@elifq12k
|
BÖLÜM 1 KAYBOLMUŞ RUHLAR ☮️
"Bazen insanları tanımak yetersiz kalabiliyordu. Çünkü sen ne zaman birini tanıdığını düşünsen farklı şeyler ortaya çıkardı. Bazı insanları eskiden tanırdık fakat sadece sanlardık.”
Cesaretle atılan her bir adım, sonunda pişmanlık duyulacak ya da şükür edilecek bir olayın başlangıcıdır. Ve biz her sınır dışına çıktığımız da bilinmezliğe bir adım daha yaklaşıyorduk. Bu günde o günlerden biriydi. Febris Sınırcı gurubu lideri olarak sınır dışına ilk adımımı attıktan sonra, tüm görkemimiz ile, başımız dik yürümeye devam ettik. Her adımımızda çıkan sesler beni daha da cesaretlendiriyordu. Etrafımızdaki ağaçlardan her an bir reddedilmiş çıkagelip bize saldırabilirdi. Bir başkası olsa belki bu olasılıktan korkardı fakat biz bunun için yaşıyorduk. Bize saldırılmasını bekliyor sonrasında da o reddedilmişi etkisiz hale getirip bu dünyadan siliyorduk. Bu günkü sınır dışına çıkma nedenimiz, yenilebilir bir kaç hayvan avlamaktı. Sonrasında geri örgüte dönecektik. Normal olarak 10 yıl içerisinde çevredeki herşeyi sömürmüştük ve bu nedenle artık uzaklara gitmemiz gerekiyordu. Bu konu hakkında bir planımız vardı. Yürüyerek yaklaşık 25 günlük uzakta bir alışveriş merkezi olduğunu öğrendiğimiz de hemen bunun için hazırlığa başlamıştık. Yakın bir zamanda, iki sınırcı gurubu ile gitmeyi planlıyorduk. Etrafa dikkatle bakıyordum ki yanıma gelen Victor dikkatimi dağıtmayı başarmıştı. Ona döndüğüm sıra da konuşmaya başlamıştı. "Erzağımız yeter mi bilmiyorum fakat bence o alışveriş merkezine ne kadar erken gidersek o kadar kârda oluruz. Her an başka bir örgüt orayı öğrenebilir ve gidebilir. Eminim her örgütün en az bir tane arabası vardır. Bizden çok daha hızlı ulaşabilirler." Victor’a dikkatle dinlerken aynı zamanda etrafa da bakıyordum. Victor’a başımla onayladıktan sonra ona bakarak "Her şeyin farkındayım fakat yaklaşık 25 gün sürecek bir yolumuz var ve bunun dönüşünü de hesaplamalıyız. Orada geçireceğimiz zamanı da sayarsak 55 günü kadar buluyor gidip gelmemiz. Yeterli erzak ile gitmezsek sorun çıkabilir. Emin ol hastalanmamız veya güçsüz düşmemiz bizim için çok kötü olur." Diye detaylıca açıkladım. Kimsenin aklında soru işareti kalmasını istemiyordum. Belki de şu hayatta en nefret ettiğim şeydi kafamda soru işareti bırakılması. Ve ben, sevmediğim hiçbir şeyi bir başkasına yapacak biri değildim. Victor bu durumdan memnun olmasa haklı olduğumun bilincindeydi ve bu nedenle beni kafasıyla onayladı. Son bir kez daha Victor’a baktıktan sonra önüme döndüm. Saat sekiz falan olmalıydı. Çevremizdeki ağaçların yoğunluğundan gökyüzü zor görünüyordu fakat güneşi görememiz sıcaklığını bize göndermediği anlamına gelmiyordu. Şimdiden terlemiştim ve bu yalnızca bende olan bir durum değildi. Sağıma ve soluma baktığımda arkadaşlarımın da alnında boncuk boncuk ter olduğunu görebiliyordum. Ortama ses getirmek amaçlı konuştuğunu düşündüğüm Sage "Böyle sessiz sessiz mi yürüyeceğiz?" Dediğinde bakışlarımı ona çevirdim. Haklıydı. Böyle sessizce yürümekten bende hoşlanmıyordum. Gurubun dedikodu kaynağı olan Patrice, hemen dün akşam olan şeylerden bahsetmeye başlamıştı bile. "Dün gece ne oldu biliyor musunuz?" Diye sorduktan sonra cevap beklemeden devam etti. "Hani bitki ekmek ve onlara bakmakla görevli olan bir çocuk varya. Adını neydi ya onun?" Son cümlesini kendi kendine sormuştu ve hemen sonra omzunu boşver dercesine sallayıp devam etmişti. "Her neyse size söylesem sizde tanımayacaksınız. İşte o dün gece yanlışlıkla bitkisini ezen bir kızla kavga etmiş. " Dediğinde tek kaşım istemsizce havalandı. Otomatik olarak hepimiz Patrice’ye dönmüştük. "Kızla kavga mı etmiş? Bundan bizim neden haberimiz yok?" Diye sormadan edemedim. Sesim İstemsizce soğuk çıkmıştı fakat buradaki kimse buna takılacak insanlar değildi. Patrice, "Tekme tokat olsa elbette haberiniz olurdu ama onlar sözlü kavga etmişler. Yani," dedikten sonra duraksayıp yüzünü buruşturdu ve devam etti. "Kız en sonda kendini tutamayıp çocuğa tokat atmış. Onu saymazsak tekme tokatlık bir kavga değilmiş." Diye devam edip sözünü bitirdiğinde önüme döndüm. "Kan çıkmadıysa sorun yok." Dedim. Kimse ile göz teması kurmadan söylediğim cümleye birkaç