Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1: Geçmişten Bir Parça

@erlsema

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

*** BU KİTAP ŞEHADET ŞERBETİNİ İÇMEYE ANT İÇMİŞ MEHMETÇİK , ŞEHİT , GAZİ VE ANDINI YERİNE GETİRMEYE DEVAM EDEN TÜM ASKERLERİMİZ ADINA YAZILMIŞTIR. KOCA YÜREKLİ ANNE BABALARIN, KOCA YÜREKLİ EVLATLARI , BU VATAN SİZİ UNUTMAYACAK !***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

🇹🇷

 

 

 

29.10.2026

​​​​​​Hakkari

Aniden gelirdi ölüm denen o yürek sızısı. Yakar yakar , kavururdu bizi acısında. Elimiz kolumuz bağlı kalırdı o sızının, acının yanında. Sevdiklerimiz ellerimizin arasında kayıp giderken , tahtadan yapılma bir tabut ve kara bir toprak sarardı dört bir yanlarını.

Kokularını yitirirdik. Seslerini , suretlerini unuturduk. Zamanla kayıp giderdi aklımızın ucundan anıları. Onlardan geriye belki bir resim parçası belki birkaç parça kıyafet kalırdı. Başka da bir şey bulamazdık kaybettiklerimizin ardında.

Kimi ölüm vardı , yaradan tarafından kula bahşedilen , kimi ölüm vardı canı bedeninden zorla koparılan.

Şehitlerimiz vardı bir de. Şehadet şerbetini oluk oluk içip , andını yerine getiren. Vatanını , milletini canından öne koyan. Şehit olmak için can atan , o günü dört gözle bekleyen Askerlerimiz vardı.

Yoruldu mu al bayrağın gölgesinde dinlenen , günü geldi mi üstüne örtü gibi serilen. Rengini şehidimizin kanından alan bayrağın kokusunu içine çeker, Anasına babasına , sevdiğine , çocuğuna , Vatanına sarılır gibi sarılırdı o gök kubbeyi delen bayrağa.

Bizim askerlerimizin bir bayrağı bir de vatanı vardı. Baktı mı o dalgalanan bayrağa , göğsünde bir gurur , bakışlarında bir hürmet belirirdi. O bayrak ilelebet dalgalansın diye , canını öne koyardı bizim Askerimiz.

Sevdiğinden koparılan , Anası babasının gururu , Vatanın Mehmetçikleriydi onlar. Al bayrak sevdası olmuş , Vatanı ise canı olmuştu onlar için. Hülyalarını süsleyen kan damlasından bir sevdaydı , o al bayrak.

Sevdikleri yüreğindeki sızıyla onları beklerken , Vatan diyerek toprağı öpüyorlardı. Nice Analar babalar , kapı eşiğinde yol gözlerken , Şehit haberi gelirdi baş uçlarına. Üç kelime dökülürdü , sevdalı , acılı yüreklerin dudaklarından.

Vatan sağ olsun."

Onlar var oldukça , bu vatan sağ oldu.

Onların hakkı ödenmezdi.

Şimdi karşımda duran Şehit mezarına bakıyordum. Acısı yüreğimi burksa da , dudağımda tebessümüm ile toprağını okşadım.

ŞEHİT BİNBAŞI AKER SAĞDIÇ

D. 27.03.1978

Ş. 12.10.2025

Bu kadardı.

Doğum ve Şehit yılı yazardı o kuru tahtada. Vatan’a canını feda eden bu insanlar , sanki hiç var olmamış gibi bir an da kaybolurdu. Ve biz sadece kırk beş saniye boyunca görürdük , bilirdik onları. İsimleri verilirdi , şehit düştü derlerdi. Bu kadarla kalıyordu. Vatan için şehit olan mehmetçiğimiz , kırk beş saniyeden fazla bulunmuyordu gözlerimizin önünde.

Vatan’a canını feda eden bu insanlar unutuluyordu.

Yanı başımdaki mezarın toprağını okşadım , elime alıp kokladım. Babam gibi kokuyordu. Kokusu toprağa sinmişti. Sanki hiç benden gitmemiş , gitmeyecekmiş gibi kokusunu oraya bırakmıştı. Yavaşça geri bıraktım , avucuma aldığım toprağı. Elimi kaldırdım ve o kuru tahtadaki adını okşadım.

“ Bu vatan sana ve yol arkadaşlarına minnettar babam.”

Yanı başımda duran annem dik duruyordu. Gözlerinden yaşlar aksa dahi o , başını bir dakika olsun eğmiyor omuzları dik bir şekilde duruyordu.

Biz kimseyi kaybetmemiştik , Vatan uğruna Şehit vermiştik. Hep yüreğimizde kalacak , bu Vatan ona ve yol arkadaşlarına bir ömür minnet duyacaktı.

Ayağa kalkıp , Şehitlikteki mezarlara baktım. Her biri için ayrı ayrı dua ederken , sırtım dimdik annemin yanı başında durdum. Bugün Cumhuriyet’imizin ilan edildiği gündü.

29 Ekim.

Babam Şehit düşeli tamı tamına bir yıl on iki gün olmuştu. Yokluğu bağrımızı yaksa dahi , omuzlarımızı düşürmüyorduk. Sözümüz vardı babama. Şehit haberi gelirse , yıkılmayacak ayakta duracaktık. Biz Türk evladı olarak , zor günümüzde dahi başımız dik kalacaktık , kalmasını da bilirdik.

“ Birliğe gitmeliyim anne.”

Annemin kahverengi gözleri , kıpkırmızıydı. Esmer teni iyice solgunlaşmış , kahverengi saçları canlılığını yitirmişti. Ona rağmen öyle bir dik duruyordu ki , onu bu saatten sonra hiçbir şeyin yıldırmayacağını , yıkamayacağını biliyordum.

Annem başıyla beni onayladığında , Şehitlikten yavaş adımlarla çıktım. Gidişimin ardında babamın toprağına sarılacağını biliyordum. O , acısını kimseye göstermezdi. Ondandır ki benim gidişimi bekledi.

Üzerime giydiğim Kazağın eteklerini düzeltip, arabama doğru yol aldım. Arabamın önüne geldiğimde , kapısını açıp bindim ve arabayı çalıştırdım. Yol uzayıp giderken , iki okulun önünden geçmiştim. Küçük çocuklar ellerindeki Türk bayrağını sallayarak , yüzlerindeki tebessümle sevinç naraları atıyorlardı.

Ortaokul ve Lise öğrencileri ise yürüyüş yapıyorlardı.

Vatan olarak birlik olduğumuz günler , milli bayramlarımızdı. Yüzümüzde tebessümümüzle bayramımızı kutlardık , lakin bir şehidi iki saniye olsun aklımıza getirmezdik. Unutulur giderdi şehitlerimiz.

Sanki hiç var olmamış gibi...

 

Yazardan...

 

Yüzbaşı Tuğrul elindeki kağıtları masanın üzerine bırakarak , sertçe yüzünü ovuşturdu. Canı sıkkındı. Bir saat önce ablası aramış ve onu evlat edinen annesinin durumunun iyi olmadığını söylemişti. Onu evlat edinen kadını görmesi gerekiyordu. Tabi öncesinde yapması gereken başka bir şey daha vardı.

Koltuğundan kalkıp , ellerini cebine koyup odasından çıktı. Sabah dört civarlarında timi ile birlikte operasyondan dönmüşlerdi , üzerlerinde bir ay süren bir yorgunluk vardı. Geceler boyu uykusuz kalmış , çatışmalarda oluşan birkaç yara almışlardı. Bundandır ki , Tuğrul Komutan adım attıkça karnında oluşan kesik onu zorluyordu. Ama yine de acısını belli etmeden Alay’a geçti.

Yaklaşık beş dakika önce Tim’e , Alay’da olmaları için emir vermişti. Şimdi her biri , ip gibi dizilmiş , komutanın diyeceklerini bekliyorlardı.

Yüzbaşı Tuğrul, her birine teker teker bakıp , “Operasyon başarıyla tamamlandı Kopuk! Her birinizin eline emeğine sağlık. “ Timdekilerin yüzünde gururlu bir tebessüm yer edindi.

Dağlarda Kopuk yol geziyorsa , o kansızların kurtulmak gibi bir şansı yoktu !

Yüzbaşı her birinin gözünün içine baktı. “ Ulu Önder’in bize emanet ettiği bu Vatan’ın 103.Yılını kutluyorum. Bu vatan her birinize minnettar aslanlarım. Cumhuriyetimiz kutlu olsun !” Yüzbaşı en öne geçti ve dudaklarını aralayıp , “ İleri Marş !” dedi.

En önde Yüzbaşı Tuğrul , hemen arkasında Kopuk Tim’i uygun ve seri adımlarla ilerlemeye başladı.

Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü!“ Yüzbaşı bu kelimeleri söylediği an devam etti, “Tekrar edin !” Diye bağırdı.

Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü!” Yüzbaşının göğsü gururla kabardı. Bugün o şanlı gündü. Büyük Önder’in biz Türk evlatlarına verdiği , emanet ettiği bu vatanın , Cumhuriyet günüydü !

Kız kardeşimin gelinliği , şehidimin son örtüsü!" Yüzbaşı Ganiev önde , tim arkadaşları arkasında Askeriye’de turlarken , Al bayrağın dalgasında can bulan o şiiri , yüreklerinin en derininden gelen sesleriyle seslendiriyorlardı.

Işık ışık , dalga dalga bayrağım! Senin destanını okudum , senin destanını yazacağım!

Uygun adımlarla ilerleyen Tim’e bugünün şerefine tüm Askeriye eşlik etti.

Sana benim gözümle bakmayanın, Mezarını kazacağım!

Dışarıda olan tüm askerler , Kopuk timinin ardında dizildi ve aynı seride devam ettiler.

Sana selam vermeden uçan kuşun, Yuvasını bozacağım!

Tüm Alay Askerlerin coşkulu sesiyle inlerken , Sanki yeni bir ant içmişlerdi bu şiiri söylerken. Her bir dizesinde , yeminlerini daha kuvvetli bağırıyorlardı bu aslanlar.

Yüzbaşı Tuğrul’un gözleri Alay’ın önünde , onları gururlu bir tebessümle izleyen kadını buldu. Nedense çok tanıdık gelmişti bu güzel kadının sureti. Denizden taşan okyanus hareleri , rüzgârın da etkisiyle uçuşan toprak misali kahve saçlarıyla ona geçmişten birini anımsatıyordu. Kalbinin teklemesine mani olamadı. Gözleri hâlâ o güzel kadındayken , coşkuyla bağırdı.

Dalgalandığın yerde ne korku ne keder,

Gölgende bana da , bana da yer ver!

Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar ;

Yurda ay yıldızın ışığı yeter!"

