Yeni Üyelik
11.
Bölüm

Bölüm 9

@elizinhikayeleri

Telefonu kapatır kapatmaz karşımda hastaneden çıkmaya hazırlanan adama bakarak "Sen yaptın!" Diye sitem ettiğim de kaşlarını çatarak anlamsız bakışlar ile beni izlemeye başladı. "Haberin yokmuş gibi davranma senin yüzünden işimden olmak üzereyim," diyerek devam ettim. Çatık kaşları gram hareket etmemişti. Anlamıyor gibi bakıyordu bir süre karşımda öylece dikildikten sonra bana bir adım yaklaştı. "Ekim gerçekten neden bahsettiğini bilmiyorum. Söyle yardım edeyim. Hadi canım anlat," demesi üzerine hayır yerine sadece kafamı yavaşça sağa sola çevirdim. Bana karşı dürüst olmayacağına dair hislerim vardı. Ne kadar doğruydular bilmiyorum ama onlara güvenebileceğimi biliyordum.

Arkamı dönerek odadan çıkmak üzereyken kolumdan tutarak adım atmama engel oldu. Beni kendine çevirerek gözlerimin içine baktı ve dudaklarını araladı. "Telefonum kapanmış, izin verirsen seninkinden arkadaşımı arayıp gelip beni almasını isteyebilir miyim?" demesi üzerine elimde ki telefonu parmak izimle açarak uzattım. Derin bir nefes alarak elimde ki telefonu alarak aramalarıma girdi. Yaptığı hamleyi beklemiyordum ama, son aramalarıma girerek Doğan beyi aradı.

Kolumu uzatarak telefonumu alacağım sıra iri elleri ile bileğimi tutarak bana engel oldu. Diğer elimi kullanmak istediğimde aynı eli ile onu da tutmayı başarmıştı. Tanrım tek eli ile iki bileğimi birden tutmayı nasıl beceriyordu? Çalan telefonun diğer tarafından açıldığını duyduğumda çok geç olabilirdi. "Alo? Doğan? Suskun ben. Ekim'i tehdit mi ettin lan sen?" demesi ile gözlerim yerinden çıkacak gibi açılmıştı. Doğan bey ile böyle konuşmayı asla cüret edemezdim. En korkunç hayallerim de bile Doğan bey'e böyle bir hitap şeklim yoktu. Aramızın aşırı bir şekilde iyi olmasına rağmen sadece ismi ile bile hitap etmemiştim. Benim için o hep beydi. Doğan bey...

"Soruma cevap ver. Ekim'i tehdit mi ettin?" diye bağırması ile bileklerimi sıkması bir oldu. Sinirleniyordu ve acısını benden çıkarıyordu. Acı ile canım yanıyor diye fısıldamam ile elini biraz gevşetmişti. Yavaş yavaş bırakıyordu bileğimi, kurtulacağım sıra da Doğan bey'e bir daha bana karşı daha iyi davranması konusunda tehdit ederek konuşmayı bitirdi ve telefonumu bana doğru uzattı. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Deli gibi bağıra bağıra ağlamak istiyordum.

"Doğan... Sana bir daha tek kelime bile ederse haberim olacak anlaşıldı mı Ekim?"

"Sen kendini ne sanıyorsun ya? Sen kimsin?" diye sormadan edemedim. Kırgındım. Gözlerim doluyordu yavaş yavaş. Ağlamak üzereydim. Elinde ki telefonu çekerek koşar adımlar ile hastaneden çıktım. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım. İşe yaramıyordu ama deniyordum.

Ne geçiyordu aklımdan o parfümleri Suskun bey ödesin diye kaçarken? Ah geri kafalı Ekim diyerek kendi kendime kızıyordum. Bir faydası yoktu asla olmayacaktı. Kendi kendimi yiyordum. Sanki ne değişecekti? Yetmiş bin avro demişti Doğan bey. O parayı asla ödeyemezdim ben. İç ve dış her organımı ayrı ayrı satsam yine ödeyemezdim. Yapacak bir şeyim yoktu. Her türlü Doğan bey'in arkasından para isteyecektim muhasebeden.
Gözlerim doluyordu yavaş yavaş, ağlamak istiyordum. Ağlayamıyordum. Arkamdan ismimi bağıran Suskun bey'e doğru dönerek yanıma koşar adımlar ile gelmesini izledim.

"Ekim, güzelim bak gerçekten hiç bir şeyden haberim yok. Halledeceğim söz veriyorum. Sadece böyle çekip gitmene izin vermemi bekleme benden. Lütfen."
Karşımda ki adamı izledim. Ben ona bir şans vermek istiyordum. Bunu gerçekten çok istiyordum.

''Sana neden inanayım? Söylesene bana, ben kendi işimden olursam bunun hesabını kim verecek? Sen mi vereceksin?'' dediğimde Suskun bey elini kaldırarak gözümün önüne gelen iki saç tutamını kulaklarımın arkasına yerleştirdi. Yüzünde bir tebessüm ile birlikte beni izlemeye başladı. Korkarım ki bunu kendine bir görev olarak belirlemişti. Hoşuma gidiyordu ama şu an sırası değildi. "Hadi gel benimle beraber halledelim ve bu konuda kapansın," dediğinde sesimi çıkarmadan kafamı evet demek yerine salladım. Yüzünde taşıdığı ifade değişmemişti. Öyle güzel gülüyordu ki, insan ister istemez mutlu oluyordu yanında.

