@elfhikayelerii
|
İnsan hayatı boyunca hep savaş verirdi. Hayatıyla, arkadaşlarıyla, ailesiyle, sevdikleriyle... Ama en çok da kendisiyle verirdi bu savaşı. Aklında dolanan, ipe sapa gelmez, şeytanın fısıldadığı kötü düşünceler sussun diye, kendine zarar vermesin diye savaşırdı. Şeytanın sözünü keserdi. Bilirdi. Şeytanın sözünü kesemezse eğer, bileklerini keserdi. Saçlarını keserdi. Benim saçlarım uzundu. Benim bileklerimde yara izleri yoktu. Ben kendimi, içimdeki sesi susturabiliyordum. Ben kendimle olan savaşımı hep kazanırdım. Ben sadece hayata ve anneme kaybederdim. Onlara karşı kaybetmem de, bileklerimde yara izi bırakmazdı. Saçlarımı kısaltmazdı. Önemi yoktu. Onlara karşı kazanmamın ya da kaybetmenin benim açımdan hiçbir önemi yoktu. Çünkü artık kazanmak ya da kaybetmek pek bir şey hissettirmiyordu. Savaşırdım. Her şeye karşı savaşırdım. Hep savaşmıştım. Ayağa kalkmayı, yürümeyi, koşmayı, koşarken düşmeyi ve yeniden kalkmayı ezbere biliyordum. Ben her zaman hayatta kalmıştım. Yine kalırdım. Babam öğretmişti bana bir kere kalkmayı. Kalk demişti. Düşme dememişti, kalk demişti. Hayatta tamamen yalnız kaldığımda, iç sesim dışında etrafımda hiç ses olmayacaktı. İç sesimden korkuyordum. Onu tamamen susturmak istiyordum. Babam konuşamıyordu belki ama nefeslerinin sesi, iç sesimi bastırıyordu hep. Şimdi tamamen sessizdi ortalık. Kaçardım. Şehir şehir gezer, kendime sürekli yeni sayfalar açardım. Benim defterimde sayfalar bitmezdi. Biterse de, annem bitiremezdi. Ne kadar kaçabilirdim bilmiyordum. Dayanabildiğim kadar dayanırdım. Pes etmez, doğal bir şekilde ölene kadar koştururdum. Ama her şeyden önce, annemin beni öldürmeye çalışmasına takılıyordu aklım. Alışılmış şeyler vardı hayatımda. Annem benim gözümde hep kötü olacaktı. Masallardaki kötü cadı olacaktı. Ama o cadının, kötülük yapma sınırı var zannederdim. Meğer kötülüğün sınırı yokmuş. İyiliğin bile bir sınırının olduğu bu dünyada kötülüğün sınırının olmaması, bizi en başta mağlup etmiş zaten. Annem, kendi kızını öldürmeye çalışacakmış ve ben de, annemden kaçacakmışım. Benim doğumum bile hataymış. Ama doğmuştum işte bir şekilde. Dikilmiştim hayata karşı. Diklenmişim. Karşı koymaya çalışmışım. Buydum ben. Karşı koyardım. Yine koyacaktım. Babam ölmüştü. Ben tamamen bitmiştim. Şimdi hep yaptığım şeyi yapacak, babamı arkamda bırakmasam bile bir gün kavuşacağız umuduyla ayakta kalacaktım. Başka türlüsü yakışmazdı, yakıştırmazdı babam bana. Gidenler, kalanları değiştirirdi. Değiştirmişti de ama ben tamamen yeniden doğsam bile bir huyum değişmezdi. Ben yeniden dirilsem, yeni bir bedene yerleşse ruhum ya da tamamen ruh olarak kalsam bile, kaçmadan edemezdim. Hep kaçmıştım. Doğduğum an öğretilmişti bana kaçmak. Yine kaçardım. Karan gittikten sonra, odada yarım saate yakın oturmuştum. Gerisi meçhuldü. Ne yaptım, ne düşündüm bilmiyordum. Kafamdaki haksız dolulukla savaşmıştım. Aklımdan bin bir türlü düşünce geçiyor, ben ise çaresizce iç sesimi susturmaya çalışıyordum. Binlerce düşünce içinde sessiz olmak istiyordum. Artık kendimle bile sessiz kalamıyordum. Hepimiz biraz hastaydık. Ölümü ya da öldürmeyi düşünen çürümüş bir parça vardı beynimizde. Bu bizim suçumuz değildi. Bu, ölümü hak eden etrafımızda bizi çıldırtan insanların suçuydu. O insanları hayatımdan çıkaracaktım artık. Babam kalbimdeydi. Babamla benim içim olmuştu. Babamla bir parçam ölmüştü ama geriye kalan diğer parçamı yaşatacaktım. Başka türlü yapamazdım. Sadece bir gece geçmişti. Ben ne odadan çıkmıştım, ne de insan yüzü görmüştüm. Karan da gelmiyordu yanıma. Düşünmem için yalnız bırakmış olmalıydı. İlke ve Alex'i geldiğimden beri görmemiştim. İlk başta evde olmadıklarını düşünmüştüm ancak daha sonra koridorda seslerini duyduğumda, bunun yanlış bir tahmin olduğunu fark etmiştim. Onlar da yanıma gelmiyordu. Bunun sebebi Karan'ın onları düşünmem konusunda uyarması olabilirdi. Odama yemek bile gelmemişti. Bunun da Karan'ın işi olduğunu biliyordum. Muhtemelen, 'Kapısı kilitli değil, acıkırsa çıkar yer!' diye düşünmüştü. Haklıydı da. Dünden beri tek bir lokma geçmemişti boğazımdan. Aslında ben, günlerdir doğru düzgün bir şeyler yemiyordum. Acıktığımı yeni yeni fark ediyordum. Açlık bende halsizlik yapmıştı. Bu yüzden, bir fare gibi odadan çıkmış, büyük koridoru geçmiş ve merdivenlere ulaşmıştım. Ev yine sessizdi. Herkes neredeydi böyle? Merdivenleri aştım. Büyük masanın yanından geçtim ve mutfağın koridoruna girdim. Evi tam olarak bilmiyordum. Sadece Karan beni resmen ormana atmadan önce, İlke'nin mutfak diye gittiği yöne gidiyordum. Koridor karanlık sayılırdı. Neyse ki önümü görebileceğim kadar ışık vardı. Mutfağa girdiğimi fark ettiğimde derin bir nefes aldım. Buzdolabına doğru yönelip kendime yiyebileceğin herhangi bir şeyler çıkarttım. Halsizlik yüzünden ayakta bile zor duruyordum. Gözlerim kısık bakıyorlardı. Babamın cenazesinden önce, Duru'nun evinde zorla yemiştim son yemeğimi. Ondan sonra ağzıma tek lokma yemek girmemişti. Yani en az iki gündür yemek yememiştim. Haliyle halsizdim. Bulduğum ekmeği ve kahvaltılık birkaç malzemeyi zorla ağzıma attım. Su içtim. Tam olarak doymasam da, canım yemek istemiyordu. Bu mutfak, bana fazla sıcak gelmişti. Neden böyleydi bilmiyordum ama burada nefes almak çok zordu. Terlediğimi hissediyordum. Şimdilik yaşayacak kadar yemem yeterli sayılırdı. Aldığım malzemeleri yeniden dolaba koydum. Ekmeğin ağzını kapattım ve çıkmadan önce son kez mutfağa baktım. Çıplak ayaklarımla arkamı dönüp mutfağı terk etmek için hazırlandığı esnada, bir takırtı duydum. Ciddi bir sesti. Öyle ki, ilk başta hırsız olduğunu düşündüm. Sonra aklıma, dağ başında olduğumuzu ve bu eve hırsız değil de olsa olsa ayının dadanacağı geldi. Aynı ses, çok daha yüksek bir sesle ve bir bağırış eşliğinde geldiğinde yerimden sıçradım. Ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Neyse ki yine çok akılsızdım bu yüzden sesin olduğu tarafa doğru yürümeye başladım. Mutfak kapısı aralıktı. Hava yeni yeni kararıyordu. Etraf, karanlık değildi. Etraf, maviydi. Gök mavisiydi. Çıplak ayaklarıma, mutfaktan bulduğum terliği geçirdim. Belki de ev halkı, bahçede mangal partisi falan düzenliyordu. Olumlamalarıma bir yanıt gelmeyeceğini bile bile bahçeye çıktım. Büyük bir bahçeydi. Belli bir yere kadar açıklıktaydı ve ondan sonrası resmen ormandı. Buraya araba olmadan gelinmesi imkansızdı. Başka bir evrenden geliyorlarsa, nasıl ev almışlardı? Bunu sonra sorabilirdim pek tabi. Üzerimde uzun bir tişört ve altımda da üzerimdeki tişört yüzünden görünmeyen bir şort vardı. Evet, umursamadığım şeylere başkasının evinde resmen şort tişört gezmek de eklenmişti. Bundan şikayetçi değildim. Şikayeti olan da yoktu. Kimseye de söz düşmezdi zaten bu konuda. Hava serindi. Elimle kolumu ovuşturdum. Gelen sesler arttığı için olay yerine yaklaştığımı düşündüm. Belki de adam falan öldürüyorlardı. Kısık bakan gözlerim, umursamazlığımı kanıtlıyordu. Hissizleşmek tuhaftı. Herhangi bir beklentinin olmaması, yaşamak için yaşamak tuhaftı. Toplarlanırdım bir gün. Ama o gün kesinlikle bugün değildi. Zaman her şeyin ilaçıydı. Ancak fazlası, intihardı. Kafamı gökyüzüne kaldırdım. Defalarca soru sorduğum ve defalarca yanıtsız kaldığım gökyüzüne baktım. Bu defa soru sormadım. Bu defa cevap istemedim. Bu bir sınavdı. Atlatacaktım. Tekrar bir ses geldi. Resmen kıyamet falan kopuyordu. Ben de burada hayatı sorguluyordum. Başım ağrıyordu. Tıpkı karnım gibi. Son zamanlarda karnımın ağrısı azalmıştı neyse ki. Sadece arada, kötü anıları hatırladığımda bir ağrı saplanıyordu o kadar. Bunun için mutluydum. Hissizdim. Mutluydum galiba. Seslerin arttığını hissettiğimde arkamı döndüm. Kafamı sağa doğru çevirdiğimde, yarısına kadar açık bir garajla karşılaştım. Gözlerimi devirip garaja doğru adımladım. Araba mı tamir ediyorlardı? Hiç sanmıyordum. Garajın hemen önüne geldiğimde kafamı eğdim ve kepengin altından geçtim. Hiç kimse yoktu. Tam anlamıyla, hiç kimse yoktu. Kaşlarımı çattım. Yalnızca lüks ve eski model olduğu belli olan bir araba ve tamir aletleri vardı. Sesin buralardan bir yerlerden geldiğine adım kadar emindim. Dimdik karşıma baktım. Bomboş, beyaz bir duvar vardı. Uzaktan bakılınca anlaşılmıyordu ama ben iyi bir gözlemciydim. Birkaç adımda duvara yaklaştım ve belli olan izlere baktım. Duvarda yer yer kurumuş kan izleri vardı. Bir polis buraya gelse ve bu izleri fark etse, Karan'ı ve diğerlerini resmen hapse tıkardı. Duvara daha fazla yaklaştım. Elimle tıklattığım duvardan gelen ses, arkasının boş olduğunu kanıtladı. Gözlerimi devirip arka tarafa geçmek için bir yol aradım. Etrafıma bakınırken, duvarın hemen bitişinde küçük bir kol olduğunu fark ettim. Gerçekten fazla göz önündeydi. Ben bulduysam, polis hayli hayli bulurdu. Kafamı ayıplarmış gibi iki yana sallayıp kolu indirdim ve iki yana açılan duvardan içeri girdim. Karanlık merdiven boşluğuyla karşılaştığımda omuzlarım düştü. Tekrar geri dönüp birkaç dakika garajda fener aradım ve sonunda buldum. Yüzümü buruşturup kötü kokan karanlık merdivenleri adımlamaya başladım. Gördüğüm ışık, normal bir ışık değildi. Yüzüme vuran sıcak hava, aşağıda ateş yakıldığını belli diyordu. Etrafı, yaktıkları ateşle aydınlatıyorlardı belli ki. Sonunda merdivenler bitti. Mutlu olabilirdim. Tabi başıma bir silah dayanmasaydı. Başımı merdivenlerin bittiği yerin hemen sağına çevirdiğimde ve silahla resmen göz göze geldiğimde, silahın sahibini umursamadan dudaklarımı araladım. Gözlerim hâlâ boş bakıyordu. Bunu biliyordum. "Bir kere sıkar mısın?" Silahın sahibine doğru baktığımda şaşkın bakışlarla beni süzen İlke ile göz göze geldik. "Tam şuraya." dedim şakağımı işaret ederek. Sesimdeki ifadesizlik yüzünden, ciddi gibi görünüyordum. Şaka da yapmıyordum aslında. Sıksalar da umursamazdım. "Afra?" dedi silahı indirip yapmacık bir gülüşle. "Ne işin var burada?" Silahı arkasına saklayıp gözlerini kaçırdı. Gözlerimi devirip elimdeki feneri kapattım. Arkamı döndüğümde, Alex'le karşılaştım. Onun da benden sakladığı bir silah vardı ve burada, tam da tahmin ettiğim olaylar dönüyordu. Geniş odayı es geçtim ve bağırış seslerinin geldiği kapıya doğru ilerledim. Kapıdan girdiğim an, sıcaklık daha fazla arttı. Ortalık daha aydınlıktı. Sonunda büyük alana giriş yaptım. İlk başta buranın bir fırın olduğunu düşündüm. Sağımda ve solumda, ellerini demirlerden uzatan adamlar vardı. Belli ki bunlar tutsak olanlardı. Tam karşıya baktığımda, sandalyeye arkadan bağlanmış bir adamla göz göze geldik. Karşısında ise rahat bir tavırla adama bakan bir adet, üstsüz Karan Başer vardı. Üstsüz olmasına daha fazla takılabilirdim. Tabi, umursamaz olmasaydım. Bir dizini diğerinin üzerine atmış adamı inceliyordu. O kadar dikkatli bakıyordu ki, benim geldiğimi bile anlamadı. Altındaki siyah kota, çıplak bedenine bulaştığı gibi kan bulaşmıştı. Arkalarında yanan bir ateş vardı. Bir fırın gibiydi. "Abi!" Alex'in yüksek sesiyle kendine geldi ve derin bir nefes alıp bulunduğum yere doğru baktı. İlk başta gözleri büyüdü. Sonra diğer bacağının üstünde duran bacağını indirdi ve hızla ayağa kalktı. Bana doğru adımladı. Yüzünde, burada olmama şaşıran bir ifade belirdi. "Ne arıyorsun sen burada?" dedi koluma yapışıp. Yüzümü buruşturdum. Cidden burada ne aradığımı ben de bilmiyordum. Yerin bin kat altından gelen sesleri, hemen çaprazımdaki mutfaktan nasıl duydum onu da bilmiyordum. Tek bildiğim burada kafamı dağıtabileceğimdi. Sessiz kalmak bana acı veriyordu. Karan'ın şaşkın gözleri yüzümde gezindi. Kolumu ondan kurtarıp karşısında dikildim. "Ben de kaçıp kaçıp nereye gidiyorlar diyordum. Emlakçıların bahsettiği yerden ısıtmalının olayı bu muydu?" Alaylı sözlerimin tam zıddı olarak boş bakan gözlerim, beni Joker gibi gösteriyor olmalıydı. Kendimi gülümsemeye zorlasam tam olarak Joker olacaktım. Ellerimi arkadan bağladım. Karan'ın bakışları sertleşti. Gözleri tüm yüzümde gezindi ve en sonunda yeniden gözlerimde durdu. Alnında birikmiş ve köprücük kemiklerine kadar inmiş ter damlaları, onu farklı gösteriyordu. Evet, diyecek bir sözüm yoktu. Sadece farklıydı işte. "Şimdi işim var. Sonra konuşuruz. İlke seni geri götürsün." Koluma dokunan İlke'ye kısa bir bakış atıp tekrar Karan'a döndüm. "O garaja bir polis koysak anlaması iki dakikasını almaz, Karan. Ayrıca tüm ses yukarıda. Mutfaktan duydum