ağrıdı. "Cehennem beni seçti." Onunla böyle konuşmayı sevdiğimi fark ettim. Onunla kelime oyunları yapmak keyif veriyordu. O da bundan keyif alıyormuş gibi görünüyordu. İlk defa, sözcükleri tam anlamıyla kullandığım için beni yargılamayan bir insanla karşılaşıyordum. Genellikle kimseyle duygusal anlamda konuşmazdım. Babam dışında tabi. Onun yanında hissettiklerimi dile getirmek, beni germiyordu. O beni anlıyormuş gibi hissediyordum. Tıpkı babamın da beni anladığı gibi. "Cehennem seni seçemez. Ben seni seçmedim." Kaşlarımı kaldırıp ona baktım. Kafasını bana çevirdi ve gözlerimin içinde sabitledi bakışlarını. Sözleri beni hayrete düşürdü. Kendine cehennem demişti. "Sen cehennemi seçersen, beni seçmiş sayılırsın." "Cehennem, sen misin?" Normalde bu soruyu hafif bir alayla sorardım. Ancak gülümsemek için bile aşırı yorgundum. Az önce zorladığım dudaklarım, artık konuşmak için bile zor hareket ediyorlardı. Gözleri gözlerimi buldu. İfadesiz yüzünü inceledim. Kaşları hep çatıktı. İnanılması güç bir güzelliği vardı. Rüzgar yüzünden uçuşan gür saçları, gözlerinin altına gölge düşüren kirpikleri, dudakları, çene kemiği... Gözleri de çok güzeldi. Ancak bakışları güzelliğine tezat bir şekilde insanı geriyordu. İfadesiz olsalar bile. Dudaklarımı tekrar birbirine bastırıp gözlerimi kaçırdım. Beni korkutuyordu. Bakışları bir psikopat bakışı gibiydi. Bıraksalar elinde falan kalırdım. "Ben çok insana cehennem oldum, Araf." Sesi buz gibiydi. Şimdi bu rüzgarlı, serin havadan değil de onun buz gibi sesinden titreyebilirdim. Cehennem, kendini Araf'a anlattı. "Babam öldü benim." Dudaklarım yandı. Sandığımdan daha çok acıttı. Yüzüm buruştu ve bedenim, acıyla kasıldı. Ama dimdik durdum oturduğum yerde. Sanki iki büklüm olsam, öldüm sayılırdı. "Nihat Keskin'i kaçırdığınız gün öldü." Bir şeyler söylemesini istedim. Bekledim ama hiçbir şey söylemedi. Beni teselli etmesine ihtiyacım yoktu. Ama istedim. Tıpkı mezarlıktaki teyze gibi, geçecek demesini istedim. Karan'ın bana yalan söylemesine ihtiyacım vardı. Sessiz kaldı. Göz göze geldik. Ancak o zaman araladı dudaklarını. "Biliyorum." dedi sadece. Bilmesine şaşırmadım. Zira bildiğini biliyordum. "Ben de öldüm." dedim bu defa, yine üsteleyerek. Gözlerini gözlerimden ayırmadan, "Biliyorum." dedi yine. "Tekrar öleceğim." dedim. Sesimde bir ısrar vardı. O kabul edene, bir şeyler söyleyip beni iyi etmeye çalışana kadar buna devam etmekte kararlıydım. Sadece gözlerime baktı ama hiçbir şey söylemedi. Sessizlik yemini etmiş gibi beni izledi. Her ne dönüyorsa, karşımdaki adam bir anahtar niteliği taşıyordu. Pes ettim. Beni sinirlendiriyordu. Bana güzel şeyler söylemek yerine sessiz kalıyordu ve bu beni deli ediyordu. "Benim doğum günümdü üç ay önce. 19 Şubat'ta. O kadın yüzünden babama verdiğim sözü bile tutamadım. Gülümseyemedim pastamın mumlarını üflerken. Ben babama borçlu öleceğim." İçimde biriktirdiğim her şeyi ortalığa dökmek istiyordum. Tüm bu Dünya yok olsun istiyordum. Bağırıyordum boşluğa. Sanki annem beni duyacaktı. Sanki babam beni görecek ve sorun olmadığını söyleyecekti. O kadar dolmuştum ki artık, yalnız ölme fikri beni korkutuyordu. Şimdi ölmeyecektim belki ama öleceğim zaman, bu gidişle yalnız olacaktım. Yanımda Karan varken, ona anlatacak ve ölmeden önce en azından birinin beni anlamasını sağlayacaktım. Arkamdan bir günlük yası Duru değil de, Karan tutabilirdi. Kafamı ona çevirdim. Yüzü yine ifadesizdi. Düşünüyordum da, sanırım o arkamdan değil yas tutmak, bir dua bile okumazdı. Sadece birbirimizin ismini biliyorduk ve o, öylesine bir kız için yas tutacak bir adam değildi. Eli arka cebine doğru uzandı. Burnumu çektim ve merakla baktım yaptığı işe. Eline bir çakmak aldı. Çakmağı yaktı. "Doğum günün kutlu olsun." dedi pürüzlü bir sesle. Yine mi yorgundu? "Sana sonra pasta alırım." Kaşlarımı çattım. Rüzgar yüzünden sürekli sönen çakmağı, ısrarla tekrar tekrar yaktı ve elini ateşe siper etti. Sonrası yoktu artık benim için. Bunu ona söylemedim. Oturduğum uçurum kenarından önce ayaklarımı uzaklaştırdım. Sonra tüm bedenimi, güvenli bölgeye bıraktım. Gözlerimi çakmaktan ayırmadım. Ayıramadım. "Üfle artık." Birkaç adımda yanındaydım. Gözlerine baktım önce. Sonra elindeki çakmağa baktım. Ne hissettiğimi bilmiyordum. Belki de hissetmiyordum. Ağlayamıyordum bile. Çaresiz kalmış gibi kıvranıyordum. Tıpkı kanser hastası olmak gibiydi. Acı çekmek yerine, ölmeyi yeğlerdim. Gülümsedim. Gözlerim doluydu ama ben gülümsedim ve o çakmağa doğru eğilip hafifçe üfledim. Doğrulurken göz göze geldik yeniden. Ben hâlâ gülümsüyordum. Babam öyle söylemişti çünkü. "Bana dileğini söyle. Gerçekleştireceğim." dedi sakince. Yüzünden en ufak bir ifade okuyamıyordum. O kadar kaskatıydı, o kadar buz gibiydi ki karşısında delirebilirdim. Eminim ben delirirken de ifadesiz kalabilirdi. Çakmağı diğer eline aldı. Arka cebinden bu defa, bir sigara paketi çıkarttı. Az önce bana doğum günü mumu olan çakmakla, sigarasını yaktı. Normal bir konuşma yapıyormuşuz gibi yüzümü inceledi. Dileğimi söylememi istedi. Dilek dilememiştim ama dilemiş gibi davranmak istedim. "Ölmeyi diledim." dedim kısık sesle. Ölmeyi dilememiştim. Hatta hiçbir şey dilememiştim. Sadece ne yapacağını merak ediyordum. Ona oyun oynamak istiyordum. Yüzümdeki ifadesizlik onun yüzüne de uğradı. Gözleri kısıldı ve tüm bedeniyle bana doğru döndü. Diğer elinin cebinde olduğunu bana döndüğünde anladım. "Neden yaşamayı dilemedin?" Dudağımı yaladım. Dudaklarım uzun süredir kuruydu. Babam öldüğünden beri duş bile almamıştım. "Çünkü yaşayacak bir nedenim yok artık. Babam için yaşıyordum." Ellerimi arkamdan bağladım ve az önce indiğim çatının manzarasına doğru döndüm. Gözlerimi kapattım. "Ölmek için güzel bir gün." Bir insan ağlayabilmek için uğraşır mıydı? Sanki ağlasam biraz, birkaç gözyaşı dahi