Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9- İYİLER VE KARANLIKLAR

@elfhikayelerii

"Yapamam anne, yapamam! Ne olur al şunu elimden! Ben birini öldüremem!" Öz annem, elime tutuşturduğu silaha öyle bir baskı uyguluyordu ki avuçlarımda silah izleri vardı. Etim acıyordu ancak annem silahı elime sıkıca tıtuşturmaya ve buz gibi soğuğunu aklıma kazımaya devam ediyordu.

Hayallerimi kazıdığım hapis duvarlarım yıkılıyordu. Ellerime kan bulaşıyordu ve benim aklım, bir ölüme tutsak ediliyordu. Vicdan azabı çekecektim. Hayallerimi kazıdığım hapis duvarlarım tam burada yıkılacaktı. Annemin umurunda değildi belki ama ben böyle yaşayamazdım. O beni anlayamazdı. Hayallerimi, odamın duvarlarına, tablolara kazımıştım ama kanlı eller, fırça tutamazdı. Yemin etmiştim. Daha on beş yaşındaydım. Resme ilgi duyuyordum ama olur da benim tabloyu boyayla boyadığım ellerimi, kan boyarsa bir daha elime fırça almayacaktım. Ben, kanlı anılarımı tabloya dökecek kadar saygısız değildim. Ben, annemin bana öğretmediği saygıyı bir tabloya bile duyardım. Ona saygı duymak yerine, bir nesneye bile saygı duyardım.

"Öldüreceksin! O adam bize ihanet etti Afra. Aileni öldürmeye çalıştı. Öldürmezsen, öldürülürsün!" Karanlıktı. Karşımda korkudan tir tir titreyen bir adam, annemin zoruyla onu öldürmeye çalışıyordum. Ben onu öldürmek istemiyordum. Ama annem istiyordu. Ailemize zarar vermek istedi demişti. Oysa bizim bir ailemiz yoktu ki. Biz yalnızdık. Biz birlikte yalnızdık.

Annemin gözlerine baktım. Büyümüşlerdi. Annem sinirle bağırırken ya da ben ona istediği gibi bir evlat olamadığımda, gözlerini büyütürdü. Çok korkunç bakardı. Çok korkardım ama o durmazdı.

"Yapamam anne. Yalvarırım, ne olursun!" Titreyen sesimin ve yanağıma resmen boca olan yaşlarımın annem için bir önemi yoktu. Ağlıyordum ve anneme yalvarıyordum. Bir insan kızına bunu nasıl yapabilirdi?

"Yap dedim sana!" Kafamı hayır anlamında defalarca salladım. Defalarca hıçkırdım. Ama annem durmadı. Elimdeki silahı aldı. Diziyle karnıma sert bir tekme attı. Yere kapaklanan güçsüz bedenim, korkuyla sarsıldı. Annem karnıma art arda defalarca tekme attı.

Bir silah sesi. Tek el, silah sesi...

Düşen bir sandalye ve alnının tam ortasında delik oluşan, artık çoktan cansız kalan bir adamın bedeni...

Yerde acıyla inlerken, kan içerisinde, gözleri açık olan adamla göz göze geldik. O bana hiçbir şey söyleyemedi ve ben ona yardım edemedim. Elimi kaldırıp ona dokunmak istedim ama korktum. Bir ölüden korktum. Annemin öldürdüğü bir ölü. Benim yüzümden öldürmüştü. Beni, ölülere ve ölümlere alıştırmak için öldürmüştü.

Karşımda defalarca insanlar ölmüştü. Hem de defalarca ve ben hiçbirini kurtaramamıştım. Annem beni pek çok kez ölü dolu bir odada hapsetmişti. Aklımı kaçırmamak için gözlerimi yummuş, iyi şeyler düşünmüş ve ağlayarak sayamayacağım kadar çok kez uykuya dalmıştım. Ölülerin yanında uyuyakalmışım.

Karnım çürük izleriyle doluydu. Öldürmememin cezası, anneme göre karnıma atılacak tekmelerdi.

Beni hep karnımdan tekmelemişti. Defalarca ve acımadan. Kendi öz kızını karnından tekmelemişti. Kan kusturana kadar ve öldürene kadar. Son zamanlarda, annemin adının geçtiği her yerde, her anda karnıma ağrı saplanıyordu. Psikolojikti. Ancak karnımdaki çürükler de acı veriyordu ayrıca.

Daha on beş yaşındaydım... Daha on beş yaşındaydım ve karşımda pek çok insan can vermişti. Karnımda çok büyük çürükler vardı. Atılan her tekme, kişiliğime edilen her bir hakaret kalbime de denk geliyordu aynı zamanda. Annesiz büyümüştüm. Ancak en çok acı veren, annemin bir şeytan olmasıydı. Benim annem bir şeytandı.

Buradan çıktıktan sonra iç kanama riski nedeniyle doktora gidecektik. Annem, sanki beni kendisi tekmelememiş gibi eve çağırdığı özel doktorundan bedenimi muayene etmesini isteyecek, ölmemem için elinden geleni yapacaktı.

Annem kız kardeşleri ayırmıştı. Ablam, iyi olacaktı ve ben, karanlık olacaktım. İyiler ve karanlıklar...

Annemin karnıma savurduğu her tekme, beni bir kez daha öldürüyordu.

Öldürmeye de devam edecekti.

*****

Gece zifirisi, bir kurşun gibi paramparça etti bedenimi. Siyahlar dolaştı üzerimde. Gözlerimden siyahlar aktı. Karmakarışık zihnime, kelimelere, sorulara ve soruların ancak benim zihnimde bulunabilecek cevaplarına kulaklarımı tıkayamadım. Siyaha, karanlığa bir kar yağdı. Kar, tüm kirimi üzerimden temizlemeye çalıştı. Ama benim kirim, tamamen tenimin altındaydı. Kirliydim ve öyle kalacaktım. Bu benim kaderimdi. Oysa kaderimizi değiştirmek bizim elimizde değil miydi?

Hayat, üzerimize karlar yağdırmış meğer. Biz donduğumuzu hissetmişiz ama öyle bir hissizleşmişiz ki, öldüğümüzü fark etmemişiz. Yağan karı izlemiş, güzelliğinden büyülenmişiz. Ölürken, üzerimize bir kefen gibi serilen karlar, aslında bizim mantığımızı ele geçirmiş. Temizlemek için değil, tek eksik olan ölümün pisliğini de üzerimize bir çöp gibi atması için beklemişiz. Biz güzelliğine aldandığımız karlar yüzünden, ölümle cebelleşmişiz.

Güzel annem. Benim güzel annem, kefenimi dikmiş. Dikerken gözyaşı dökmemiş aksine gülümsemiş. Oturmuşum karşısına, gülüyor diye iyi bir iş yaptığını sanıp yaptığı işi ezberlemişim. Onu örnek almış, büyürken onu taklit etmişim. Ben yanlışlıkla, anneme benzemişim.

*****

Bir adım, başka bir adım, bir adım daha...

Bir otobüs durağı. Kimsesiz, sessiz, bir otobüs durağı. Etrafta fazladan tek bir ses yok. Gece karanlık. Işıklar tamamen kapanmış. Altında bulunduğu sokak lambasının yetersiz ışığı ve kısık bakan gözleriyle, sessizlikte boğulan, gözyaşları taşlaşan küçüklüğü elinden alınmış bir kız çocuğu. Afra Suskun. Çaresiz, arkasına aldığı otobüs durağı gibi kimsesiz ve sessiz.

Çığlık çığlığa ama duyan yok. Bir önemi yok.

Boş sokaktan ara sıra parlak farlarını yakan sıradan arabalar geçiyor. Sessizliği kısa süreliğine bir motor sesi devralıyor. Öylece dikiliyor, durağa oturmuyor gözyaşları taştan olan kız. İhanete uğramış. Çok acımış canı ama nefes alıyor hâlâ. Her aldığı nefeste, her kalp atışında daha çok batıyor tenine o cam parçaları. İhanet kırıkları.