Baktığı kadının dudaklarının hareket ettiğini gördü. Şiiri söylüyordu. Tuğrul yüzünde ufak bir tebessümle kadına bakarken , baktığı Kadın’da yoğun bakışların sahibini bulmuş ve kısa sürede olsa göz göze gelmişlerdi. Kadın bakmaya devam da edecekti lakin yanına gelen bir askerle , onlardan gözünü ayırmış ve Alay’dan içeri girmişti.

Tuğrul kısa bir an düşündü. O da asker miydi acaba ? Vücudu asker olamayacak kadar naif ve inceydi. Kesinlikle Asker değildi. Buradaki birinin yakını mıydı yoksa ? Olabilirdi. Kadının ardından bakmayı kesip , şiire devam etti.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün ,

Kızıllığında ısındık ;

Dağlardan çöllere düştüğümüz gün ,

Gölgene sığındık.

 

Ey şimdi süzgün , rüzgârlarda dalgalı;

Barışın güvercini, savaşın kartalı

Yüksek yerlerde açan çiçeğim.

Senin altında doğdum,

Senin altında öleceğim!

 

Tarihim, şerefim , şiirim , her şeyim;

Yer yüzünde yer beğen!

Nereye dikilmek istersen ,

Söyle, seni oraya dikeyim!"

 

Laçin Sağdıç'tan...

 

Birliğe geldiğimde , kapı önündeki askerler biraz beklememi istemişti. Ben de dediklerini yapıp orada bekliyordum. Sonra bir ses duydum , gür ve gurur dolu bir bağırıştı bu.

“ Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü !”

Kafamı kaldırıp az ileriye baktığımda , uygun adımlarla ilerleyen timi gördüm. Hepsinin üzerlerinde yeşil üniformaları vardı. Uygun adımlarla adım atarken , bir yandan da ‘Bayrak' şiirini dile getiriyorlardı.

Yüzümdeki gururlu tebessüm ile onları izledim.

En önde komutanları olduğunu tahmin ettiğim biri vardı. Bronz teninin güneşten dolayı kavrulduğu belli oluyordu. Babamın da teni öyleydi. Nerede olsa bilirdim , anlardım.

Dağ başında kalan bir askerin teninin bembeyaz kalmasını bekleyemezdiniz. Bronz tenine rakip olan koyu kahve gözleri vardı. Kömür karası saçlarını her asker gibi üç numaraya vurmuştu. Yakışıklı çehresinde , gururla dolu bir bakış vardı.

Başta sekiz kişiden oluşan grup , bir anda tüm Alay’ın onlara katılmasıyla kalabalıklaştı. Şiir’in dizeleri ise daha kuvvetli , daha candan çıkmaya başladı dudaklarından. Ben de onlara eşlik ettim sessizce. Bayrak şiirinin her bir dizesi ezberimdeydi. Sonra tekrar o gür sesi duydum ve bakışlarımı ona çevirdim. Bu mesafede göz göze gelmeyi ben de beklemiyordum.

Bakışları göğsümün ortasında bir yerin sıkışmasına neden olurken , gözlerimi kaçırmamak için direniyordum. Neyse ki bunu fark etmiş gibi bir asker yanıma geldi , “ Binbaşım sizi bekliyor.” Kafamı sallayarak askerin peşinden Alay’a girdim. Babam asker olduğu için , Askeriye hakkında bir çok bilgiye sahiptim. Kendi evim gibi olmuştu buralar.

Alay’dan içeri girdikten sonra , alt katta bulunan Binbaşının odasının önüne geldiğimizde asker yanımdan ayrılmıştı. Önce kapının sol tarafında bulunan isimliğe baktım.

Binbaşı Okan Bozkurt.

Soyadına tebessüm ederken kapıyı tıklattım. Kısa süre sonra içeriden , “ Gel.” Komutu geldiğinde kapıyı açarak içeri adım attım. 40 lı yaşlarının sonunda , karizmatik bir çehre beni karşıladı.

“ Laçin Sağdıç.” Eliyle gösterdiği koltuğa doğru ilerleyip , oraya oturdum. Önündeki evraklara bakıp , kafasını kaldırdı ve bana baktı. “ 28 yaşında , Sağlık Fakültesi mezunu. Hemşire. “ Evraklara biraz daha bakınıp , “ Şehit Binbaşı Aker Sağdıç’ın kızısın demek.” Bakışlarını evraklardan kaldırıp bana baktığında , tebessüm ettim. Gözlerinde bariz bir hüzün belirirken dudaklarını araladı.

“ Başımız sağ olsun kızım.”

“ Vatan Sağ olsun.” Binbaşı bana gülümsedi. “ Aker yakın bir arkadaşımdı. Birkaç kez ortak operasyonlara katıldık.” Babamdan bahsetmesi burnumun direğini sızlatırken, başımı dik tutmaya devam ettim. Bana bakıp derin bir nefes aldı. “ Yarın gelip başlayabilirsin. “ Bir an donakaldım. Bu kadar çabuk muydu ?

“ Başarılı bir kızsın belli. Alaydaki doktor geçen gün tayin isteyip gitti. Tam zamanında geldin. Doktor olmasan da, hemşire de iş görür.” Binbaşı konuşurken , bir yandan seviniyor diğer yandan bir an önce işe başlamak istiyordum.

Evet Askeriye’de Hemşire olarak çalışacaktım. Gönüllü olarak başvuru da bulunmuştum. Bugün ise gelmem söylenmişti. Geldiğim gibi kabul edilmiştim ve bu beni çok mutlu etmişti. Tabi nedense bunun içinde babamla arkadaş olmaları da varmış gibi hissediyordum.

Tam ayağa kalkmış gidecektim ki , bir an bile beklemeden içeriye dalıp telaşla , “ Komutanım , Yüzbaşı Ganiev’in kanaması var.” Diyen askerle , binbaşı hemen koltuğundan kalktı ve bana baktı.

“ Benimle gel.”

Dediğini yapıp peşinden ilerlemeye başladım. Odasından çıkıp , koridorun sonuna doğru ilerlemeye başladık. Koridorun sonuna geldiğimizde sol tarafa döndük , Revire giderken kapı önünde bekleyen biri kadın olan beş kişiyi gördüm. Kimisi sandalyeye oturmuş kimisi koridorda bir ileri bir geri ilerliyordu.

Durum bu kadar acil miydi ?

Askerler bizi gördüğü an , içlerinden biri yanımıza geldi. “Yüzbaşının neden kanaması var ?” Binbaşının sorduğu soruya , omzundaki yıldızlardan üsteğmen olduğunu anladığım genç konuşmaya başladı. “ Görevdeyken yara aldı lakin önemsiz bir sıyrık olduğunu söyledi , derin bir yara olduğunu bilmiyorduk.” Binbaşı dişlerini sıktı. “ Bir kere de yanılt beni Ganiev.” Bakışlarını bana çevirdi. Bir şey demesine kalmadan başımla onaylayıp hızla revirden içeri girdim. İçeri girmemle yatakta huzursuzca kıpırdanan askeri gördüm. Bu o askerdi. Bahçedeki timin komutanı.

Benim içeri girmemle yatakta yatan askerin yanı başındaki diğer iki asker bana baktı. Onları umursamadan hızla dolaplara bakındım ve bulduğum eldiveni elime geçirdim.

“ Yara tam olarak neresinde ?” Bir yandan yaranın neresinde olduğunu öğrenmeye çalışıyor , diğer yandan uyuşturucu iğneyi hazırlıyordum. “ Karnında.” Gerekli olan diğer malzemeleri de elime alıp yatağın yanındaki masanın üzerine bıraktım. Kısa bir an hastaya baktığımda , acıyla yüzünü buruşturduğunu gördüm. Diğer askerlere dönüp” Siz çıkabilirsiniz.” Askerler kararsız bir şekilde birbirlerine baktıklarında , gözlerimi devirdim.

“ Yemeyeceğim komutanınızı !”

Enselerini ovarak komutanlarına baktılar. “ Çıkın işte oğlum !” diyen komutanlarının lafıyla hızla çıktılar revirden. Onlar çıktığında komutana döndüm. “ Tişörtünüzü çıkarabilecek misiniz?” başıyla onayladığında tişörtünü çıkarmasını bekledim. Lakin her hareket edişinde canı daha fazla yanıyor olmalı ki tişörtü bir türlü çıkaramamıştı.

“ Tamam bana bırakın.”

Bir şey demesine izin vermeden elimdeki iğneyi yerine bırakıp , komutanın üzerine hafifçe eğilip tişörtünü çıkardım. Tişörtü yatağın bir kenarına bırakıp iğneyi tekrardan elime aldım. “ Lütfen kendinizi kasmayın.” Ağzının içinde birkaç homurtu çıkarsa da dediğimi yaptı. Açıkta kalan yarasına yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tuttum. Tam olarak kasıklarının biraz yukarısında başlayan yara , göbek deliğinin altında bitiyordu. Fazla derin olmasa da ona zarar verebilecek bir yaraydı.

İğneyi tekrar yerine bırakıp , dolaptan ıslak bir bez çıkartıp , yavaşça karnının üzerindeki kanları temizlemeye başladım. Arada sırada canının acıyışında , acı dolu inlemeler boğazından dökülüyordu. Yaranın etrafındaki kanları temizledikten sonra , elime aldığım iğneyi karnına yaptım ve uyuşmasını bekledim. “ Uyuşmasını beklememiz gerek.” Dişlerini sıkmış vaziyette, kafasını iki kere aşağı yukarı salladı.

“ Bu yara nasıl oldu ? Dahası neden yaraya baktırmadınız ? Yara derin , kan kaybından ölebilirdiniz.”

Alay edercesine güldü. “ Şehadet şerbetini içmeden ölüm yok bize doktor hanım. Sen sadece işini yap , gerisine karışma.” İstemsizce kaşlarım çatıldı. Adam haklıydı , beni ilgilendirmezdi. Yapmam gereken tek şey işimi yapmaktı. Lakin o da bu vatanın askeriydi. Onun canını korumak da benim görevimdi. Yine de bir şey demedim. Karşımda öylesine biri yoktu çünkü.

Ben ayakta dikilirken, komutanda arada sırada bana bakıyordu. Benim tek odağım ise yarasıydı. Vücuduna bakmak gibi bir hataya düşmemiştim.

Yarım saat boyunca ne o ne de ben konuşmuştuk. İkimizin de tek odağı yaranın uyuşmasıydı. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım.“ Uyuştu mu ?” Sorduğum soruyla kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Daha sonra kafasını yine aynı şekilde aşağı yukarı sallayarak onayladı.

Çok merak ediyorum , cidden benim sormamı mı bekliyordu uyuştuğunu söylemek için ?