olsa, tüm bu dertlerim bitecekti. Kamburum düzelecekti. "Eğer ölmek istiyorsan her gün ölmek için güzel bir gündür." Buruk bir şekilde gülümsedim ve açtığım tek gözümle ona yandan bir bakış attım. Aynı konuşmayı, aynı cümlelerle o karanlık ormana beni hapsettiğinde de yapmıştık. Yine bana oyun oynamıştı. O zaman babam vardı. "Hiç ölmek istedin mi?" Sigarasını az önce oturduğum yerde söndürdü ve manzaramı kapatacak şekilde bana döndü. İntihar etmeye çalıştığım yerde, az önce dudağında tutsak olan sigaranın külleri uçuştu. "Benim için her gün, ölmek için güzel bir gün." Kelime oyunları, bitmek bilmiyordu. Onu çözmeye çalışmak heyecan vericiydi. İnsanları merak etmezdim. Ama onu çözmek, kelime oyunlarına katılmak istiyordum. Nereden geliyordu aklına böyle cümleler, hiç bilmiyordum. "Neden ölmedin?" Omuz silkti. "Çünkü ölürsem, kimse beni bu noktaya getiren insanlardan benim için intikam almazdı." Geçerli bir sebepti. Ama inkâr edecektim tabi. "O zaman yeterince ölmek istemiyorsun." Arkamda bağladığım ellerimi çözdüm. "Sen çok mu istiyorsun ölmek?" "Çok," dedim kafamı sallayarak. "Çok istiyorum ölmek." Gözlerime baktı. Bir şeyler aradı. Bir müddet sonra, bulamamış gibi nefes verdi. "O zaman yaşa." Dudağımı büzdüm. Bu defa geçerli bir sebebi yoktu. "Ölmek isteyecek kadar çok yaşa. Ölecek kadar çok yaşa!" Ona cevap vermek yerine yüzüne baktım dimdik. Cevap vermemi bekledi. Sabretti. "Bana yaşamak için bir sebep ver o zaman." Yalvardım ona. Resmen beni yaşat diye yalvardım ona. O bilmiyordu. Ben ölmekten korkardım. Ben hâlâ ölmekten korkuyordum. Amacım ölmek değildi. Sadece olanları ve olacak olanları anlamak istiyordum. O kadın yüzünden allak bullak olmuştum. Eğer o gördüğüm saçma sapan bir rüya değil de gerçekse, işte o zaman asıl oyun başlayacaktı ve ben, oyunun başrolü olacaktım. "Sana yine seçenekler sunacağım." dedi birkaç adımda önümde durarak. Ellerimi nereye koyacağımı bilemedim. Yine arkamda birleştirdim. Seçeneklerini merak etmiyordum. Ama öyle sert söylemişti ki, kaçışımın olmadığını anladım. Bana sürekli seçenekler sunuyordu. Beni kendine mahkum falan mı sanıyordu? "Yaşa," dedi tok bir sesle. "Yaşa ve intikamını alayım." Kafamı olumsuz anlamda salladım. "Ölmeye çalış," dedi bu defa. Diğer seçeneği sunduğunu fark ettim. "Ve seni kurtarıp yaşamak isteyene kadar mahkum edeyim." "Ölmek istiyorum." dedim yine. İstemiyordum ancak ona bunu söylemedim. Ne söyleyeceğini merak ediyordum. Hep o oyunlar oynuyordu. Ben de oyun oynamak istiyordum. Sesim sert çıkmalıydı ama ağlamaklı çıktı. Oyun oynamak için cesur olmak gerekiyordu ve ben ölürken bile bir şey hissetmedim artık. Korku çoktan silinmişti benim duygu dağarcığımdan. "Ölürken senden izin mi alacağım? Çekil yolumdan." Kolundan tuttum. İteklemek istedim ama izin vermedi. "Mahkum edilmek mi istiyorsun yani?" Yüzümü buruşturdum. Sanki, ne saçmalıyorsun sen dermiş gibi bir bakış attım yüzüne. "Neden?" dedim bağırarak. "Neden ölmeme izin vermiyorsun!? Çekil şuradan öleceğim ben!" Şaka yapmadığımı düşündürecek kadar keskin cümleler kuruyordum. Ancak o şaka yapıyormuşum gibi güldü ve ben gülüşünden korktum. Çok soğuk baktı gözlerime. Çekildi. Bunu beklemiyordum işte. Elim havada kaldı ve kenara çekilen Karan'ın gözlerine baktım. Öylece beni süzüyor, yapacağım hamleyi merakla bekliyordu. Seçenekleri beni çoktan mahkum etmişti zaten. Havada kalan ellerimi indirdim. Duruldu tüm duygularım ve yine ifadesiz gözlerle gözlerine baktım. "Senin gözlerin ne renk?" dedim aniden. Afalladığını fark ettim ama hissettirmeden ifadesiz yüzünü takındı yine. "Siyah?" dedi sorarmış gibi. Kafamı salladım. Gülümsedim yine. "Kızıl." dedim gözlerinin tam içine bakarken. "Senin gözlerin kan kızılı." Şaşırdı. Birkaç defa gözlerini kırpıştırdı ve yüzüme baktı. Ben ise ona sadece gülümsedim. Haklıydım ve ona karşı haklı olmak beni mutlu ediyordu. Kızıl oldu gözleri. Gülümsemem büyüdü. Gözleri beni büyüttü. Ölmek isteyecek kadar çok büyüdüm. Gözlerini kapattı ve sakin bir nefes verdi. Adım adım yaklaştım ölüme. Az önce sigarasını söndürdüğü yerin hemen yanına çıktım. Sigarasının külleri ayaklarıma bulaştı. Onlar da benimle birlikte uçmak istediler. Ben birazdan çakılacaktım belki ama onlar uçmaya devam edeceklerdi. Kendime bile oynadım. Çakılmak istediğimi düşünmesini sağladım. "Gözlerinin rengini değiştirme." dedim ona bakarak. "Kızıl daha çok yakışıyor." Gözleri kısıldı. Yüzümün her zerresini dikkatle inceliyor, muhtemelen beni okumaya çalışıyordu. Sanki ona beni kurtar desem kurtaracaktı. Benim çatıda bulunma sebebimse tam olarak buydu zaten. Kimdi ve neden beni yaşatmak istiyordu? Hikayede oturmayan yerler vardı. Sorularımın cevapları için risk almam gerekiyordu. Fotoğrafın arkasında yazan yazı, beni meraklandırıyordu. Tahminlerim vardı ve tahminlerimi doğrulamak için buradaydım. Önüme döndüm. Etraftaki koca koca binalara baktım. Bir ormanda ölmek isterdim ama ağaçtan atlayarak ölmek tuhaf hissettirirdi herhalde. Bunu asla bilemeyecektim. Ayağımı boşluğa doğru uzattım. Kollarımı açtım. Yüzümü gökyüzüne çevirdim. Sadece birkaç gün önce, "Neden?" diye sormuştum. Ama bir cevap alamamıştım. Yine alamayacaktım belli ki. Son kez ağlamak istedim. Çakılmam muhtemeldi. Ağlayamadım. "Şimdiye kadar havada yakalayamadığım tek bir kadın bile olmadı." Sesi daha yakından geldi. Alaycı ses tonu beni çileden çıkarttı. "Sus!" "Ciddiyim." Ayağımı geri çektim ve kollarımı indirip yüzüne baygın bakışlar attım. Dikildiğim yerin hemen yanına yaklaşmış, ellerini arkadan bağlamış ve etrafı süzüyordu. Yüzünde alaycı bir ifade vardı. Atlamayacağımdan emin gibiydi. Yavaş yavaş kafasını kaldırdı. "Yemin ederim," dedi gözlerime bakarak. Ses tonu kendinden emin olduğunu haykırıyordu. Gözleri yine siyah olmuştu. "Seni yaşamaya mahkum ederim." Yüzünde