sizi. Yapacaksanız, tam yapın." Yüzünü buruşturarak bana bakan Karan'a omuz silktim ve ellerim hâlâ arkamdayken adama doğru adımladım. "Ne konuşuyordunuz?" Adamın şakağından kan akıyordu. Yüzü, sıcaktan dolayı ter içinde kalmıştı. Üzerindeki yırtık, eski püskü, beyaz tişörtünde de kan vardı. Muhtemelen adam konuşturmaya falan çalışıyorlardı. "Afra!" dedi Karan uyarı dolu bir sesle. Burada kalmamı istemiyordu. Ama bilmiyordu. Ben böyle yerlerde var olmuştum. Ben böyle büyümüştüm. Beni böyle büyütmüşlerdi. Adamın karşısındaki sandalyeye oturdum. Dirseklerimi dizlerime yasladım ve adamın gözlerine dimdik bakmaya başladım. "Ee, nasıl gidiyor?" Adam şişmiş yüzü yüzünden zar zor da olsa kaşlarını çattı. Acı çektiğini anlamam uzun sürmedi. "Arkadaşlarım bana pek bir şey anlatmazlar. Nedenini sonra tartışırız. Sana tam olarak ne sordular?" Adam yüzünü buruşturdu bu kez. Azılı bir manyak olduğuna adım kadar emindim. Neyse ki, onların dilinden konuşmayı çok önceden öğrenmiştim. Bu bakışları iyi bilirdim. Kafasını Karan'a çevirdi ama ben yüzüne bakmaya devam ettim. Yeniden arkama yaslandım ve ben de Karan'a baktım. Kıstığı gözleriyle beni inceliyordu. Muhtemelen bir tepki vermemi, korkup kaçmamı beklemişti ancak beklediği gerçekleşmediği için şaşkındı. Ona ifadesiz bir yüzle baktım. Anlatmasını istediğimi çoktan anlamıştı. Sadece direniyordu. Derin bir nefes verdi ve alnını sıvazladı. "Karşındaki adamın bir ortağı var. İş yaptıktan sonra buraya kaçtılar ve saklandılar. Bunu yakaladık. Diğer adam bizim son kaçağımız. Yakaladıktan sonra dönebiliriz." Kafam yine adama döndü. Yüzünü incelemeye devam ettim. Bu kadarı yeterli değildi. "Ne suç işlediler?" Gözlerimi kıstım. Kesinlikle iyi geliyordu. Karşımda bir manyağın oturması ve onu birazdan paralayacak olmak kesinlikle iyi geliyordu. "İnsan ticareti. Daha çok kadın ve çocuklar." Kaşlarımı kaldırıp yüzüne bakmaya devam ettim. "Afra, yeteri kadar şey öğrendin. Gidelim hadi. Yaptıklarımız basit şeyler değil. Kesinlikle mide bulandırıcı şeyler. Midem bulandı çıkalım yukarıya." Kollarımı bağlayıp gülümsedim ve İlke'ye döndüm. Yüzünü dikkatle inceledim. Normal görünüyordu. Hâlâ fark etmemesi, tuhaftı. "Mide bulandırıcı şeyler yaparak adam konuşturamazsınız." Oturduğum yerden kalktım. Ne yaptığımı anlamaya çalışan Karan, Alex ve İlke'ye bakmadan adamın sandalyesini etrafında dolanmaya başladım. "Mide bulandırıcı şeyler, onun gibiler için normaldir." Elim belime gitti. Gri bir tabanca çıkarttım ve yine gülümsedim. Bir psikopat gibi göründüğümü farkındaydım ama bu tür insanlar karşısında normal kalmak, yakışık kalmazdı. "Ne yaptığını sanıyorsun? Nereden buldun sen o silahı?" Alex'in bana doğru attığı adımlarla birlikte elimi kaldırdım ve onu durdurdum. Karan ve İlke'nin de yüzü aynı ifadeye bürünmüştü. Şaşkınlık, korku, gerginlik... İlke silaha baktı. Sonra elini beline attı ve şaşkınlıkla bana baktı. Onun bu halini gören Karan ve Alex bana döndüğünde sırıttım. Herkesin karanlık bir yanı vardı. Bu karanlık yan, ailenizden biri ölse bile, hep uyanık kalırdı. İncinen taraf asla olmazdı. Bu yüzden ayakta kalırdık. İntihar edenlerin, karanlık tarafı ölmüştü. Aslında onlar, karanlık taraflarını uyandırmak için kendilerini öldürüyorlardı. "Basit olmayan şeyler yapmak." dedim ve küçük çaplı bir kahkaha attım. Kafamı ayıplarmış gibi sallarken gözümü tabancadan ayırmıyordum. Elimdeki tabancanın silindirini boşaltmadan önce elime bir mermi aldım ve diğer mermilerin yere düşmesini sağladım. Derin bir nefes aldım. Arkamı dönüp yeniden adama odaklandım. "Belli ki konuşturamamışsınız. Bu tür adamlar dövülmekten korkmazlar. Onlar için tek bir korku vardır." Mermiyi yeniden silindire yerleştirdim ve çevirdim. Yerine yerleştirdiğim silindirle birlikte adama yeniden döndüm. "Canım çok sıkıldı Bay Kansız. Seninle bir oyun oynayalım." "Kimsin lan sen? Siktir git, sinirimi bozdun zaten!" Bana doğru hızla bir adım atan Karan'a fırsat vermeden adamın saçını tuttum ve başını geriye doğru yatırıp onların duyamayacağı şekilde fısıldadım. "Senin tek önemsediğin şey kendinsin değil mi Bay Kansız? Yaşamak senin için en önemli olan şey. Nasıl yaşadığın önemli değil. Tek istediğin, nefes alabilmek." Ani hareketim ve sözlerim karşısında büyüyen gözlerine sert bir bakış attım ve yarım ağız gülümsedim. Ellerimin arasındaki saçlarını sertçe bıraktım. Kafası sarsıldı ancak toparlaması uzun sürmedi. Onun gibiler, yaşamaya takıntılıydı. "O zaman oyuna başlayalım Bay Kansız. Önce sen başla ki en heyecanlı kısmı sona bırakalım." Elimdeki silahı kaldırıp başına yaslandım. "Afra!" Alex'in şaşkınlık dolu sesine aldırış etmeden tetiği çektim. Tabancanın boş olduğunu kanıtlayan ses kulaklarıma dolduğunda bu defa, tabancayı kendi kafama yönelttim. Mimiklerinde, herhangi bir değişim olmadı. "Korku, Bay Kansız. Büyük işkencedir. Ama en büyük işkence, ölüm korkusudur." Annemin bana öğrettikleriyle yaşadığımı fark ettim. Gerçekten, bana yaşattıklarını başkalarına yaşatmaktan nefret edebilirdim. Tabi karşımda, insan demeye bin şahit isteyen bir kansız oturmasaydı. İnsan demeye bile dilim varmıyordu bunun gibilere. "Afra, saçmalama." Başıma dayadığım silahın tetiğini çektim. Boştu. Karan'la göz göze geldik. Ne demişti kadın? Karan'ın ve benim sana ihtiyacımız var. Gerçekten ihtiyacının olduğunu, gözlerindeki korkudan anlayabiliyordum. Sanırım bu da bir sır olarak kalacaktı. Öğrenmek için can atmıyordum. Açıkçası hiç merak etmiyordum. Silindiri tekrar döndürdüm. Tabancayı başına dayadım. "Benim canım kıymetli değil, Bay Kansız. Senin aksine, kendime değer vermem pek." Tetiği çektim. Yine boştu. Bu defa kendi kafama yasladım silahı. Tetiği çektim. Boştu. "Kim bilebilir?" diye söylendim kendi kendime. "Bir sonraki atış, ikimizden birinin kafasında bir delik açabilir." Silindiri çevirdim. Silahı bu defa kendi kafama dayadım. Yavaş yavaş hareketlenen korkusunu, gözlerinde okuyabiliyor ve bundan büyük zevk duyuyordum. İlk önce kendi kafama sıkmaya çalışmam, onun kafasında bir delik açılma şansını arttırıyordu. Oyunun en heyecanlı kısmı burasıydı çünkü genelde karşımdakiler hep, oyunun kurallarını değiştirdiğimde