Elimdeki eldivenleri biraz daha yukarı çektikten sonra , tentürdiyot ve pamuğu elime alıp , yarasının üzerini temizledim. Uyuştuğu için tepki vermiyordu lakin eğer uyuşmasaydı , şuan acıdan çığlık atıyor olabilirdi. Yani en azından ben öyle yapardım.

Elimdeki pamuk ve tentürdiyotu yerine bırakarak dikiş atmak için iğneyi elime aldım. Bakışlarımı kaldırıp , neden yaptığımı bilmediğim saçma bir şey söyledim , “ Size dokunmam gerek.” Anlamazca bana baktığında kendimi mal gibi hissettim. Benim görevim buydu , yaraya ellemeden dikiş atamazdım, ne diye soruyorsam!

Sol elimi karnının üzerine yerleştirdiğimde , vücudundaki ürpermeyi bariz bir şekilde hissettim. İğne bulunan sağ elimi yaraya doğru götürdüm ve dikiş atmaya başladım.

Yaklaşık bir saat boyunca , Yüzbaşının yarasını dikmekle uğraştım. Büyük bir yaraya sahipti dahası bu yarayla dışarıda yürüyüş yapmıştı. Kafası neredeydi gerçekten merak ediyorum.

Ben dikiş atarken Yüzbaşı arada sırada bana bakmıştı kısa süre sonrada uyuya kalmıştı. İşim bittiği ve onu rahatsız etmek istemediğim için yavaşça odadan çıktım. Kapının önünde duran Askerleri görünce bir an şaşırdım. Hâlâ burada mıydılar ?

Hepsi bir anda etrafımı sarıp soru sormaya başladı. “Komutanımız nasıl ?”

“ Çok kan kaybetti mi ?”

“ Kana ihtiyacı varsa ben verebilirim.”

“ Çabuk toparlar mı ?”

“ Niye bu kadar uzun sürdü ?”

“ Kesin bir şey oldu ve siz bize söylemiyorsunuz.” Diyen sarışın askerin kafasına yanındaki kumral asker bir tane yapıştırdı. “ Salak salak konuşma dangalak!” Sarışın olan kafasını ovup esmer olana döndü. “ Bu kadar uzun süre içeride kalması normal değil koçari.” Bu sefer sol tarafında bulunan bir diğer asker kafasına bir tane geçirdi. “ Şom ağızlı piç sus iki dakika.” Sarışın olan kafasını ovup , “ Ben ne yaptım şimdi Komutanım ?” yanındaki esmer olan asker sabır çektiğinde , hemen ağzına fermuar çekmiş gibi yaptı.

“ Oğlum senin üç kelimenden ikisi beddua gibi , biri de şüpheli!”

Esmer olanın bu dediğine hepsi gülerken ben Neye uğradığımı şaşırmış bir vaziyette onlara bakıyordum. Onlar ise gülmeye ara verip bana döndüler, geldiğimden beri sesini duymadığım kadın asker ,“ Komutanımız nasıl Doktor Hanım ?” diye sordu. Hepsi bir cevap ararcasına suratıma bakıyorlardı.

İçlerinden biri , yaklaşık olarak otuz yaşlarının sonunda , yeşil gözlü kumral olan koluma dokundu.

“ Bacım , söyle da Komutanımız nasıl ?”

Kendimi hemen toparlayıp , iki kere öksürdüm. “ Gayet iyi , yarasına dikiş attım , şuan uyuyor.” Sol tarafımda duran bir başka asker , “ Herife bak. Biz korkudan kuduralım , o da mışıl mışıl uyusun. Oh , ne ala memleket !”

Kaşlarımı çatarak ona baktığım sırada , sarışın olan asker yanımdaki askerin kafasına vurdu. Tam olarak bunu yapmak istiyordum.

"Mal, adam yaralı haliyle operasyonu tamamladı , o yarayla sen de iki gün dur bakalım görürüm seni ! Pezevenk.” Az önce koluma dokunan asker , “ Doktorun yanında ayıp olmuyor mu ?” dedi kaş göz yaparak. Hepsi anında ciddileşip , “ Affedersiniz doktor hanım.” Dediklerinde , tek derdim buradan tüymekti.

Bir dakika , bunlar iki gün boyunca mı demişti ? Bu adamın cidden kendi canına kastı var gibi görünüyor.

Tam ufak adımlarla sıyrılacaktım ki , hepsinin bakışları bana döndü. “ Nereye doktor hanım?” Hepsi sorarcasına bana baktıklarından ve biraz da tehditkâr gibi göründüklerinden , birazcık ürkmüş olabilirim. “ İşim bitti , evime gideceğim ?” dedim sorarcasına. Benim ilk iş günüm bile yarındı. Zaten saat şuan akşam sekiz civarıydı. Altı gibi Alay’a gelmiştim. İki saattir de buradaydım.

Kaşları çatık , esmer olan asker bana baktı , “ Ya ciddi bir şey olursa. Başka doktor yok , nereden bulacağız ?”

“ Kendini zorlayıp dikişlerini patlatmadığı sürece bir sorun olacağını düşünmüyorum.” Kaşları daha da çatıldı. “ Siz yine de burada bekleyin , yara bu. Ne olacağı belli olmaz.”

“ He yav. Bizim komutan zaten hareketsiz iki dakika yerinde duramaz. Uyandığı gibi kalkmaya çalışacak. Adımın Cümali olduğu kadar eminim.” Kaşlarımı çattım. “ O zaman yataktan kalkmasına izin vermeyin ?” dedim tek kaşımı kaldırarak. Hepsi bıyık altından güldü. “ Bizi dinlemez ki.” Dedi sarışın olan gülerek. Kaşlarım daha da çatılınca , “ Neden ?” diye sordum.

“ O sadece , binbaşını ve doktorları dinler biz onun si-“ Tam cümlenin devamını getirecekti ki kafasına yediği şamarla sustu.

“ Lan oğlum yeter , ne gareziniz var lan sizin bana ! Kafa diye bir şey bırakmadınız Allah’ın katırları !” Kolumu tutan yeşil gözlü kumral asker , adının Cümali olduğunu öğrendiğim askerin ensesinden tuttu.

“ Doktor var yanında gebeş , küfür etma da küfür etma !” Sanırım Karadenizliydi.

“ Tarık Abi Allah’ıma yeter. Beni salın ben gidiyorum.” Adının Tarık olduğunu öğrendiğim asker , Cümali’nin ensesini bırakıp onu kovarcasına itti. “ Kalbimi kırdın abi , yazdım bir kenara.” Deyince birkaç asker güldü.

“ Lan başlatma kalbine!” diye bağırdığında Cümali koşarak Alay’dan ayrıldı. Tarık denen asker bana döndü. “ Bunun kusuruna bakma bacım , ağzı biraz gevşektir.” Tam sorun değil diyecekken , yanımdaki esmer konuştu , “ Abi senin ağzın da , süt gibi beyaz değil .” Deyince Tarık şalterleri atmış bir şekilde hepsini revirin önünden kovdu tabi kovarken kadın olan askerden de yardım almıştı. Hepsi gittikten sonra boştaki sandalyelerden birine oturdu. Sinirle başına masaj yapmaya çalıştığı sırada , ben hâlâ şok ile olanları kavramaya çalışıyordum.

Kendime geldiğime emin olduğumda , Tarık denen Asker’e baktım ve hafifçe öksürdüm. Kafasını hafifçe kaldırıp bana baktı.

“ Bir şey mi diyeceksin bacım.”

Başımı aşağı yukarı iki kere salladım. Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. “ Söyle bakalım , ne diyeceksin ?”

“ Ben evime gitsem olmuyor mu Tarık Bey ?” Kaşlarını çattı. “ Bak doktor hanım , Yüzbaşım bizim için çok değerlidir. Onu kanatan yara bizi de kanatır. Demem o ki , o uyanana kadar bir yere gitme. Uyanınca gidersin. “ Saat epey geç olduğu için annem merak edecekti.

28 yaşında olgun bir kadın olmama rağmen , annem beni hâlâ 8 yaşında sanıyordu. Cebimden telefonumu çıkartıp annemi aradım. İlk çalışta açılan telefonla annemin sesini duydum.

“ Laçin , kızım nerede kaldın ?” Koridorda Taner denen askerden biraz uzaklaşıp anneme cevap verdim.

“ Alaydayım. Bir asker yaralanmış , onu tedavi ediyorum. Biraz risk taşıdığı için bu gece yanında kalmalıyım. Burada başka doktor yok.” Annemin sıkıntıyla çektiği nefesi duydum. “ Yemek yedin mi ? Bak sabahta yemek yememiştin. Bir şeyler alıp ye.” Gülümsedim. Beni düşünmekten hiç vazgeçmiyordu. “ Tamam annecim. Merak etme yerim bir şeyler. Şimdi gitmeliyim. Görüşürüz.”

“ Görüşürüz kızım.” Telefonu kapatıp tekrar cebime koydum ve Askerin yanındaki boş sandalyelerden birine oturdum.

Açtım ama kantinin yerini bilmiyordum dahası yürümeye üşeniyordum. Yanımdaki asker başını duvara yaslamış , gözlerini de kapatmıştı. Yorgun olmalıydı. Anlatılana göre de bugün gelmişlerdi. Biraz uyuyup dinlense iyi olurdu.

“ İçeride boş bir yatak daha var , oraya geçip dinlenin isterseniz.”

Gözlerini aralayıp bana baktı. “ Siz burada çalışacaksınız değil mi ?” Başımı salladım. “ O zaman sizli konuşmayı bırak. Ne de olsa Kopuk’ları burada çok göreceksin.” Deyip güldü. Demek ki timin adı Kopuk’tu. Garip ama hoş bir isimdi.

“ Adın neydi bu arada ?”

Elimi uzattım , “ Laçin. Laçin Sağdıç.” Oturduğu yerde dikeldi. Bir elime bir yüzüme baktı. Daha sonra yutkundu. Gülümsedim.

Aker Sağdıç’ı tüm Askeriye biliyordu. Çünkü benim babam , sivilleri kurtarmak adına kendini bomba dolu bir eve atmış ve tek parça olmayan bir hâlde cenazesi kapımıza gelmişti.

Benim babamın tabutu , düz kapaklıydı.

Uzattığım elimi birkaç saniye sonra elleri arasına aldı. “ Üsteğmen Tarık Erli.” Elimi geri çektim. “ Size adınızla hitap etmem yakışı kalmaz gibi geliyor. Benden bayağı büyüksünüz , abi dememin bir mahsuru var mı ?” Başını iki yana doğru salladığında ona gülümsedim. Sanırım hâlâ kim olduğumun gerçeği ile yüzleşiyordu.

“ Aker binbaşının kızısın değil mi ?”