onaylayan mırıltı eşlik etmişti. Patrice bazen gereksiz olayları anlatsa da hepimiz onu dinler, yanıtlardık. Bazen de önemli şeyleri anlatabiliyordu. Bu kız nasıl ve nerden bu kadar bilgiyi buluyordu gerçekten şaşırıyordum. Şu ana kadar nasıl hiç bir reddedilmiş ile karşılaşmamıştık orası da ayrı bir soru işaretiydi. Normalde attığınız her adımda onları görebilirsiniz fakat bazen de şanslıysanız karşılaşmazdınız. "Açelya," diyen Ellie'ye döneceğim sırada ağaçların arkasından gelen çatırdı ile geri önüme döndüm ve oraya dikkat kesildim. Üç seçenek vardı. Birinci seçenek; ya bir hayvandı ki bunun olması bizim için daha iyi olurdu. İkinci seçenek; Bir veya birden fazla reddedilmiş olabilirdi. Üçüncü seçenek ise; farklı bir örgütten biri veya birileri ile karşılaşabilirdik ki bu en kötü seçenek olabilirdi. Ağaçların arkasından çıkan ve son hız bize doğru koşan reddedilmişi fark ettiğimiz gibi kılıçlarımıza sarılmıştık. Yani herkes kılıcını eline almışken ben, yayımı elime aldıktan hemen sonra sırtımdaki çantadan ok çıkarttım ve oku yerine koyduktan sonra yayı gerdim. Nişanımı tam reddedilmişin alnına alarak serbest bıraktım. Reddedilmiş aldığı darbe ile etkisiz hale gelirken ben, etrafa bakıyordum. Daha fazlasını göremiyordum. Yayımı tekrardan koluma astıktan sonra reddedilmişe doğru emin adımlarla yürüdüm. Yanına vardığımda dizlerimi bükerek eğildim ve yüzüne baktım. Bir hayatı vardı. Radyasyon dünyayı ele geçirmeden önce belki de çok güzel bir hayatı vardı. Belki de çok kötü ama ne fark ederdi ki? Bir hayatı, bir ailesi ve belki de kendisinden çok sevdiği biri vardı. Sonrasında bağışıklığı olmadığı için reddedilmişe dönüştüğünde hayatı sona ermişti. Belki ölmemişti fakat daha da kötüsü olmuştu. Kimseye acıyarak bakmak istemesem de fark etmeden son kez ona acıyarak baktım ve oku alnından çekip aldım. Verdiğim kuvvetle birlikte etrafa biraz reddedilmiş kanı sıçradı. Mor renkteki kan. Her şeyleri değiştiği gibi kanları da değişmişti. Sonrasında yüzümdeki tüm duygu kırıntısını yok edip gurubun yanına dönmüştüm. Okumdaki kanı bir yaprak yardımı ile temizledikten sonra geri yerine koymuştum. Tekrardan yola devam ettiğimizde aklıma gelen şeyle Ellie'ye döndüm. "Bir şey soracaktın sonrasında bölündü." Diyerek sormasını istediğimi belirttiğimde "Aa evet! Ben şey soracaktım sana. Oku nasıl atıyorsun diye. Konu açılsın diye yani." Dediğinde hafifçe gülümsedim. Yayı elime alarak ikimizin de kolayca görebileceği konuma kaldırdım. Hem de aynı zamanda yürüyorduk. "Burada ki yere oku yerleştirdikten sonra oku tutarak yayı geriyoruz. Sonrada hedefimizi alıp yeterince gerdiğine emin olduktan sonra serbest bırakıyoruz." Dedikten sonra ona döndüğümde ilgiyle yaya baktığını fark etti. Gülümseyerek devam ettim. "İstersen örgüte döndüğümüzde boş bir vakitte denersin." Ellie'nin küçük bir çocuk misali alkışlayıp zıplamamak için kendini zor tuttuğunu görebiliyordum. Bu halini görünce daha fazla gülümsedim. Çevremdeki insanların neşeli olması beni mutlu ediyordu. Hele ki o mutluluğun tohumunu ben attıysam. Tekrardan etrafa bakındığım sırada bir ses işittim. Aynı sesi guruptakiler de duydu mu diye onlara dönerken onlarında duyduğunu surat ifadelerinden algılayabilmiştim. Yüksek ihtimalle farklı bir örgütten insanlarla karşılaşmıştık ve bu olabilecek en kötü şeylerden biriydi. Bizi öğrenmemeliydiler. Örgütümüzü bilmeleri bizim sonumuz olurdu. Biz kendi çapımızda gelişmiş bir örgüttük. Bizim bir bilim insanımız yoktu yada bir savaş silahları yapacak mühendislerimiz. İşte bu yüzden kendi çapında gelişmiş fakat diğer örgütlerle kıyaslandığında en gelişmemiş örgüt bizdik. Hepimiz sessiz olmuş hareket etmezken kaç saattir bulamadığımız geyik bir anda ağaçların arkasından çıkmış, bastığı dal parçaları sebebiyle yüksek sesler çıkartıyordu. Gözlerimi sımsıkı kapatarak içimden o geyiğe saydırdım. Gözlerimi açıp arkamı dönerek guruptakilere teker teker baktım. Birbirimize bir şey anlatmak için ağızdan çıkan sözlere ihtiyacımız yoktu. Bakışlarımızla ne istediğimizi anlatıyorduk. Pek şansımız olmasa da hepsini öldürmeliydik. Eğer öldüremezsek ve örgütümüzü öğrenirlerse, örgütümüzün sonu gelirdi. Bunun bilincinde olarak