ve Azrail etrafta dört dönmeye başladığında korkarlardı. Yarım ağız gülümsedim. Bana hâlâ korkuyla bakanlara bakmak yerine, dimdik adama baktım. Tetiği bir kez daha çektim. Yine boştu. Bu defa adamın başına dayadım silahı. Tıpkı gözlerindeki korku gibi bedeni de hareketlendi. Bu oyun kısa sürecek gibiydi. "Bir mermi bedene ilk girdiğinde, acıyı hissetmezsin." Silahın ucunu şakağında dolaştırdım. Başımı yana doğru eğdim. "Sonra, keskin bir acı hissedersin. Acı artar. O kadar çok artar ki dayanılamayacak kadar çok acır." Adamla göz göze geldik. Kıvama çoktan gelmişti. O benim bir psikopat olduğuma ikna olmuştu ve ben de onun bir korkak olduğuna. "En zirvede kritik an yaşanır. Acının en fazla olduğu yerde ya bayılırsın ya da dişini sıkarsın. Dişini sıkmayı seçtiysen, acı yavaş yavaş azalır. Bittiğini sanarsın. Acı çekmiyorum diye yaşadığını düşünürsün ama hayır," Başımı iki yana salladım. "Aslında ruhun bedeninden çekilmeye başlamıştır. Yaranın olduğu yer, çoktan ölmüştür." Tetiği çektim ve adam korkuyla inledi. Anlattığım hikaye onu tamamen kıvama getirmişti. "Daha önce hiç başımdan vurulmamıştım. Benim için yeni bir deneyim olacak." Silahı yeniden hazırlamak için kendime çektiğim sırada adamın sesi büyük odada yankılandı. "Tamam!" dedi yüksek sesle bağırarak. "Tamam anlatacağım her şeyi! Çek şunu gözümün önünden!" "Cık cık cık!" dedim kaşlarımı yapmacık bir şekilde çatarak. "Seninle eğleneceğimizi düşünmüştüm. Çok ani oldu! Sizin gibiler yüzünden arkadaşlarım bana pek bir şey anlatmıyor işte!" Tetiğe bir kez daha bastım. Adam korkuyla büyüttüğü gözlerini gözlerime dikti. Bana doğru artık resmen yürüyen Karan'la göz göze geldiğimizde, gözümde ne gördü bilmiyorum ama hem kendisini hem de yanındakiler durdurdu. Tetiğe tekrar bastım. Yine boştu. Tekrar tekrar bastım. Adam korkudan bayılmadan önce son kez tetiğe bastım. Yine boştu. Ölüm korkusu, şakaya gelmezdi. Yüzümü buruşturup adama baktım ve birkaç adım geri çekildim. Oyuncağım elimden alınmış gibi hissediyordum. "Sen nasıl bir psikopatsın böyle!?" Alex'in yüksek sesine aldırış etmeden Karan'a doğru yürüdüm. Dizlerinin bağı çözülen İlke'ye kısa bir bakış attım. Dizlerinin üzerine oturmuştu ve yerden destek alıyordu. Karan'la göz göze gelmeden hemen önce elimdeki silahı göğsüne bastırıp yine ifadesiz bir hâl alan gözlerimle yüzüne baktım. "Dedim sana. Beni tanımıyorsun. Ben kimsenin arkasına sığınmam." Yüzünde anlamlandıramadığım soğuk bir gülümseme yer edindi. Daha fazla orada durmadım. Terden sırılsıklam olduğumu hissedebiliyordum. Oldukça bunaltıcı bir ortamdı. Merdivenlere yönelmeden önce Karan'ın birkaç adım arkasındaki İlke'ye yaklaştım ve önünde diz çöküp kulağına fısıldadım. "Silahı eline aldığın ilk an sana söylenmesi gereken sözler vardır. Kimse söylememiş belli ki. Silahın, senin bir parçandır. Kimse ona senden izinsiz dokunamaz ya da izinsiz alamaz. Alınırsa, bedeninden bir parça kopmuş gibi davranmak zorundasın. Aksi takdirde namlu sana döndüğünde, çaresiz kalırsın." Elimle omzunu sıvazladım. Ayağa kalktım ellerimi arkamdan bağladım ve İlke'ye son bir bakış atıp kapıya doğru yöneldim. Şimdi sessiz kalacaktım. Sessizlik beni paramparça edecekti ve ben öylece ölümümü izleyecektim. Kötü insanlar için sadece kendileri vardı ama iyi insanlar için öncelik, sevdikleriydi. Az önceki adam gibi korkudan can çekişmiştim ve en sonunda, sevdiğim bir canı kaybetmiştim. Sanırım artık kaybedecek bir şeyim yoktu. Canım bile yoktu. Merdivenlerden çıktıkça, aşağının ne kadar sıcak olduğunu fark ettim. Garaja vardığımda hava çoktan kararmıştı ve serin hava yüzünde üşüdüğümü hissettim. Yeni atlattığım hastalığa bir kez daha yakalanamazdım. Yönümü garaj çıkışına çevirip bahçeye çıktım. Oradan da eve yöneldim. Odamın koridoruna girdiğim an, arkamda hissettiğim adım sesleriyle gözlerimi devirdim ve kendi odama, çoktan benimsediğim kendi odama, dalıp kapıyı açık bıraktım. Adım seslerini ezberlediğim adam, hemen arkamdan geldiğinde yüzünde hâlâ dinmemiş bir sırıtış olduğunu fark ettim. Yatağa oturdum. Kapı pervazından birkaç saniye bana baktı. Derin bir nefes aldı ve odaya girip kapıyı kapattı. Öylece yaptıklarını izliyor ve ses çıkartmıyordum. Yine o çok bilindik koltuğuna kuruldu. Üzerindeki kan lekeleri kurumuştu. Hâlâ çıplaktı ve bunu eskisi kadar anormal bulmuyordum. Bir anlığına yok olan hissizliğim yeniden baş gösterdi. Karanlık tarafım uyanmıştı sadece. "Son mermiyi ne zaman boşalttın?" dedi ciddi bir tavırla. Yaptığım hareketin hoşuna gittiğini az önceki sırıtışından pek tabi anlayabilmiştim. Ancak hoşuna gitmeyen bir taraf da vardı. "Son elde." Kafamı geriye doğru yatırıp derin bir nefes aldım. Elim karnımda gezindi. "Konuşacağını nasıl anladın?" Arkaya attığım kafamı düzelttim ve yüzüne boş bakışlar attım. "Gözlerine bakarak." Kaşlarını kaldırıp kafasıyla beni onayladı. Gözleri yerde gezindi. "Yani son âna kadar gerçekten bir oyun oynadın. Ölüm üzerine kurulmuş bir oyun. Nedir senin bu ölüm takıntın, Araf? Tüm oyunların ölüm üzerine mi olacak? O adam bize lazım. Başımızı yakabilirdin." "Umurumda gibi mi duruyor?" Evet, minnet duygum da biraz eksilmişti. Bana yardım etmek isteyen bir adamı, canım burnumda olduğu için tersleyecektim. Neyse ki karşımdaki adam öyle terslenecek bir adam değildi. "Ölüm tek gerçektir ve sonunda ölüm olmayan bir oyunu kimse dikkate almaz. Özellikle de, sadece kendini önemseyen orospu çocukları." Benden küfür beklemediği için birkaç defa gözlerini kırpıştırdı ve sinirle güldü. "Benimle dalga mı geçiyorsun sen?" Oturduğu koltukta öne doğru eğildi. Omuz silktim. "Ben olmasaydım hâlâ o adamı yumrukluyor olurdun. Karşısına oturup zihnini okumaya çalışmakla bir şey elde edemezsin. Teşekkür edeceğine kızıyorsun bir de." Gözlerini devirdi. "Zihnini okumaya çalıştığımı nereden anladın?" dedi yeniden arkasına yaslanarak. "Ne?" Boşluğuma gelmişti. Göz göze geldiğimizde ifadesiz yüzüne karşılık gözlerimi büyüttüm. "Yok artık Kızıl!" dedim kafamı yana doğru çevirerek. "Bu kadarı da fazla artık!" Ufak bir gülümseme takıldı dudaklarına ancak uzun sürmedi. Yine ifadesiz bir hâl aldığında, sessizlik arttı. O bir şey