@emmabrokstone
|
Bazı yaralar kapanmaz. Sadece yara bandı yapıştırılır. Ne de olsa, yara bandının ömrü kısadır. Ya yıpranır, ya da eskir... Hastaneden çıktıktan sonra markete gitmiştim. Yine her zamanki gibi herkesten uzaklaşıyordum. Başımı öne eğdim ve sessizce ağlamaya başladım. O kız... Bana ölen kardeşimi hatırlatıyordu. Fakat ben hayatta olan kardeşime bile sahip çıkamıyordum. Kendi aileme, arkadaşlarıma en önemlisi de kendime... Marketten oje alıp kasaya yöneldim. Genç kız bana baktı ve telaşlandı.
Çince bir şekilde; "Bu kızı tanıyormusunuz, veya gördünüz mü? Kendisi benim arkadaşım olur. Kayıp şuan..." Dedi ve ağlamaya başladı.
Resme baktığımda kendimi gördüm. Fakat... Fakat bu kızı tanımıyordum. "Kimsiniz?" Dedim ve gözlerimi resimden ayırıp, yakasına baktım.
"Ah ben nalaka? Yoksa siz bu kızı tanıyor musunuz?"
Geri çekildim ve; "Hayır uzak durun benden. Hastalıklıyım ben!" Dedim ve koşmaya başladım. Fakat yakasını okumamıştım.
Zili çaldım. Zemheri'yle beraber yaşıyorduk. Bir süre sonra kapı sesi geldi ve dış kapıya çıktı. Fakat bu sefer kapı sesi gelmedi. Çünkü kapıyı açmadı. "Sanırım beni fark etmedi." Diye iç geçirdim. Çantama baktığımda anahtarı gördüm. Kapıyı açacağım sırada sesler geldi ve dinlemeye başladım.
"Su... Ne zaman gelir?"
"Bilmiyorum amca. Sen onun neyi oluyordun?"
"Babasıyım kızım."
"Ne..." Dedim. Onun sesini duyduğumda gözlerimin dolması bir olmuştu.
"Babam mı? O neden geldi ki? Hem beni nerden buldu..." Diye konuşmaya başladım.
Bu sefer yine sesler geldi. O kadın... Bir saniye, ama yanında kardeşim Aslı da vardı. Bu adam... Anneme ne yaptı!?
Sinirli bir şekilde içeri daldım. "Sen! Sen ne yaptın anneme!" Üstüne yürüyordum. Kardeşim Aslı beni tuttu ve gözleri doldu.
"Abla sakin ol lütfen."
"Ne sakini be!"
"Annem..." Dedi ve ağlamaya devam etti.
"Annem öldü."
"Ne?" Dedim ve yüzümü kardeşime döndüm.
"Öleli 1 yıl oldu. Tabi sen yoksun 2 yıldır. Bizden neden kaçtın? Biz naptık sana?"
"Bazı şeylere dayanamadım."
"Abla ben de dayanamıyorum," diye mırıldandı dolu gözlerle. "Ama senin gibi ailemi de arkamda bırakmıyorum. Aramızdaki fark bu işte. Sen korkaksın, bense cesurum."
"Emin misin?" Gözlerimi sildim ve açık yeşile dönen gözlerimi ona diktim.
"Sen de en az benim kadar korkaksın."
"Ne korkaklığımı gördün lan?" Diye bağırdı bir anda. "Açıkça konuşsana!"
"Senin de neler yaptığını biliyorum!" Dedim. Niyetim orda her şeyi açıklamak değildi. Fakat Aslı beni buna zorluyordu.
"Ne yapmışım ki?"
"Sen çok iyi biliyorsun." Dedim ve yüzüme yine, o ciddi, kararlı gülümsem yer aldı.
"Hiçbir şey yapmadığım için söyleyemiyorsun tabii."
"Biliyorsun." Dedim ve kollarımı göğsüme bağladım.