savaşacaktık. Çok fazla ses çıkarmamaya özen göstererek yayımı elime aldım ve oku da alarak yerine taktım. Yayı gererken nereden gelebileceklerini tahmin ettikten sonra o bölgeye odaklandım. Tüm algılarımla seslere odaklandım. Adım sesleri çimenlerden dolayı duyulabiliyordu. Son kez arkamı dönüm guruba baktığım da hepsinin gardını yükselttiğini ve pozisyon aldığını görebiliyordum. Ağacın dalları kenara çekildiğinde, gördüğüm ilk alına nişan alarak oku serbest bıraktım. Ve küçük çaplı savaş o an başladı. İstemsizce gerilen yüz hatlarım eski halini alırken tekrardan elime ok aldım ve bir başkasının alnına nişan alıp serbest bıraktım. Ben uzaktan öldürmek için ok ve yay kullanırken onlar kılıç kullanıyorlardı ve bu nedenle biz daha avantajlıydık. Gurup öne atılırken ben geride durup ok fırlatıyordum ve bir çoğu çoktan kanlar içinde yere serilmişti. Kılıçların birbirine çarpması ile ortaya çıkan metal sesleri kulaklarımda çınlıyordu. Elimi tirkeşe attığımda son bir okum kaldığını fark ettim. Son okumu da Sage’ye saldıran bir adamın alnının ortasına nişan aldım ve serbest bıraktım. Sage bana bakarak gülümsedikten hemen sonra geri işine dönmüştü. Kesinlikle bizden çok daha fazlalardı ve aynı zamanda güçlülerdi. Henüz kılıcımı alıp savaşmadığım için bu zorluğu bilemiyordum fakat karşımdaki görüntüden algılayabiliyordum. Yayımı kolumdan geçirerek omzuma astıktan sonra kılıcımı yüksek bir sesle kınından çıkardım. Hemen sağımda bana gelmekte olan adama doğru hızla koşarak kılıcı sağ taraftan boynuna geçirmeye çalıştım. Fakat sadece çalışmakla kalabilmiştim çünkü hamlemi hemen savurmuştu. Pes etmeden tekrardan bir hamlede bulundum fakat yine hamlemi savurmuştu. Tam geri bir adım atacaktım fakat benden daha hızlı olarak omzumu kılıcının ucuyla çizmeyi başarmıştı. Yüzüm acıyla ekşirken dudaklarımı birbirine bastırdım. Pes etmek yoktu. Sonuna kadar direnmek zorundaydık. Fakat karşımda ki kişi iki hatta üç katımken bu ne kadar kadar kolay olurdu emin değildim. Omzumda ki acıyı yok saymaya çalışarak tekrardan pozisyon aldım. Bu adamlarla savaşmak aslında zormuş. Ben uzaktan ok atarken kolay sanıyordum. Bu sefer ondan önce davranarak kılıcımı boynuna doğru savurdum. Kılıcımın ucu boynunu keserken kendisi acı içinde bağırmaya başlamıştı. Hamlem ile birlikte yarılan etten kanlar suratımı fışkırmıştı fakat bunu yok saymaya çalışacaktım. Çok zaman almadan kanlar içinde yere serilince, arkamdaki iki adama döndüm. Onları son anda fark etmiştim. Tek biri ile zor başa çıkarken iki tanesi ile nasıl başa çıkacaktım orası bir ayrı muammaydı. Onlar hamle yapacak kadar yaklaşmadan hemen önce çevreme baktım. Herkes zor durumdaydı çünkü bir tanesi ile bile zor başa çıkarken iki hatta bazen üç kişi ile başa çıkmamız imkansızdı. Daha fazla etrafa bakınmadan önüme döndüm ve diğer elime de hançerimi aldım ve onların hamle yapmasını beklemeden öne atıldım kılıcımı bir tanesinin boynuna doğru savurdum. Hamlemi önceden fark edip kılıcı ile savuşturmuştu. Tüm dikkatimi toplamaya çalıştım ve ana odaklandım. Aralarından diğerine göre daha uzun olan kılıcını suratımın ortasına doğru savurduğunda son anda geriye adım atarak hamlesinden kurtulmuştum. “Teslim ol, öldürmek zorunda olmayayım.” Dediğinde histerikçe gülümsemeden edemedim. Karşımdaki adam bir deliye bakıyormuş gibi bana bakınca gülmeyi bıraktım. “Şaka yapıyor olmalısın” alayla karışık söylediklerime yanıt olarak boş boş suratıma bakmaya başladığında “Asla.” Diyerek cevabımı netleştirdim. “Sen bilirsin.” Dedikten hemen sonra üzerime doğru atılınca ben henüz kılıcımı hareketlendirmeden onun kılıcımı koluma derin bir çizik attı. Ağzımdan istemsizce çıkan inlemeyi durduramadan bu sefer bacağımı hedef alarak kılıcını savurdu. Ben daha birinciyi sindiremeden ikinci darbeyi aldığımda geriye doğru sendelendim. Bu adam neden direk kellemi almıyordu Sadist midir nedir? Bacağımda ki ve omzumdaki acıyı göz ardı ederek kafamı kaldırdım ve kılıcını sadistçe savuran adama ters ters baktım. Derin bir nefes alarak ileri atıldım ve kılıcımı bu sefer alttan savuracakmış gibi yapıp bir anda yukarı çıkarttım ve kellesine doğru savurdum fakat hemen yanındaki adam kendi kılıcı ile bu hamlemi