Önüme eğmiş olduğum başımı kaldırdım ve ona baktım. “ Evet. Onun kızıyım.” Başımı eğmeden dik tuttum ve o gururlu gülümsememi yüzümden hiç eksik etmeden , karşı kapıya baktım. Taner Abi ise başka bir şey demeden tekrar eski konumuna döndü. Ona dediğim gibi içeri girmemişti.

Açtım , sabah kahvaltı bile etmeden hastaneye gidip eşyalarımı toplamıştım. Daha sonra arkadaşlarımla vedalaşmış, saat dört gibi annem ile birlikte Şehitliğe gitmiş babamla hasret gidermiştik.

Saat beşte ise yola çıkmış Askeriyeye gelmiştim. Bırak yemek yemeyi bir yudum su bile içmemiştim. İşte tam da bu yüzdendi karnımın guruldaması.

Karnım bir anda o kadar yüksek sesle guruldamıştı ki , hemen öne doğru eğilip elimi karnıma koydum. Sanki bu guruldamasını engelleyebilecekmiş gibi. Kafamı yanıma çevirdiğimde , Tarık Abi’nin tek gözünü açmış , bana bakarak kendini gülmemek için zor tuttuğunu gördüm. Mahcup bir gülümseme dudaklarıma konarken , yüzüm utançtan kıpkırmızı olmuştu.

“ Aç mısın ?” diye sorduğunda , hafifçe dikelip kendini düzgün bir konuma getirmişti. “ Biraz.” Kelime ağzımdan çıktığı gibi sandalyeden kalktı. “ Sen buradan ayrılma , ben geliyorum. “ Tarık Abi arkasını dönüp giderken , içimden mideme küfürler ediyordum.

Oturduğum sandalyede artık uyuştuğumu fark edip ayağa kalktım. Şu Yüzbaşına baksam iyi olacaktı. Tam karşımda kalan kapıya doğru ilerleyip , kulpunu aşağı indirdim ve içeri girdim. Yüzbaşı hâlâ aynı vaziyette yatağında uyuyordu. Lakin acısı fazla olmalıydı ki yüzünü buruşturmuştu. Yanına gidip elimi alnına koydum. Bu tarz durumlarda hastanın ateşi olabiliyordu. Elimi alnına koyduğumda , tam da tahmin ettiğim gibi ateşi çıkmıştı.

Derin bir nefes alıp , iğne tepsisinin içindeki iğneleri masanın üzerine koyup , odadaki su bidonuna doğru ilerledim. Tepsinin içine yeteri kadar su koyduktan sonra , dolaptan aldığım bezi suyla dolu tepsinin içine koyup ıslattım. Suyunu sıktıktan sonra bezi Yüzbaşının alnına yerleştirdim. Tam o sırada Tarık Abi de beni koridorda bulamamış olacak ki , odaya girdi. Elindeki poşeti gösterdiğinde , “ Yüzbaşının ateşi çıkmış. Sonra yerim.” Diyerek tekrar önüme döndüm. Tarık Abi ise yanıma geldi ve kısık sesle , “ Çok ciddi değil inşallah.” dedi.

“ Korkulacak bir şey yok. Bu tarz yaralardan sonra ateşin çıkması normal. “ Kafasını sallayıp beni onayladı. Yüzbaşının alnındaki bezi elime alıp tekrar tepsiye bandırıp suyunu sıktım ve Yüzbaşının alnına koydum. Bu sırada boynunda ve şakaklarında da boncuk boncuk terler birikmişti. Bezi alnından çekip , terlerini sildim. Bu işlemi birkaç kere böyle tekrarladım. Bu sırada da Tarık Abi elindeki poşeti masanın üzerine bırakmış , yan taraftaki yatağa uzanmıştı.

Yüzbaşının ateşinin düştüğüne emin olduğumda alnındaki bezi tepsinin içine koyup masanın üzerine bıraktım. Cebimden telefonumu çıkartıp saate baktığımda , gece yarısını çoktan geçmiş olduğunu gördüm. Tarık Abi’ye baktığımda , üzerini örtmeden yatmış olduğunu gördüm. Ayak ucundaki örtüyü çekip üzerine koydum. Yüzbaşı ise üzerinde hiçbir şey olmadan o şekilde uyuyordu. Eğer şimdi örtüyü üstüne örtersem yarasını tahriş edebilirdi. Bu yüzden üstünü örtemedim.

Tarık Abi’nin masanın üzerine bıraktığı poşeti elime alıp oradan çıktım. Sandalyeye otururken , bir yandan da poşetin içindeki dürümü çıkartıyordum. Dürümü görünce daha çok guruldayan karnıma bakıp , “ Şimdi doyuracağım seni merak etme.” Deyip hızla dürümden bir ısırık aldım. Bir yandan da ayranımın poşetini açıp onu içtim. O kadar acıkmıştım ki , normalde yarım saate zor yiyeceğim dürümü 10 dakikada bitirmiştim.

Bir elim karnımda , geriye yaslanarak bu anın tadını çıkardım. Geride kalan çöpleri , yanı başımda duran çöpe atıp , revirin yanındaki tuvalete girdim. Ellerimi bir güzel yıkayıp kuruladıktan sonra , kahverengi saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaparak tuvaletten çıktım ve revire girdim.

Kenarda duran sandalyelerden birini Yüzbaşının baş ucuna çektim ve oturdum. Bir süre boyunca yüzünü izledim. Gür ve kıvrık kirpikleri , çektiği acıdan dolayı titreşiyordu. Kaşları ise onu gördüğüm andan beri hep çatıktı. Sol kaşının bitiminden şakağının sonuna kadar ince bir çizgi vardı. Silik de olsa bir yara olduğu belliydi. Aynı şekilde , kaslı gövdesinin bazı yerlerinde izleri kalan yaralar vardı. Kimisi kurşun izi , kimisi keskin bir aletin bıraktığı yaraların iziydi.

Göğsünün sağ tarafında iki kurşun izi vardı. Sağ omzundan köprücük kemiğine kadar olan yerde bıçak izine benzer bir yara vardı. Sol göğsünün altında bir kurşun izi, karnının belirli bölgelerinde de bıçak izine benzer yara izlerinden vardı. Kollarında da birkaç kesik vardı ama onlar o kadar göze batmıyordu.

Sağ göğsündeki o iki kurşuna bakarken içim acıdı. Bahsettiği buydu demek. “ Şehadet şerbetini içmeden ölüm yok bize , doktor hanım.” Böyle söylemişti. Göğsündeki o iki kurşun onu ölümden döndürmüştü. Bundandı karnındaki yarayı küçümseyişi.

Babamın vücudunda da buna benzer izler vardı. İçim acıya acıya temizler , dikiş atardım her bir yarasına.

Gözlerimin ardı sızladığında başımı geriye yatırarak gözlerimi kırptım. Ağlamayacaktım. Babama sözüm vardı.

Aker Sağdıç.

Tam yirmi yıl önce beni bir yetimhaneden alıp evlat edinmiş, kendi kızı gibi büyütmüştü. Hiçbir zaman babamın eksikliğini hissettirmedi. Aynı şekilde Annem Buğlem Neşe’de , annemin yokluğunu hiç tattırmamıştı. Annem ve babamı kaybettiğimde 6 yaşında küçük bir kızdım. 8 yaşıma bastığımda , Vatanı için canını verecek bir adamın kızı oldum. 27 yaşıma girdim bir kez daha baba yokluğu yaşadım. Aker Sağdıç , benim öz olmasa dahi manevi babamdı. Her gün yollarını gözler , ne zaman geleceğini düşünürdüm. Geldiğindeyse elinde en sevdiğim çikolata ile gelirdi.

Yorgun olurdu , uykusuz olurdu , acıdan kıvranıyor olurdu ama asla beni kendinden mahrum bırakmazdı. Acısına rağmen benimle ilgilenirdi.

Aker Sağdıç öyle bir adamdı. Ondandır ki benim ilk aşkım oydu. Minik kalbim babam için atardı. Ne zaman görsem , içim kıpır kıpır heyecanla babama koşardım. Sonra bir gün , askerler çaldı kapımızı. Göğsümüz gururla , başımız dik bir şekilde açtık o kapıyı. Gözümüzden yaşlar aktı ama başımızı asla eğmedik. Dimdik durmaya devam ettik annemle.

Şehit Binbaşı Aker Sağdıç, başımız sağ olsun."

Bu cümleleri duydu kulaklarımız , daha sonra babamın tabutu göründü. Düz kapaklıydı. Canımız öyle yanmış , içimiz öyle sızlamıştı ki acımızı içimize göme göme yüzümüzde tebessümümüzle , “ Vatan sağ olsun.” Demiş ve şehidimizi toprağa vermiştik.

Bir yıl on iki gündür , gözlerim ne zaman sızlasa , kalbim nasıl acıyla kavrulsa kendimi tuttum. Ben Asker kızıydım. Ağlamak bana yakışmazdı. Bana şehidimin kanını taşımak, gururla göğsümü kabartmak yakışırdı. Ben Asker kızıydım. Al bayrağın gölgesinde hayat bulan o Asker’in , vatanın , beyaz ve kızıl’ın kızıydım. Ben Şehitlerimin kızı , vatanımın evladıydım. Bana başını eğmek yakışmazdı.

Derin bir nefes alıp Yüzbaşına baktım. Acısı hâlâ dinmemiş olmalı ki yüzünü buruşturmuştu. Dudakları hareket ettiğinde uyanacağını sanmıştım lakin sadece mırıldanmıştı.

La-“ kelimesinin devamını getiremeden acıyla inledi. Endişeyle ona baktığımda , elleriyle örtüyü sıktığını gördüm. İçimdeki korkuya engel olamadan hızla ayağa kalktım. Ellerimi alnına koyduğumda , cayır cayır yandığını gördüm.

“ Yüzbaşı.” Onu uyandırmak için sesleniyordum lakin beni duymuyor gibiydi. “ Yüzbaşı uyanın!” Sesimi duyan Tarık Abi yataktan fırlarken , Yüzbaşı hem çektiği acı hem de gördüğü kâbusun etkisiyle acı içinde kıvranıyordu.

“ Ne oldu , neden bu hâlde ?”

“ Bilmiyorum. Uyanmıyor.” Tarık Abi yanıma gelip Yüzbaşına baktı. “ Yüzbaşı uyanın !” daha hiddetli seslendiğimde yine kalkmadı. Bu sefer Tarık Abi , “ Komutanım!” diye seslendi lakin duymuyor gibiydi. Elimi tam omzuna koyduğumda , bileğimden sıkıca tutarak gözlerini araladı. İlk önce anlamsızca yüzüme baktı, daha sonra omzumun üzerinden görünen Tarık Abi’yi gördü ve bileğimi sertçe bıraktı.

Ben bu muameleyi hak edecek ne yaptım şimdi ?