Bir tablo. Acınası, utanılası bir tablo. Afra Suskun'u bu hâle getiren kimdi? Kardeşiydi. Afra Suskun'u paramparça etmişlerdi. Daha önce hiç sigara içmek istememişti mesela. Şimdi tadını bile bilmediği bir dumanı arzuluyordu. Hava gittikçe soğuyordu. Üzerinde sadece bir deri ceket, bacaklarını bir kot sarmış, kısık gözleri, zifiri karanlık düşünceleri ve ihanete uğramayı artık kendine reva görmüş iç sesi... Yaşlanmış, çok yaşlanmış bir genç kız.

Bu genç kız, Afra Suskun adındaki bu genç kız, bendim. Küçükken pek çok kez dövülen ama sonra, "Ya iz kalırsa!" nidaları atan annesini sakinleştirmeye çalışan o küçük kız çocuğu, o masum çocuk bendim. Benim kanayan dizlerim, benim açılan dikişlerim benim kırılan dişlerim...

Afra Suskun, bendim.

Bulunduğum durağın hemen karşısı bir mezarlık. Babamın mezarı. Etrafı kötü adamlarla çevrili bir mezarlık. Dönüp dolaşıp geldiğim yer. Babamın yanı.

Kendi babamın mezarını son kez görmeye, ona veda etmeye bile hakkım yoktu. Annem bu hakkımı elimden almıştı. Polise gitmek bir seçenek bile değildi. Annemi artık polis durduramazdı. Bana kalacak hisseler, babamın bana yatırdığı para, anneme beni öldürmesi için gerekçe sunuyordu. Kısa zaman sonra resmi olarak ölü sayılacaktım. Tüm eşyalarım annemdeydi. Ortaya çıkmayacağımı biliyordu.

Kafamı durağa çevirdim. Durağa asılı bir fotoğraf vardı. Benim fotoğrafım. Altında yalandan bir numara. Kızı kaybolmuş, bir annenin. Benmişim o kız. Kaybolmamışım. Ortadan kaldırılmışım. Ayak altında olmamdan nefret edilmiş. Ölümüm arzulanmış.

Yakında, intihar notum bulunacaktı. Notta, babamın ölümüne dayanamadığım, acı çektiğim ve canıma kıymaya karar verdiğim yazacaktı. Yalandan, çoktan çürümeye başlamış bir beden bulacaklardı. Benim bedenim olacaktı o. Sonra resmi olarak, ölü sayılacaktım. Annem parasıyla tüm açıkları kapatacaktı. Bir Afra Suskun olmayacaktı Dünya'da. Ölü ama canlı bir kadın olacaktım. Annesi tarafından değil de, kendini öldüren bir Afra Suskun. Bu düşünce yüzünden kendimden nefret ettim. Aklımdan ölümü bir anlığına da olsa geçirdiğim için. Ölsem, arkamda kimsem kalmayacaktı. Kimse beni anmayacaktı. Ölümüm kimse için bir şey ifade etmeyecekti.

Derin bir nefes aldım. Karşımda, arabada oturan kötü adamlara takıldı gözüm. Puslu hava yüzünden yüzlerini net göremiyordum. Arada camı açıyorlar, sigara dumanının karanlıkta kaybolmasını sağlıyorlardı. Beni babamın mezarında yakalayacak belki de orada öldüreceklerdi.

Mezarlığa uğradı bu defa bakışlarım. Babam oradaydı. Onu göremiyordum ama oradaydı.

"Özür dilerim baba. Sen söyledin, hayatta kalacağım ben. Hayatta kalmak için kaçmak zorundayım." dedim içimden. Mezarının karşısına geçip, toprağını avuçlayıp söylemek isterdim ama yapamadım işte. Babamın mezarına almadılar beni. Göstermediler.

Durağa arkamı döndüm. Karanlıkta kaybolmadan önce son kez aklıma kazıdım bu görüntüyü. Babamın mezarı ve babamın mezarına göz dikmiş kötü adamlar. Zamanı geldiğinde, ertelenmiş bir intikamın ilk adımı atılacaktı. Çünkü kimse, beni bu noktaya getirenlerden benim için intikam almazdı.

Kaldırıma çıktım. Art arda adımlar attım. Ellerimi cebime koydum. Belimde, Karan'ın evinden çıkarken masadan aldığım ve kimsenin eksikliğini fark etmediği bir silah, yavaş yavaş aydınlanan havayı beklemeden anneme gidiyordum. O korkunç eve, son kez girecektim ve bir ölü çıkacaktı. Ya ben ölecektim ya da annem.

Ben hiç birini öldürmemiştim. Annem çok zorlamıştı küçükken. Öldür demişti. Öldürmezsen öldürülürsün.

Öldürmezsem öldürülecektim. Annemi, öldürecektim. Bir kurşunla yapacaktım bunu ve o kurşun benim silahımdan çıkacaktı.

Bir adım, başka bir adım, bir adım daha...

*****

Dikildiğim yerden, bana zindan olmuş iki katlı büyük eve baktım. Titrememeye çalışsam da titriyordum ve titrememin sebebi korku değildi. Oldukça soğukkanlıydım. Yine buz tutmuş ellerim ve daha da fazlası buz tutmuş bir bedenim vardı. Üşüyordum. Hava serindi ancak dondurucu bir soğuk yoktu. Babam öldüğünden beri buz tutan bedenim, şimdi daha da üşüyordu. Az sonra bir katil olmayacakmışım gibi bomboş bir ifadeyle evi izliyor, içeri girmek için doğru anı bekliyordum.

Ben annemi öldürmeye çalışıyordum. Tüm yaşlarım, tüm gözyaşlarım birikmiş karşıma dikilmiş, kabuslarıma girmiş gibi yaşamak için öldürmeye çalışıyordum. Çaresizdim. Bu kabus ancak birileri ölürse biterdi. Katil olacaktım. Küçüklüğümden beri katil olmam için beni zorlayan annemi, ilk kurbanım yapacaktım.

Karanlık işlerin en önemli kısmı acımasız olmaktı. Öldürmekti. Daha on beş yaşında genç bir kızın eline silah vermişlerdi. Karşısına ihanet eden bir adam koymuşlar, 'Acıma öldür!' demişlerdi. Annemin sınavları bitmiyordu. Annem beni canavar yapmaya çalışmıştı. Ben kendimi dizginlemiştim ancak anneme canavar olmam gerekirse bunu bizzat kendim yapardım. Yapacaktım.

Bahçedeki güvenliklerin nöbet değiştirme zamanı geldiğinde, büyük bahçe kapısını aralayıp sessizce içeriye süzüldüm. Ufak adımlarım art arda sıralanırken çoktan her bir zerresini ezberlediğim bahçeye göz attım. Burada pek çok kez hapsedilmiştim. Bu yüzden özgürlüğüme bu kadar düşkündüm. Küçücük bir kızın, annesi tarafından kendi evine hapsedilmesi dayanılmaz bir şeydi. Dayanılmaz bir işkenceydi.

Kaçan her kuş, bir gün kafesine geri dönerdi. Hapsedilmek için değil, kafesini parçalamak için. Buna intikam denirdi. Ancak ben intikam için değil, verdiğim sözler için, hayatta kalmak için buradaydım. İntikam diyenler olacaktı elbet. Sorun değildi. Artık adı neydi bilmiyordum ama ölüm her bir zerremdeydi. Kendini hissettiriyordu.

Bir kuş değildim ama bir kuştan çok daha fazla hapsedilmiştim.

Büyük adımlarım en sonunda kapının önünde durdu. Bahçe kapısının açık olduğunu fark ettiğimde derin bir nefes aldım ve belimdeki silahı hazır edip ezbere bildiğim geniş salona giriş yaptım. Işıkların çoğu kapalıydı. Etraf, karanlık sayılırdı.

Geniş hole geldim. İki yandan uzanan yüksek merdivenleri büyük bir dikkatle ve sessizce çıktım. Hiçbir şey hissetmiyordum. Oldukça soğukkanlıydım ve bir profesyonel gibi asla iz bırakmıyordum. Parmak izi bırakmam sorun değildi çünkü bu ev zaten benim evimdi. Güvenlikler sadece bahçede gezinirlerdi. Evin içine girmeleri yasaktı ve kurallara uymayanlar için ağır cezalar vardı.

Büyük merdivenleri aştığımda, karşıma uzun bir koridor çıktı. Benim odam koridorun en sonundaydı ve annemin odası da benim odamın hemen yanında sayılırdı. Adımlarım, odamın bulunduğu koridora doğru yöneldi.