"Sussana ahmak şey!"
"Ahmak ha!" Dedim ve tokatı yapıştırdım. Bu sırada babam sinirli bir şekilde bize bakıyordu.
"Kesin şunu! Ben sizi böyle mi yetiştirdim!"
"Sen! Sen ha! Sen bizi yetiştirmedin ki! Anca çocuk yapıp başkalarına kaçtın!"
"Ne diyorsun lan sen? Babana saygılı ol!"
"Niye böyle diyorsun!? Onun arkasından laf söz diyenlerden birisi de sensin!" Dedim ve üstüne yürümeye başladım.
"Ben sizi her zaman çok sevdim canım ailem.." Yine yalan söylüyordu.
"Sen git kızını sev. Orospu!" Diye bağırdım.
"Terbiyeli ol!"
"Sende olmayan şeyi nasıl bile bildirim ki?" Bu sırada Zemheri kolumu tutuyordu.
"Tamam Ellie-Yun."
"Ne tamamı be! Ben sana kaç defa dedi-"
"Ama bana yalan söyledin. Ailem öldü dediin."
"Öldü zaten..."
"Hani ölmemişti!"
"Öldü dedim ya!"
"Allah belanızı versin!"
"Ne?"
"Bela işte! En sevmediğin şeyi yapıyorum!" Dedi ve o cümleyi tekrar etti. "Allah belanızı versin! Annem sizin yüzünden öldü!" Yere çöktü ve ağladı.
O ağladıkça benim kalbim parçalandı. Tıpkı cam gibi kalbime batmaya başladı. Zemheri'nin kollarından yere sıyrıldım. Adeta, canı için çırpınan balık gibi.
Aslı ağladı ben ağladım. Hayatımın en kötü kararını vermiştim. Babam olacak adamın suratına baktım. "Annem... Anneme naptın?"
"Bir şey yapmadım."
"Söyle... Lütfen söyle. Ne yaptın ona?"
"Kızım gerçekten bir şey yapmadı-"
"BANA YALAN SÖYLEME! ALLAH KAHRETSİN! YİNE YALAN SÖYLÜYORSUN!"
"Kızım annen çok hastayd-"
"Senin yüzünden! Sen ve senin ailen yüzünden!" Aniden gözyaşlarımı sildim ve odama doğru koştum.
Bu sırada Aslı peşimden geldi ve; "Abla! Abla! Lütfen dışarı çık!"
"Git başımdan!"
"Üzülmenin sırası değil! Virüs!" Dedi ve derken de kapıyı tırmanıyordu.
Aniden "Ne!" Dedim ve kapıyı açtım. Şişmiş, kahverengi gözleri ve ağlamaktan ıslanmış üstü vardı. Onu kucağıma aldım ve babamın gösterdiği arabaya bindim. Etrafıma baktığımda Zemheri yoktu. Aniden arkamı döndüm ve onu... Koyu mavi gözleri ve kısa saçlarını gördüm. Hüzünlü ama bir o kadar da mutu bir şekilde bana bakıyordu.
"Hayır! Hayır! O..." Dedim ve her şeyi çok sonradan anladım.
Aslı suratıma baktı ve elimi tuttu. "Abla... O arkadaşın. O arkadaşın virüslü ve son derece." Dedi.
"Ne!? Ne saçmalıyorsun sen! O benim öz kardeşim gibi ya!" Dedim. Bir elim kapı kolundaydı.
"Abla ama görüyorsun, o virüslü! Ona yaklaşma!"
"Hayır bu olamaz.."
"Hayır! Hayır!" Dedim. Başım yerdeydi.
"A-ama o..."
"Dönüşecekti!" Dedi ve bağırmaya başladı. "Dönüşecekti! Bizi ve seni yiyicekti?"
"İyi de bu virüs böyle değil ki?" Dedim ve suratına baktım.
"Ne? Sen nerden biliyorsun?" Dedi ve şaşkınlığını gizleyemedi.