tehlikeli bir ifade belirdi. Yaşa derken ciddi değil sanmıştım. Tamamen delirmişti. "En azından ölümüme saygın olsa? Biraz uzaklaş, odaklanamıyorum." Kafasını salladı ve alay dolu bir kahkaha attı. "Ölmek istemiyorsun, Araf. Ölmek isteseydin şimdiye kadar çoktan ölmüştün. Ne odaklanmasından bahsediyorsun?" "O zaman sen de ölmek istemedin. Yoksa çoktan ölmüş olurdun. Ayrıca Araf değil, Afra. Senin yüzünden mezar taşıma Araf yazılsın istemem." "Hayır, ben senden bile fazla ölmek istedim. Ama ölmeye çalışacak kadar korkak değilim." Ona baktım. Bana değil dimdik karşısında bakıyor, arkasında bağladığı kollarıyla oldukça dik bir duruş sergiliyordu. Uykusuz ve yorgun gözlerine rağmen. "Kaç gecedir uykusuzsun?" Kafasını kaldırdı. Gözlerini kıstı. "En son Nihat Keskin'i kaçırmadan önceki gece uyudum." O geceden bu yana üç gece geçmişti. Koskoca üç gece, uyumadan durmuştu ve hâlâ ayakta kalarak beni ölümden kurtarmaya mı çalışıyordu? Planımda değişiklikler yapabilirdim. Çünkü bu uykusuzlukla beni kurtarabileceğini pek zannetmiyordum. Yaklaştığı yerde bir adım geri gitti. Kafasını kaldırıp bana baktı. Ağzım şaşkınlıkla açıldı. Az önce sigara bastığı yerin bir adım ötesine çıktı. Saçları rüzgardan dağılıyordu ve gözleri meydan okuyordu. Ben ölmek istiyordum ve o da yaşamak için kendine sebepler yaratmak istiyordu. Ben ölmekten korkuyordum ancak o korkmuyordu. Yalancı bir kadın ve dürüst bir adam. Aramızda yalnızca çoktan sönmüş bir izmarit, yaşam ve ölümün zıtlığını, kavgamızla kanıtlıyorduk. Yaşam ve ölüm kavgası ediyorduk. Yaşa demişti bana. Ben de ölmek istiyorum demiştim. Birbirimizi anlamıyorduk. Belli ki anlamayacaktık da. Ben çoktan ölmüştüm. Atlasam da yaşasam da ölü olacaktım. Atlamayacaktım. Atlayamazdım ben. Ama rol yapabilirdim. Onu çileden çıkarabilir, neden burada olduğunu öğrenebilirdim. "Bir ödül ve bir ceza." diye mırıldandı. Dudağının kenarı kıvrıldı. Uçuşan saçlarımı yüzümden çektim. Babam ölmeden önce ödül, başkasını öldürmekti. Şimdi ise ödül, benim ölümümden ibaretti. Ceza ise, beraberimde götüreceğim bir can demekti. Ancak hesaba katmadığı bir şey vardı. Ölüler vicdan azabı çekmezlerdi. Çekemezlerdi. "Ne saçmalıyorsun? İn şuradan!" diye çıkıştım, sitemle. Şu an ölmekten çok, onu öldürmek istiyordum. Rüzgar uğultuluydu ve her bağırışım, günlerdir tek lokma yemek, bir yudum su görmeyen boğazımda ciddi hasarlar bırakıyordu. Atlayacağımı anlamış olmalıydı. "Atlamak istiyorsan atla, önünde duran yok!" Bağırdı. Boğazında belirginleşen damarlara kaydı bakışlarım. Rüzgar sesinin büyük bir çoğunluğunu benden uzaklaştırdı ama ben ne dediğini anladım. Yüzüne baktım. Ne istediğini, amacının ne olduğunu bilmiyordum. Yine bir oyun kurmuş ve beni oyununun başrolü yapmıştı. Oyun oynayacak gücüm kalmamıştı. Oyununa katılmayacak olmam onun için büyük bir sorun teşkil etmemeliydi. Kendine başka oyuncaklar bulabilirdi pek tabi. "Titanikte olduğumuzu mu sanıyorsun sen? Okyanusta değiliz, biz gökyüzündeyiz. Atlarsam sen de mi atlayacaksın yani?" Bakışları yüzümü buldu. Dudağının kenarı kıvrıldı. "Atlarsan, ben de atlarım." Gözlerimi devirdim. Beni deli ediyordu. "Sana söyledim. Ben buraya ait değilim. Gerçekten ölmeye çalışırsan, seni yaşamaya mahkum etmek için burada kalamam. Seni başka bir evrene sürgün ederim." Derin bir nefes alıp aşağıya doğru baktım. Onu dinlemek istemiyordum. Onun düşünceleri, oyunları, teklifleri, seçimleri hiç birini istemiyordum. "Sen delirmişsin." Bunu tükürürmüş gibi söylemiştim. Buruşan yüzümle ona bakmak yerine, binadan aşağıya bakmaya devam ettim. Yirmi katlı bir binanın çatısındaydık ve ben buradan atlamayı planlıyordum. Son konuştuğum insan da çoktan delirmiş bir adam olacaktı. Çok yüksekti. Çok çok yüksekti. "Deli olduğumu söylerler." Derin bir nefes aldım. Kafamı gökyüzüne doğru kaldırdım. Saçlarımı tenimde hissettim. Rüzgar onları dağıtıyordu ve bu beni rahatlatıyordu. Annemin bir kez bile okşamadığı saçlarıma rüzgar iyi bakıyordu. Sanırım artık anneme karşı da bir şey hissetmiyordum. Nefreti bile hissedemeyecek kadar yorgundum. "Kendimi yaşlanmış gibi hissediyorum." dedim fısıltıyla. O duysun istedim. Duydu da. "Bırak," dedim sakince. Öyle durgundu ki sesim, onu ölümüme ikna etmiş bile olabilirdim. "Bırak artık." Bir adım daha yaklaştım. Ayak parmaklarım boşluktaydı artık. Pür dikkat beni izledi. Ben de aşağıdakileri. "Nesin sen?" dedim sessizce. Fısıltım rüzgarda dağıldı ve dışarıya verdiğim nefesim yüzüne çarptı. Sorum karşısında düşündü birkaç saniye. Yerdeki bakışlarım yüzünü buldu. "Atsam kendimi, tutabilir misin?" Gözleri kısıldı ve yutkundu. Belirginleşen adem elmasını tam buradan gördüm. Boyu uzundu. "Tutarım." dedi kafasını sallayarak. "Yaşatırım seni." Yüzünü inceledim. İfadesiz gözlerine baktım. Doğruyu söylüyordu. Bunu anladım. "Neden?" dedim sakince. Sesli söyledim yine ancak sesim çıkmadı. "Neden yaşamam senin için bu kadar önemli?" Cevap vermek yerine önüne döndü ve bakışlarını az önce gözlerimi diktiğim insanlara çevirdi. Her biri küçücük görünüyordu. "Sen delilik görmemişsin, Karan Başer." dedim. Soyadını, yaptıkları bir toplantı sırasında laf arasında öğrenmiştim. Boşluğa arkamı döndüm. Karan bana bakıyordu ve ben de ona bakıp gülümsüyordum. Kendimi arkaya doğru bıraktım. Ayağım tamamen yerden kesildi ve ben çatının en tepesinde hâlâ ifadesiz gözlerle düşüşümü izleyen uzun boylu, sinir bozucu adama baktım. Düşeceğim sandım. Karan'a bakmayı kestim ve sımsıkı yumdum gözlerimi. Açamadım. Ancak bedenim yine ürperdi. Ne olduğunu anlamadım. Sadece kendimi boşluğa bıraktım. Ya yaşardım artık ya da ölürdüm. Ölmek istemiyordum. Ama yaşamak da istemiyordum. Onun bana koyduğu ismi kendime yakıştırıyordum. Rüzgar hiç olmadığı kadar sert çarptı tenime. Çok korktum. Gittikçe hızlandı düşüşüm. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Açamadım. Bu benim değil onun sınavıydı. Belime, bedenime çarpan sert rüzgardan daha fazla ürperten bir kol dolandı. Az önce babamın mezarına hırkamı bıraktığımdan, üzerimde sadece siyah bir tişört vardı. O kadar üşüyordum ki bedenim titriyordu. Ancak kanımda dolaşan adrenalin de bunun bir sebebi olabilirdi. Nefesleri köprücük kemiğimde gezindi. Diğer eli sırtıma destek verdi. Bedenini, bedenime bastırdı. Onu hissediyordum. Sıcak bedenini hissediyordum. Az önce, kendimi resmen boşluğa bırakmıştım. Ayaklarımın yerden kesildiğini bizzat hissetmiştim. Bu düşünce daha fazla ürpertti beni ve kollarımı sımsıkı boynuna doladım. Hızlı düşüşümüz, bir anda kesildi ve nefeslerim içime sığmadı. Sesli bir nefes aldım. Neler olduğunu, sımsıkı yumduğum gözlerim yüzünden göremiyordum ve görmeye de asla hazır hissetmiyordum. Gözlerimi yavaşça araladım. Dimdik gözlerinin içine baktım. Gözleri yine kızıla boyanmıştı. İnip kalkan göğsüm, göğsüne çarpıyordu. Kolları arasında küçücük kaldığımı hissediyordum. Dudaklarımız birbirine o kadar yakındı ki ondan ayrılıp çakılmak bir anlığına daha cazip göründü. Ayaklarım, yere değdi. Gözlerimi gözlerinden ayırmadım. "Tamam," dedi nefes nefese bir şekilde. "İkna oldum. Seni kesinlikle yaşamaya mahkum edeceğim." Bana, beni yaşamaya mahkum edeceğini söylemişti uçurumun kenarında. İnanmak istemedim. Yaşamak istemiyordum. Bunu çok açık bir şekilde dile getirmiştim. Beni yaşamaya zorlayamazdı. Yaşamak isteyip istemediğimi bile bilmiyordum. Ancak şimdi garip bir şekilde durulmak istiyordum. Koluna tutundum. Yıpranmıştım. Tamamen yıpranmıştım ve sağlıklı düşünemiyordum. "Ne yapacağım?" dedim. Sesli söylemek istedim ama sesim çıkmadı. Sesimi duyuramadım. O duydu. "Yaşayacaksın!" dedi tekrar. Emir verirmiş gibi sert bir ses tonuyla söylemişti. "Yaşamak istediğini biliyorum. Seni yaşatacağım." Ayaklarımın üzerinde duramadım. Ölmeyi de yaşamayı da seçmemiştim. Bu Karan'a zorla yaptırdığım bir seçimdi. Seçiminin sonucunda, benim de aldığım pek çok cevap olacaktı ve cevabımı kesinlikle almıştım. Bu cesurca bir hareketti. Yorulmuştum. Bu yorgunluk irademe dem vuruyordu. Gözlerim karardı. Korku o kadar fazlaydı ki bedenim ilk defa dik duramadı. Ölecektim ya da yaşayacaktım. Cennet ya da Cehennem... Araf'taydım. Tamamen Araf'taydım. ***** Neredeydim? Nasıldım? Ölmüş müydüm? Hangi boşlukta nefes almaya çalışıyordum boşuna? "Afra?" Babam, babamın sesi. Kulaklarımda yankılandı. Hızla doğruldum. Zorla araladım gözlerimi. Her yer kapkaranlıktı ve ben yerde yatıyordum. "Afra, neden geldin?" Acı dolu çıktı sesi. Boğazımdan bir hıçkırık dağıldı havaya. Yine ağlayamadım. "Baba!" dedim ayağa kalkarak. Etrafımda döndüm. "Neredesin?" Üzerimde uzun, beyaz bir gecelik vardı. Kefenim miydi bu? "Sana yaşa demiştim, kızım. Neden buradasın?" Ölmeye çalışmamıştım. Ben gerçekten intihar etmek istememiştim. Bir sınavdı bu ve sınavın şartları zordu yalnızca. "Yaşamak istemiyorum baba. Sensiz nasıl yaşayacağım?" Çaresiz sesime, babamın sessizliği dem vurdu. Birkaç dakika öylece etrafımda koşuşturdum. Hiçbir şey göremiyordum. Dizimi bir yere vurdum. Acıyla inleyip dizime kapandığımda hemen ardımdan sesler geldi. Çığlıklar duydum. "Bu bir sır, Afra. Babana söyleyemezsin. O zaman bizim sırrımız olmaz." Annemin sesi. Yerde yatan güçsüz bedenim. Acı dolu çırpınışlarım. Annemin topukluları ve benim korku dolu anlarım. Karşı pencerede cama vuran gözyaşlarım... "Artık yaşa, güzel kızım. Annene inat yaşa." Babam bir kez daha bağırdı. "Benim için yaşa ama en çok kendin için yaşa!" Sesini uzun zamandır duymamıştım. Üstelik sağlıklı geliyordu. Öylesine gürdü ki mutluluktan ağlayabilirdim. Tabi gözyaşlarım taşlaşmış olmasaydı. "Beni yanına al baba. Neredesin söyle, yanına geleceğim!" Sesim ağlamaklı çıktı. Bir kez daha ölmek istedim. Ölmek istedim ama ölmekten korktum. Ben intihar edecek olsam çoktan etmiştim zaten. Yine yaşardım. "Hiç mi sevmedin yaşamayı? Hep benim için yaşadın. Artık kendin için yaşamalısın. Bu senden son isteğim. Sen hep hayatta kalırsın. Ne olursa olsun, yaşamalısın." Sonlara doğru sesi titredi. Yavaş yavaş kısıldı ve en sonunda yok oldu. Ben hep yaşardım. Ben hep hayatta kalırdım. "Baba!" Etrafımda döndüm. Yerde yatan küçük bedenim bana baktı. Annem önünden kayboldu. Göz göze geldiğimizde, ayakta durmakta güçlük çektim. Yere yığıldı bedenim. O da güçsüz bedenini doğrulttu. Artık ikimiz de oturuyorduk. O kalkmıştı ve ben düşmüştüm. Gelecek geçmişten daha acı vericiydi. Bunu şimdi anladım. Kalktı yerden, yanıma yaklaştı. Ayakları küçüktü ama yara içindeydi. Yüzü kirlenmiş, saçları dağılmıştı. Önümde durdu. Yanıma oturdu. "Yaşa," dedi o da. Neden herkes yaşamamı istiyordu şimdi? "Babam yaşamanı istiyor. Yaşa ki doğum günlerimizde pasta alıp gülümseyelim. Hem o zaman babam mutlu olur." Dolu gözleriyle bana gülümsedi. Eli yanağıma gitti. Yanaklarımı, saçlarımı sevdi. Elleri de ayakları gibi küçücüktü. O da bana yaşa dedi. Yanağına bir damla yaş damladı ve en sonunda birden o da yok oldu. Gözlerimi açtım. Nefes nefese kalmıştım. Alnımda küçük damlalar halinde ter birikmişti ve her nefes alıp verişimde göğsüm inip kalkıyordu. Ağzım kurumuştu. Su istiyordum ancak ondan önce, nerede olduğumu anlamam gerekiyordu. Elim ağrıyan başıma gitti. Kendimi kastığımdan olsa gerek her yerim ağrıyordu. Yüzümü buruşturdum. Doğrulmaya çalıştım ancak kaskatı kesilen bedenim buna engel oldu. Kaşlarım aniden çatıldı. Gözlerim duvarda asılı kaldı. Karşımda siyah bir tablo vardı. Tüm ağrılarımı önemsiz kabul ettiğim an bu oldu. Elimle yatağı yokladım. Etrafa bakındım. Odada benden başka kimse yoktu. Hızla ayağa kalktığımda, her şey yavaş yavaş netleşti. Şu an, yine bir mahkumdum. Ne hissetmeliydim bilmiyordum. Hırsla parlayan gözlerimi