Nefes seslerimi ben bile duymuyordum. Annem bu saatlerde hep en derin uykusunda olurdu. Uyanmasına, hep güneş doğarken uyanırdı, iki saate yakın bir süre vardı. İşimi iki saat içerisinde pek çok kez bitirebilirdim.

Ondan önce yavaşça kendi odama girdim. Anılarımın beni ele geçirdiği, tanımlamalarıma en çok uyan kelimenin 'lanetli' olduğu bu odaya kısa bir bakış attım. Her şey bıraktığım gibiydi. Beyaz eşyalar ve kanımla boyanmış duvarlar. Kan lekelerimi görebiliyordum. Bu odada gördüğüm işkenceler en acı verenleriydi. Çünkü kendi evimdi, kendi odamdı, kendi annemdi. İnsanın içine bir his oturuyordu. Tuhaf bir his. Bu, kendine acımaktı. Kendime acıyordum.

Daha fazla duramadım o odada. Arkamı dönüp sadece bir adım geçtiğim çizgiye geri döndüm ve odadan tamamen çıktım. Zaten neden girmiştim o odaya, neden kendime bu kötülüğü yapmıştım bilmiyordum. Hemen sağ tarafımda kalan annemin odasına doğru yürüdüm.

Kapının önüne geldim. Annemin kendine ait bir kokusu var mıydı? Bilmiyordum ama odası hep güzel kokardı. Doğal bir koku değildi. Parfüm kokusuydu ama ben annemin kokusunu zihnime böyle kazımıştım.

Silahta olan iki elimden biriyle zaten aralık olan kapıyı daha da araladım. Geldiğim koridoru bir kez daha kontrol edip odaya sessizce giriş yaptım. Bir hayalet olmalıydım. Annesini öldüren bir hayalet. Nefes aldım. Nefesimi bile hissetmedim.

Silahı kaldırdım. Gözlerim karanlık odada gezindi. Ufak adımlarla annemin yatağına doğru yürüdüm.

Annem yatakta değildi ve yatak dağınıktı.

"Hoşgeldin, sevgili kızım!" Sesindeki kendini beğenmişlik yüzünden midem bulandı. Kafama dayadığı silahın soğuğu tüm bedenimi ele geçirdi. Yakalanmıştım. Arkamda, beni öldürmek isteyen bir kadın vardı. Kafama silah dayamıştı.

"Silahı bırak ve ellerini kaldır." Ava giderken avlanamazdım. Bu iş burada bitecekti ve ölen ben olmayacaktım. Eskiden annemle, sözlerle, bakışlarla savaşırdık. Şimdi işin içine patlayan silahlar, savunmasız bedenler girmişti.

"Ölüme kendi ayaklarınla geleceğini bilmesem, o işe yaramaz adamın mezarına adam diker miyim sanıyorsun? Onun ölüsü bile beş para etmez!" Dişlerimi sıktım. Hafifçe yukarı kaldırdığım elim istemdışı bir şekilde yumruk halini aldı.

"Sen hep böyleydin, benim güzel kızım. Sen hep babanla ilgili kötü bir laf ettiğimde, onun alanını işgal ettiğimde sessiz kalamazdın. Oysa sana, güçlü olmak için sevmemen gerektiğini defalarca söylemiştim. Bizim hayatımızda sevgi değil, sadakat olmalıydı." Kolumdan tuttu ve başıma silahı, hissettirmek için daha da bastırdı. Beni kendine doğru çevirdi. Yatağa oturmam için gözlerini üzerime dikti. Elimdeki silahı yatağa bıraktım.

Yüzü, bir canavar olduğunu kanıtlıyordu. Yine büyümüş gözlerini üzerime dikmiş, kötü bakışlar atıyordu. Dudakları beni yakaladığını sandığından, soğuk bir tebessüme ev sahipliği yapıyordu. Karan'ın o hapsihanede bana gülümsemesi geldi aklıma. O da soğuk bir şekilde gülümsemişti ama annemin gülümsemesi onun gülümsemesinden çok daha kötüydü.

Nasıllardı? Geri dönebilmeyi başarmışlar mıydı? Karan bana, kızgın mıydı?

Bir daha onları göremeyecektim. Verdiğim karardan pişman değildim ancak tuhaf hissediyordum. Kaldırdığım ellerimin, bileğine takıldı gözüm. Sade, metal bilekliğe. İyi olduğunu bilmem gerek demişti. Burada ölürsem eğer öldüğümü bilecek miydi? Burada ölmeyecektim. Ne olursa olsun burada, bu evde ölmeyecektim.

Bileklikteki gözlerim, bilekliğimin hemen altına, derime kazınan anlamsız rakama çarptı. Bu da neydi? Hiç dövmem yoktu. Anneme hissettirmeden bileğimi incelemek imkansızdı. Ancak bileğimde siyah renkle, 5 yazıyordu. Bu ne demekti şimdi? Karan'ın işi falan mıydı?

"Çok uğraştım, tatlım. Seni eğitmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Sorun ben değildim. Sorun sendin. Sen eğitilmezdin." Söz konusu şeytansa şayet, evet ben eğitilmezdim. Gözlerimdeki nefretin daha da arttığını hissettim. Annem ise sadece, soğuk bir tebessümle yüzümü inceledi. Nefretim ona hiçbir şey hissettirmedi. Bu sayı ne anlama geliyor sonra bulmaya çalışabilirdim. Şimdi annemi öldürmem gerekiyordu.

"Seni öldüreceğim." Bir evlat, annesine bunu nasıl söylerdi? Hayır, asıl soru bu değildi. Bir anne, evladına bunu nasıl söyletirdi? Kendi hayatıma dönüp baktığımda, normal insanların değerleri ve benim değerlerimin çok farklı olduğunu fark ediyordum. Benim bir annem yoktu. Değer verdiğim tek kişi babamdı. Onun dışında kimseye saygı duymazdım. Saygı duyduğum kişiler normal insanlar olurdu. Diğerleri onlara saygı duyduğumu sanardı. Yoldan geçen bir arabaya ya da yürürken ayağıma takılan bir taşa bile, annemin çevresine duyduğum saygıdan daha fazla saygı duyardım. Ben, bana saygı duyulduğunda saygı duyardım.

"Namlunun ucundasın, güzel kızım. Beni öldürmen artık imkansız. Çünkü önce ben seni öldüreceğim. Kurallarımı çabuk unutmuş olmalısın. Acımak yok. Geciktirmek, ikinci şansı vermek yok!" Gittikçe yükselen sesiyle gözlerimi kırpıştırdım. "Şimdiye kadar bir kişiyi bile öldürmedin. Bize ihanet eden insanları bile öldüremedin, Afra. Anneni mi öldüreceksin?"

"Sen benim annem değilsin. İlk öldürdüğüm insan sen olacaksın!" Tükürürmüş gibi söylediğim sözlere ufak çaplı bir kahkaha attı. Kafasını beni ayıplarmış gibi iki yana salladı.

"Sen benim en büyük şanssızlığımsın. En büyük lanetimsin!" Bu defa, soğuk bakışlar eşliğinde gülümseme sırası bendeydi. "Şeref duydum." Kafama yasladığı namluyu sağ elimle tuttum ve kafama daha fazla bastırdım. Oturduğum yataktan yavaşça kalktım ve üzerine doğru birkaç adım attım.

"Hislerimiz karşılıklı, Neriman Suskun. Sen de benim en büyük şanssızlığım, en büyük lanetimdin. Burada ölsem bile, peşini bırakmayacağımı biliyorsun değil mi? Beni sen eğittin ve senin her zaman başka planların da vardı. Kendi ayağınla ölüme gelmek..." Kafamı iki yana sallayıp gülümsedim. "Senin zaafın nedir? Benim, seni yenebileceğim bir zaaf... Bana pek çok kural koydun, hastalıklı nasihatler verdin. Sevgi en büyük zaaftır dedin. Ama atladığın bir şey vardı. Her insanın zaafları vardır. Senin zaafın neydi?" Gülümsemeye ve ona dimdik bakmaya devam ettim. Silahı daha fazla bastırdım kafama. "Ölürsem, öldürürüm." Gözlerini kıstı. Silahı tuttuğu eli yavaş yavaş gevşedi ve ben ona sadece gülümsedim.