savurmuştu. Arkadaşını koruması iyi bir şeydi fakat artık ölmeleri gerekiyordu. Sanki hamlem savrulmamış ve kolumda, bacağımda derin yara yokmuş gibi koşarak aralarından geçtim ve hemen sonra arkamı döndüm. Böyle bir hareket beklemedikleri için birkaç saniyelik afallamalarını fırsat bilip kılıcımı tüm gücümle savurdum. Tüm gücümü kullanmamım ana sebebi tek hamlede ikisinin de kellesini uçurmaktı ve istediğim gibide olmuştu. Boyunların bedenden ayrılması ile birlikte etrafa miktarı sayılamayacak kadar kan sıçramıştı ve bunların çoğu tabii ki benim suratıma gelmişti. Yüzümü ekşitmeden yapamadım. Hatta yüzümü ekşitmem, en masum olanıydı yapmak istediklerimin arasında. Ağzımda ki bana ait olmayan kanı yere tükürdükten sonra son kez benimle konuşan adama baktım. “Teslim ol, öldürmek zorunda kalmayayım.” Tek bir kelimeyle komikti. Bu konu hakkında daha çok dalga geçip gülmek isterdim fakat alt etmemiz gereken çok fazla adam vardı. Bu insanların dertlerini anlamak gerçekten çok zor bir eylemdi. Sadece canı istedikleri için yapabiliyorlardı. Sadece çocuk olduğun için, sadece insan veya hayvan olduğun için, sadece kadın olduğun için... Kafalarından ne eserse onu yapma hakkını kendilerinde bulabiliyorlardı. Bazen sadece yaşayan bir canlı olduğun için lanetler edebiliyordun. İşte bu yüzden insanlık en büyük gizemdi. Yıllarca kimsenin çözemediği bir sır gibiydi. Anlamıyordunuz neden yaptıklarını, neden söylediklerini... Kılıcımı yere sürterek etrafıma bakındım. Fazlalardı ve kişi başı rahat beş kişi düşüyordu. Ağaçlık alanda diğerlerinden uzak üç adam ile göz göze geldiğimde kaşlarım çatıldı. Bana bakarak aralarında bir şey konuşuyorlardı. Aralarında ki konuşma bitmiş olacaktı ki üçü de aynı anda bana doğru gelmeye başlamıştı. Az önce ki adrenalinden dolayı hızla şişip inen göğsümün rahatlamasına izin verilmeyecekti. Bu fazlasıyla belliydi. Gözlerimi devirerek kılıcımı kaldırdım ve saldırmaya hazır pozisyonda gelmelerini bekledim. Üçü de karşımda dikilmeye başladığında kaşlarım tekrardan çatıldı. Neden saldırmıyorlardı ki “Gurubun lideri gibi duruyorsun. Sayıca fazlayız ve güçlüyüz, bizi yenmeniz imkan dışı. Daha fazla kişi ölmeden teslim olun.” En önde duran sarışın adam konuştuğunda alayla güldüm. Kafamla kellesi uçmuş iki adamı göstererek konuşmaya başladım. “En son bana teslim ol diyen kişilerin son halini görüyorsunuz.” Bu insanlar neden her şeyi bilek gücüne bağlıyorlardı ki Birini yenmek için ihtiyacınız olan tek şey bilek gücü değildi. Bilek gücünün yanı sıra stratejik düşünebilmeyi bilmeniz gerekiyordu. Bana yanıt vermek yerine saldırmayı seçtiğinde ben daha kılıcımı hareket ettiremeden üzerime abanmıştı. Kılıcım elimden düşerken aynı zamanda bende yere düşmüştüm. Ben yere boylu boyunca düştüğümde o adam vakit kaybetmeden iki ayağını yanlarıma atarak tam üzerimde durdu ve kılıcını şah damarımın üzerine bastırdı. Tüm bunlar bir kaç saniye içerisinde gerçekleşmişti ve ben kılıç şah damarımı kesecek diye nefes bile almıyordum. Adam tek kaşını kaldırmış ve konuşmak için ağzını araladığı sırada bir ok ışık hızına rakip olacak şekilde tam alnının ortasına saplandı. Yüzüme sıçrayan bir kaç damla kandan çok daha önemli bir şey vardı. Birincisi kesinlikle şah damarımın üzerinde ki kılıçtı. Kılıcı, elimi kesmesini umursamadan kenara atarken aynı zamanda karşımda ki diğer iki adamda alınlarında ki ok ile birlikte yerde yatıyorlardı. İkinci önemli olan şey ise kesinlikle okun sahibiydi. Bizim gurubumuz da tek ok atabilen kişi bendim ve oku ben atmadığıma göre yabancı biri atmış olmalıydı. Kaşlarım çatık bir şekilde arkama döneceğim sırada yanımdan geçerek önümde duran ve kalkmam için elini uzatan kumral bir adam belirdi. Gözlerim ilk sırtındaki ok çantasına kaydı, sonrasında ise arkasında, bizim gurup ile birlikte savaşan birkaç adama. Elini görmezden gelerek ayağa kalktığımda bozuntaya vermeden eğildi ve kılıcımı yerden aldı, bana uzattı. Şaşkınlığımı belli etmemeye çalışsam bile ne kadar başarılı olduğumu kestiremiyordum. Elimi uzatarak kılıcı tahta yerinden tuttum ve elinden aldım. Kafamı kaldırdığımda ve göz göze geldiğimizde “Sağ ol, her ikisi içinde.” Diyerek hem hayatımı kurtarmasını hem de kılıcı