kapıya çevirdim ve odadan çıkmak için büyük adımlar attım. Koridor da tıpkı oda gibi karanlıktı. Herkes neredeydi? Yine o ses doldu kulaklarıma ama izin vermedim. Elimi kulağıma kapatıp inledim. O kadar sinirliydim ki! Kulağımı kapatmama rağmen hâlâ duyduğum ıslığa doğru yöneldi adımlarım. Elimi kulaklarımdan çektim. Ses Karan'ın odasından geliyordu. Odanın önünde durdum. Kapı aralıktı. Aralıktan gördüğüm kadarıyla odada gezinen bakışlarım bir noktada sabit kaldı. Yerde kanlar içinde bir adam vardı ve Karan elleri kanlar içindeyken yere çökmüştü. Elim panikle ağzıma gitti. Tek bir ses bile dikkat çekmeme neden olurdu nitekim öyle de oldu. Ağzımda kaçmasına engel olmak için elimle kendimi susturmama rağmen, ufak bir çığlık yayıldı boşluğa. Göz göze geldik. Korkuyla ve korktuğumdan olsa gerek düzensiz nefesimle geri çekildiğimde, Karan'ın bana doğru yaklaşan adım seslerini duydum. Bir adım daha geri gittim. Yaklaştığını hissediyordum ve bu kaçma isteğimi alevlendiriyordu. Arkamı döndüm, çıkışı bulmak için İlke'yle geçtiğimiz koridorları tekrar adımladım. Geniş koridorda hızla koşarken, kalın sesi doldu kulaklarıma. "Seni öldüreceğim!" Öylesine yüksek bir sesle bağırıyordu ki korkmamak elde değildi. Ağzımın kuruduğunu hissediyordum ancak durmadan koşmaya devam ediyordum. Merdiven neredeydi! Burada olmalıydı! "Hayır!" dedim korkuyla. Ölmek istemiyordum. Yaşamak istiyordum. Babam yaşamamı istemişti. Yaşamalıydım. "Hayır!" dedim yeniden ancak bu defa gözlerimi gerçeğe açtım. Birkaç saniye olanları idrak edemedim. Kafam karmakarışıktı ve kafamın karışıklığı bilinçaltıma da yansımış olmalıydı. Göz göze geldik. "Yaklaşma bana!" dedim hızla doğrulduğum yatağın diğer tarafına atlayarak. Hızla arkamı döndüm. "Berbat bir bilinçaltın var. Bıraksa mıydım seni o binada acaba?" Koltuğa yayılmış Karan'a baktım. Bir halt anlayamamıştım ancak o üzerime gelmek yerine oturuyordu. Yüzündeki alaylı ifadeyle kaşlarımı çattım. Neler oluyordu böyle? "Neden seninle yaşaman için konuştuğumda kabul etmedin de babanla konuştuğunda birden ikna oluverdin?" Saçma sorusuna yüzümü buruşturarak baktım. Çünkü o benim babamdı. Babamın yaşa demesi ile onun yaşa demesi arasında tabii ki fark olacaktı. Kendimi savunmak için kaldırdığım ellerimi indirdim ve önüme gelen saçımı kulağımın arkasına itekledim. "İkna olmadım. Sadec-" Büyüyen gözlerimle ona döndüm. Sözlerini tekrar düşündüm. "Bir dakika," dedim abartılı bir sesle. "Sen benim rüyamı nereden biliyorsun? Rüya değil miydi?!" dedim hırsla. Yatağa atladım ve ona biraz daha yaklaştım. O sadece beni izliyor ve şaşkınlığıma boş gözlerle bakıyordu. Olanlara anlam vermeye çalıştım. Evet, bu bir rüyaydı. Benim babam ölmüştü. Değil mi, ölmüştü? Yataktan ayaklarımı sarkıttım. Gözlerim kısılmıştı ve bunun daha yeni farkına varıyordum. İfadesiz yüzünü incelerken tek bir soru döküldü dudaklarımdan. "Nesin sen?" Açıklanamaz yanları vardı. Asla mantıklı olmayan yanları. Tuhaf ve gizemli bir adamdı. Güçlüydü. Her şeyden önce oynamayı seviyordu. Zekiydi. Planları o yapıyor son sözü o söylüyordu. Kim olduklarını bilmiyordum. Tek bildiğim şey, güçlü olduklarıydı. "Yoksa uzaylı mısın?" Kaşları anında çatıldı. Yerinden hafifçe doğrulup sinirle soluduğunda elimi kaldırıp onu sakinleştirmeye çalıştım. "Tamam," dedim sakince. "Baştan başlayalım." Derin bir nefes aldım ve yavaş yavaş düzelen kaşlarını izledim. Yeniden arkasına yaslandı. Kendine rahat bir pozisyon edinip beni dinlemeye başladı. "Mezarlıkta tanıştık." dedim sağ elimin yan tarafını sol avcuma vurarak. "Beni kaçırdın." Kafasını sallayıp beni onayladı. Hâlâ ifadesiz bakıyordu. "Bunlar en normal olanlarıydı. Sonra Nihat Keskin'i kaçırmak istediniz. Bu da normaldi. Sonuçta iş dünyasında olur böyle şeyler, değil mi?" Gözlerini devirip kafasını arkaya doğru attığında onu umursamayıp devam ettim. "Tabi Nihat Keskin'i kaçırırken birden yok olmanızı da hesaba katmamız lazım." Omuz silkti ve, "Meslek sırrı!" diyip sırıttı. Tabi kafası yukarıya doğru dönük olduğu için yüzünü tam göremiyordum ama kasılan çene kaslarından sırıttığı pek tabi anlaşılıyordu. Ona boş gözlerle bakıp sinirle devam ettim. "Gözlerin disko topu gibi bir o renk bir bu renk, bu saçmalık!" Arkaya doğru attığı kafası aniden bana döndü. Yine sinirli bakıyordu. Devam ettim. "Yirmi katlı binadan kendimi attım. Ayaklarımın yerden kesildiğine eminim ama hâlâ hayattayım." Garipsermiş gibi kafamı geriye attım. "Kendini kuş zannetmiş olmalısın." Ona döndüğümde eliyle saçlarını düzelttiğini ve bana bakmadığını gördüm. "Şimdi de rüyamdan bahsediyorsun. Sadece benim gördüğüm rüyadan." Kafasını salladı rahat bir tavırla. "Babanla olan kısmını kendin gördün. Benim olduğum kısım sadece bir fragmandı." Yüzümü buruşturup ona baktım. "Nasıl yani?" dedim meraksız bir tavırla. Öne doğru eğildi. "Yaşamak istediğini bildiğimi söylemiştim." Yine mi benimle oyun oynuyordu? "Yaşamak istemiyorum Karan. Sadece intihar etmek için fazla korkağım." "Fazla cesurum demek istedin sanırım. Sen kendini resmen yirmi katlı bir binadan at-..." "Tutacağım dedin." Sözünü kestim. Söylediklerimle kaşları hayretle havaya kalktı. Oynadığım oyunu anlamasını bekledim ancak anlayamadı. "Ne?" dedi hayretle. Onu şaşırtmış olmak beni yine mutlu etti ve neden mutlu olduğumu anlayamadığımdan kendimden nefret ettim. Derin bir nefes verip bıkkınlıkla yüzüne baktım. "Sen kendini atarsan tutarım dedin. Ben de attım kendimi." Omuz silktim. Basit bir şeyden bahsediyormuş gibi sakin bir ses tonuyla konuşmuştum. Yukarıya doğru kaldırdığı kaşları yavaşça düzeldi. Alnı gerildi. Anlamış olmalıydı. Ancak bu defa da kaşları çatıldı. "Bana mı güvendin yani?" dedi. Cevap bekler gibi bir hâli yoktu ancak ufaktan bir öfke seziyordum. "Ya tutmasaydım seni, Afra? Canını ortaya koyup benimle oyun