"Ne yaptın?" Cevap vermek yerine yüzüne bakmaya devam ettiğimden olsa gerek daha fazla sinirlendi ve eliyle boynuma yapıştı. Beni duvara yapıştırıp bedenini bedenime bastırdı.

"Ne yaptın dedim!" Tıslamasına ufak bir kahkaha attım. Nefes alamamama rağmen gülmem, ona anormal bir olay gibi görünmedi. İkimiz de manyağın tekiydik.

"Beni öldürdüğün an, tüm magazin sayfaları senin ne kadar kötü bir kadın olduğunu öğrenecek. Tüm hayatın boyunca yaptığın kötü işleri belgeledim, Neriman Suskun. Nefesim kesilirse, senin nefesin de kesilir. Arkandan o çok sevdiğin kızın bile ağlamaz." Dudağımı büzdüm. Gözlerindeki, 'Ya doğruysa?' Endişesini görebiliyordum.

Ay ışığının aydınlattığı oda, gittikçe daha keyif verici olmaya başladı. Ancak içimde bir yerlerde, anneme söylediğim yedek planın gerçek olmaması ağırlık oluşturuyordu. Beni öldürse, öldürdüğüyle kalırdı. Plansız gelmiştim. Sadece, blöf yapıyordum.

Yavaş yavaş gevşeyen elinden destek alarak elindeki silahı hızla aldım ve namluyu ona döndürmüş bulundum.

"Bak, Neriman Suskun. Önemli olan namlunun ucunda olmak değildir. Önemli olan, silahı tutan elin güçlü olmasıdır. Şimdi kim ölecek ve kim hayatta kalacak sence?" Ona anne bile diyemiyordum. Anneme ismiyle sesleniyordum. Bu anneye özlem duyan tarafımı kana buluyordu. Ancak anneme bakarken, karanlık tarafımla bakıyordum hep. Bana öğrettiği duygusuz, karanlık taraf. Çok nadir ortaya çıkan, babam öldüğünden beri üzerimden atamadığım karanlık taraf.

"Bırak şu silahı. Beni öldürsen bile buradan çıkmayacaksın zaten!" Gülümseyip silahı az önce kafama bastırdığı gibi bastırdım. Bakışlarımı aynadan görsem ben bile korkardım. Çok korkunç olmak istiyordum. Onun benim kabuslarıma girdiği gibi ben de onun kabuslarına girmek istiyordum.

"Unuttun mu? Sen burada kendine bir krallık kurdun. Kralı öldüren, kral olur. Seni şimdi öldürürsem şayet, adamların kızın olduğum için bana boyun eğer, canım anneciğim." Yapmacık bir şekilde dudağımı büzdüm. Onun bakışlarına endişe bulaştı ve ben büyük bir zevkle izledim.

"Otur!" Onu kolundan sürükleyip yatağa itekledim. Dediklerimi harfiyen yerine getirmesi beni şüphelendirdi ilk başta ama kurtuluşu yoktu. Kapı kapalıydı. Herhangi bir şekilde, çevrem düşman saldırısına elverişli değildi.

"Nasıl yaptın bunu? Bir kız çocuğuna, annesini nasıl öldürttürebildin? Şeytansın sen, şeytan!" Silahı ateşlemeden önceki son sözlerimdi bunlar. Birkaç adım geri çekildim. Silahı hazırladım.

"Cehennemde görüşürüz, anne." Endişeli bakışlarına, korku bulaştı. İlk defa korktuğunu gördüm. Ellerini kaldırdı beni durdurmak için ama nafileydi. Yavaşça, yataktan destek alarak doğrulmaya çalıştı.

Silahı ateşelemden hemen önce, arkamdan bir ses geldi. Bir silah sesi. Benim değil, başkasının silahından çıkan, boğuk ve uzaktan geldiğini düşündüğüm bir silah sesi.

Bedenim sarsıldı. Geriye doğru yalpaladım. Kollarımı iki yana açtım, bedenimi kontrol ettim. Buz tutan bedenim yüzünden hareket edemedim.

Gittikçe silikleşen görüntüye ve çoktan bayılan anneme afallamış gözlerle baktım. Yatakta öylece uzanıyordu ve nefes aldığını hissedebiliyordum. Kulaklarım iyi duyuyordu ve ben adım seslerini de, nefes seslerini de duyabiliyordum. Kişileri nefes seslerinden bile ayırabiliyordum. Bakışlarım kapıya döndü. Kimse yoktu. Bu silah sesi, nereden gelmişti? Neden boğuktu? Uzaktan gelmesine rağmen, neden bu kadar yüksekti?

Gittikçe güçsüzleşen bedenim, soğuk bir rüzgarla afalladı. Sanki bir hortumun tam ortasındayım ve etrafımda dönüp duran güçlü bir fırtına vardı. Bir gücün, ayaklarımı yerden kestiğini hissettim. Sürekli yanıp sönen ışıklar vardı ancak gözlerimi açık tutmadığımdan, ışığın kaynağına bakamıyordum. Bedenim durmadan sarsılıyordu. Sanki her bir hücrem, beynime isyan başlatmıştı ve ben paramparça oluyordum. Fiziksel bir acı hissetmiyordum ancak kollarımın ve bacaklarımın uyuştuğunu çok net hissedebiliyordum.

Daha fazla ayakta duramadım. Silahıma sımsıkı sarılmama rağmen kapanan bilincim yüzünden, büyük bir gürültü ile yere yığıldım.

*****

Ağzımda hissettiğim kurulukla, dilimi damağımda gezdirdim. Üşüyordum. Yattığım yer sertti. Her şeyi hatırlamam birkaç saniye sürdü. Büyük bir zorlukla araladığım gözlerime ilk çarpan şey kapkaranlık bir gökyüzü ve ay yüzünden gölge olan ağaç dallarıydı. Yattığım yerde yavaşça doğruldum. Elimi saçlarıma daldırdım. Kollarındaki ve bacaklarımda uyuşukluk çoktan geçmişti.

Neler oluyordu yine? Anlayamıyordum. Burası neresiydi ve ben, evden buraya kadar nasıl, ne zaman gelmiştim?

Anlamanın tek bir yolu vardı. Ayağa kalktım. Hemen yanımda, yerde duran silahımı aldım. Ona sımsıkı sarılmak, beni şu an bu karanlık ormanda hayatta tutacaktı.

Ufak adımlar atarak yürümeye başladım. Etrafıma göz atmaktan geri kalmıyordum. Ayağımı çarptığım soğuk bir taşla geri çekildim. Eğilip taşa bakmam ve gözlerimin büyümesi bir oldu. Kalçamın üzerine büyük bir dehşetle düştüğümde, bir mezarın üzerinde olduğumu fark ettim ve kendimi hızla geriye doğru sürükledim.

Sırtım başka bir mezar taşına çarptı. Korkuyla irkilip ayağa kalktım.

Yakınlardan bir yerlerden yükselen kurt ulmasıyla ufak bir küfür mırıldandım. Etrafımda birkaç tur döndüm. Panik yaparsam, işim biterdi. Panik yapmamalıydım.

Koşmaya başladım. Arada sırada çarptığım mezar taşlarını umursamadan, ağzımdan kaçan ufak çığlıklar eşliğinde koşabildiğim kadar koştum. Eninde sonunda, bir düzlüğe çıkacaktım ne de olsa. Ellerim önümde, ağaçlara çarpmamak için büyük bir gayret veriyordum. Birkaç ağaca çarpmıştım bile şimdiden ve omzum acımıştı. Ancak durmamıştım. Bu karanlıkta, nasıl ormandan çıkacaktım? Yolu nasıl bulacaktım?