Ben cevap veremeyince tekrar bağırdı. "Sen nereden biliyorsun Su!"
"VİRÜSÜN BAŞINDA POYRAZ VE COŞKUN HOCA VAR!" Dedim ve ona vurmaya başladım.
"Sen... SEN HİÇ BİR ŞEYİ BİLMİYORSUN!"
"ANLATSAYDIN BİLİRDİM APTAL!"
"APTAL!? APTAL OLAN SENSİN!" Dedim ve yitmeye başladım. "40 bin TL'yi çalıp, onu erkeklerle çar çur edip, yiyip, içip, tozan sensin!"
Bu sırada babam... Babam görünümlü adam bizi ayırdı ve bağırdı. "Susun! Susun diyorum size! Anlamıyor musunuz! Dışarıda virüs var ve herkes kapıyor!"
"Ne!?" Dedi ve bir hışınla kolumu tuttu. "Bana bak! Canımı çok sıkıyorsun Su! Ben senin babanım!" Dedi. Babam olabilirdi ama o sevgiyi hiç bir zaman vermedi.
"Bunu stres edeceğine anneni stres et! Bak o öldü ve tek dileği seni görmekti" Dedi. Aklıma o zaman dank etmişti.
Annem... Benim Annem öldü.
Annem benim için hiraeth'di. Annem... Ah...
Aniden hüngür hüngür ağlamaya başladım. "Nasıl ya?" Dedim. Gözlerim hala Aslı'daydı.
"Tek ölen Annem değil." Dedi ve gözleri doldu. Uzun sessizlikten sonra devam etti. "Coşkun Hoca ve Hilal."
"Ne! C-coşkun ve H-hilal öldü mü?"
"Hayır. Coşkun Hoca yoğun bakımda. Hilal öldü." Dedi.
İkinci şokumu daha yaşadım.
"Ne..."
İçimde vaveyla'lar uçuşuyordu. Aniden içimi litost kapladı. İç çekerken bile içim titriyordu. Bu sefer gözüm çalan telefonuma dikildi. Telefonu açmak için yöneldiğimde babam aniden elimden aldı. "Telefon yasak!"
"Ne!?" Sinirli bir şekilde suratına bakıyordum.
"Yasak işte!" Dedi ve telefonumu tümden kapattı. Kapatırken göz ucuyla baktım. Arayan Cennet'ti.
Bir kaç saat sonra araba aniden durdu ve kapılar açıldı. Umursamayarak bir ayağımı aşağı attım ve indim. Araba bir şirketin önünde durmuştu. Bu şirket... Tahmin edebiliyordum. Sanırım amcamın şirketi. Tam yürüyeceğim anda birisi yaklaştı ve koluma girdi. Kim olduğuna bakmak istedim fakat kalbim el vermedi. Tanıdık bir kokuyla bayıldım.
Gözlerimi açtığımda yine sedyede yatıyordum. Koskoca 3 yılın ardından yine sedyedeydim.
Maskeli kız arkasını döndü. Kendisi türbanlıydı ve kim olduğu belli olmuyordu. Sinirle gözlerime baktı ve; cünha!" Dedi.
"Ne?"
"Cünha! Senin yaptığın Cünha!" Dedi ve hızla elindeki şırıngayı bana doğru yaklaştırdı. Saplayacağı anda, aniden kolumun köşesindeki sedyeye batırdı ve ağlamaya başladı. "Babam senin yüzünden öldü! Kardeşim senin yüzünden kaçtı!" Dedi ve yere duvara yaslandı. Ardından yavaşça aşağı bıraktı kendini. O, orda ağlarken bende ayağa kalktım ve kızın yüzüne baktım. "Sen... Kimsin bilmiyorum ama özür dilerim." Dedim ve gözümden yaşlar süzüldü. Belimi tutarak doğruldum ve yürümeye başladım. Ayaklarım kapı dışına çıkıyordu. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Orta yaşlı birinin, önce sesini sonra da kendisini gördüm. Fakat tek değildi. Yanında yine yüzü gözükmeyen, maskeli genç çocuk vardı. Orta yaşlı kadın konuştu. Çocuk dinledi. "Ah... Buralardan nefret ediyorum."