oynama." dedi bu defa gözlerime bakmadan. Kafasını iki yana salladı beni ayıplarmış gibi. Ancak hâlâ sinirliydi. Bana Afra dedi ve benim dudaklarım şaşkınlıkla açıldı. Cümlenin sadece bu kısmına takılmış olmak beni nasıl bir insan yapardı? Sanırım bana kızarken gerçek ismimi kullanıyordu. Bunu bir kenara not ettim. "Neden?" dedim yüzüne bakarak. "Canım senin için neden bu kadar kıymetli?" Alt dudağını dişledi ve her ne söyleyecekse yutmaya çalıştı. Başarısız olmuş olmalı ki dudaklarını araladı. Dudaklarına kayan bakışlarımı gözlerine çıkarttım. "Benim için canının bir önemi yok." dedi kafasını sallayarak. "Ancak senin için olmalı." "Benim için canımın artık bir önemi yok." Omuz silktim. "Kurtarmasaydın da önemli değildi." Bu onu daha da sinirlendirdi ve tam bağıracağı sırada, bağıracağını çoktan tahmin etmiştim, ondan önce davranıp ona bir soru yönelttim. "Ben yine burada ne arıyorum?" Derin bir nefes verip sakinleşmeye çalıştı ve arkasına yaslandı. Dizi sürekli inip kalkıyordu. Omuz silkti. Benimle dalga geçiyor olmalıydı. Yanımda bulduğum yastığı aldım ve ona doğru fırlattım. "Büyücü müsünüz yoksa siz?" dedim ayağa kalkarak. Fırlattığım yastığı havada yakaladı ve başının altına koyup gözlerini kapattı. "Büyücü demek pek hoş olmuyor." Sesindeki yorgun tını ile kaşlarımı çattım. Neden hep yorgundu? Uyumamış mıydı? "Ne demek, büyücü demek pek hoş olmuyor?" Tek gözünü açıp bana yandan bir bakış attı. Kafasını yastığa daha da bastırdı ve açtığı tek gözünü yeniden kapattı. Yutkundu ve benim gözlerim yine adem elmasına takıldı. Bakma, bakma! Ona bakarsam büyülenirmişim gibi hissediyordum. Büyüleyici bir yüzü ve fiziği vardı. Kendimi tokatlamak istiyordum. Kafamı iki yana sallayıp kendime gelmeye çalıştım. Odada sessizlik hakimdi ve ben bu sessizliği, daha da garipleşmeden bozacaktım. "Tamam," dedim yeniden. Yutkundum. "Ne dersen, mantıksız da olsa düşüneceğim. Sana sorular soracağım. Aldığım cevaplara göre bir yol çizeceğim. Anlaştık mı?" Birkaç saniye sessiz kaldı. Hatta uyuduğunu bile düşündüm. Yutkunduğunda hareket eden adem elmasına takıldı gözüm. "Anlaşma yapacak durumda değilsin. Sana yine seçenekler sundum ve sen ölmeyi seçtin. Ölmeyi seçmenin sonucu neydi, hatırlıyor musun?" Konuştukça adem elması hareket etti ve ben hipnoz olmuş gibi boğazına bakmaya devam ettim. Gözlerim yüzüne tırmandı. Uykusuz görünüyordu. "Beni yaşamak isteyene kadar mahkum edemezsin." Kafasını salladı. Belli belirsiz kıvrılan dudağı, birkaç saniye içerisinde eski halini aldı. "Seni yaşamak isteyene kadar mahkum etmeyeceğim, Araf. Seni yaşamaya mahkum edeceğim." "Ne fark var?" Sesimdeki tını tam olarak onu dikkate almadığım yönündeydi ve bu onun kafasını kaldırıp bana bakmasına neden oldu. Dizilerindeki elini kaldırdı ve kolçaklara yasladı. Arkasındaki yastık biraz daha aşağıya düştü. "Seni yaşamak isteyene kadar mahkum edersem, mahkumiyetin sona erene kadar yaşamak istediğini söylersin. Ama mahkumiyetin bittiği an ölmeye çalışırsın. Seni yaşamaya mahkum edersem, yaşamak için savaşırsın. Babana tutunduğun gibi yine bir dal bulursun ve bu seni hiç istemediğin kadar hayatta tutar. Aradaki farkı anlayabiliyor musun?" Uzun konuşmasından sonra derin bir nefes aldı. Şişen göğsünü yavaşça bıraktı ve yeniden gözlerini kapattı. "Yaşamak için savaşmanın ne kadar zor olduğunu bilmiyorsun Araf. Sen hayatında hiç yaşamak isteyecek kadar çaresiz kalmamışsın. Sen hiç hayata muhtaç hissetmemişsin kendini. Senin için yaşamak değil de ölmek varmış." Oldukça yorgun çıkan sesine sığdırdığı tahmin gibi görünen ancak oldukça doğru olan sözlerine bir de utanmadan güldü. "Hayata bile baş kaldırmışsın sanki. Sen beni yaşamaya mahkum edemezsin demişsin. Tıpkı bana söylediğin gibi." "Yani?" dedim yine aynı umursamaz tavırla. Nereye varmaya çalışıyordu? "Sence intihar etmenin en kötü yanı nedir, Araf?" Harika! Konudan konuya atlama seansımıza hoşgeldiniz! "Ölmek mi?" dedim gereğinden fazla meraksız bir sesle. Kafasını hayır anlamında salladı. Az kalsın başını yasladığı yastık düşecekti. "En kötü yanı, ardında bıraktığın cehennemdir. Geride kalanların cehennemi. Seni kurtaramayanların cehennemi." Gözlerini açtı. "Az kalsın," dedi. Kafasını yastıktan kaldırarak. Kafası bana doğru döndü. Göz göze geldik. "Beni o cehenneme atacaktın." Yorgunluktan küçücük kalan gözlerine, şimdi çok daha farklı bakıyordum. Mimiklerimi kontrol edemiyordum çünkü zihnim çok ağır bir gerçekle yüzleşiyordu. Karan babam öldükten sonra geride bırakabileceğim, bahsettiği cehennemi yaşatabileceğim tek insandı sanırım. Bir arkadaşımdı. Öyleydi. Öyleydi değil mi? "Ben, ne yaptığımın farkında değildim. Babamın ölümü beni kötü etkiledi." Kafasını salladı. Beni onaylamıyordu. "Ben de yakınımı kaybettim. Ben de ölmek istedim ama hiçbir zaman bunu eyleme dökmedim. Seni yakalamasaydım, yanına gelmeseydim sen şu an toprak altındaydın. Bunun farkında mısın?" Kafasını yeniden, düşen yastığı düzelterek geriye yasladı. Kapalı gözlerinin üstüne örtülen gür kirpikleri, hareket etti. Gözlerini sıkıp serbest bıraktı. Yorgun olduğuna artık ikna olmuştum. "Dedim sana. Eğer seni yaşamak isteyene kadar mahkum edersem az önce söylediğin cümlenin farklı versiyonlarını duyarım." Dudağı yeniden belli belirsiz kıvrıldı. Yorgunluktan gülemiyordu bile. "Yaşayıp yaşamamam senin için neden bu kadar önemli? İntihar etmek isteyen herkese aynı muameleyi mi yapıyorsun? Sana ne benden? İki sır paylaştık, birbirimize duygularımızı anlattık diye dost mu olduk yani?" Derin bir nefes daha aldı. Uyku ile uyanıklık arasında gidip geliyor olmalıydı. Bunu sesinden ve geç gelen cevaplarından anlayabiliyordum. Ancak bir cevap istiyordum. Beni bir nebze olsun mutlu edecek bir cevap. Sanki mümkünmüş gibi. O çatıdaki korku, hâlâ yerli yerindeydi. Ölüm korkusu, beni resmen