Koşarken, yine beni korkutan ve olduğum yerde durmama sebep olan bir şey oldu. Bir ses duydum. Bir silah sesiydi bu. Annemin odasında duyduğum ses gibi uzaktan ve boğuk geliyordu. Uzaktan gelmesine rağmen, oldukça korkutucuydu. Ne kadar uzaktan geldiğini kestiremiyorum. Silah sesinin geldiği yönün tam tersine doğru yeniden koşmaya başladım. Nefes nefese kalana, dizlerimde derman kalmayana kadar koştum ve en sonunda, asfalt bir yola çıkmayı başardım. Dizlerimin üzerine kapaklanıp soluklanmadan hemen önce, bir adım ötemi zor görmeme rağmen gözlerimi kısıp yola baktım. Issızdı. Ormanın derinliklerinden gelen bir uğultu vardı. Ve tenimi rahatsız eden, yakıcı bir esinti. Bir soğukluk.

Nefeslerim düzene girmese de sıkışan göğsüm düzeldiğinde ayağa kalktım. Peşimde adamlar olabilirdi. Annem beni bayıltmış ve bu ortama bırakmış olabilirdi.

Tıpkı Pamuk Prenses gibi. Peşime bir avcı takıp, sessizce ölmemi istemiş olabilirdi. Benim avcım bana acımazdı ve bana sahip çıkacak bırakın yedi kişiyi, tek bir kişi bile yoktu. Üstelik bir de prens bekleyemezdim ben. Ayağa kalktım yeniden ve yol boyunca koşmaya başladım. Arada gelen var mı diye arkamı dönüyor, her seferinde koca bir karanlık görüyordum. Terden yüzüme yapışan saçlarımı geriye doğru attım. Silah sesleri çoktan kesilmişti. Belki de bu silah sesleri, bir uyarı niteliğindeydi.

Issız ormandan gelecek herhangi bir tehlikeye karşı silahımı tuttuğum elimi bir an olsun gevşetmiyor, aksine gittikçe daha çok sıkıyorum. Aklımda tonlarca soru vardı. Ancak en önemli soru şuydu.

Neredeydim ve buraya nasıl gelmiştim?

Hızım yavaş yavaş azaldı. Yine de durmadım. Dilim damağım kurumuştu. Kollarımı bedenime sardım. Ormanda olduğumdan, normalden çok daha fazla üşüyordum. Üstüne bir de koştuğumdan olsa gerek terlemiştim ve bu üşüme hissini ikiye katlıyordu.

Sonunda, arkamdan gelen bir motor sesiyle durdum. Arkamı dönüp gözümü kamaştıran far ışıklarına aldırmadan ellerimi kaldırdım. Silahımı saklamayı ihmal etmedim tabi. Her ihtimale karşı belimde duran silahım, beni koruyacaktı.

Araba büyük bir gürültüyle durdu. Dibime kadar girip en sonunda frene basması, beni korkutmamıştı. Dizim ve araba arasında santimler kalmıştı. Nefes nefese arabaya yaklaştım. Camı tıklattım ve beklemeye başladım.

Kırklarının sonunda olduğunu düşündüğüm adam camı indirdi ve yüzüme dikkatle baktı. "Ne yapıyorsun sen?"

"Özür dilerim beyefendi. Yolumu kaybettim de. Beni merkeze kadar götürebilir misiniz?" Yüzünde oluşan ifadeyi tanıyordum.

Bu kötü bir adamdı.

"Tabi götürürüm, buyurun." Eliyle yan koltuğu gösterdiğinde adama gülümsedim. Elimi belime atıp silahımı çıkarttığım an, gözleri büyüdü.

"İn arabadan!" Karanlık ormanda sesim yankılandı ve bu yüzden olsa gerek adam, normalden çok daha fazla korktu.

"Kimsin lan sen?" dedi arabanın kapısını açıp inerken. Ellerini kaldırdı. "Nereden buldun o silahı?" Yüzümü buruşturup arkasını dönmesini sağladım. Bedenini arabaya yaslandım. Adamın ensesine silahla sağlam bir darbe indirip bayılmasını sağladım. Onunla yolculuk yapmak yerine, kendi başıma yolculuk yapmayı tercih ederdim. Rahatıma düşkündüm ne de olsa.

Yüzümde zafer kazanmışım gibi bir tebessüm oluştu. Adamı arabanın yanından iyice uzaklaştırdım ve arabaya binip kapıyı kapattım. Kurtuldum sayılırdı artık.

Arabayı çalıştırdım. Karanlık yüzünden önümü göremiyordum. Farları açtım. Elimdeki silahı yan koltuğa bıraktım.

Yol git git bitmiyordu. Doğru yöne gidip gitmediğime emin değildim. Merkezden fazla uzaklaşmadığımı ummak bir seçenekti ancak gittikçe uzayan yol, umutlarımı yerle bir ediyordu. Direksiyondaki elime takıldı gözüm. Bileğimdeki rakama. Beş ne demekti yani? Neden bileğimde birden bu rakam belirtmişti? Sanırım Karan sayesinde fantanstik şeylere olan inancım artmıştı.

Neler dönüyordu en ufak bir fikrim yoktu. Yine nasıl bir oyunun içine düşmüştüm ben? Yanımda beş kuruş yoktu. Yolun sağında gördüğüm bir benzincide durup nerede olduğumu öğrenebilirdim. Her ne kadar terk edilmiş gibi görünse de, hâlâ işletilen bir benzinciydi. Fazla büyük değildi.

Arabayı uygun bir yerde durdurdum ve camı açtım. Arabaya doğru eğilen, benden birkaç yaş büyük olduğunu düşündüğüm adamla göz göze geldik.

"Merhaba, nerede olduğumuzu öğrenebilir miyim acaba?" Adam yüzümü inceledi. Daha sonra yan koltukta duran silahımı gördü ve yeniden yüzüme baktı. Boğazımı temizleyip koltukta duran silahı aldım. Topidoya koydum.

"Bu silahı daha önce görmüştüm. Onun için mi çalışıyorsunuz?" Kimden bahsediyordu? Kaşlarımı çatıp yüzüne merakla baktım.

"Pardon kimden bahsediyorsunuz acaba?"

"Bilmiyor musunuz? Silahın sahibinden bahsediyorum. İsmini ağzıma almam pek hoş olmaz. Ölüm ıslığını duyuveririm bir anda." Sonlara doğru alaylı çıkan sesi ifadesiz yüzümle yok oldu. Kafasını salladıktan sonra doğruldu. Dudaklarını aralayıp bana nerede olduğumu söyleyeceği sırada onu elime durdurdum.

"Bir dakika bir dakika. Siz Karan'ı tanıyor musunuz?" Adam hızla tekrar eğilip işaret parmağını dudaklarına götürdü.

"Sessiz olun! Ölmek mi istiyorsunuz yoksa?" Anlamıyordum. Neler oluyordu böyle? Bu adam Karan'ı nereden tanıyordu?

Adam yüzümdeki ifadeyi görmüş olmalı ki derin bir nefes aldı. "Onu tanımamanız çok saçma. Nereden geldiniz? O herkes tarafından tanınır. Diğer bölgelerde bile." Kaşlarını çattı. "Gölge misiniz yoksa?" Yüzünü buruşturdu. "Öyle olsa bile kesin tanımanız gerekirdi."

Gözlerimi büyütüp aklıma yerleşen düşünce ile onları kırpıştırdım. Olamazdı değil mi? Olamazdı. Olmamalıydı.

Adam eğildiği yerden doğruldu. Kapıyı açtı ve yanıma oturdu. Ne yaptığını anlamaya çalışırken, torpidoyu açtı ve silahı eline aldı. Baş parmağı, silahın üzerinde gezindi. Ancak o zaman, silahın üzerindeki iç içe geçmiş, K ve B harflerini görebildim. Karan Başer, isminin baş harflerini silahına kazıtmıştı. Tanrım, ne kendini beğenmiş bir adamdı!