Acıyla yüzünü buruşturmaya devam ediyordu. Eczacı dolabına ilerleyip bir adet ağrı kesici ve bir bardak suyla tekrar yanına gittim. “ Ağrı kesici içmelisiniz.” Uzattığım ağrı kesiciyi eline alıp , su dahi kullanmadan yuttu. Gözleri bir süre etrafta gezindi , daha sonra bize döndü , “ Saat kaç ?” cebimdeki telefonumu çıkarıp saate baktım. “ Gece üç.” Oflarcasına , sıkıntıyla başını geriye yasladı. Ben de çıkardığım telefonu tekrar cebime koydum. Tarık Abi’ye döndüğümde düşünceli gözlerle Yüzbaşı’na bakıyordu.

“ Komutanım.” Yüzbaşı gözlerini açıp Tarık Abi’ye baktı. “ Söyle Erli.” Tarık Abi uyku mahmurluğuyla bir kere esnedikten sonra , çenesini sıvazlayıp , “ Normalde ufakcık bir sese bile uyanan siz , bağırmamıza rağmen neden uyanmadınız ?”

Tuğrul’un gözleri bir süre Tarık Abi’nin gözlerinde durdu. Daha sonra , kaşlarını çattı. Büyük ihtimalle hem yorgunluğu hem de yarasının verdiği kan kaybının etkisiyle derin bir uykuya dalmıştı. Gerçi uyurken bile acıdan kıvranıyordu o da başka konu.

“ Ne bileyim ben Erli , tıpçı mıyım !” Kaşlarımı çatarak gözlerine baktım , “ Yalnız o tıpçı değil , sağlıkçı olacak.” Gözlerini devirip bakışlarını benden kaçırdı. “ Aynı şey değil mi sonuç olarak?”

“ İkisi çok farklı şeyler. Tıpçı olunmaz , tıp bölümü okur ve bir sağlıkçı olursunuz. Yani tıp okuyanlara tıpçı değil sağlıkçı deriz Yüzbaşı.” Gözlerime boş boş baktığında , gözlerimi devirip , birkaç saat önce hazırladığım tepsideki suyu , çöp kovasına döküp , yeni su boşalttım ve bezi suya koyup sıktıktan sonra , Yüzbaşının alnına koydum.” Sirke olsaydı daha çok iş görürdü. “ diye mırıldandığımda , yanımda duran Tarık Abi ve Yüzbaşının söylediğimi duyduklarını , boş boş bakan gözlerine bakınca anladım. Onların boş bakışına karşılık hafifçe gülümsedim. Bu kesinlikle zoraki bir gülümsemeydi.

“ Ağrılarınız ne durumda ?” Yüzbaşının bakışları tekrar bana döndü. “ İyi.” Kısa ve netti. Elimde olmadan göz devirip , sırf gıcıklığına karşılık olsun diye ,“ Siz uykunuzu aldığınıza göre biraz da ben kestireyim.” Diyerek sandalyeye oturdum ve geriye yaslandım. Bu sırada aklıma gelenle , " Ha bu arada kafanızdaki bezi arada bir yenilersiniz size zahmet.” Yüzbaşı ve Tarık Abi , tam deyimiyle yüzüme alık alık baktığında gülmemek için kendimi zor tuttum. Daha sonra oturduğum sandalyede kafamı da geriye yatırıp gözlerimi kapattım.

“ Komutanım.” Tarık Abi’nin sesini duydum , hemen ardından da Yüzbaşı’nın sesini. “ Efendim , Erli.”

“ Komutanım bu işte bir terslik var.” Ses tonu o kadar komikti ki her an kahkaha atabilirdim. “ Hangi iş Erli ?” Yüzbaşının sesi ise sorgularcasına çıkıyordu. “ Komutanım , tam olarak şuan sizin uyuyup doktorun size bakması gerekmiyor mu ?” Bir gözümü açıp , “ Doktor değil , hemşireyim.” Deyip tekrar gözümü kapadım. “ Bence de bu işte bir terslik var , Erli.” Yüzbaşının sesi düşünceli geliyordu.

Dudaklarımı birbirine bastırıp gülmemeye çalıştım. Uykum vardı ama o kadar çok yoktu. Hemen uyuyabileceğimi de zannetmiyorum. Uykucu bir insan değildim , geceleri de hastanede çoğu zaman nöbete kalıyordum. Bünyem uykusuzluğa alışıktı yani.

Bir süre boyunca gözlerim kapalı bir şekilde , düzenli nefesler alarak öylece durdum. Arada bir gelen su sesiyle , Yüzbaşının dediğim gibi bezi suya koyup sıktığını anlıyordum. Arada bir çıkan homurtulu sesler de vardı tabii. Lakin kime aitti çözememiştim. Yarım saati devirdiğimize emin olduğum bir zamanda , Tarık Abinin sesini duydum. “ Uyumuş mudur?”

Uyumuyordum ama ne yapacaklarını merak ettiğim için hiç kıpırdamadan aynı şekilde bekledim. “ Uyumuş gibi görünüyor.” Diyen Yüzbaşıya , “ Sandalyede tutulmasın şimdi?” diyerek karşılık verdi Tarık Abi. Kaç nöbetim o sandalyelerde geçti biliyor musunuz siz ? bilmezsiniz tabii , nereden bileceksiniz?

Gerçeği onların da benden pek bir farkı yoktu. Ben can kurtarırken , onlar vatanı kurtarıyordu. Benim iki gün uykusuz kaldığım hastanede , onlar dağ başında günlerce uykusuz kalıyordu. Bırakın bir sandalyeyi , uyuyacak doğru dürüst bir yerleri bile yoktu !

“ Yatağa mı koysak komutanım ?”

“ Bu halimle insan taşıyabilecek gibi mi görünüyorum ?” diyen yüzbaşının sesiyle içimden göz devirdim. “ Biraz sessiz olun , uykumu kaçırıyorsunuz!” Uykum falan yoktu, külliyen bir yalandı. “ Sen uyumuyor muydun?” Diyen Tarık Abinin sesi kulaklarımı doldurdu.

Gözlerimi aralayıp , gerçekten de beni rahatsız eden sandalyede düzgün bir konuma geçtim. Sızlayan boynuma elimi götürüp yüzümü buruşturdum. Biraz daha o şekilde kalsaydım hem bel fıtığı hem de boynumda kireçlenme oluşacaktı ve maalesef ki geri kalan hayatımda onlarla uğraşmak zorunda kalacaktım. !

Bakışlarını üzerimde hissettiğim iki askere baktım. Dikkatle bana bakıyorlardı. “ Bir şey mi söyleyeceksiniz ?” Yüzbaşı önüne dönerken , Tarık Abi bana baktı. Sanırım beni çözmeye çalışıyordu ama o biraz zordu. Ben , binbaşı Aker Sağdıç’ın kızıydım. Bana öğrettiği şeylerle askerleri bile kandırabilirdim. Bu benim için pek zor değildi.

“ Uyuduğunu düşünüyorduk.” Diyen Tarık Abi’ye tebessüm ettim. “ Beş dakika kadar uyudum.” Külliyen yalan. Gerçeği bilmelerine gerek yoktu. Bakışlarım tekrar yüzbaşına döndü. “ Ağrılarınız hâlâ devam ediyorsa , lütfen söyleyin. Ağrı kesici iğne yapabilirim.” Çatık kaşlı koca cüsseli adam , sanki onunla alay etmişim gibi bakıyordu bana.

Yahu ben bilmeden yanlış bir şey mi söylüyordum ? Hayır yani yaptığım tek şey sorumluluğumu yerine getirmekti. Bu da yanlış bir şey ise , bileyim yani. Böyle olmaz yoksa.

Bu ketumluğa daha fazla katlanamadan ayağa kalktım. Dolaba doğru ilerleyip içinden uyku ilaçlarından bir tanesini elime alıp , içindeki tüm sıvıyı paketinden çıkardığım iğnenin şırıngasıyla içine çektim ve Yüzbaşına doğru ilerledim. Bir bana bir de elimdeki iğneye bakıyordu. Eğer şuan da üzerimde önlüğüm de olsaydı, hastanede çocuklara iğne yapan o hemşirelere benzediğime yemin edebilirdim. Tabi benim hastam koca bir çocuktu orası ayrı da.

“ Kolunuzu uzatır mısınız ?” Bir yandan kolunu uzatırken diğer yandan da soruyordu , “ O nedir ?” Gözlerimi devirip , “ Zehir.” Dedim ve koluna uzanıp iğneyi batırdım. İçindeki sıvıyı tamamen enjekte ettikten sonra , şırıngayı iğnesiyle birlikte çöpe attım. “ Uyku ilacı verdim. Büyük ihtimalle on beş dakikaya uyuyacaksınız. “ Kaşlarını çatıp, ağzını açıp tam bir şey diyecekti ki , gözlerini sıkıca yumup bundan vazgeçti. Ne de olsa iş işten geçmişti , istese dahi bir şey yapamazdı.

Tarık Abi ise cebinden çıkardığı telefondan bir şeylere gülümseyerek bakıyordu. Ona baktığımı görünce , yanıma gelip telefonunu bana da gösterdi. “ Kızım Tuğçe.” Masmavi gözleri olan , kumral saçlı , en fazla 4 yaşlarında olan küçük bir kız çocuğuydu. Gözlerini kocaman açmış ekrana şaşkın şaşkın bakıyordu. “ Allah bağışlasın, çok tatlı kız.” Gülümsedim fotoğrafına.

“ Amin amin.” Deyip bir süre daha kızının fotoğrafına bakıp iç çekti Tarık Abi. Daha sonra bir videosunu açıp gösterdi , “ Bak burada annesinden gizli dolaba giriyor.” Videoya baktığımda minik kızın , mutfaktaki dolaplardan birinin kapağını açmış , arada etrafına bakıyordu. Kimsenin olmadığına emin olduğunda hızla dolaptan bir çikolata alıp , mutfaktaki masanın altına girip çikolatasını yemeye başladı. Bu sırada da kızının yokluğunu fark eden annenin sesi duyuldu. “ Tuğçe! Yine çikolata mı yiyiyorsun ?” Minik kız hemen çikolata paketini cebine koyup , koluyla ağzını temizledi. “ Hayıy anne !” R harflerini söyleyemediği için sesi çok tatlı çıkmıştı. İstemsizce güldüm. Videonun devamında annesi gelip minik kızı masanın altında çıkarıp yalancı bir kızgınlıkla bağırıyordu. Daha sonra kamera ilerliyordu ve Tarık Abi'nin sesi duyuluyordu. " Güzellerim benim." Diyordu.