söylemedi ve ben de söylemedim. Sessizlik başımı ağrıtıyordu. "Başka bir evrenden geldiyseniz, nasıl ev aldınız burada?" Sorumla birlikte derin bir nefes aldı. Konuyu değiştirmenin verdiği gerginlik yerli yerindeydi. "Kimliği olmayan kişi benim, Araf. Ama bu, yansımamın kimliğini alamayacağım anlamına gelmez." Yüzüne boş bakışlar attım ve kafamı salladım. "Yansımama ne yaptığımızı sormayacak mısın?" Gerçekten o kadar bunalmıştım ki. Sadece bir hafta önce, biri karşıma geçip ağlayamadığın için bunalıma gireceksin dese, ona güler ve inadına karşısına geçer ağlardım. İyi bir oyuncu olduğumdan istediğim zaman ağlayabiliyordum. Şimdi taşlaşan gözyaşlarıma ben bile şaşırıyordum. "Bugün iyi kız rolü yapamayacağım. Öldürdüysen bu senin günahın. Sana şimdi burada konuşma yapsam ne, yapmasam ne? Öldürmekten vazgeçecek misin?" Tek kaşını kaldırıp yüzüme baktı. Ama ben sadece tabloya baktım. Sanırım saçma bir şekilde bu tabloyla bağ kurmuştum. Baktığımda bana hep annemin ihanetini, babamın ölümünü ve hissizliğimi hatırlatacaktı. Bu odaya bir daha girmek istemiyordum. Beni boğuyordu. "Ölüm, değiştirir." dedi kafasını sallayarak. Benden bahsettiğini sonradan anladım. Onunla bir ölümden önce tanışmıştık ve bir ölümde sonra beraberdik. Aradaki farkı anlamış olmalıydı. "Hep değiştirdi." Bu konuyu açmasından nefret ediyordum. Ayak uydurmayı seçtim. "Ölüler nereye gider sence?" dedim önümdeki bomboş duvarı izleyerek. Siyah tablonun olduğu duvarı değil, yatağımın hemen yanındaki duvarı izliyordum bu defa. İçinden çıkamayacağım bir kara deliğe atmıştım kendimi, çıkamıyordum. Çıkmak istemiyordum. Ses gelmedi. Duvardaki bakışlarımı yavaşça ona odakladım. Pencereye bakıyordu. Öyle derin bakıyordu, öyle uzaklara dalmıştı ki bir an beni duymadığını bile düşündüm. Ancak düşüncemin tersine dudaklarını araladı. Kafasını bana çevirmese de sorumu cevapladı. "Bilmem." dedi omuz silkerek. "Ama arkalarında hep bir enkaz bırakırlar. Sen söyle, ölüler nereye gider? Neredesin sen?" Gözlerimi kıprıştırdım. Önüme gelen saçlarıma aldırmadan kafamı yeniden duvara çevirdim ve duvarı izlemeye devam ettim. Ona bakmak, gerçeklerle yüzleşmek gibiydi. Ona bakmak, bana babamı hatırlatıyordu. O, ölü bir adam gibi görünüyordu. "Hiçbir yerdeyim ya da her yerdeyim." dedim tek nefeste. Sesim öylesine cansız, öylesine boş çıkmıştı ki bana baktığını hissettim ancak gözlerinin üzerimdeki etkisi uzun sürmedi. Bakışları yeniden pencereye kaydı. "Araftasın, Araf." Kafamla onu onayladım. Daha fazla konuşmadı. Sessizlik çığ gibi büyüdü. Gittikçe daha da sessizleştik ve bu bana iyi gelmedi. Artık sessizlik bile bana babamı hatırlatıyordu. Sessizlik başımı ağrıtıyordu. "Bana bir şeyler anlat." dedim kuru sesimle. Boğazımı temizledim. "Bana babamı unutturacak bir şeyler anlat." Nefeslerime odaklandım. Kafamı dağıtmak, her şeyi unutmak istiyordum. Babamın ölümü o kadar can yakıcıydı ki onu hatırlamaktan bile kaçınmak istiyordum. Onu bana unutturma şansları olsa, unutturmalarını isterdim. İyi anılarımızı da ve kötü anılarımızı da. Hepsi zarar veriyordu. Hepsi boğazımda bir yumru bırakıyordu. Nefes alamıyordum. "Ne anlatayım?" dedi. Gözlerimi kapattım. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve düşünmeye başladım. "Bana bir masal anlat. Ama mutlu sonla biten bir masal." Gözlerimi açıp kendimi yatağa bıraktım ve dizlerimi kendime doğru çektim. Karnım ağrıyordu. Karan şimdi sadece sırtımı görüyordu. "Hiçbir masal mutlu sonla bitmez." Ellerimi birleştirdim ve başımın altına koydum. "Biliyorum. Sadece mutlu sonla bitiyormuş gibi anlat." Derin bir nefes aldığını duydum. Bekledi. Ne anlatacağını düşündü. Koltuktan kalktığını adım seslerinden anladım. Yatağın sesi geldi. Yanıma uzanmış olmalıydı. Ona dönmedim. Boş duvarı izlemeye devam ettim. "Bir varmış bir yokmuş." dedi. Gülümsedim. Klişe bir adam değildi ve klişe olan şeylerden nefret ettiğini tahmin etmek de zor değildi. "Çaresiz bir prenses varmış." Burnunu çekti. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyordu. Kendimi çok bitkin hissediyordum. Hasta değildim ama hasta gibiydim. "Bu prenses, kötü cadı tarafından bir kuleye hapsedilmiş." Kapalı olan gözlerimi araladım. "Rapunzel miymiş prensesin adı?" Beni cevapsız bıraktı ve anlatmaya devam etti. "Kötü cadı, prensese sözünden çıkarsa onu ve sevdiklerini öldüreceğini söylemiş." Babam. "Prenses kendisi için değil, sevdikleri için boyun eğmiş. Bir kurtarıcı beklememiş. Hiç hayal kurmamış, hiç umut etmemiş." Bu kötü sonlu bir masal olacaktı. "Bir prens gelmiş kulesine. Onu kurtarmayı teklif etmiş ama prenses karşı çıkmış." Kaşlarım çatıldı. "Çünkü prenses kurtarılmayı değil, kurtarmayı istiyormuş." Derin bir nefes aldı. Duraksamasını sabırla bekledim. Devam etti. "Prenses, bir prens istememiş." Sanki yazdığı hikayenin sonu, benim sonum olacaktı. Merakım ikiye katlandı. "Prensesin sevdiği kimse kalmamış. Kötü cadı artık onu elinde tutamazmış. Prenses, bir prens olmadan kaçmış çünkü o bir prensten çok daha güçlüymüş. Karşı çıkmış, kaybetmiş ama kazanmış." Bu bir son değildi. "Sonra ne olmuş?" Sonrasını öğrenmeye ihtiyacım vardı. Uykulu sesime ben bile şaşırdım. Çok yorgundum. "Prenses mutlu sonları da sadece kendisi yazabilirmiş. Birinin ona mutlu son yazmasına ihtiyacı yokmuş." Gözlerim kapandı ancak ben inadına açık tuttum. Şaşkındım. Uykulu bedenimi zar zor da olsa hareket ettirdim. Sırt üstü uzanmış, gözlerini tavana dikmişti. Tek kolunu başının altına koymuş, hareketsiz bir şekilde yatıyordu. "Ama prenses mutlu bir son nasıl olur bilmiyormuş." dedim pürüzlü sesimle. Ancak ben konuştuğumda baktı bana. Söylediklerimi dinledi. "Hayır," dedi Karan. Gözlerini gözlerimden ayırmadı. "Prensesin yaşamak için bir sebebi yokmuş." Fısıltı halinde çıkan sesini dinledim. Dizlerimi daha fazla çektim karnıma. "Prensesin bir prense değil, bir arkadaşa ihtiyacı varmış. Prenses çok yalnızmış." diye devam etti. Prensesler, kurtarılmak için prensleri beklemek zorunda değildi. "Kızıl," dedim ne zaman ağlamaklı bir hâle geldiğini anlamadığım bir sesle. Yanımda uzanan bedenin sahibinin doğruluğunu hissettim. Kapalı olan gözlerimi