"Neden abla?" Dedi ve başını kaldırdı.
"Bana eskileri hatırlatıyor..." Dedi ve maskesini çıkarttı. Çocuk şoka girmişti. Genç kadının yüzü tıpkı Ay gibi ve benim geleceğimden güzel parlıyordu. Genç çocuk iç çekti ve ağzını açtı. Fakat aniden geri kapattı. Sanki karşısındaki kadın ne diyeceğini biliyordu ve cevabı vardı. Çocuk aniden, yine kafasını eğdi ve; "Üzgünüm abla. Gitmem gerek..." Dedi ve ordan uzaklaşır adımlarla kapıya yöneldi. Bu sırada köşeye geçmek istedim fakat kalbim izin vermedi ve yere düştüm. Arkamdaki çocuk kolumu tuttu ve beni kaldırdı. "Hey iyi mis- S-su?" Aniden bana sarıldı ve ağlamaya başladı.
"Minicik kardeşim benim. Seni çok özledim..." Sıkıca sarıldığı için arkamı dönemiyordum. Gözlerimi kapattım ve onun sesini dinledim. Sesi... Huzur vericiydi. "Ah yoksa benim kardeşim Türkçe'yi mi unuttmuş?" Dedi ve sarılmayı yavaşça bıraktı. Gözlerimi aniden kapattım ve aniden kucağına aldı. "Ah olamaz. Bayılmışsın..." Telaşlı adımlarla, önüne gelen ilk odaya girdi ve beni yatırdı. "Uyan... Lütfen uyan... Uyanmasan bile, ben bilim adamı Yiğit. Seni kurtaracağıma söz veriyorum." Telaşlı adımlarla odadan çıkmıştı. Çıktığı anda doğruldum ve nabzımı kontrol etmeye başladım. Atmıyordu... Ama... Ama ben yaşıyorum. Bu nasıl oluyor? Yoksa ben öldüm de ruhum mu burda?" Gözlerimi yavaşca açtım ve karşıma baktım. Bu sırada bir karartı belirdi ve çığlık sesi geldi. "Sen! Sende kimsin!?" Onu anlamıyormuş gibi yaptım. Çünkü buna mecburdum. "Ah beni anlamıyorsun sanırım." Dedi ve ardından "Sorry." Dedi. Bir süre sonra ilerlemeyi kesti ve arkasını bana döndü. "Sen... Sen çok tanıdıksın."
Anlamsız bir tavırla ona baktım ve ingilizce konuşmaya başladım. "Seni anlamıyorum. Üzgünüm." Dedim ve bir adım geri gittim.
Yiğit, elindeki kutuyu yavaşca yere koydu ve iç çekti. "Sen benim kardeşim. Öz olmasa da kardeşim olan Suya benziyorsun. Daha doğrusu onun yarattığı Ellie karakterine benziyorsun. Sarı saçlar, yeşil gözler... Bana onun kafasındaki Ellie ve Adrien'i hatırlatıyor." Dedi ve yere eğildi.
Ağzımı açtım ve Türkçe konuşmaya başladım. "Bence bu virüs denen şey zihinsel."
"Ne?" Dedi ve kahverengi gözleri faltaşı gibi açıldı. Aniden ayağa kalktı.
"Nerdeyse 3 yıl oldu ve hala virüsü atlatamadık. Ne atlattık ne de öldük. Tabi ben yokken ölen varsa bilemem." Dedim ve ona yaklaşıp, elimi uzattım.