Video burada bittiğinde Tarık Abi telefonu cebine koydu. Bana bakıp gülümsedi ,“ Çok şımarık.” derin bir nefes alıp, “ O gün gizliden videoya aldım onu. Bilmiyorlardı geldiğimi , görsen nasıl seviniyor yavrucak.Babam geldi diye sevinç naraları atıyordu.” Dolan gözlerini kaçırıp ayağa kalktı. “ Bizim çocuklardan ikisini yollayacağım buraya , yarın görüşürüz Laçin.” Ona gülümsedikten sonra , “ Görüşürüz.” Dedim ve kapanan kapının arkasından baktım bir süre.

Bilirdim o duyguyu. Yol gözlemek ne demek , baban geldiğinde içindeki heyecanı , sevincinin nasıl olduğunu çok iyi bilirdim. Ben de tıpkı Tarık Abi gibi derin bir nefes alıp yüzümü Yüzbaşına çevirdim. Çoktan uyumuştu.

Bir saat kadar sonra Tarık Abi’nin dediği gibi iki asker gelmişti. Bunlar Tarık Abi’nin kovduğu askerldendi. Odaya girip bana kapının önünde olduklarını söyleyip çıkmışlardı. Ay yerini güneşe bırakana kadar Yüzbaşının başında beklemiştim. Deliksiz ve sancısız bir uykuyla uyumuştu. Arada bir çıkan ateşini düzen altına almıştım. Sabahın ilk ışıklarında ise , gözlerim bu ağrıya daha fazla dayanamamış , uyuya kalmıştım.

Oturduğum sandalyede rahatsızca kıpırdandığım sırada , yanı başımda bir gölge hissettim. Gözlerimi yavaşça araladığımda , Yüzbaşı’nın ayağa kalktığını ve yatağın üzerindeki tişörtü giydiğini gördüm.

Saat kaçtı ?

Ensemi ovalayarak ayağa kalktım ve Yüzbaşı’na döndüm. “ Durumunuz nasıl ?” Tişörtünün eteklerini , yeşil asker üniformasının pantalonundan içeri sokup bana döndü. “ İyiyim." deyip tişörtünün içinde kalan künyesini çıkarıp tişörtün üzerine bıraktı. Künyesine baktığımda üzerindeki , adı ve kan grubu gibi şeylerin yazılı olduğunu zaten biliyordum. Sadece ismini merak etmiştim.

Tuğrul Ganiev.

Demek adın Tuğrul Yüzbaşı. Yatağın diğer ucunda duran polarını da eline alıp bana döndü , “ Teşekkürler.” Dedi tam gidecekken ona seslendim. “ iki hafta sonra dikişlerinizi almam gerek. “ Başını onaylarcasına salladıktan sonra , Revirden çıktı. Bir süre daha arkasından baktıktan sonra , cebimdeki telefonu çıkardım ve saate baktım.

12.28 

Günü yarılamıştım bile !

Hızla revirden çıkıp , çıkışa doğru ilerledim. Eve gidip şu leş hâlimden kurtulsam iyi olacaktı. Alay’dan çıktığımda , Yüzbaşının da arabasına bindiğini gördüm. Umarım o dikişleri fazla zorlamazdı.

Arabama binip , eve doğru yol aldım. Bu sırada da , Radyoda çalan şarkıya eşlik ettim.

Çok sevduğume değil bilmemene yanarum

Seni görduğum her gün içten içe kanarum

Kara gözlerun beni nasil yakti sevduğum

Hallarumdan bellidur seni ne çok sevduğum..."

Bu şarkı babamın en sevdiği şarkıydı. Anneme bakar , içli içli söylerdi. Bense onların aşkına bakar , bir gün böyle bir seven bulmak isterdim.

Yüksek dağlara doğri haykirsam sevduğumi

Belki dağlar anlardi nasil özleduğumi

Bulut gibi hislerum savruldi yureğune

Yağmur olur yağardum, o uzun saçlarune..."

Nakarata geldiğimde , sesimin tonunu bir tık daha arttırmıştım. Babam Ordulu olduğu için , hep bu tarz şarkılar dinlerdi. Bana da ondan geçti ya bu sevda. Karadeniz Türkülerinden gayrı , başka şarkı sevemez oldum. Arada dinlerdim diğer şarkıları , onları da severdim lakin bu yörenin şarkısı ben de ayrı bir sevdaydı.

Bir yandan şarkıyı söylüyor diğer yandan yola bakıyordum. Eve varana kadar birçok şarkıyı dinledim ve eşlik ettim. Benim için terapi gibi bir şeydi müzik.

Evin önüne geldiğimde , arabamı park edip çıktım. Arabanın anahtarını elime alıp apartmana girdim. Dairemiz ikinci katta olduğu için asansöre binme gereksinimi duymadan , merdivenlere yöneldim ve çıkmaya başladım. İkinci kata çıktığımda kapının önüne gelip iki kere vurdum demir tokmağa. Birkaç dakika bekledikten sonra kapı yavaşça açıldı. Annem üzerinde , siyah belden oturmalı , diz kapaklarına kadar gelen bir etek ve onun üzerine açık yeşil tonlarında bir kazak giymişti. Saçlarını ise her zamanki gibi açıktı. Yaşı 48 olmasına rağmen , çoğu gence taş çıkaracak bir fiziği vardı. Üzerindeki mutfak önlüğüne bakılırsa , yine döktürmüştü. Ayakkabılarımı çıkarırken annem yine beni azarlıyordu.

“ Yine mi anahtarını unuttun ? Benden gençsin ama anlaşılan o ki benden önce bunayacaksın.” Ayakkabılarımı dolaba koyup anneme döndüm ve yanaklarını sıktım. “ Ayıp oluyor Neşe Sultan.” Ellerimi yanaklarından çektiğimde bana güldü. “ Ne yapacağım ben seninle?” Mutfağa ilerlerken bir yandan da konuşuyorduk. “ Bakıyorum da benden çok çabuk sıkıldın , ne o kocaya mı vercen beni ?” Bu dediğime içten bir kahkaha attı.

Normalde hep yanı başımda durur, neredeyse otuz yaşıma geldiğimi , artık evlenip çoluk çocuğa karışmam gerektiğini söylerdi. Şimdi ben bu cümleyi kurunca kahkaha atmıştı.

Hem , evlenmek için daha çok gençtim ben.

“ Annenden kaçmak mı istiyorsun ? Dur dur dur , yoksa evlenme teklifi mi aldın ?” Bir anda şokla anneme döndüm. “ Ne ? Bu da nereden çıktı ?” Tepkime kahkaha atıp masaya oturdu. Bu kadın beni cidden delirtiyordu.

“ Senin evlenmeye niyetin yok , en iyisi ben uğraşayım.” Ciddi ciddi bir elini çenesine götürüp düşünüyormuş gibi yaptı , “ Anne!” diye inledim oturduğum yerde. Alttan bir bakış atıp tekrar önüne döndü ve telefonuna girip birkaç bir şeyi kurcaladıktan sonra telefonu bana çevirdi , “ Sence nasıl?” Gösterdiği fotoğrafa bakıp içimden küfrettim. Bu kadın beni evlendirmeye niyetli arkadaş !

Fotoğraftaki adam, bildiğiniz benim erkek versiyonumdu. Buğday tenli , mavi gözlü , koyu kahve saç rengine sahipti. Çehresi benimkine göre daha kaba olsa da bildiğiniz benim erkek versiyonumdu. Bakışlarımı telefondan çekip anneme baktım , “ Ne bu beni evlendirme hevesi , benden kurtulmaya mı çalışıyorsun ?” Bu dediğime tebessüm edip , telefonu kapattı ve önüne koydu. Kahverengi gözlerini bana çevirip , “ Sadece mürüvvetini görmek istiyorum.” Derin bir nefes alıp , annemin masanın üzerindeki ellerini avucumun içine aldım. “ Annem , ben senin yanında mutluyum ya zaten. Ne diye el oğluna gideyim ? Benim mutluluğum sensin. Bu evde seninleyken ben mutluyum zaten, illa ki evleneceksem de bırak vakti gelince olsun.” Kaşlarını çatıp bir elini kulağıma götürüp çekti. Bu huyundan hiç vazgeçmiyordu.

“ Vakitmiş , otuz oldun kızım otuz ! Ellime dayadım ,yaşlanıyorum artık! Bir torun sevdirmeyecek misin bana !”

“ Sen hâlâ çok gençsin , ayrıca otuz değil 28 yaşındayım ben.” Diyerek ellerimi göğsümde birleştirdim. “ Öldüğümde kucağında çocuğunla gelirsin artık mezarıma. Bu gidişle anca o zaman torun görücem.” Korku dolu bakışlarımı tekrar anneme çevirdim. “ Deme öyle , ölmeyeceksin sen." Bir kayıp daha kaldıramazdım. Mahzunlaşan bakışlarını bana çevirdi. Bir eliyle saçlarımı okşamaya başladı.

Dudaklarındaki buruk tebessümle , “ Güzel kızım benim.” Beni kendine çekip sıkıca sarıldı. “ Ben ölmeden torunumu bana sevdirsen iyi edersin Laçin Sağdıç.” Ellerim belinde ona daha sıkı sarıldım. “ Sözüm olsun anne , o çocuğu sana sevdireceğim.”

Dolan gözlerimi kırpıştırıp , annemin görmesine izin vermeden , geldikleri gibi geri gitmelerini sağladım. Annemden ayrılıp tekrar kendi sandalyeme oturduğumda , taşan yemeğin sesiyle annem hızla ayağa kalktı.

“ Ah Laçin ah ! Seni evlendiricem diye yemek yanıyordu az daha !” Bu sitemine gülüp ayağa kalktım. “ Duş alacağım anne , yemek yedikten sonra işe gitmem gerek.” Bir yandan çorbayı karıştırıp bir yandan da bana laf yetiştiriyordu. “ Zaten iki dakika şu annenle vakit geçirme kızım. Aferin sana.” Bu haline gülüp , yanına gittim ve yanağından öptüm. “ Ne yapayım anne , hastalara hemşire lazım hemşire !” diyerek mutfaktan çıktım ve kendi odama girdim. Dolabıma ilerleyip içerisinden , Lacivert bir kazak , krem rengi salaş bir pantolon ve iç çamaşırlarımı alıp banyoya ilerledim.

Üzerimdeki Siyah pantolon ve kazağı çıkarıp kirli sepetine koydum. Son olarak iç çamaşırlarımı çıkarıp , suyu açtım ve ısınmasını bekledim. O sırada da at kuyruğu yaptığım saçlarımı açıp bir tarak yardımıyla taradım. Suyun ısındığını çıkan buhardan anladım. Üşüyen bedenimi hızla sıcak suyun altına koydum ve bir süre o şekilde durdum. Sıcak suyun altında mayışan vücudumu zorla hareket ettirip , bir güzel yıkadım. Saçlarımı iki kere şampuanlayıp vücudumu da iki kere lifledikten sonra banyodan çıktım ve havluyla vücudumu kurulayıp kıyafetlerimi giydim.