sıktım. "Korkuyorum." Elini saçlarımda hissettim. Acının bulaştığı saç diplerimde, onun soğuk ellerini hissettim. Buz gibilerdi. Neden bu kadar soğuktu? "Neden?" Sesi yumuşacıktı. Onun gibi bir adamın, sesinin bu kadar yumuşak olması kendimi sorgulamama yol açıyordu. Dizlerimi karnıma daha çok çektim. Bir kez daha ağlamak istedim ama ağlayamadım işte. Can çekişiyordum. "Ölmekten korkuyorum Kızıl. İçimdeki ses ölmek istediğini söylüyor. Susmuyor, susturamıyorum." Ellerimi kulaklarıma kapattım. İki büklüm bir hâlde, tanımadığım bir adamdan yardım istiyordum. Yalnız olduğumu bir kez daha hissettim ve bu kalbimi dayanılması güç bir ağrıyla çarptırdı. "Ölüyorum ben." dedim fısıltıyla. Ama fısıltımdaki acı, yeri göğü inletirdi. Buz gibi elleri bu defa bileğimde gezindi. Kulaklarımı kapattığım ellerimi aldı, avuçlarının içine hapsetti. Onun buz gibiydi elleri. Ama benim ellerim daha soğuktu. İkimiz de üşüyorduk ama farkında değildik. "Yaşamak zorundasın, Araf. Geçecek, her şey zamanla geçer. Her acı zamanla azalır. Şimdi nefes alamıyorum sanarsın; üşürsün, korkarsın ama zamanla geçer. Tutunacak bir dal bul ve bırakma. Atlarsan atlarım, biliyorsun." dedi. Tanımadığım adam bana ölmemem için resmen yalvardı. Tanımadığım adam, atlarsam atlayacağını söyledi. Titanic battı. Jack öldü ve Rose, kalbini bir okyanusa bıraktı. Rose nasıl yaşamıştı? Nasıl nefes almıştı? Onun da aklında ölüm senaryoları dolanmış mıydı? Neye tutunmuş, nasıl ayakta durmuştu? Tutunacak bir dal aradım. Her taraf karanlıktı ve ben hiçbir şey göremiyordum. İçim acıyordu. Nefeslerim o kadar acı veriyordu, kalbim o kadar çok kanıyordu ki dayanamıyordum artık. Zihnimde dönüp duran anılar vardı. Kötü anılardı bunlar. Canımı yakıyorlardı. Devam etmesi çok zordu. "Senin üşüyen ellerin hâlâ geçmemiş. Ya benimki de geçmezse?" Derin bir nefes aldı ve yavaş yavaş verdi. Nefesini yüzümde hissettim. Nefesleri sıcaktı ellerinin aksine. Dudağımı büzdüm. "Geçer, Afra. Geçireceksin." Kaşlarım kendiliğinden çatıldı ama uzatmadım. Geçirebiliyorsak bu acıyı, o acıya tutkun bir adam mıydı? O acısını geçirmek istemiyor muydu yani? "Bana, beni götürmek istediğin yeri anlat." dedim aniden. Cevap basitti aslında. Rose, Jack için yaşamıştı. Ben de babam için yaşayacaktım. Onun için devam etmek zorundaydım. Susmak istemiyordum. Sustukça, daralıyordum. Kafasını kaldırdı. Ben ise sadece uyumak için rahat bir pozisyon edindim. Onunla gitmeyecektim. Bunu o da biliyordu. Kafamı dağıtmak zorundaydım. Unutup, refleks olarak nefes almak zorundaydım. "Seni götürmek istediğim evrende orman çok fazla." dedi. Bu beni gülümsetti. Konuyu değiştirmek istediğimi anlamış olmalıydı. "Havası temiz çünkü insanların kötülüklerine dem vuracak ağır yasalar var." Bu da beni gülümsetti. Belli ki beni götürmeyi teklif ettiği yerde adalet vardı. Sesindeki acı, ölmek isteyen bir kadının yanında uzandığını haykırıyordu sanki. Ölmek isteyen kadın bendim ve o da ölenle ölmek isteyen adamdı. "Çok güçlü insanlar var orada, senin gibi." Buna gülümsemedim. Şimdi güçsüzdüm. Ayağa kalktığım zaman, babam için yaşamaya başladığım zaman güçlü olacaktım. "Ama çok kötü insanlar da var. Çok karanlık, çok acımasız insanlar." Gözlerimi zar zor araladım. Çok mayışmıştım. "Sen hangisisin? Güçlü olan mı, yoksa kötü olan mı?" Derin bir nefes verdi ve kafasını bana çevirdi. "Ben güçlü bir kötü adamım." Gülümsedim. Göz göze geldik. Gözleri dudaklarımda gezindi ve o da kısa bir an gülümsedi. Gülümsemeleri hep kısa sürüyordu. Sanki, gülümsemek ona acı veriyordu. "Benimle gelmeyeceksin değil mi?" Gözlerimi kapattım tekrar. Onu izlemek istiyordum ancak gözlerim bana inat kapanıyorlardı. "Sorulardan ve sorunlardan kaçmanın en iyi yolu, uykudur." Derin, sıkıntılı bir nefes verip tüm bedenini bana doğru döndürdü. Kapalı gözlerime rağmen, gözlerini üzerimde hissettim. Ancak hissettiğim tek şey gözleri değildi. Az önce bir cehennemden çıkmamıza rağmen buz tutmuş elleri, bileklerimde gezindi. Hafifçe çatılan kaşlarımla birlikte gözlerimi araladım ve yaptığına baktım. "Bunu," dedi bileğimi okşarken. "Hiç çıkartma." Bileğimde sadece metal bir bileklik belirdi. Soğuk yüzeyi tenimde bir ürperti hissettirdi. "Söz ver bana, bunu asla çıkartma." Söz vermekten hiç hoşlanmazdım. Bileğimi büyük ellerinin arasından çektim ve başımın altına koydum. "Bunu çıkartmazsan, gözüm arkada kalmaz, Araf. Az önce gözlerini gördüm. Sen babanın rüyanda dediği gibi gerçekten hayatta kalabilirsin. Ama benim de güveneceğim bir şeyler olmalı. Çıkartırsan ya da atlarsan, atlarım." Cevap vermedim yine ve o sessiz kalmayı tercih etti. "Ne bu?" dedim uyku ile uyanıklık arasında gidip gelirken. Bir süre cevap vermedi. Daha sonra yutkunduğunu duydum. "Sanırım bu soru da cevapsız kalacak." Yavaş yavaş bilincimi yitirmeden önce, son bir şey düşündüm. Yarın yeni bir hayata başlamaya karar vermiştim ve yeni bir hayat, yeni yalanlar, yeni oyunlar demekti. "Yarın," dedim son gücümle. Bilincim gittikçe kapanıyordu ve ben zar zor direniyordum. "Yarın vedalaşmak zorunda kalacağız." ***** Gözlerimi açmadım. Her şeye rağmen, yine uyanmak istemiyordum. Yeni hayatımın ilk gününe de sıradan bir sabahmış gibi başlamak tam da bana göre bir hareketti. Sanırım ne olursa olsun, uyanmak konusunda isteksiz olacaktım. Yine de çok lazımmış gibi gözlerimi araladım. Yanımda Karan yoktu. Yatak dağınıktı ama o yoktu. Muhtemelen gece kalkmıştı. Fazla uyumadığına bizzat şahit olmuştum. Yaptığı iş yüzünden diken üstünde olmalıydı ve bu uykularına kadar uğruyordu. Üzerimdeki örtüyü ayaklarımla açtım. Uyurken üzerimi örtmemiştim. Karan örtmüş olmalıydı. Yataktan doğulur doğrulmaz yaptığım ilk iş yüzümü yıkamak için banyoya adımlamak oldu. Saçlarımı topladım. Üzerimi değiştirdim. Odadan çıkmadan önce derin bir nefes alıp son kez siyah tabloya baktım. Kan lekeleri gözüme çarptığında gözlerimi devirdim ve o odaya bir kez daha bakmadan çıktım. Koridoru kendimden emin ve hızlı adımlarla yürüdüm. Merdivenleri indim. "Gelmediğine sevindim, Karan. Farkındayım çok benziyor ama bir psikopat olduğuna dün emin oldum. Onun için başımı yakamazdım. Kusura bakma. Seni hep desteklerim biliyorsun