diri tutuyordu şimdi. Ne yaptığımın yeni yeni farkına varıyor, korkuyordum. Karan sözlerinde haklıydı. O olmasaydı, şu an toprağın altındaydım resmen. Delirmiş olmalıydım. "Sana özel bir muamele değildi. Sen bana yardım ettin ve ben de borcumu ödedim." Omuz silkti. Bir anlık zihnime akın eden umutlar, gerisinde zifiri karanlığını bıraktı. Evet, değildi. O da o cehenneme atabileceğim biri değildi. Dostum değildi. Düşmanım değildi. Hiçbir şeyim değildi. Bunu önemsemedim zira artık hayal kırıklığı bünyeme yabancı değildi. Kaşlarımı bilmem kaçıncı kez çatıp dik dik suratına baktım. "Başka bir evrene sürgün etmek ne demek, Allah aşkına?" "Her şeyi şimdi konuşamayız. Yorgunum, yatacağım." Koltuktan doğruldu. Birkaç adım attı ve kapıya ulaştı. Ona sormak istediğim yüzlerce hatta binlerce soru vardı. Ancak o kadar yorgun görünüyordu ki uyuması gerektiğini düşündüm. Merakıma dem vurdum ve dudaklarımı ıslattım. "Sormak istediğim çok fazla soru var ama en önemli sorumun cevabını çoktan aldım, Kızıl." Omzunun üzerinde bana baktı ilk başta. Sonra ne demek istediğimi anlayamamış olmalı ki bana doğru döndü. Gözlerimin içine yoğun olmayan bir merakla baktı. "Yansımalar hakkında bilgi verir misin? Sonra uyumana izin vereceğim." Tek kaşını kaldırıp yüzüme baktı. "Sen," dedi nefessiz kalmış gibi. "Neden bunu soruyorsun?" Gözlerimi kısarak, şüpheli hareketine karşılık verdim ve herhangi bir mimiğini kaçırmamak için dikkat kesildim. Tıpkı benim gibi kıstığı gözleriyle yüzümü inceliyordu ve ben neden bu kadar dikkatli baktığına bir türlü anlam veremiyordum. Gözlerimi serbest bıraktım. "Merak." diye cevap verdim omuz silkerek. Hâlâ beni süzüyordu. Cevap vermeyeceğini düşünecektim ki, dudaklarını araladı. "İnanmayı mı seçtin?" Belli ki o inanama ihtimalime inanmıyordu. Anlattıklarının delice olduğunu bilmesine rağmen şaka yaptığını söylemiyordu. "Hayır, merak dedim ya. Lütfen, öğrenmek istiyorum." Üstelemedi. "Burada olanlar ve orada olanlar. Görünüşleri çoğunlukla aynıdır. Ama kişilikleri farklılık gösterebilir." Vereceğim tepkiyi bekledi. Ancak ben herhangi bir tepki vermek yerine kafamı sallayıp zorla da olsa gülümsedim. "Ses tonlarına kadar her şey aynıdır. Tek yumurta ikizleri gibi. Genelde hayatları da aynıdır ama istisnalar var tabi. Yansıması olmayanlar bile var. Her şey evrenin ve insanların durumuna bağlı." Neden bu kadar dikkatli bakıyordu bilmiyordum. Kadını tanıyor olabilir miydi? Mezarlıktaki kadın her kimse, Karan'ın geldiği yerden geliyordu ve gösterdiği fotoğraf babamın yansımasının fotoğrafı olmalıydı. Aptal değildim. İçinde Karan'ın da dahil olduğu bir oyun vardı. Beni durduk yere yaşatmaya çalışması, onun gibi birinin yapacağı bir şey değildi. Onu tanımıyordum ama çok derin bir insandı. Açıkçası onunla ilgili ilk izlenimim, işine geleni yaptığıydı. Kimseyi önemsemiyordu. Beni o davette, kanıtlarla bırakıp gitmesi de bunun kanıtıydı. İşin içinde benim olduğum anlaşılırsa, hapse bile atılabilirdim. Ama o, bunu umursamak yerine çekip gitmişti. İlke ve Alex de öyle. Neyse ki, ben bu tür işlere alışıktım. Sonra aklıma, fotoğrafın arkasındaki yazılar takıldı ve ben, tahminimin doğruluğundan emin oldum. Zaten bu yüzden, çatıdan kendimi atmıştım. "Bana inanmıyordun. Çabuk kabullenmeni nasıl yorumlamalıyım?" Bana doğru birkaç adım daha attı ve önümde dikildi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. İkna olmadığını ve mantıklı bir açıklama almadan da ikna olmayacağını anlamıştım. "Fazla fantastiksin. Gözlerin zaten kanıtlıyor doğru söylediğini. İnanmak inanamamaktan daha mantıklı geldi." Kafasını aşağı yukarı korkutucu bir şekilde salladı. Beni sorguya çekiyormuş gibiydi ve ben kesinlikle gerilmiştim. "Gözlerim, farklı bir evrenden geldiğimi mi kanıtlıyor yani?" Başımda dikilmeye devam etti. Bu durum canımı sıkmıştı. Oturduğum yataktan yavaşça doğruldum ve ona küçük birkaç adımla yaklaşıp yüz yüze gelmemizi sağladım. O ise ben tüm bunları yaparken sadece izledi. "Benden almak istediğin cevap tam olarak ne?" dedim tok bir sesle. O da bana doğru ufak bir adım attı ve aramızdaki farkı en aza indirgedi. "Senin, bana asıl sormak istediğin soru ne?" Yutkundum. Ona kadından bahsetmeli miydim? Ona açıklama yapmak zorunda değildim. "İyi geceler, Kızıl." dedim yatağa yeniden oturmadan hemen önce. Kafasını indirmeden bana baktı ve derin bir nefes alıp arkasını döndü. Sabahın getirdiği serinlik tenimde dolandı. Ona ikinci kez böyle seslendim. Bu hoşuna gitmiş gibi dudakları kıvrıldı ancak az önceki konuşmamızda olsa gerek gülümsemesi uzun sürmedi. "İyi geceler, Araf." dedi o da. Odadan yavaşça çıktı. Koridorda adım seslerini duydum. Odasına girdi. Kapısını kapatmadı. Onun ardından ben de yatağıma girdim. Kaç saattir baygındım bilmiyordum ancak yorgundum. Ben de bir yakınımı kaybettim. demişti. Ben de ölmek istedim ancak bunu hiçbir zaman eyleme dökmedim. Ölmek isteyecek kadar kimi kaybetmişti? Ailesinden biri olduğunu düşünüyordum. Benim gidecek yolum kalmamıştı. Yolum çoktan bitmişti. Yeni bir yola çıkmak istemiyordum. Yan odada uyuyan savunmasız adam ise beni kendi yolunda yürütmeye and içmiş gibiydi. Bir de başıma mezarlıktaki teyze çıkmıştı. Olayı anlamam uzun sürmemişti. Neyse ki bu tür çıkar işlerine alışıktım. Kadının amacı neydi de neden beni onların evreninde istiyordu bilmiyordum. Farklı evrenlerden geldiklerine daha yeni ikna olmuşken, onların evrenine gidemezdim. Bir amacı olmalıydı ki, beni yumuşak karnımdan vurmaya çalışmıştı. Belli ki, beni tanıyordu. Babamı da tanıyordu. Yansımalar gerçekten gerçekti. Derin bir nefes verip kendimi yatağa bıraktım. Her şeyden daha mühim bir nokta vardı. Karan haklıydı. Beni tutmasa, ölmüş olacaktım. Ölmek istiyordum ve bunu hiçbir zaman eyleme dökemeyecek kadar korkak olmak beni rahatlatıyordu. ***** Sabah