"Ekim, adamı süzdüğün yetti mi? Süt ürünleri bile bu kadar süzülmüyor Ekim. Önüne bak Ekim," diyen iç sesimi dinlediğim sıra Suskun bey'i ne kadar dikkatli bir şekilde izlediğimi anladım, sosyete pazarında kalan son hint kumaşını satın almak için evire çevire uzata uzata her santimetresini inceleyen tüccar gibi hissediyordum kendimi.

Utana sıkıla bu son bir kaç saniyeyi unutmak için konuşma konusu açmam lazımdı. Aklıma ilk gelen şey berbat bir şeydi ama başka çaremde yoktu. "Hava da bugün çok soğukmuş."

Kaşlarını çatarak bana doğru bakışlarını çeviren adama sadece gülümseyerek cevap verdim. Birden bire "hava mı?" Diye sorarak bana bakmaya devam etti. Her şeyi berbat etme yüzdem ne kadar yükselmişti acaba şu sorudan sonra?
"Gerçekten bana konuşmaya yer arıyan yaşlı nineler gibi havayı mı sordun sen?"

"Kafamı duvarlara vurmak istiyorum ben," diyen iç sesime ilk defa bu kadar çok hak veriyordum ama yine de onu dinlemiyordum. "Şey, Suskun bey..." dediğimde lafımı keserek beyaz bir arabaya doğru yürümeye başladı. Hafif yüksek bir ses tonuyla "bana bir daha bey dersen, seni buna pişman ederim," diyerek kapıları açılan arabanın arka kapısına elini uzattı.

"Siz beni tehdit mi ediyorsunuz?" Diye sormadan duramadım. Sormasam içime dert olurdu. İç sesim ile zaten büyük bir savaş alanının ortasındaydık. Daha fazla ateşe barut ekleyemezdim. "Bir daha bana siz biz de neler yapıyorum gör," diyerek kapıyı açarak binmemi bekledi. Sesimi çıkarmadım ama binmek istemiyordum. Bir an önce evime gitmek istiyordum.
Binmek gibi bir niyetim olmadığını anlamış olacak ki, bana başka çare bırakmayan o cümlesini kurdu. "Arabanın benim evimin önünde olduğunu hatırlatmama gerek var mı? Kuş konmaz, kedi geçmez hatta taksinin bile uğramadığı bir çıkmaz sokağın ormana giren minicik geçitin sonunda oturuyorum. Hatırladın mı?" Demesi ile gözlerimle ona hıh tribi atarak arabaya bindim.

Tüm yol boyunca tek bir kelime konuşulmamıştı. Fakat karşımdaki adam beni izlemeyi kendine görev bilmişti, bir saniye boyunca bile benden gözlerini ayırmamıştı. Aşırı hoşnut bir durumun ortasındaydım ama bir yandan da rahatsız oluyordum. Yanınızda gözlerini sizden ayırmayan birinin olması garip bir duyguydu. Ben ise sadece dışarı bakmakla yükümlü kılmıştım kendimi. Bu yolu tanıyordum az önce buradan geçmiştim arabam ile. Bu izlenme işkencesi bitmek üzereydi. Bunu bilmek beni rahatlatıyordu.
Bir kaç saniye sonra arabanın durması ile Suskun bey (?) ... Bu adama ne demem gerektiğini hâlâ çözememiştim. İçimden Suskun demek gelmiyordu. O benim patronumun ortağı sayılırdı! Bey demek yerine ismini söylemeyi garipsiyordum.
Her neyse, hiç bir şey dememek daha iyiydi.

"Gel hadi içeri," dediğinde pek istekli değildim. Bir şey demememe rağmen bir kez daha tekrarladı kendini ve devam etti cümlesine "gel, konuşalım. Bir kahve içelim. Sakinleş öyle git. Konu tartışmaya kapalıdır. Marş marş küçük hanım."

İç sesim içerde bayram ediyordu. Midesine saatler sonra sıcak bir şey gidecek diye mi yoksa Suskun bey ile... Yine bey mi demiştim? Duyarsa beni şuracıkta söylediği cümleler ile döverdi. Suskun ile, evet. Sıcak bir şey içmenin mutluluğu mu yoksa Suskun ile karşı karşıya kahve yudumlamanın keyfi ile mi bayram ediyordu?

Önümden ağır adımlar ile yürüyerek evinin kapısını açarak içeriye beni buyur etti ve arkamdan girdi. Yaptığı şu küçük hareket bile hoşuma gitmişti. Dudaklarımdan minik bir gülümseme bile kaçmış olabilir.

"Geç otur, ben kahve yapayım," dediğinde şaşırmıştım. Erdemoğlu Holding'in CEO'su olan Suskun Erdemoğlu'nun çalışanı yok muydu yani? E artık alıştınız bana bu sorum içimde kalsa gece uyuyamam.

"Sizin için çalışan biri yok mu evde?" Diye sormam ile gülümseyerek olduğunu söyledi ve cümlesine devam ederek kalbimi fethetti.

"Var. Gülümser abla var, fakat beraber içeceğimiz ilk kahve bu. Kendi ellerimle yapmak istiyorum," diyerek mutfağına doğru gitti.

 

Loading...
0%