Hızla banyodan çıkıp odaya geçtim ve dalgalı saçlarımı kuruladım. Yüzüme de hafif bir makyaj yapıp odamdan çıktım ve mis gibi kokan mutfağa doğru ilerledim. “ Neşe Sultan yine döktürmüşsün !” Hızla yerime kurulup annemin hazırladığı sofraya baktım. Önüme bir kase çorba , karnıyarık ve yanında yoğurt koymuştu. Masanın ortasına ise salatayla ekmekleri koymuştu.

“ Bir gün sen de böyle döktür de elinin lezzetine bakalım.” Yemek yapmayı bilmediğim için aklınca bana laf sokuyordu ama kimin umurunda. Böyle şeylere takılan biri değildim , sonuçta internet denen bir şey vardı. Öğrenmek istersem tarifi ile birlikte bulur yapardım o yemeği.

Anneme cevap vermeden yemeğimi yemeye başladım. Bu kadının el lezzeti bir başkaydı arkadaş ! Karnımı doyurup içeceğimden bir yudum aldım. Masanın üzerinde bıraktığım telefonumu elime alıp saate baktım.

15.42 

Aceleyle masadan kalktım , “ Anne benim gitmem lazım. Çok geç kaldım!” Annem çatalını bırakıp hüzünlü gözlerle , “ Daha çay içecektik ?” Yanağından öpüp çıkışa doğru ilerledim. Tabi bu sırada anneme cevap vermeyi de ihmal etmemiştim. “ Akşam içeriz annelerin bir tanesi !” Deyip ayakkabılarımı giydim ve arabamın da anahtarını alıp hızla çıktım evden. Merdivenleri koşarak indiğim sırada , bir ara ayağım takıldı ve az daha yeri boyluyordum. Neyse ki son anda duvara tutunup dengemi sağlamıştım.

Apartmandan çıkıp hızla park halindeki arabama ilerledim ve kapısını açarak sürücü koltuğuna oturdum. Aynı hızla arabayı çalıştırıp Askeriye’ye sürmeye başladım.

Normalden biraz daha hızlı sürdüğüm için yarım saatte Alay’a varmıştım. Hızla Alay’dan içeri girip Revir’e doğru yol aldım. Vardığımda ise neyse ki kimseyi burada görmemiştim. Derin bir nefes alıp sırtımı duvara yasladım. Bir an için çok korkmuştum. Daha ilk günden böyle bir tatsızlık olsun istemezdim.

Koşarak geldiğim yolu , bu sefer daha sakin adımlarla çıktım. Revirlik bir durum olursa eminim ki askerler beni bulacaktır. Dışarı çıkıp , bulduğum boş banklardan birine oturdum. Montumu almadığım için bir tık üşüyordum ama bu sorun değildi. Hava o kadar da soğuk değildi. İdare edebilirdim.

Sigaram yanımda olmadığı için canım sıkkın olsa da kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım ve bu eşsiz manzaranın tadına baktım. Sigarayı çok içmezdim ama ara sıra canım sıkkın olunca içerdim. İyi geliyordu.

Çok değil birkaç dakika sonra , idman yapan askerlerin sesini duydum. Bakışlarım o tarafa döndüğünde Kopuk Timindeki askerleri gördüm. Yüzbaşı yanlarında değildi. İkili olarak dövüşüyorlardı. Ayağa kalkıp ellerim cebimde onlara doğru ilerledim. Tabi bu sırada yanımdan koşarak geçen birkaç askerin de ilgisini çekmiştim. Sanırım bu bakışlara alışsam iyi olacaktı. Derin bir nefes alıp , adımlarımı duraklatmadan Kopuk Timinin yanı başında onları izledim.

Her birinin üzerinde koyu yeşil tişörtleri ve asker pantolonları vardı. Üzerlerinden terler akıyordu. Tişörtleri sırılsıklam olmuştu. Nefes nefese olmalarına rağmen bir an olsun dinlenmiyordu.

Sarışın mavi gözlü olan askerle kadın asker karşılıklı olarak dövüşüyordu. Esmer tenli otuzlu yaşlarının başında olduğu belli olan bir askerle yine onun gibi esmer olan , dün adının Cümali olduğunu öğrendiğim asker dövüşüyordu. Hepsinden küçük olduğunu anladığım kumral bir askerle de benim yaşlarımda , buğday tenli çekik kahve gözlü olan başka bir asker dövüşüyordu. Tarık Abi ise dikkatle onları izliyor arada hatalarını söylüyordu.

Beni ilk fark eden Tarık Abi oldu. Başını hafif eğerek selam verdiğinde ona gülümsedim ve tıpkı onun gibi başımı hafif eğdim. Gözlerim kadın askeri bulduğunda , karşısında duran sarışının yüzüne öyle bir yumruk attı ki , bir an benim çenem kırıldı sandım. Karşısındaki sarışın ağzındaki kanı tükürüp gülümsedi. “ Hadi ama Asena , ciddi misin ! Bu güzel yüze nasıl vurabiliyorsun ?”

“ Komutanım diyeceksin Tahtacı !” Sarışın olan ağzında birkaç küfür geveleyip adının Asena olduğunu öğrendiğim kadın askere hamle yaptı lakin ayağa kalkan tekmesi , Asena’nın tekmesiyle çarpıştı. İkisi aynı anda daha şiddetli bir dövüşe giriştiğinde gözlerim Cümali ve karşısındaki adamı buldu. “ Adem Komutanım bu haksızlık ! Sizin rütbeniz benimkinin üç katı ! Resmen beni dövebilmek için beni seçtiniz!” Adı Adem olan asker konuşmasına daha fazla izin vermeden tıpkı Asena gibi onun suratına yumruğunu geçirdi. “ Onu kız kardeşime sulanmadan düşünecektin piç kurusu !”

Cümali ona yeniden gelen yumruğu havada yakalayıp , “ Komutanım sevenlere niye karışıyorsunuz , büyük günah!” Bakışlarını Tarık Abi’ye çevirdi. “ Değil mi abi ?” Tarık Abi sinsice gülümseyip , “ Senin gibi yavşaksa hiç günah değil. Otur dayağını ye.” Cümali ağzında birkaç küfür geveleyip , “ Hani idman yapıyorduk komutanım!” dedi ve suratına gelen yumrukla yere düştü. “ Al sana idman!” Onun üzerine çıkıp yumruklamaya devam eden Adem ile , nevri dönen Cümali anlaşılan o ki , revirdeki hastam olacaktı. Derin bir nefes alıp son ikiliye baktım.

“ Lan oğlum Azmi , bu ne , sinek mi kovalıyorsun koçum , daha sert vursana !” Adı Azmi olan - timin küçüğü – asker yumruğunu daha sert bir şekilde kaldırıp karşısındaki askere tam vuracaktı ki , karşısındaki asker eğilip yumruktan kurtuldu. “ Oğlum ben burdayım , havaya niye yumruk sallıyorsun ?” Dudaklarımı birbirine bastırıp, sinirle derin bir nefes alan Azmi’ye baktım. “ Komutanım siz artık benimle dalga geçiyorsunuz ama !” Karnına yediği yumrukla iki büklüm olurken , karşısındaki asker bir yumruk daha geçirdi karnına. “ O zaman izin verme mal herif !” Deyip tekmesini de geçirdi. Azmi de tıpkı Cümali gibi yere yığıldığında , hasta sayımın birden ikiye yükseldiğini anladım.

Derin bir nefes alıp Azmi’nin dağılan suratına baktım. Çoktan sol kaşı ve dudağının üstü patlamıştı. Yüzünün belirli yerlerinde de kızarıklar oluşmaya başlamıştı. O kızarıklıklar , morluğa dönüşecekti.

“ Lan !” Tarık Abi hızla Azmi’nin üzerindeki askere doğru ilerledi. “ Kalk lan çocuğun üstünden ! Dövüşün dedik birbirinizi öldürün değil !” Azmi yerde baygın yatarken, diğer asker onun üzerinden kalktı ve şaşkınca eserine baktı. Daha sonra bakışlarını Tarık abi’ye çevirip mahcup bir bakış attı. “ Komutanım ben bir an , o şerefsizlerin yerine koyunca biraz şey oldu.” Açıklamasına gülmek istemiyordum ama surat haliyle çok komik görünüyordu. “ Ney oldu Omar ney ?”

Duyduğum isimle bakışlarım Tarık Abiden o askere döndü.

Omar mı ?

Kahverengi çekik gözleri , güneşten dolayı bir tık daha koyulaşan buğday teni , koyu kahve saçlarına baktım bir süre. Sonra bakışlarım direkt boynuna düştü. Boynunda gördüğüm doğum lekesi ile yutkundum.

 

Geçmiş...

 

​​​​​​Maysa saçlarını Omar'a ördürüyordu. Ben de Omar'ın yanında örgüyü nasıl yaptığını izliyordum. Bitirdiği örgünün ucuna geldiğinde , elindeki tokayla bağladıktan sonra , Maysa'nın kına rengi saçlarını sırtına bıraktı. " Gutardy.(Bitti.)" Dedi. Maysa ayağa kalkıp bana döndü. " Saçlarym owadanmy?"( Saçlarım güzel mi ?) Diye sordu. Kızıl rengi saçlarındaki örgüye baktım ve gülümseyerek , " Gaty gowy." (Çok güzel.) Dedim. Maysa , Omar'a dönüp ona sıkıca sarıldı.

" Sag boluň Omar!" ( Teşekkür ederim Omar!" Dedi. Omar ise ona sadece gülümsemişti. Maysa tam çekilecekken bir şey fark etmiş gibi Omar'ın boynunda bir yere bakıyordu. "Omar , boýnuňyzdaky bu ýer näme?" ( Omar , boynundaki bu nokta nedir ?) Omar , Maysa'nın dediğiyle elini boynuna götürdü.

" Dogulmagy lekesi." ( Doğum lekesi.) Dedi. Ben de kalkıp izine baktığımda, boynunda kırmızı küçük bir tabaka halindeki izi gördüm. İlk kez görmüştüm bu lekeyi. Başkasında görmemiştim.

 

Şimdiki Zaman...

 

Gözlerim o lekeden ayrılmazken , üzerime geçmişin sancısı bindi. Bir zamanlar , her gün geleceğime söz verdiğim o iki arkadaşımı bir daha hiç görememiştim. Sinoptan ayrılmış , Hakkari’ye taşınmıştık. Babam mesleğini bu ilde devam ettirirken , ben geçmişimden geriye kalan o iki çocuğu geride bırakmıştım. Nerede ve nasıl olduklarını düşündüm hep. Şüphesiz hepimiz birbirimizden ayrılmıştık.