almasını ima ettim. Karşılık olarak gülümsediğinde daha fazla oralı olmadım ve yanından geçerek adımlarımı ileriye doğru attım. Çoğu asker yerde ölü bir şekilde yatıyordu ve geriye kalan bir kaç kişi ise yakında öleceğinin bilincinde olmalıydı. Ben yanlarına gidene kadar geriye kalanlarda artık yerde yatar vaziyetteydi. Arkamda ki adım seslerinden anlayabiliyordum, arkamdan geldiğini. Bizim guruptaki herkes yan yana durmuş karşılarında ki üç adama bakıyorlardı. Bende yanlarına vardığımda kumral olanda arkadaşlarının yanına gitmişti. Her birinin üzerinde gözlerimi gezdirdikten sonra “Siz kimsiniz?” diye sordum. Birinin konuşmayı başlatması gerekiyordu ve onlardan bu uğurda bir istek görememiştim. Bir anda yüksek bir ses eşliğinde çalıların ardından firar eden reddedilmiş sürüsü, cevaplamalarına müsaade etmemişti. Kaşlarım tekrardan çatılırken kılıcımı kaldırarak hemen yanımda beliren reddedilmişin alnına geçirdim. Etrafa sıçrayan morumsu sıvının birazı yüzüme de sıçramıştı. Savaşabileceğimiz kadar az ise reddedilmiş sayısı, burada durabilir ve onlar ile savaşabilirdik fakat savaşamayacağımız kadar fazlalarsa örgüte dönmemiz gerekecekti. Ve kesinlikle savaşabileceğimizden çok daha fazlalardı. Victor ile göz göze geldiğimizde onunda öyle düşündüğünü anlamıştım. “Pekala örgüte gidiyoruz.” Dediğim sırada Sage “Oklarını ne yapacağız. “ dedi. Oklarım tamamen aklımdan çıkmıştı. Hemen arkasında ki ok ile öldürülmüş adama kaydı. “Okları toplamama biri yardım etsin. Diğerleri de bizi savunsun.” Dediğimde herkes onaylayan mırıltılar çıkardı. Victor ve kumral olan adam okları toplamaya başladığında bende harekete geçtim. Bir kaç adamın alnında ki okları almıştım ki biri üzerime atlamış, uygulanan güç sebebiyle beni yere sırt üstü düşürmüştü. Ben daha kim olduğuna bakamadan boynuma uzandığında reddedilmiş olduğunu anlamıştım. Elimle her ne kadar boynuma ulaşmasını engellemeye çalışsam da bu pek işi yaramamıştı. Tekrardan pes etmeden ittirmeye, boynumdan uzaklaştırmaya çalıştığım sırada reddedilmişin hemen arkasında ayaklarını iki yanıma açmış biri belirdi ve hemen sonra reddedilmişin kafatası yüksek bir sesle yarılmış, kılıcın ucu alnından çıkmıştı. Bu durumda morumsu kan tüm suratıma sıçramıştı. Ben daha tepki vermeden o, reddedilmişin cesetini yanıma doğru itmiş ve üzerime düşmesini engellemişti. Arkasından vuran güneş ışınları nedeni ile kumral saçları daha da açılmış ve sarıya kaçmıştı. Bu sefer uzattığı elini görmezden gelmek yerine tuttum. Beni kendine doğru çektiğinde bende onu destekleyerek bacağıma gücümü verdim. Ben ayaklanırken aklıma yüzümün mosmor sıvı ile kaplı olduğu geldiğinde yüzümü buruşturmamak için zor tuttum. Gerçek anlamda rezillikti. Bana yakından bakmasına izin vermeyerek kendimi hemen geri çekmiş ve hemen sonra üstüm ile yüzümü silmiştim. Ne kadar çıkmıştı hiç bir fikrim yoktu fakat umarım ki çıkmıştı. Yere düşmem ile birlikte etrafa dağılan oklarımı eğilip aldığımda ve doğrulduğumda onun ile burun buruna geldik. Hemen kendimi geri çekmiş ve tek kaşımı kaldırıp suratına boş boş baktım. Boş bakışlarımın esiri olan yüzünde mimik oynamamıştı. Elinde ki okları bana uzattığın da ters ters ona bakarak elinden aldım. Hemen sonra ise Victor gelmişti ve okları çantama atarken aynı zamanda beni süzüyordu. “İyi misin?” diye sorduğunda onu başımla onayladım. Okların hepsini toplamıştık ve artık gidebilirdik. Biz şuan her ne kadar zorlanmasakta diğerleri için aynı şeyi söyleyemezdim. Biz rahatça okları toplayabilelim diye ellerinden geleni yapıyorlardı. “Yavaştan topuklayın.” Derken aynı zamanda kılıcımı çıkartıyordum. Kılıcı elimde daha sıkı tutarken istemsizce burnumu çekme gereği duydum. Ben kılıçla eskiden insan olan bu varlıkları vahşice öldürmek istemiyordum. Ama ne yazık ki bazen her istediğimiz olmuyordu. Çünkü bilincindeydim. Ben onları öldürmesem onlar beni öldürecekti. Bir oyuna dönmüştü artık bu olay. Bir hız oyunu. Kim hızlı olup karşısındakini öldürürse yaşama hakkı ile ödüllendiriliyordu. Yalnızca kısa süreliğine geçerli olan bir ödül... Oysa ki bu hak, yaşamak bizim en büyük hakkımızdı. Doğuştan gelen bir hak. Kılıcımı gevşek tutmaya başladığımı fark ettiğim an tekrardan sıkı