"Karan Başer," dedi adam kafasını sallayarak. Karan'a saygı duyduğu belliydi. Sesindeki hayran tını bunu fazlasıyla kanıtlıyordu. Gözlerini silahtan ayırmıyordu. Bu silahı tutmak onu mutlu etmiş olmalıydı. Bunu kıvrılan dudaklarından anlayabiliyordum. Ancak bu adama güvenmiyordum. Silahı elinden hızla aldım. Susmak yerine konuşmaya devam etti. Fısıltıyla konuşuyordu. İsmini anmak, neden onu bu kadar korkutmuştu? "O, fazla güçlüdür." Yutkundu ve devam etti. "Karan Başer, bizi terk etmeden önce halkla iç içe olan bir adamdı ancak öyle kötü şeyler yaşadı ki ceza olarak başka bir evrene sürgün edildi. Yaşadığı kötü şeyleri halkına yani bize de yansıttı. Burada herkes ona saygı duyar ancak aynı zamanda korkar." Silahın arkasını çevirdi ve incelemeye devam etti. "Benim hâlimi görüyorsunuz. Aslında yöneticimiz sayesinde oldukça prestijli bir okulda tam burslu okudum ancak o aldığı ceza neticesinde sürgün edildiğinde tüm sistem çöktü." Yüzümü inceledi. "Siz gerçekten yabancısınız." dedi gözlerini kısarak. "Bu evrende yaşayan herkes Karan Başer'i tanır. Nereden geldiniz bilmiyorum ancak oraya geri dönmenizi öneririm. Eğer farklı bir ırktansanız sizi bir an bile düşünmeden yakalayıp öldürürler. Karan Başer bizzat kendisi yapar bunu. Karanlığa hükmetmeye çok küçük yaşta başladı."

"Siktir!" Ağzımdan kaçan küfürle adam bana ayıplarmış gibi baktı. Kafasını salladı. Nereye düşmüştüm ben? Kızıl'dan mı bahsediyordu bu adam? Kızıl, karanlığa mı hükmediyordu?

Tamam, olabilirdi. Işıkları açarak ben de karanlığa hükmedebilirdim sonuçta değil mi?

"Beyefendi, siz ne anlatıyorsunuz? Lütfen açık konuşur musunuz? Kim bu Karan Başer." Adam elini ağzıma götürdüğünde, refleks olarak silahı kaldırdım. Anında geri çekilip ellerini teslim oluyormuş gibi kaldırdı. "Masal anlatmayı bırak ve bana hemen düzgün bir dille Karan Başer'i anlat."

"Tamam tamam. Anlatıyorum. Ama önce o silahı indirin ve sakin olun." Kafamı hayır anlamında salladığımda derin bir nefes verdi. "İsmini anmayı bırakır mısınız? Kendisi, bu bölgenin sahibidir. Karanlığıyla ünlüdür. Acı verici cezaları ve net kuralları vardır. Kısaca, ismini anmak bile size pahalıya patlayabilir. Önceden böyle değildi tabi. Ancak yaşadıkları onu değiştirdi. Nereden geldiniz bilmiyorum ama diğer bölgelerde bile sözü geçen bir adam. İşiniz çok zor. Umarım yanlış bir şey yapıp ölmezsiniz." Teşekkür mü etmeliydim yani? Adamı övüp övüp sonra gömmüştü. Üzerine bir de yanlış bir şey yaptığım için beni de gömmüştü.

"Diğer bölgeler derken?" Adam yüzünü buruşturup anlamadığını belli eden bakışlar attı. "Siz gerçekten yabancısınız!" Gözlerimi devirip silahı ona biraz daha yaklaştırdım. Alnımda başka bir evrende geldiğim falan mı yazıyordu. Sürekli aynı şeyi söyleyip duruyordu. "Tamam tamam, biz şu an kuzeydeyiz. Kuzeyi o yönetir. Bakmayın korktuğumuza. En adaletli yönetim onundur." Dostça gülümseyip devam etti ancak ben ifademi bozmadım. Adama dik dik bakmaya devam ettim. "Güneyi, doğuyu ve batıyı farklı adamlar yönetiyor. En genç yönetici bizim yöneticimizdir. Çok genç yaşta oturdu koltuğa."

"Kral gibi mi yani?" Yüzümü buruşturup adama baktım ancak o kısa bir kahkaha attı. Şeytan kafasına sıkmamı söylüyordu.

"Hayır, burada kral falan yoktur ama o kral gibidir. Sözü her yerde, herkese geçer." Kafamı salladım. Bu adamla daha fazla konuşup sinirimi bozmak istemiyordum.

"Karan Başer nerede kalıyor? Bana yolu tarif et!"

"Manyak mısınız hanımefendi? Anlamıyor musunuz, öldürür diyorum. Bu silahı nereden buldunuz bilmiyorum ama adamları dışında kimse kullanamaz bunları. Öldünüz sayılır artık." Saygılı mı saygısız mı anlamasam da onu arabadan atmadan önce düzgün bir yol tarifi alabilmiştim. Başka bir evrende olsam bile, en sıkıntılı insanlar bana denk geliyordu.

"Şu yolu devam edin. Yol sizi merkeze götürür. Nerede olduğu pek belli olmaz. Orada birine sorarsanız söylerler. Ama sakın, ismini kullanmayın. Sırf ismini kullandı diye bir adamı fena halde dövdürtmüş. Öyle diyorlar." Manyak mıydı canım bu adam? Acilen geri dönmem ve annemi öldürmem gerekirken ben burada Kızıl'ı dinliyordum. Ayrıca hem adaletli olup, hem de adını söyledi diye adam dövdürteni ilk defa görüyordum.

"İnin beyefendi, inin!" Adam kapıyı araladı ve kendini dışarı attı. Yüzüne bile bakmadan arabayı çalıştırdım. Gaza bastım. Bekleyecek hâlim yoktu. Nasıl geldim bilmiyordum ancak Karan'ı bulursam bir şekilde geri dönebilirdim. Adamın dediği gibi normal değildi. Gözleri disko topu gibiydi mesela. Uçabiliyordu. Bence beni, kendi evrenime de götürebilirdi. Ayrıca nasıl oldu da buraya kadar gelebildim bilmiyordum. Karan'da cevaplar vardı. Ve ben hiç olmadığım kadar cevaplara muhtaçtım.

*****

Merkez dedikleri yerin, birkaç ev olduğunu sonradan fark ettim. Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. Sabahın bu vaktinde, yoldan geçen insan bulmak zordu pek tabi. Beklemek zorundaydım. Beklerken, aynı sokakaları defalarca turladım.

Yaklaşık bir saat sonra, karşıma çıkan orta yaşlı bir kadını gördüğümde arabayı yanında durdurdum.

"Bakar mısınız?" Kadın bana kısa bir bakış attı. Ne diye soracaktım şimdi? Adamlar resmen, Karan'ın adını ağızlarına alamıyorlardı. Zaten ben ilk gördüğümde anlamıştım psikopat olduğunu. Ağzımı falan tıkamıştı hatta.

"Ben, yönetici nerede kalıyor diye soracaktım. Bana yolu tarif edebilir misiniz?" Kadın korkuyla önüne döndü ve hızlandırdığı adımlarıyla yürümeye başladı. Onu korkutmuşlardı. Tüm bu insanlar, onun korkusuyla mı yaşıyordu yani?

Tıpkı küçük bir eve, büyük bir ormana hapsedilmek gibi, onları bir evrene hapsetmişti. Yine oyunlar mı oynuyordu tüm bu insanlarla? Onları oyuncak gibi mi görüyordu?

"Lütfen yardım edin hanımefendi. Çok önemli." Kadınla birlikte araba sürmek çok zordu. Kadına birkaç dakika daha dil döktüm. En sonunda benden kurtulmak istiyormuş gibi duraksadı ve arabaya doğru yaklaştı.

"Şu yolu görüyor musun?" dedi kolunu kaldırarak. Gösterdiği yol, ormana beni yeniden sokacaktı ve oldukça dik bir yokuştu. "O şu an dağ evinde olmalı. Öyle duydum. Bu yolu takip et. Ev hemen solunda kalacak." Derin bir nefes verip kafamı salladım.

"Teşekkür ederim." Kadın yanımda daha fazla oyalanmadan hızla gözden kayboldu ve ben de dik yokuşa doğru sürmeye başladım. Yolun belli bir kısmı asfalttı, belli bir kısmı ise topraktı.

Her şey sorunsuz ilerlerken, motordan tuhaf sesler gelmeye başladı ve araba ile birlikte sarsılmaya başladık. En sonunda araba durdu. Dişlerimi sıktım. Tüm şanssızlığım üzerimdeydi. Elimi direksiyona geçirdim. Bedenim sinirle kasıldı. Annemi öldürememem beni mutlu mu etmeliydi? Oysa ben şu an, ona yenilmiş gibi hissediyordum. Bir savaştan kaçmış gibi.