Aynı şekilde o da ingilizce olarak; "Memories never die." Dedi. Anlamı "Hatıralar asla ölmez." Demekti. Bende ona karşılık " Good things take time. Be patient." Cümlesini söyledim.
Tekrar göz göze gelip bakışmaya başladık. Sonra kafasını sessizce yere eğdi ve düşünmeye başladı. "Acaba bu virüs planlı bir şekilde mi üretildi?"
"İnan hiçbir fikrim yok ama herkesin hayatını alt üst ettiği kesin." Tekrar bana yöneldi "iyi misin kendine gelebildin mi?"
"Hayır çok fazla halsizim, elim ayağım titriyor." Birden karşıdaki kızıl saçlı, mavi gözlü hemşireye seslendi "Su hanımın tansiyonuna bakar mısınız lütfen." Hemşire elinde hızlıca tansiyon aletiyle geldi, nabzıma baktı, tansiyonum epey bir düşmüştü. "Hemen bir serum bağlamamız lazım tansiyonu epey düşmüş."
Kadın çok garipti kiraz rengi dolgun, dudakları al al yanakları vardı ama mavi gözleriyle bakışları çok şeytaniydi, hiç iyi şeyler sezmiyordum. Hızlıca serumu bağladı ve sessizce kulağıma eğilip "Bunlar daha başlangıç küçük hanım, asıl film şimdi başlıyor." deyip iğrenç ve şeytani bir gülümsemeyle ordan ayrıldı. Neler oluyordu bugün? Herkes neden bana muhalefetti, önce maskeli kadın, sonra bu şeytani hemşire, burda bir plan var çözemiyorum. Serum yavaş yavaş damarıma akmaya başlamıştı tekrar başım döndü birden gözlerim karardı bu sefer kendimi başka bir hastanede buldum. Hastanenin oteli andıran güzel bir atmosferi vardı. Gözlerimi açtığımda Yiğit doktorla konuşuyordu
"Neyi var acaba doktor bey, bir serum ne yapmış olabilir?" "Serumuna şeker enjekte edilmiş. Eğer getirmeseydin büyük ihtimalle komaya girip hayatını kaybedebilirdi."
Yiğit hiddetli bir şekilde; "Nasıl olabilir bu, başka bir hastanede takıldı bu serum."
"Takan kişi Su hanımı öldürmeye çalışmış açıklaması bu." Tekrar gözlerimden yaşlar süzüldü, beni hiç tanımayan bir hemşire neden beni öldürmek isterdi ki, bunlar kimdi ve kime çalışıyorlardı hepsi kafamda birer soru işaretiydi. Ama kendime söz vermiştim bu soruların cevabını almadan durmayacaktım.
Odama gelen kızın kolunu tutmuştum. "Hey sen ne yapıyorsun!"
"Sen. Sevda mısın nesin bilmiyorum ama bana her şeyi anlatacaksın!"
"Ne! Ah sen şu çılgın ablam Su olmalısın." Dedi ve gözlerini devirdi.
Yakasından tutup, bir hışınla kendime çektim. "Ben senin ne ablanım. Ne de kardeşin'im ufaklık." Dedim ve gülümsemeye başladım.
"Ahahaha! Sen kendini zeki mi sanıyorsun! Seni aptal!" Bana vuracağı anda birisi elini tuttu ve Sevda'yı köşeye attı.
Tutan kişiye döndüm yüzümü. İnanılmaz bir aurası vardı, bembeyaz saçları ve yeşil gözleri vardı, yüzündeki kahverengi silik çiller çok farklı bir hava katmıştı. Üstünde mavi yarasa kola sahip incili ipekten bir elbise vardı, peri gibiydi adeta. "Neler oluyor, sende kimsin?"
"Şuan açıklayamam çok büyük bir oyunun içine düştük, canına kastediyorlar, herşey bir plan."
"Gözlerim sonuna kadar açılmıştı, şaşkın bir şekilde "Nasıl herşey bir plandı? "
"Ah hanımefendi insanların ne kadar iğrenç olduğunu tahmin bile edemezsin."