Geçmişimden ilk parçayla bugün , burada karşılaşacağımı bilmiyordum. Üç ay boyunca aynı işkenceyi , aynı eziyeti çektiğim arkadaşlarım , kardeşlerimdi onlar. İki yıl boyunca birbirimize kol kanat germiş , birbirimize kenetlenmiştik. Çünkü biz memleketimizden geriye , birbirimize kalan tek şeydik. Bir de kolyem vardı. Öz annemden bana yadigar kalan o kolyeyi , yirmi yıl önce kaldığım yetimhanede kaybetmiştim. Bir daha da bulamamıştım.

Gözlerim Omar’ın gözlerine kaydığında , kendimden utandım. Sözümü tutamadığım için gözlerine bakmaktan çekindim. Şimdilerde büyümüş ve asker olmuştu. Küçükken de yakışıklı bir çocuktu , şimdi ise yıllar onu daha karizmatik hâle getirmişti. Dev bir cüssesi , sert bakışları vardı. Ama o Omar’dı. Benim arkadaşım.

Omzumun sarsılmasıyla kendime geldim ve bakışlarımı kolumu dürten kişiye çevirdim. Tarık Abiydi. “ İyi misin ?” Başımı hızla aşağı yukarı salladım. Timdekiler de yanımıza gelmiş bana bakıyordu. Tarık Abi onlara döndü. “ Kopuk tanışın , yeni hemşire Laçin Sağdıç.” Yutkunarak Omar’a baktığımda , yüzündeki afallamayı gördüm.

Kim olduğumu öğrenmişti.

Gözlerim hafiften dolarken kendimi tuttum ve zoraki bir gülümsemeyle timdekilere baktım. İlk yanıma gelen Asena olmuştu. “ Teğmen Asena Akbulut. Tanıştığıma memnun oldum , Laçin.” Ona tebessüm edip elini sıktım. " Bende memnun oldum Teğmenim." Dedim. Onun ardından çapkın bir tavırla , üç numara saçlarını tarayıp yanıma gelen soyadının Tahtacı olduğunu öğrendiğim asker geldi.” Asteğmen Behlül Tahtacı, aramıza hoş geldin Laçin. Malum en çok bizi göreceksin Revirde , sen de bizden birisin artık.” Deyip elini uzattığında , uzattığı elini tutup ona da gülümsedim , “ Bu bir şereftir Behlül.” Deyip güldüm. Elimi bırakmak gibi bir niyeti olmadığını anlayan Adem komutan onu ittirerek yanıma geldi. “ Üsteğmen Adem Çevik. Aramıza hoş geldin Laçin.” Sol nişan parmağındaki yüzüğü gördüm. Ya nişanlı ya da evliydi. Onun da elini sıkıp gülümsedim. “ Hoş buldum , Adem komutanım.” Deyip elimi çektim.

Omar bakışlarını bana çevirip iki adımda yanıma geldi. “ Teğmen Omar Erdem. Hoş geldin Laçin.” Uzattığı elini tutup gülümsedim. “ Hoş buldum , Omar.” Deyip elimi çektim. Elini bıraktığımda , hızla arkasını dönüp gitti. Bana kırgındı.

Yüreğimdeki ağırlıkla öylece kaldığımda , Tarık Abi bana döndü. “ Bak şuradaki Teğmen Cümali Ergenç, şu taraftaki de Asteğmen Azmi Kulaç. Malum bayıldılar, uyanınca tekrar tanışırsın.” Deyip güldü. Ben de zoraki bir tebessüm ettim. “ Yüzleri bayağı fena durumda , revire taşır mısınız , yaralarını temizleyeyim.” Adem Komutan yüzünü buruşturarak Cümali’ye baktı. “ O pezevengi taşımam. Kim taşıyorsa taşısın.” Dediğinde Tarık Abi ona Azmi’yi gösterdi. “ O zaman onu taşı bakayım yavrucum.” Dedi.

Adem komutan ona da yüzünü buruşturup gidip Azmi’yi sırtına aldı. Tarık Abi daha Behlül’e doğru dönmeden , “ Biliydım böle olacağnı. Taşıyalım bakalım şu hanzoyu.” Deyip Cümali’yi sırtına attı. Şiveli bir şekilde konuşup Cümali’yi sırtına alması beni güldürmüştü. Geride sadece Asena , ben ve Tarık Abi kalmıştık. Asena bana dönüp , “ Şimdiden çok geçmiş olsun .” Neden böyle dediğini anlamasam da onu bozmadım. “ Revire gitsem iyi olacak, sonra görüşürüz.” Deyip onlara sırtımı döndüm ve Alay’a doğru yürüdüm.

Alay’dan içeri girip Revire doğru yol aldım. Koridorun sonundan sola saptığımda Revir karşımdaydı. Adem Komutan ve Behlül ise odadan çıkmış benim gelmemi bekliyorlardı. Yanlarına gidip , “ Teşekkür ederim , gerisini hallederim artık.” Dediğimde onlarda rica edip yanımdan uzaklaşmıştı. İşimi halletmek için içeri girdiğimde baygın yatan iki askere bakıp derin bir nefes aldım ve önce Cümali’nin yanına gidip yaralarını pansumanlamaya başladım. Cümali’nin yüzü daha iyi görünürken Azmi’ye döndüm. Onun da yaralarını temizleyip gerekli yerlere dikiş atıp pansumanladıktan sonra , odayı toparladım.

Nasıl bayıldıkları hakkında hiçbir fikrim olmasa dahi yüzlerinin hâli hiç de iyi durumda değildi. Odadaki işimi bitirip Revirden çıktığım sırada karşımda Omar’ı gördüm. Sorgulayıcı gözlerle bana baktığında yutkundum.

“ Sensin değil mi ?” Sorusu içimde bir yeri burktu. Biz yirmi yıldır birbirimizi görmüyorduk , birbirimizi hatırlamıyorduk bile... Ben Omar’ı tanımıştım. Hem boynundaki doğum lekesinden , hem isminden. Ama o beni tanımamıştı , çünkü yüzü bana benzeyen çok fazla insan vardı. Bu isimde de çok fazla insan vardı. Tanımaması normaldi. Lakin bakışlarımız anlatıyordu birbirimizi tanıdığımızı.

Başımı hafifçe aşağı yukarı salladığımda , hiç beklemediğim bir şey yaptı. Beni kendine çekip sıkıca sarıldı. “ Aptal kız.” Gözlerim dolarken bende ellerimi belinde birleştirdim ve ona sarıldım.

Geçmişimden , memleketimden birine sarılmak o an öyle iyi gelmişti ki...

Ağlamamak için kendimi zorlarken , Omar’ın isyanını dinledim bir süre. “ Yirmi yıldır neredesin be kızım ?” Beni kendinden ayırıp yüzüme baktı. “ Her gün geleceksin diye o camın dibinde bekledik. Bir gün olsun gelmedin. Neredeydin , neden gelmedin ?” Engel olamadığım bir damla yaş gözlerimden akarken , bir elini uzatıp gözyaşımı sildi. “ Üzgünüm.” Bu kelime dudaklarımdan döküldü. Başka da bir şey diyemedim. Sanki boğazımda bir düğüm var da konuşmama mani oluyormuş gibi olmuştu ve daha fazla konuşamamıştım o kısa sürede.

“ Gelemedim. Gelmeyi çok istedim ama gelemedim Omar.” Tam konuşmaya devam edecektim ki bir öksürük sesi buna engel oldu. Kafamı sola doğru çevirdiğimde Yüzbaşı’nın bize baktığını gördüm. Bir adım geriye gidip Omar’dan uzaklaştım. Omar da benim yaptığımı yapıp bir adım geriye gitmiş ve hazır ola geçmişti. Kısık sesle , “ Sonra konuşalım.” Dedim ve Yüzbaşı’na döndüm. “ Bir yara mı aldınız Yüzbaşı ?” Bakışlarını ikimizin üzerinde gezdirmeyi bırakıp gözlerime baktı. Bir yandan da adımları tam karşımıza kadar gelmişti.

“ Revire gelmek için illaki yara mı almam gerek doktor ?”

“ Hayır da yani Revire başka ne için gelirsiniz ki , öyle değil mi ?”

“ Ağrı kesici almaya geldim.” Dediği şey ile taşlar yerine oturdu. Büyük ihtimalle yarası onu zorluyordu. Başımı salladığım sıra da Omar’da bana dönmüş “ İşin bittiğinde bahçeye gel. Bekliyorum.” Demiş , Yüzbaşı’na da selam verdikten sonra gitmişti. Bakışlarımı Yüzbaşı’na çevirdiğimde zaten bana baktığını gördüm.

“ Ben size ağrı kesici getireyim.” Diyerek odadan içeri girdim. Hastalarıma şöyle bir baktığımda Azmi’nin uyanmış etrafına bakındığını gördüm. Beni gördüğü gibi , gözlerini bana dikti ve “ Yeni doktor musunuz?”

“ Hemşireyim , adım Laçin.”

“ Asteğmen Azmi Kulaç.” Dediğinde bakışlarımı ondan çekip ecza dolabına ilerledim. “ Tarık Abi sizi tanıttı merak etme.” Deyip dolaba baktım ve aradığım ilacı bulduğum gibi paketinden bir tane çıkarıp Azmi’ye döndüm. “ Bir şikayetin yoksa gidebilirsin.” Dediğimde başıyla onayladı ve Cümali’ye baktı. Onu orada bırakıp kapının önünde beni bekleyen Yüzbaşı’na döndüm. Elimdeki ilacı ona verdiğim gibi ağzına atıp yuttu. Şu içmeden ilaçlarını yuttuğunu dün gece görmüştüm.

“ Sağol.” Bu adam niye bu kadar ketumdu. İki kelime ediyordu onlar da o kadar soğuktu ki , sanırsın aramızda buzdağı vardı.

“ Rica ederim.” Dedikten sonra onu arkamda bırakıp tekrar içeri girdim. Cümali de uyanmış etrafa bakıyordu. O da tıpkı Azmi gibi kapıyı açtığım gibi bana döndü. O daha cümlesini kuramadan , “ Evet yeni hemşireyim Cümali bey , adım da Laçin. Eğer bir sorununuz yoksa gidebilirsiniz.” Afallamış bir şekilde suratıma baktı bir süre.

Tanışma fasıllarından nefret ediyordum.

Azmi , Cümali'nin bu afallamış hâline bakıp güldüğünde , ben de odadan çıkmış ve bahçeye doğru yol alıyordum.

Omar'la konuşmamız gereken tamı tamına bir yirmi yıl vardı.

 

🌼🌼🌼

 

Merhabalarr.

Kitabımız ilk bölümü ile yayınlandı!

Kitabıma şans verip okuyan herkese çok teşekkür ederim. İyi ki varsınızz <33

Loading...
0%