Arabanın kapısını açmadan önce koltuğa bıraktığım silahı aldım. Kendimi dışarıya zor attım. Her şey normalmiş gibi bir de yol, dik bir yokuştu. Uzun bir yolum olduğu belliydi. Neyse ki hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı.

Karanlığa diz çöktüren adama gidecek ve ona diz çöktürecektim. Neyime güvendiğini bilmiyordum. Tek bildiğim şey kaybedecek bir şeyimin olmadığıydı ve Karan da bunu pek tabi biliyordu.

Uzun bir süre yürüdüm. Etrafıma göz atıyor, yoldan sapmamaya özen gösteriyordum. Belimdeki silah sayesinde kendimi güvende hissediyordum. Kan ter içinde kalsam da yürümeye devam ettim. Şu an tek umduğum şey, kadının bana yanlış bir adres vermemiş olmasıydı. Karan'ı o evde bulamazsam peşini bırakır, kadını tekrar bulur ve saçını başını yolardım.

Kendi kendime sinirlenme konusunda üstüme yoktu. Nefret dolu düşüncelerimi bir kenara bırakıp, karşıma çıkan büyük dağ evi ile gülümsedim. Okyanusun ortasında kara bulmuş gibiydim. Hava tamamen aydınlanmış sayılırdı. Yorgunluktan yamuk yumuk attığım adımları önemsemeden eve ulaşmak için ormana daldım. İleride bir yerden yol vardı ama ben ormana dalarak eve ulaşmanın daha kısa süreceğini düşünmüştüm.

Sonunda evin önünde durduğumda, nasıl oluyor hiçbir fikrim yoktu ama bu ev, benim evrenimdeki evlerinden çok daha büyüktü, kafamı gökyüzüne kaldırıp soluklandım. Daha fazla beklemeden giriş merdivenlerini çıktım. Saray gibiydi mübarek.

Kapıya vurmadan önce, karşıma çıkan tanıdık bir yüz için defalarca dua ettim. Kimsenin arkasına sığınmam demiştim ama şartlar, söylediğimi yutturmaya yemin etmiş gibiydi.

Kapıyı tıklattım.

Birkaç dakika boyunca içeriden ses gelmedi ancak kısa süre sonra kapı, yavaşça aralandı. Kapıyı açan orta yaşlı, görevli olduğu belli olan bir kadın ile göz göze geldik.

"Buyurun?" Elimi kapı pervazına dayadım. Önüme düşen saçlarımı geriye atıp soluklandım. Nefesimi tuttuğumu yeni yeni fark ediyordum.

"Ben Karan Başer'e bakmıştım." Kadın ismini bu kadar kolay ağzıma almama kısa bir süre şaşırdı. Sonra güler yüzle karşılık verdi.

"Kendisi müsait değil, efendim. İstek ve önerilerinizi şuraya yazabilirsiniz." Eliyle işaret ettiği, kapının yanına asılmış bir kutuydu. Kutunun üzerinde kağıt ve kalem bırakılmıştı. Kalem, duvara ince bir kablo ile monte edilmişti.

Kutuyu inceleyip yeniden kadına döndüm. "İyi günler."

Burada normal bir insan yok muydu? Misafirperver değillerdi. Delirmek üzereydim.

Kadın kapıyı kapatmadan önce elimi kapıya yasladım. "Bakın hanımefendi. Saatlerdir yürüyorum. İşim çok acil. Kendisine Afra geldi derseniz, sizi dikkate alacaktır." Yalvaran bakışlarım karşısında bakışları değişmedi.

"Lütfen ısrar etmeyin efendim. Rahatsız edilmek istemiyor." Hayır, bu kadını öldürmeyecektim. Kadın masumdu. Buradaki problem Karan'dı. Bana yardım ettikten sonra onu öldürebilirdim.

Kadın yeniden kapıyı kapatmadan önce, ona engel oldum ve kapıdaki elimle büyük bir güç uygulayıp kadının kapıyı aralamasına yardımcı oldum. Zorla içeri girmekten başka çarem yoktu. Aralık kapıdan, hızla içeriye girdim. Kadının şaşkın bakışlarını umursamadan etrafa bakındım.

"Odası nerede?" Kadın şaşkınlıktan konuşamıyordu. Gözlerimi devirdim. Alt kat salondan, mutfaktan falan oluşuyor olmalıydı. Odalar bir üst kattaydı muhtemelen. Büyük merdivenleri adımlamaya başladım. Sonunda kendine gelen kadın, koluma yapışmaya çalıştı ancak kurtuldum.

"Efendim, kendisi rahatsız edilmek istemiyor. Anlamıyor musunuz? En nefret ettiği şeydir. Kızdıracaksınız onu!" Yüzümü buruşturup kadının uyarılarını dikkate almadım. Merdivenler bittiğinde etrafıma bakındım. İki yanda uzanan büyük koridorda sağa saptım. Şansımı buradaki odalarda denemem gerekiyordu.

Kapıları teker teker araladım. Sağ taraftaki tüm odalar düzenli ve temizdi. Ancak hiçbirinde Karan yoktu. Sol taraftaki koridora doğru hızla yürüdüm ve arkamdaki kadını da beraberimde sürükledim. Beni durdurmak için önüme geçiyor koluma yapışıyordu. Karan her ne yaptıysa, tüm bu insanları gereğinden fazla korkutmuştu. Kadın utanmasa, kalp krizi geçirecekti.

"Efendim yapmayın. Rahatsız edilmek istemiyor. Beni zor durumda bırakıyorsunuz." Sol koridorun ilk odasına gireceğim sırada, koridorun başından bir ses yükseldi.

"Ne bu gürültü? Sessiz olmanızı söylemişt-" Koridorun başında kollarını bağlamış sessiz olmamızı isterken bağıran İlke ile göz göze geldik. Yarıda kestiği sözleri ve üzerimde dolanan şaşkın gözlerine aldırış etmeden ona doğru yürüdüm.

"Karan nerede?" Karşısında dikildiğim İlke, arkamdaki kadınla birlikte dilini yutmuş gibi yüzüme baktı. Şaşkınlığı hâlâ canlıydı. Biri bana cevap verecek miydi artık?

Cevap vermesini beklemeden çıktığı koridora girdim, sağ taraftaydı. Açık olan kapıya doğru yürüdüm. Adımlarım sertti.

Açık kapının önüne geldiğimde, karşılaştığım görüntü ile kaşlarımı çattım.

Yatakta uzanan, bilincinin kapalı olduğunu düşündüğüm, omzu sarılı Karan ve başında, onu muayene eden Alex. Neler olmuştu? Karan neden yatakta yatıyordu?

"Ne oldu Karan'a?" Odaya hızla daldım. Sorumla birlikte bana dönen Alex, şaşkınlıkla geri çekildi ve elindeki ilacı bir kenara bırakarak doğruldu.

"Senin burada ne işin var?" Arkamdan odaya giren İlke de Alex'in yanına doğru yürüdü ve birbirlerine şaşkınlık dolu bakışlar attılar. Neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Tıpkı benim gibi.

Daha fazla beklemeden Karan'ın yatağına doğru yürüdüm. Yanına yavaşça oturdum. "Ne oldu ona? İyi mi?" Bakışlarım doktor olduğunu bildiğim Alex'e döndü. Şaşkınlığını yavaş yavaş üzerinden atan Alex, yatağa doğru ufak bir adım attı ve dudaklarını araladı.

"Evren kapılarını açmak ciddi bir güç istiyor. Karan gücünü biriktirip kapıyı açmayı başardı. Her zaman döndüğümüzde bu şekilde güçsüz düşer. Düzelmesi en az üç gün alacak. Ateşi yüksek. Bir de üzerine, çatışmaya girmek zorunda kaldı. Son kalan gücüyle de bizi korudu. Siktiğimin adamları tuzak kurmuşlar." Kaşlarımı kaldırıp yeniden Karan'a döndüm. Çatık kaşları ve arada huzursuzca buruşan yüzüne dikkatle baktım. Kolunda bir sargı vardı. Kanla kaplı bir sargıydı. Vurulmuş olmalıydı. Canı yanıyor muydu? Bunu yüzünden pek tabi anlayabiliyordum. Canı yanıyordu.