Sözü bittikten sonra başını eğdi ve; "İnsanlar! İnsanlardan nefret ediyorum!" Dedi aniden kolumu tuttu. "Seni güvenli yere götüreceğim Su."
"Bana neden yardım ediyorsun?"
"Etmem gerek."
"Neden?"
"Çünkü sende babamın çaresizliğini gördüm." Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı.
"Peki babana ne oldu?"
"Cani ve cahil biri tarafından öldürüldü. Ah bunları sana neden anlatıyorum ki." Bu sefer yüzünü yere eğen kişi ben olmuştum. "Özür dilerim, sorduğum için."
Koltuklara bakıp ilerlerken yerimi arıyordum, bilette 18 numara olduğu yazıyordu. Burası 12'ydi sanırım az ilerideki koltuk olmalıydı. Az daha ilerledikten sonra 18 numaralı koltuğu görünce yüzümde oluşan tebessüm ile valizleri zorlukla yukarıya koydum, ardından koltuğa oturdum. Bu sırada bir hostes gelip kemerleri nasıl bağlamamız gerektiğini gösterdi. Ve telefonları uçak moduna aldığımızdan emin olmamızı istedi. Tüm işlemler bitince bir süre sonra uçak yavaştan kalkmaya başladı. Heyecanlı hissediyordum, Japonya’ya uçmak ve oraya yerleşmek düşüncesi heyecan veriyordu. Fakat Türkiye’de ki artan salgın ve virüsler ya Japonya’ya da gelirse? Düşünmek bile istemiyordum, aşırı korkunçtu. Düşüncelerimin ardından gözlerim yavaşça kapanmaya başlamıştı. Sonuçta gecenin 1'ydi ve uçak yeni yeni kalkmaya başlamıştı. Düşüncelerimden sıyrılıp rahatça yayılıp uyumaya başladım. Uyandığımda havanın iyice aydınlandığını gördüm, kaç saat geçmişti, bilemiyordum. Hostesin bize getirdiği kahvaltı ile birazcık karnımı doyurduktan sonra müzik dinledim, ardından 4 saat sonra uçak indi ve havaalanına vardık. Aşırı yorgun ve bitkindim fakat Japonya'da olmanın verdiği mutluluk apayrı bir duyguydu. Şimdi rezervasyon yaptığım otele gidip birazcık dinlenmek istiyordum. Eşyalarımı koyduktan sonra odaları gezdim ve karnımın acıktığımı hissettim. Fakat uyku hissi, açlık hissini bastırıyordu. O kadar yorulmuştum ki gözüme gözüken yatağa kendimi atmam bir oldu. Bir yandan gözlerimi kapatırken, bir yandan da spor ayakkabılarımı çıkarmaya çalışıyordum. Tıklanan kapı sesiyle gözümü zorlayarak açtım ve yavaşça ayağa kalktım. O kadar yorgundum ki vücudum titriyordu. Kapıya doğru yaklaştıkça japonca sesler yükseldi ve aniden kapıyı açtım. Kapıdaki çekik gözlü adam korkmuşa benziyordu. Aniden sustu ve beni süzdü. Yarım yamalak japoncamla ne olduğunu sordum. Bana bir adamın beni aşağıda beklediğini ve önemli bir mevzu konuşmak istediğini belirtti. Şaşırmıştım. Kim benimle görüşmek istiyordu? Otele daha yeni gelmiştim. Kapıda duran adamla konuşmam bitince, kapıyı suratına kapattım. Aşırı şaşırmıştım ve içimde gerginlik de vardı. Japonya'ya yeni gelmiştim. Kim benimle aniden konuşmak istiyordu. Hızlıca ayakkabılarımı, üşenerek giydim ve yavaşça kapıyı açarak merdivenlerden aşağı indim. Karşımdaki, kapımı çalan adama, o kişinin nerde olduğunu sordum ve bir adım geriye gittim. Dışarı çıktıktan sonra biraz ileride olduğunu söyledi. Hava buzluydu ve Dünya'nın en soğuk derecesiydi. Titrek ellerimle kapşonu kafama kapattım. Bir süre sonra tanıdık koku... Tanıdık ses duydum. Bu... Bu Yankı'nın sesiydi. Bu imkânsızdı... Ben yankıyı bulmak için Japonya'ya gelmiştim. Fakat ben onu değil, o beni bulmuştu. Bu çok garipti. Ben bunları düşünürken gözlerim Yankı'nın yanağındaki yara izine takıldı. Yeni gibi gözükse de, eski olduğu belli oluyordu.