sıkı tuttum. Geri geri gitmeye başlayalı rahat beş dakika kadar olmuştu. Profesyonelce fakat aynı zamanda isteksizce kılıcımı, bana saldırmaya çalışan reddedilmişlerin boyunları ile birleştirip, etrafa mor konfetiler saçıyordum. Ve tüm bunlar iradem dışı oluyordu. Kendini koruma iç güdüsü ile gerçekleşiyordu. Küçük çaplı bir direnişin sonunda örgütümüzün duvarları gözükmeye başlamıştı. Nasıl bir inat mevcutsa onlarda, hala peşimizdelerdi. Yorgunluğun üzerimizde bıraktığı etki nedeniyle nefes nefese kalmıştık. Bacaklarımı zorlayarak şuan ki halimle koşabileceğim en hızlı şekilde koşmaya çalıştım. “Yalnızca beş yüz kilometre kadar yolumuz kaldı, dayanın.” Ellie’nin sesi kulaklarımı doldurunca onaylayan mırıltılar dudaklarımdan firar etti. Gözcü kulesinde her kim varsa bizi görmüş olacaktı ki biz kapıya yaklaştığımızda kapı, gürültülü bir sesle açılmaya başlamıştı. Kapı tamamen açıldığında Jaden görüş alanıma girmişti. Göz göze geldiğimiz gibi “Daha hızlı koşun!” diye resmen gürledi. Ses tonu arkama bakma istediğimi tökezletmişti. Ya çok yakınlardı ya da çoklardı. Kapı ile aramda yüz metreden az mesafe kaldığında ilk önce Victor kapıyı geçtikten hemen sonra sırayla Ellie, Sage, Patrice ve ilk kez gördüğümüz dörtlüden üçü sırayla geçti. Sonrasında ben ve hemen arkamdan gri gözlü adam sınırı geçmişti. Nefes nefese kendimizi yere attığımız sırada gözcüler ve örgütteki bir aç kişi yardımı ile kapı tekrardan gürültülü bir sesle kapandı. Jaden gözleri ile iyi olup olmadığımızı ölçtükten sonra “Ne kadar iyi yiyecek getiriyorsunuz siz öyle (!) Gururdan gözlerim yaşardı.” Son cümleyi söylerken gözlerini göstermişti. İstemsizce göz devirip güldüm. Gülerken gözlerimi kaçırmıştım ki bu seferde bir başkasının gözlerinde durdum. Bir kaç saniye griliklerine baktıktan sonra diğer üç adama döndüm. Gerçi adam mı demeliydim emin değildim. Max 20’li yaşlarda olmalıydılar. Konudan ayrıldığımı fark ettiğim de kafamı varla yok arası salladım ve “Siz kimsiniz?” diye sordum. İşte bu da bendim. Tanımadığım insanlara soğuk, tanıdığın insanlara samimiydim. Güçlü kalmaya çalışırken aynı zamanda enkaza dönmekten korkan, kendini cesaretli sanarken beni yıkacak en ufak şeyden kaçmamdan ibarettim. Yalnızca korkuların ve hırsımdan ibarettim insanlara güvenmekten çekinir, korkardım. Aynı zamanda da bilirdim, bazen insanlara güvenmek, bazı şeyler yaşamak zorunda olduğumu. Çünkü yaşamadan tecrübe edemezdin, tecrübe etmediğin şeyi de bilemezdin Sorumun üzerine her biri sırtını dikleştirmişti. Gri gözlü olan adam bir adım öne Çıkarak "Açıklamayı liderinize yaparım. Senin gibi bir çaylağa açıklama yapacak değilim.” Dediğinde tek kaşım istemsizce havaya kalkmıştı. "Çaylak?" diye sormadan edemedim. Başıyla beni onaylayarak beni baştan aşağı süzdü. O sırada çevredeki Prodigy Örgütü üyeleri toplanmış, etrafımızda daire oluşturmuştu. “Bir liderimiz yok fakat başarılarımızla birbirimizden farklı mertebelerimiz var. Çaylak dediğin kısım, genelde 10 yaş arası olanlardır. Çünkü yaşadığımız Dünya, 10 yaşından sonrasını Çaylak olarak kabul etmeyecek kadar cani. Eğer yaşamak istiyorsan her konuda profesyonelleşmelisin ve ben, burada başarılarından dolayı sözü dinlenen biriyim. O nedenle benimle konuşabilirsin.” Dediğimde bu sefer gri gözlü adamın tek kaşı kalktı. Söylediklerime tam olarak inanmıyormuş gibi bir hali vardı. Beni tekrardan baştan aşağı süzdükten sonra "Yani lider sensin?" diye sordu. Derin bir nefes verdim. Bazı insanlara bir şey anlatmaya çalışmak ölüm olabiliyordu. "Aramızda unvanım Lider olmasa da evet, bir nevi benim.” Etrafımızda daire oluşturmuş örgüt üyelerine kısaca baktıktan sonra bana yanıt verdi. “ Pekala o zaman, bir yere gidelim ve konuşalım. Bu kadar kişinin içinde sana kim olduğumu açıklayacak değilim." Dediğinde şüpheyle ona ve arkadaşlarına baktım. Kim olduklarını neden saklayacaklardı ki. "Kim olduğunuz bu kadar gizli mi?" diye sorduğum da az önceki dediğimi taklit ederek "Bir nevi öyle." Dedi. Beni taklit etmesine tam göz devirecektim ki son anda kendimi durdurdum. Başımla ona gelmesini işaret ettiğimde arkama bakmadan yürümeye başlamıştım. Arkamdan geldiğini adım seslerinden anlayabiliyordum. Çalılardan