ama bu başka." "Saçmalama İlke. Gücümü biliyorsun. Bizimle gelirse onu rahatça koruyabilirim ama kızı dün sen de kendi gözlerinle gördün. Bana resmen, "Birinin arkasına saklanmaktansa ölmeyi tercih ederim." dedi. Tabi siz o aralar göt korkusuyla titriyordunuz. İnanılması güç bir gücü var. Belli, hayatta kalmanın ne kadar zor olduğunu biliyor." "Karan, asıl sen saçmalama oğlum. Kendine gel. O, olmasını istediğin kişi değil." Alex bozuk Türkçe'siyle saçmalamaya başladığında artık salona giriş yapmaya karar vermiştim. Dediklerini fazla önemsemedim. "Günaydın!" Güler yüzüm ve şen şakrak hareketlerime ilk tepki, az önce arkamdan konuştuğu için Alex'ten geldi. Ona kısa bir bakış attım ve İlke'ye döndüm. "İlke, benim telefonum davette kaldı malum." Karan'a kısa, imalı bir bakış atıp tekrar İlke'ye odaklandım. "Telefonunu kullanabilir miyim?" İlke beklemeden elini arka cebine attı ve beni kafasıyla onaylayıp güler yüzüyle telefonu elime tutuşturdu. Sahte bir gülümseme olduğunu pek tabi anlayabiliyordum. Dünden sonra bana artık başka bir gözle bakıyorlardı. Odaya tek bir duygu hakimdi şimdi. Bu kadar mutlu olmama şaşıran yüzler. Dün ne kadar dağılmış bir hâlde olduğumu bilmelerine rağmen, şimdi bu kadar mutlu görünmem onları şaşırtmıştı. Bu beklenmedik bir şey değildi. İnsanları şaşırtmayı severdim. "Seni," Karan'la göz göze geldik. "Telefonla görüştükten sonra arabayla bırakacağım. Gitmeye kararlı görünüyorsun." Ona cevap vermek yerine başımla onayladım. Telefonu alıp dış kapıya doğru yürüdüm. Duru'yla konuşmam gerekiyordu. Telefonla ezbere bildiğim numarayı tuşladım ve kulağıma götürdüm. Duru, bilindik bir numara olduğu için hemen açtı. Ona fırsat vermeden konuştum. "Annem yanındaysa sakın belli etme, Duru. Seninle görüşmem gerek." "Ah, Selen Hanım. Nasılsınız?" Kendince bulduğu yönteme gözlerimi devirdim. "Bugün evine geleceğim. Anneme sakın çaktırma Duru. Peşimde olduğunu biliyorum. Benim için bunu yapabilir misin?" "Ben de iyiyim çok teşekkür ederim. Teklifinize sıcak bakıyorum." "Tamam, ben bir saate gelirim oraya. Sen de beni bekletmeden hemen çık dışarıya." "Anlıyorum. Tabii ki hallederim. İyi günler dilerim." Telefonu yüzüme kapattı. Evet, telefonu yüzüme kapattı. Duru gizli saklı iş çevirmeyi pek beceremezdi. Şimdi sadece anneme belli etmemesi için dua edecektim. Tekrar eve döndüm. "Konuştum. Hadi gidelim." Karan koltukta başını arkaya yaslamış ve gözlerini kapatmıştı. İlke ve Alex, karşı koltukta oturmuş bilmediğim bir konu hakkında konuşuyorlardı. İlke sözlerimi duyduğunda başını bana çevirdi ve ayağa kalktı. Karan istifini bozmadan koltukta oturuyor, Alex ise eline ne zaman aldığını bilmediğim telefonuyla ilgileniyordu. Çoktan yanıma ulaşan İlke'ye gülümsedim. Aynı sıcaklıkla o da bana gülümsedi. "Seni tanımak güzeldi, Afra." Omzumu sıvazladığında gülümsemem büyüdü. Vedalardan nefret ederdim. "Seni de tanımak güzeldi." "Sormak istediğim bir şey var. Dün, silahlar konusunda konuştun. Silah kullanmayı nereden biliyorsun?" Kafamı salladım ve kulağına kimsenin duymayacağından emin olarak fısıldadım. "Herkesin karanlık bir tarafı vardır." Geri çekildiğimde İlke, anlamadığını belli eden meraklı gözlerle yüzüme baktı. Karan kafasını kaldırdı ve yerinden doğruldu. Üzerinde, siyah bir gömlek ve siyah bir pantolon vardı. Siyah ona fazla yakışıyordu. Bana bir şey söylemeden yanımdan geçti. Dış kapıya doğru adımladı ve evden çıktı. İlke burnunu kırıştırarak dudaklarını araladı. Karan'a baktığımı fark etmiş olmalıydı. "Vedalardan nefret eder." Kafamı sallayarak onu onayladım. "Kendine iyi bak, Alex." Alex, kabaydı. Alex gerçekten kabaydı. Elindeki telefondan başını bile kaldırmadan kafasını salladı ve "Sen de!" diye bağırdı. Oynadığı oyun yüzünden farkında olmadan dilini dışarı çıkartmıştı. Onu önemsemeden Karan'ın peşine takıldım. Garajdaki arabanın ön koltuğuna oturmuş, arabayı çoktan çalıştırmış beni bekliyordu. Derin bir nefes alıp yanına yerleştim ve kemerimi taktım. Yüzü yine ifadesizdi. Yol boyunca ne o bana baktı ne de ben ona. Oldukça sessizdi. Neyse ki vedalardan nefret eden tek insan ben değildim. Bu yüzden onu anlıyordum. Susmak, en iyi veda etme yöntemiydi. Bazen sessizlik en iyi sözleri söylerdi. "Sen de mi sevmiyorsun vedaları?" Ama sessizliği dinlemek son zamanlarda beni kötü etkiliyordu. Cevap vermek yerine dikiz aynasını kontrol etti. Konuşmak istemediğini bu hareketiyle anladım. Yol bomboştu. Yolla meşgul olduğunu düşünmemi istiyordu. "Ben de sevmem hiç." Kafamı sallayıp bakışlarımı cama çevirdim. Konuşmayacaktı belli ki. Sessizlik, bedenlerimiz bir gaz yığınıymışız gibi sıkıştırdı. Aramıza bütün dünya değil, koskoca evrenler girdi. "Neden?" Bunu beklemiyordum. Hızla geçip giden ağaçlardan ayırdım gözlerimi, sorusuyla ona baktım. Vedaları neden sevmezdik? Sanırım bu sorunun cevabı, veda etmem gereken bir adama bakarak verilmezdi. Onun yerine veda edilmeyi bekleyen ağaçlara baktım. Onlar üzülmezdi. Onlar vedaları sevse neydi, sevmese neydi? "Çünkü veda etmek, veda ettiğim kişiyi nasıl hatırlayacağını belirler. Nasıl veda edersen, öyle anımsarsın. Eskiden veda etmek zorunda kalmamıştım ama babama veda ettim. Morgda, ölü bir adama." Konuyu açmak istemiyordum. O konuyu artık açıp zihnimi bulandırmak istemiyordum. "Sen neden sevmezsin?" Sıkıntılı bir nefes verdi. "Çünkü veda, sevdiklerine edilir. Ölen birine veda eden tek kişi sen değilsin. Travma orada başlıyor zaten. Aklından çıkaramıyorsun." Kaşlarımı kaldırdım ama yine ona bakmadım. "Sadece sevdiklerine veda etmezsin. Herkese, her şeye veda edilir." Sustu. Konuşmak yerine sadece araba kullandı. Yol bitti ve bizim yol boyunca konuştuğumuz tek konu, ikimizin arasına duvar ördü. "Her şey için teşekkür ederim, Kızıl." Kafasını bulunduğum yerin tam tersine doğru çevirdi. Yüzüme bile bakmadı. O gerçekten, veda etmeyi sevmiyordu. Arabanın kapısını açtım. Dışarı çıktım. Son kez ona baktım. Ancak o yine bana bakmıyordu. Dudağımı büzüp arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Arabasını sesli bir şekilde sürdü ve arkamdan hızla uzaklaştı. Onunla gitmediğim için bana kızmış mıydı? Bu basit bir karar