uyanır uyanmaz, sadece ara ara ve kısa süreliğine dalabilmiş sabaha kadar yatakta dönüp durmuştum, evdeki herhangi birinden izin almadan duşa girdim. Burayı artık resmen kendi evim gibi benimsemiştim. Kapım kitlenmiyordu ve ben, yakında evde şort tişört gezmeyeceğim hakkında kendime garanti veremiyorum. Üzerimde büyük bir boş vermişlik vardı. Acı hâlâ tazeydi. Hiçbir şey hissetmemeye kararlı beynim, kendi kafasına eseni yapıyordu ve ben bundan artık şikayetçi değildim. Dolapta ben yokken yerleştirilmiş kıyafetlere bakılırsa, buraya daha önce geldiğimde ne dolap ne de kıyafet vardı, beni bu eve yeniden getirmek çoktan öngörülmüş bir davranıştı. Üzerimi değiştirdim. Islak saçlarımı omuzlarıma attım. Yapacak herhangi bir şeyim yoktu. Boş yatağa oturdum ve duvardaki kanlı tabloya bakmaya başladım. Ne kadar olduğunu bilmiyordum ancak kısa süre sonra kapı tıklatıldı. Kapıyı her kim tıklatıyorsa ona gelmesi için komut verdim. İfadesiz yüzüm, kapıya döndü. Aralanan kapıdan kafasını uzatan Karan'a baktım. Beni baştan aşağıya süzdü ve sonra müsait olduğum kanısına varmış olacak ki, müsait olmasam bile muhtemelen arkasını dönüp gitmezdi, içeriye girip yine koltuğa oturdu. "Ne oldu?" dedim yüzüne boş bir ifadeyle bakarken. Derin bir nefes aldı ve dudaklarını yaladı. Kaldırıp indirdiği bacağından gergin olduğu anlaşılıyordu. "Ne oldu?" dedim yine. Ancak bu defa sesim daha baskındı ve az öncekine oranla daha meraklı göründüğüme emindim. Göz göze geldik. Ancak o zaman verdi nefesini. "Bilmeni gerektiren bir şey değil. Sadece senden emin olamıyorum." Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. Ne demek istiyordu? "Anlamadım?" Gözleri üzerimde gezindi. "Sana, başka bir evrenden geldiğimi söyledim, Afra. Kendini bir çatıdan attın. Seni havada yakaladım. Gözlerimin sürekli değiştiğinden bahsediyorsun ve hiçbir şey olmamış gibi tüm gece rahatça uyuyabiliyorsun. Bana inanmıyordun. Sırf seni havada yakaladım diye mi bana inanmaya başladın yani?" Kafamı salladım boş bakışlarımla. Dudaklarımı araladım. "Babam öldü benim." dedim yüzüne bakarak. Dudaklarını araladı ama hiçbir şey söyleyemedi. "Sevdiğin biri ölünce, kişiliğin de değişiyormuş. Şimdi, bana her şey normal geliyor. Bana, ben bir vampirim de kabul eder sesimi çıkartmam. Ben bir kuşum de, ben bir kurt adamım de..." Derin bir nefes alıp konuşmanın neresinde kaçırdığını hatırlamadığım bakışlarımı yeniden gözlerine çıkarttım. "Yine kabul ederim, Kızıl. Tek gerçek ölümmüş. İnsanların ya da diğer varlıkların ölümden başka gidecek yeri yokmuş." Tekrar araladı dudaklarını. Konuşamadı. Dudaklarını birbirine bastırdı. Gözlerini kırpıştırdı. Sonra tekrar araladı dudaklarını. Göz göze geldik ama yine konuşamadı. "Bizimle gelmeyeceksin, değil mi?" Beklenmedik bir soruydu bu. Yanıtı belliydi. Oyunlar içinde çırpınmak istemiyordum. Kendime yeni bir sayfa açıp baştan başlayabilirdim. Tabi, kendi evrenimde. "Bunun için mi geldin?" dedim kuru bir sesle. Kafasını salladı. Gergindi ve bunu ritim tuttuğu ayağından anlayabiliyordum. "Sizinle gelmeyeceğim." dedim lafı dolandırmadan. "Artık nerede olduğum önemli değil. Ben çoktan öldüm zaten. O çatıda, beni tutmamışsın gibi devam et." Üzerimden bir ürperti geçti. Kendi ölümüm, babamın ölümünde sonra çok daha fazla korkutuyordu. "Neden?" dedi. "Bize inanmadığın için mi?" Kafamı sallayıp boş gözlerimle yüzüne baktım. "Hayır, size inanıyorum. Bana kanıtladın zaten. Biliyorsun. Demek istediğim," Duraksadım ve sesli bir şekilde nefesimi verdim. "Oyunlardan nefret ederim." Gözleri kısıldı yine. Dünden beri bana şüpheyle yaklaşıyordu. "Ne oyunu?" "Beni sadece bana borçlu olduğun için mi kendi evrenine götüreceksin, Karan. Düşün, siz neden buradasınız? Sizin işiniz ne? Kaçakları yakalayıp cezalandırıyorsunuz. Ama her ne hikmetse, kendi evrenine öylesine birini kaçırmak istiyorsun. Bu durumdan gerçekten sıkıldım. Anlıyor musun beni? Sizden ayrıldıktan sonra ne yaparım bilmiyorum ama dediğim gibi beni artık öldü bil. Çünkü buradan çıktığım an, öleceğim. İntihar etmeyeceğim ama öleceğim." Gözlerini kapattı ve kendine kısa süreliğine izin verdi. Demek istediğimi anlamış olmalıydı. Dün rüyamı gördüğünü dile getirdiyse, annemi de biliyordu. Küçük bedenime neler yaptığını biliyordu. "Ben birine sığınacak biri değilim. Beni daha tanımıyorsun." Eliyle yüzünü sıvazladı. Sakallarında çıkan sesler, içimi gıdıkladı. Öne doğru uzandı ve direklerini, dizlerine dayadı. "Senden bana sığınmanı istemedim zaten, Afra. Gel diye zorlayamam seni. Bir ödüldü ve tabi bir de ceza. Benden sana bir neden vermemi isteme. Veremem çünkü. Sen bilirsin tabi. Dediğin gibi, seni kaçırmak büyük hata olur benim için." Arkasına yaslandı ve elini dizine koyarak buruk bir şekilde gülümsedi. "Oynadığın oyunla, sen bana seçenekler sundun." Gözlerime baktı. "Zekisin." Kafasını salladı ve yerinden doğrulup kapıya doğru yürüdü. Kapıyı araladığında, omzunun üzerinden son bir kez bana baktı. "Yakında kendi evrenimize döneceğiz. O zamana kadar burada kalıp düşünebilirsin. Benim için hata yapmanın bir önemi yok. Kararına saygı duyacağım. Ama ölüme kendi adımlarınla gitmen, seni bir korkak yapar." Kapıyı tamamen araladı. Bedenini koridora taşıdı ve kapıyı ardından çarptı. Neye bu kadar sinirlendi bilmiyordum. Gergindi. Arada sesini yükseltmişti. Kararıma saygı duracağını söyledikten hemen sonra bana korkak demişti. Kadının, babamın yansımasının fotoğrafının arkasına yazdığı not yankılandı beynimde. Baş parmağım bileğime gitti. Daha da artan kızarıklık, bana acı veriyordu. Baban hâlâ yaşıyor, Afra. Karan'ı bulursan babana kavuşabilirsin. Ancak her şeyden önce, Karan'ın ve benim sana ihtiyacımız var. Karan peşinde. Ortaya çıkmasını sağla. Toparlan ve yolumdan yürü! Yanında olacağıma söz veriyorum. Yalnız değilsin. -1- |
0% |