yapılmış çadırın içine girdiğimde oda peşimden girmişti. Buraya sadece belirli kişiler girebiliyordu. Çünkü burası bir plan odası gibi bir yerdi. Önemli konulan burada konuşurduk. Arkamı dönüp ona baktığımda lafa girmeyeceğini anladım ve daha fazla beklemeden ben lafa girdim. "hangi örgüttensiniz?" diye sordum. Düz bir sesle “Brilliance.” Diye beni yanıtladığında kaşlarım hayrete havalanmıştı. En güçlü örgütlerden biriydi Brilliance. Yine de şaşkınlığı mı saklamaya çalışarak surat ifademi düz tutmaya çalıştım. “Neden ormandaydınız?” Dedikten hemen sonra onu süzdüm ve devam ettim. “Askere benzer halinizde yok.” Dedim. Yalan. Kesinlikle yalan. Asker olabilecek her kritere uyuyordu. Çok beklemeden beni yanıtladı. “ Prodigy Örgütünü arıyorduk, ki buldukta.” Sonlara doğru zafer kazanmış gibi gülmeye başlamıştı. Ben ise onun aksine kaşlarımı çatmıştım. Neden bizim örgütümüzü arıyor olacaklardı ki Daha fazla beklemeden “Neden arıyordunuz?” diye sordum. “Örgütten kovulduk.” “Neden?” diye hayretle sordum. Nasıl bu yaşına kadar örgütte kaldığını sormayacaktım çünkü bu normal bir şeydi Örgütler 10 yılda bir çocuklan reddedilmişlerin olduğu yere, yani sınır dışına atarlardı. Yani bu sınır dışı edilme mevzusu şansa bağlıydı. “Örgütte yapmamamız gereken bir şey yaptık. Bu yüzden ben ve arkadaşlarımı sınır dışı ettiler.” “Peki neden buraya gelmek istediniz?” “Çünkü bizi topluluğuna alacak tek örgüt Prodigy’di.” Dediğinde bu sefer hayretle değil alayla kaşlarım kalkmıştı. Sırf çocuklardan oluşan bir örgüt diye her önümüze geleni örgütümüze alacağımızı düşünmesi fazla komikti. “Bunu düşünmenize sebep olan şey ne?” diye hayretle sordum Sanki bu örgüt yol geçen hanıydı. “Nedenini sen de biliyorsun.” Dediğinde yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştım. “Hayır yanılıyorsun, bilmiyorum.” Diye yanıtladım. Bu da yalandı, biliyordum. Yalnızca ondan duymak istiyordum. “Çocuk ve gençlerden oluşan bir örgüt olduğu için aranıza kabul edeceğinizi düşündük.” Sözleri bittiği an kaşlarım çatılmıştı. Harbiden yol geçen hanı sanıyordular bu örgütü. “Sen yıllar öncesinde kalmışsın. Çünkü artık bu örgütte çocuk bulmak çok zor. Çoğumuz 16-17 yaşındayız.” “Biliyorum.” Sabır dilenircesine etrafa baktım. “Pekala,” dediğimde konuşmanın bittiğini, ona inandığımı sanıp arkasını dönüp gidiyordu ki ekledim “Bana palavra anlatmayı bırak ve gerçekleri anlat.” Ağır bir şekilde bana döndüğünde gözlerimiz kesişti. “Gerçekleri kabul etmek istemiyorsan bu benim sorunum değil.” Dedi. Gözlerimi sinirle kapatıp elimi saçımdan geçirdikten sonra hiddetle tekrardan gözleri açtım ve tüm sakinliğimle “Kimsin sen?” diye sordum. Çok beklemeden “Vincent Werner.” Dedi. Vincent diye tekrarladım içimden. Adı kulağa güzel geliyordu fakat anlamı güzel miydi bu konuda kararsızdım. “Kaç yaşındasın? “ diye sorarken aynı zamanda alacaklı gibi baştan aşağı süzdüm onu. O ise buna aldırmadan beni “20” diye yanıtladı. Daha fazla üstüne giderek “Arkadaşların?” diye sordum. “Sadece sarışın olan 19 yaşında, diğerleri benimle aynı yaşta.” “Zararsız olduğunuzu nereden bilebilirim? Ayrıca örgütten neden atıldığınızı hala açıkça anlatmadın.” “Zararsız olup olmadığımızı tanıyarak öğrenebilirsin. Ayrıca neden atıldığımızı da boş vermelisin, Gereksiz bir konu.” “Madem neden atıldığınızı söylememekte bu kadar ısrarcısın... O zaman topraklarımızdan defolun!” Dedikten sonra “Victor!” diye bağırdım. Victor’un yakında olduğunu biliyordum çünkü ilk kez gördüğümüz biriyle tek olmam güvenli olmayacağını düşünürdü. Haksız diyemezdim, haklıydı. On saniye kadar sonra çalıları iterek içeri girdiğinde “Palavra anlatıyor. Bence dördünü de sınır dışı etmeliyiz.” Diye fikrimi sundum. O an Vincent ciddiyetimi anlamış olmalı ki lafa girdi “Pekala, anlatırsam burada kalabilir miyiz?” “Ne yaptığınıza bağlı.” Diyerek onu yanıtladım. “Cinayet işledik.” Dediğinde istemsizce ürperdim. Çok komik bir ironi değil miydi her gün bir reddedilmişi vahşice öldürürken birinin cinayet işledik demesi beni ürpertiyordu. Aynı şey değildi. Hayır aynı şeydi. Eskiden bir insan olan varlığın, var olan fakat karanlığın içinde kaybolmuş ruhunu katletmekte cinayetti. Ben de bir katildim. Benim de