değildi. Sırf onunla gitmiyorum diye bozuk ayrılmak istiyorsa bana uyardı. Duru'nun evinin önüne doğru yürümeye başladım. Ulu orta yerde duramayacağımdan kapılarının hemen önündeki büyük ağacın arkasına gizledim ve Duru'yu beklemeye başladım. Kendisine önceden çıkması gerektiğini söylediğimi çok net hatırlıyordum. Duru dakik bir insan değildi. Gözlerimi devirdim. "Duru!" Kapının önünde etrafına bakınan Duru'ya kısık sesle seslendiğimde kafası bulunduğum yere doğru döndü ve kaşlarını kaldırıp yanıma doğru yürümeye başladı. "Delirdin mi kızım? Neriman Teyze bizi böyle görürse ikimizi de öldürür. Ne yapacaksın?" Onu ağacın arkasına doğru çektim. "Gideceğim, Duru. Kaçacağım. Daha fazla duramam burada." Kafamı salladım. Çaresiz göründüğüme adım kadar emindim. Duru da gözlerimdeki çaresizliği gördü muhtemelen. "Afra, kaçmak çözüm değil. Anlamıyor musun? O kadının ilk aldatışı değildi babanı." Kaşlarımı çattım. Bunu nereden biliyordu? Daha sonra aklıma bana atılan mesaj geldi. Bilinmeyen bir numaradandı. Bilinmeyen bir numaradan olup da doğrudan bizimle ilgili bir mesaj almam için atan kişinin çok yakınımızda birileri olması gerekiyordu çünkü annem kimseye böyle bir açık vermezdi. Çalışanlara bile. Kaldı ki numaram yalnızca Duru'da ve birkaç tanıdıkta vardı. İşle ilgili kullandığım telefon başka bir telefonumdu. Annem o telefonu sürekli kontrol ederdi ve Duru da bunu bilirdi. Sinirle gülümsedim. "Bilinmeyen numara sendin değil mi?" Duru ilk önce şaşırdı. Her şeyi öngörebildiğimi düşünüyordum. Nokta atışı tahminlerim olurdu ama ilk defa bir tahminimden ve doğruluğundan nefret ettim. Karşımda bana mahçup bakışlar attı ama ben durmadım. "İlk aldatışı da değildi, öyle mi? Sen kimin tarafındasın Duru? Annemin bu saçmalıkları babama zarar veriyordu. Bunu en iyi sen biliyorsun ve bana söylemedin mi yani?" Kafamı iki yana salladım. Ben gerçekten kime güvenecektim? "Afra beni bir dinle." Elimi kaldırıp onu durdurdum. "Aramızın bozulmasını istemiyorum, Duru. Zaten gitme kararı alırken her şeyi göze almıştım. Eninde sonunda yakalanacağım. Bu bizim son görüşmemiz. Sana veda etmek istemiştim." Duru gözlerini büyüttü ve bana doğru bir adım attı. Onu umursamadım. Geriye doğru bir adım attığımda, o da yaklaşmayı bıraktı. "Neriman Teyze geliyor." Her şey, hem de her şey bir kabusun içinde olduğumu düşündürtmeye başlamıştı. "Ne?" Ağzımdan sadece, refleks olarak bu kelime çıktı. Gözlerimi kırpıştırdım ve bir kez daha ihanetin puslu gözleri ile karşılaştım. Nefesini, ölümü pek çok kez hissettiğim ensemde hissettim. "Buraya geleceğini biliyordu. Bilinmeyen numaradan alacağın mesajı da biliyordu. Babanın öleceğini de, her şeyi biliyordu. Baban, kalp krizi geçirerek ölmedi." Konuşması biter bitmez, yanağına bir gözyaşı damladı. "Affet. Ne olur Afra, affet. Elimden gelen her şeyi yaptım. Her şeyi. Neriman Teyze beni öldürürdü. Biliyorsun. Onu tanıyorsun. Tek kelime bile edemedim sana. Ama bir şekilde haberinin olması gerekiyordu. Düşündüm ve bana tek mantıklı gelen hamleyi yaptım. Ama öngörülmüş bir hamleydi. Neriman Teyze her şeyi öngürmüştü. Hem de her şeyi." Hıçkırarak ağlamaya başladı. "En doğrusu onunla bir araya gelmen Afra. Zamanla anlayacaksın. Eğer kaçarsan seni öldürür. Yanında kalırsan hep yaşadığın hayatı yaşamaya devam edersin." Hep yaşadığım hayat... Bir kere bile yaşadığını hissetmemiş birine, hep yaşadığın hayatı yaşamaya devam edersin demişti karşımdaki yabancı ve bunu söylerken bir kere bile yüzü kızarmamıştı. Birkaç kurı gözyaşı, birkaç hıçkırık... Babamı, öldürmüşlerdi. Benim babamı öldürmüşlerdi. Ona kıymışlardı. O konuşamazdı. O biri yardım etmezse yemek yiyemez, tuvaletini bile yapamazdı ama benim babamı öldürmüşlerdi. Kafamı salladım. İnanamadım. Bu kadar vahşice bir şey yapamayacaklarını düşündüm ilk başta. Sonra tekrar Duru'ya baktım. Ciddiydi. Artan gözyaşları bunu kanıtlıyordu. Eli ağzına kapandı. Hıçkırdıkça omuzları inip kalktı. Kendimi öldürseydim, kimse benim için beni bu noktaya getirenlerden intikam almazdı. Karan böyle söylemişti. Çünkü o kendi intikamını değil, kaybettiklerinin intikamını istiyordu. Karnım ağrıdı. İçimde bir şeyler parçalandı. Paramparça olana kadar ve o parçalar kalbimde tedavisi güç bir kanama oluşturana kadar dimdik Duru'nun karşısında dikildim. Buraya geleceğini biliyordu. Bilinmeyen numaradan alacağın mesajı da biliyordu. Babanın öleceğini de, her şeyi biliyordu. Baban, kalp krizi geçirerek ölmedi. Baban kalp krizi geçirerek ölmedi. Baban kalp krizi geçirerek ölmedi. Gözümün önüne babamın ölü bedeni geldi. Ölü olmasına rağmen uzun zaman sonra gördüğüm gülümsemesi. Öldürülmüştü ama gülümsüyordu. O ölümün her türlüsüne razıydı. Yaşamak için artık bir umudu kalmamıştı. Tüm kırıklarımı topladım yerlerden. Kalbime batan tüm parçaları teker teker kendi ellerimle çıkarttım. Yeni bir sayfa açmıştım. Sayfamın üzerini, kan damlalarım sarmıştı. Her yer kandı ve benim kanımın yanında, babamın kanı vardı. Karan'ın tablosu gibi benim de beyaz sayfam kanlanmıştı. "Sen, utanmadan babamın mezarına mı geldin bir de?" Böyle bir durumda ölene kadar ağlamak isterdim. Avazım çıktı kadar bağırmak. Sonra yeniden gözyaşlarım son bulana kadar ağlamak. Ağlayamadım. İçime oturdu bir şeyler. Ama ben ağlayamadım. "Yüzsüz!" Duru elini ağaca yaslandı ve destek aldı. Kafasını kaldırıp yüzüme bile bakmadı. Krize girmiş gibi sesli bir şekilde ağladı. O da aynıydı. O da annem gibi nefretle anımsanacaktı. Duru gizli saklı iş çevirmeyi becerebiliyordu. Tam tersi olduğunu düşünmüştüm. Masum olduğunu... Bu kapkaranlık evrende; statülerin, paranın, saygınlığın, sosyetenin insan hayatından daha değerli görüldüğü kapkaranlık evrende içinde gerçekten biraz olsun iyilik kalan nadir insanlardan olduğunu düşünmüştüm. Bir mahkeme kurdum içimde. Duru'yu yargıladım. Suçu, saklamaktı. Suçu göz yummaktı. Suçu korkusuyla birinin ölümüne karşı çıkamamaktı. Arkamı döndüm. Duru beni durdurmak yerine ağlamaya devam etti. Şiddetle sarsılan omuzlarına rağmen, bana doğru bir adım attı. Onu beklemedim. Onu dinlemek istemedim. Birazdan arabalarla dolacak olan bu sokağı, büyük bir mağlubiyetle terk ettim. |
0% |