Geçmişin izi peşimi bırakmıyordu bunu iliklerime kadar da hissetsem kendime itiraf etmekte gerçekten zorlanıyordum. Yankı.. bakışlarında anlam veremediğim bi duygu vardı. Genç adamı kendime ne kadar yakın hissediyorsam bi o kadar da uzaktım. Kim bilebilir di onu bulmak için Japonya’ya geldiğim gün onun beni bulacağı. Karşıda duran banka oturmuş beni en ciddi bakışları ile süzüyordu. Ne kadar boynuna atlamak istesem de ilk adımın onun atmasını bekledim.
Bir süre bakıştıktan sonra soğuktan titreyen ellerimi ceplerimin içine soktum. Dudaklarını parçalamış olmaz dercesine kafasını sallayıp dudaklarını birbirine kenetlenmişti. Daha fazla beklemeyerek "beni aramak için buraya geldiğini biliyorum Begüm. Sen gelmeden ben geleyim dedim her zamanki gibi" iğneleyici gülümsemesini yüzüne kondurmuştu. Her zamanki gibi derken neyi kast etmişti.
Bir süre önce hafızamı kayıp ettiğimi söylemeliydim. Bunu düşünmek bile bir hataydı tabi ki bunu en azından şimdilik söylemeyecektim minik sırrım bir süre daha benimle kalacaktı.
Yankı, soğuktan titreyen yüzüme bakıyordu. Bir elini yavaşça yüzüme koydu ve; "çok üşümüşsün. Gel kahve ısmarlayım." Dedi ve koluma girdi.
Hiç tanımadığım bir ülkede, tanıdığım halde hatırlamadığım biriyle kahve içecektim. Aslında kahveyi de sevmezdim. Kimsenin beni sevmediği gibi. Kafe'ye gelmiştik.
Gözüm televizyondaydı. Haberdeki her şey çok normal gibiydi. Yankı önce sandalyemi çekti ve yavaşça oturdum. Ardından kendisi karşıma oturdu. İki kahve sipariş ettik ve beklemeye başladık. Gözüm televizyondaydı. Buradaki yaşam... Çok garipti. Tarzları, giyinişleri, yaşantıları çok garipti.
Tıpkı benim burada olmam gibi.
"Eee ne var, ne yok?"
"Hiiç. Babam öldükten sonra üniversiteyi kazandım ve Amerika'da okumaya başladım."
"Peki annen."
"Annem mi? Şey... O da." Begüm, konuşmayı aniden kesti ve başını hafifçe yere eğdi. "Nerde olduğunu bilmiyorum."
"Nasıl yani?" Dedi ve gözlerini, kömür siyahı olan gözlere dikti.
"Bir gün eve geldiğimde evde olmadığını gördüm. Bir daha hiç gelmedi." "Ya... Özür dilerim. Bilmiyordum." Dedi ve ellerini, ellerimden çekti.
"Sorun değil. Zaten kimse bilmiyor. Herkese öldü diye söyledim." İç çektim ve başımı eğdim. "Sen kardeşini buldun mu bari?"
"Kısmen. Birisini buldum ama kardeşim mi emin değilim."
"Bulacağına emindim." |
0% |