elim kanlıydı... Ürpermemem gerekirdi. Nört olmaya çalışarak dümdüz ona baktım. Konuşmaya devam etmesi için bakışlarımla psikolojik baskı uyguluyordum. Victor ise kısa bir süre duraksamıştı. “Neden?” derken aynı zamanda tek kaşım havaya kalkmıştı “Kavga.” Diye kısaca açıkladığında yapmacık bir sesle “Hadi canım ya! Nasıl aklıma gelmedi?” diye alay ettim. Vincent ise tepki vermedi. Eski halime dönerek tekrardan “Neden?” diye sordum. Victor’un da merakla Vincent’in ağzından çıkacakları beklediğini biliyordum. Ben Victor’a bakarken Vincent konuşmaya başladı. “Kardeşim tecavüz etmeye kalkınmıştı ve bende onu olması gerektiği yere gönderdim. Oldu mu?” Duyduklarım sebebiyle kanım donarken onun son cümlesi istediğimi alıp almadığımı sorgularcasına çıkmıştı. Her ne kadar üzgünüm demek istesem de ağzım bana ihanet etti. “Diğer üç arkadaşının bu mevzuda ki yeri ne?” “Onlarda yardım etti.” “Birini tek başına öldürmeyecek kadar mısın?” diye küçümsercesine sordum. Aslında amacım küçümsemek değildi. Onu küçümsemiyordum. Sadece az önce istediğim şeyi dile getiremememin acısını çıkartıyordum ve istemeden agresifleşiyordum. Yapma Açelya. Bunu yapma... “Biri dediğin kişi liderin oğluydu.” Dediğinde kaşların havalandı. Victor hafifçe öksürdüğünde ona döndüm ve kısa bir sure bakıştık. Onunla abi kardeş ilişkimiz vardı. Gözler ile anlaşmak terimini onunla yapabiliyorduk. Kısa bir bakışmadan hemen inanma demek istediğini anlamıştım. “Liderin oğlunu öldürecek kadar cesaretli misin?” Yine küçümsüyorsun insanları Açelya. Yapma... “Söz konusu sevdiklerimse eğer, evet.” Kardeşi için birini öldürmüş olduğu için ona iğrençsiniz muamelesi yapamazdım. Çünkü hepimiz birilerini öldürmüştük. Fizikken olmasa bile illaki ruhen öldürdüğümüz birileri vardı hepimizin. Çok düşünmek istemedim ve kararımı söylemeye başladım. “Pekala bir süreliğine sen ve arkadaşların burada kalabilirsiniz fakat tek bir ters hareketinizde sınır dışı edilirsiniz.” diye son uyarımı yaptım. Victor’a bir baş işareti ile Vincent ile gelmesini belirttim ve çalıdan yapılmış çadırdan çıktım. Yaptığım doğru mu bilmiyordum. Dört yabancı bize en fazla ne yapabilirdi ki. Düşüncesi beni bu karara itmişti ve empati kurduğum da görüyordum ki, eğer öyle bir olayla karşı karşıya kalsaydım bende aynısını yapardım. Girişin oradaki topluluk hala orada bekliyordu. Herkesin gözlerinde merak duygusu yer edinmişti ve o üç yabancıya kaçamak bakışlar atıyor, sessizce aralarında fısıldaşıyorlardı. “Siz üçünüz,” dedikten sonra derin bir nefes aldım ve devam ettim “Gelir misiniz buraya?” diyerek onları yanıma çağırdım. Bizimkilerde en önde merakla ağzımdan çıkacakları bekliyordu. Çocuklar sorgulayan bakışlarla Vincent’e baktıklarında Vincent, omuz silkmekle yetindi. Diğer üçü yanıma geldiğinde kalabalığa bakarak konuşmaya başladım. “Bu dört kişi, Brilliance örgütü tarafından sınır dışı edilmişler ve şuanlık bizimle kalacaklar Artık ilerisi hareketlerine bağlı olacaktır.” Dedim ve çocuklara döndüm. “Tek bir ters hareketinizle sınır dışı edilirsiniz. Madem burada yaşayacaksınız bizim kurallarımıza uyuyacaksınız. Hepimizin farklı farklı görevleri var. Sizlere verilen görevleri yerine getireceksiniz ve merak etmeyin, herkese yapabileceği görevler verilir. Anlaşıldı mı?” Vincent bir adım öne çıkarak “Tamam verilen görevleri yapar, kurallara uyarız.” Diyerek arkadaşlarının adına da konuştu. Onu başımla onayladım. Kalabalıkta ki fısıldaşmalar daha da yükseldiğinde sesli bir şekilde öksürerek susmalarını istedim, herkes mesajı almış, bir anda sus pus olmuştu. “Kendinizi örgüte tanıtın.” dedim ve kendilerini tanıtmaları için bir adım geri gittim. Bu sefer lafa Vincent değil, sarışın çocuk atladı. “Ben Darrel Drake.” Dedi ve ardından aralarından siyah saçlı, beyaz tenli ve çekik gözlü olan “James Robert.” Dedi onun yanında ki kızıl saçlı, çilli ve yeşil gözlü olan adam “Ryan Benedict.” dedi ve son olarak kumral, açık ve kapalının arasında kalmış kahve saçlı ve gri gözlü Vincent adını dile getirdi. “Vincent Werner.” Toplulukta gözünü gezdirdikten sonra en son arkasında ki bana yan gözle baktı. Bende ona baktım ve tek kaşımı kaldırdım, hemen ardımdan oda kaldırmıştı. Bölüm sonu...
|
0% |