Elim alnına gitti. Ateşi gerçekten yüksekti ancak yüksek ateşinden çok daha fazla şaşırtan bir şey yaşandı.

Karan yattığı yerden hızla doğruldu ve burun buruna geldik. Kızıl gözleri, gözlerime ilk dokunduğu an nefesimin kesildiğini, karnımın içinde tuhaf bir hissin doğduğunu hissettim. Bu garip hissettirdi.

"Siktir!" Dudakları arasında kaçan kısık sesli küfürü ile şaşkınlıkla geriledim. Acıyla boğuk bir şekilde inledi. Eli, koluna gitti ancak gözlerini gözlerimden çekmedi. Zaten şaşkın olan İlke ve Alex bir kez daha şaşırdıklarında bu kez ben de onlara eşlik ediyordum.

"Uyanması imkansızdı. Hele bu şekilde uyanması..." Gözlerini büyütmüş Alex ile göz göze geldik ancak Karan'a dönmem uzun sürmedi. Yüzüme anlamlandıramadığım bir ifadeyle bakıyordu. Gözleri gözlerimde, yanaklarımda, burnumda ve en sonunda dudaklarımda geziniyor bana bir şeyler anlatmaya çalışıyormuş gibi bakıyordu. Ancak onu anlayamıyordum.

"Neden buradasın?" Kısık sesine anlam veremedim.

"Ben de tam onu soracaktım. Afra, bizim arkamızdan buraya nasıl geldin? Anlayamıyorum bu resmen imkansız." Abartılı bir sesle konuşan İlke'ye kısa bir bakış atıp yeniden Karan'a döndüm. Yataktan doğrulup bir adım geri gittim. Elim ayağım birbirine dolaşmıştı.

"Bilmiyorum. Silah sesi duydum. Sonra ellerim ve ayaklarım uyuştu. Bayıldım ve uyandığımda buradaydım. Ormanda uyandım. Saatlerdir yürüyorum." Elimi belime attığımda refleks olarak Alex de silah çekmeye çalıştı ancak Karan'la göz göze geldiğinde dudaklarını birbirine bastırıp boş eliyle eski haline geldi. Belimdeki silahı çıkartıp Karan Başer'in baş harflerini gösterdim.

"Bu silah sayesinde başka bir evrende olduğumu anladım ve sizi buldum. Anlayamıyorum. Benim hemen geri dönmem gerekiyor. Yarım bıraktığım bir iş var, Karan." Bunu söyledikten sonra Karan'ı yorgun gözlerini gördüm. Yüksek bir kahkaha sesi kulaklarıma dolduğunda kaşlarımı çatıp Alex'e baktım.

"Delirdin mi kızım sen? Adamın haline bak. Ölmesini mi istiyorsun? Ne zamandan beri güç biriktiriyor, haberin var mı senin? Kapıyı uzun süre açık tutmak zorunda kaldık. Silah sesini o arada duymuş olmalısın ama neden sen? Neden başkası değil?" Hızla Karan'a döndüm. Yorgun bakışları ile yine karşılaştığımda olayları yavaş yavaş anlamaya ve bundan nefret etmeye başladım.

"Bir yıldan daha uzun bir süredir o evrendeyiz, Afra. Güç toplamak basit değildi. Evrenin kapılarını açmak için uzun süredir bekliyoruz. Karan neredeyse tüm gücünü kullandı. Şimdi seni yeniden kendi evrenine yollayamayız. Gördüğün gibi." Karan'ı işaret etti. "Nasıl oldu da buraya geldiğini anlamamız gerekiyor. Biz aylardır kapıyı açmaya çalışıyoruz. Kapıyı açık bırakmış olamayız. Olsak bile kapıyı göremezsin. İmkansız!" İlke aklı almıyormuş gibi ağzı dolu dolu konuştu. Ben ise Karan'dan gözlerimi ayırmıyordum. Histerik bir kahkaha atıp kafamı salladım ve arkamı döndüm. Ellerimi saçlarıma daldırdım.

"Sonunda bu da delirdi. Aramıza hoşgeldin, Afra!" Alex'in benimle dalga geçmesini önemsemeden gülmeye devam ettim. Tüm sinirimi atana kadar güldüm ve yeniden Karan'a döndüm.

"Bana kızgındın. Seninle gelmediğim için bana resmen trip attın, Karan. Beni kızdıracak, kararımın tam tersi olacak bir saçmalık yapmadın değil mi?" Karan'ı yorgun gözleri bu defa gözlerimde sabit kaldı. Kafasını hayır anlamında sallayıp sırtını yatak başlığına dayadı. Kafasını geriye doğru atıp gözlerini kapattı.

"Kendini vazgeçilmez sanma, Afra. Ben bir şey yapmadım ama belli ki," Geriye doğru yatırdığı kafasını yeniden kaldırdı ve gözlerini açıp gözlerime baktı. "Sen bir şey yapmışsın."

Anlayamıyordum. Dediklerini gerçekten anlayamıyorum. Ben bir şey yapmamıştım. Yapmış olsam, burada olduğuma şaşırmazdım.

"Nasıl yani?" Teker teker İlke ve Alex'e baktım ve yeniden Karan'a döndüm. Odadaki herkes, pür dikkat onu dinliyorduk. O ise gözlerimdeki gözlerini yavaş yavaş aşağıya indirdi ve bileğime baktı.

"Bileğine ne oldu?" Alex ve İlke bu defa benim bileğime baktılar. Bakışlarındaki şaşkınlık yüzünden korkmadan edemedim.

"Ben, bilmiyorum. Birden oldu." Kaşlarımı çatıp bileğime baktım. Diğer elimin baş parmağı ile rakamın üzerinde dolanırken, parmaklarıma temas eden metal bileklik ile tenim ürperdi.

"Uzun zaman sonra, yeniden mi?" Alex'in şaşkınlık dolu sesine, hayret ettim. Neler oluyordu? Anlayamıyordum. Aklımda binlerce soru vardı. Kafam o kadar çok karışmıştı ki sormak istediğim soruları bile yakalayamıyordum.

"Asıl soru bu değil. Asıl soru, uzun zaman sonra neden başka bir evrenden?" İlke ile göz göze geldiğimizde, onun da benim gibi pek çok sorunun esiri olduğunu fark ettim.

"Anlatacak mısınız?" Hepsi bana baktı ancak ben sadece Karan'a odaklandım. Söyleyip söylememe konusunda kararsız görünüyordu. En sonunda dudaklarını araladı.

"Doğanın bana armağan ettiği pek çok şey var. Bu da onlardan biri. Bileğindeki sayı, senin benim bir diğer güç kaynağım olduğunu anlatıyor. Ama neden sen? Önce bu sorunun cevabını bulmamız gerekiyor."

Güç kaynağı olmak ve ben. Delirmiş olmalılardı.

"Bu, ona dokunduğun an kendine gelmesini açıklıyor. Ve daha pek çok şeyi." Kafamı duvarlara vurmak istiyordum ancak ondan önce, aklıma takılan bir soruyla donakaldım.

"Ona nasıl olduğunu bilmesem de güç sağlıyorsam şayet, gücünü hızla toplayıp yeniden evrenin kapısını aralayabilir mi?" Alex omuz silkti ve Karan'a döndü. İlke ise düşünceli bir şekilde yere bakıyordu. Kollarını bağlamıştı.

"Bilmiyorum. Güç toplamak sandığın kadar kolay değil. Gerçi dönmek istiyorsan," Gözlerini gözlerime dikti. Biraz bekledi ve sıkıntılı bir nefes verdi. "Seni geri götürmek için elimden geldiğince güç toplayacağım." Bakışlarını dimdik karşıdaki duvara dikti ve bir daha gözlerime bakmadı.

O odada, bizi birbirimize muhtaç eden sözler verildi. O beni kendi evrenime götürmek için söz verdi ve ben de ona, güç sağlamak için söz verdim. Onun bir çıkarı yoktu ancak o bana, yardım etmek istedi.

Hayatımda ilk defa bir anlığına da olsa, yalnız olmadığımı hissettim. Ava giderken av olmamıştım. Ava giderken, avlamak istediğim kişi tarafından değil de başka biri tarafından av edilmiştim.

Bir evrenin avı olmuştum.

Loading...
0%