
Hayatta yaşanması gereken bazı anlar vardır. Bunlar hem acı hem de tatlı anlardır. Kimisinde gözyaşlarınız öyle bir akardı ki, ateş olup harlanmış ve gözlerinizden damlıyor sanardınız. Kimi gözyaşlarında ise yüzünüzde bir tebessüm olurdu. Gözyaşlarınız akarken, heyecandan gülerdiniz, mutluluğunuzu paylaşırdınız.
Ve bir an vardı ki. Gözyaşlarınız hem acıyı, hem de tatlıyı bir arada akıtırdı.
Bu anlar çok nadir olsa da, yaşanırdı. Ve yaşayacaktık da, ayrı ayrı değil. İkisini bir arada tadacaktık, biliyorum. Hayat hep tatlı anlardan, ya da hep acı anlardan oluşmazdı. Bazen iki duygu da, iki hissi de aynı anda yaşardık. Ve yaşadığımız kadar, duygularımızla baş etmeyi de öğrenecektik.
Acı vardı, yüreğinizi burkan, sizi delik deşik eden. Acı vardı, yaşam isteğinizi söndüren. Güzel anlar vardı, kahkahadan gözleriniz yaşarırdı. Güzel anlar vardı, acının doğurduğu mucizeydi. Kahkahadan gözlerimin yaşardığı anlar oldu, lakin acının doğurduğu mucizeye henüz rastlamadım. Henüz.
Bakışlarım yanımdaki adamdaydı. Garip bir şekilde bugün, bana karşı olan tavrı değişmişti. Evet, en başından beri bunu istiyordum, bana yaklaşmamasını istiyordum. Lakin bir anda temasını kesmesi, garip bir şekilde içimi bir hüzne boğmuştu. Ben ondan intikam almak istedikçe, intikam duygum bir şekilde beni terk ediyor ve onunla yan yana getiriyordu. Bana ettiği imayı unutmuş değildim, hatta intikamımı almaya da çalışmıştım. Lakin almaya çalıştığım intikam benim aleyhime işlemiş, ona yaşatmam gereken duyguları, ben kendim yaşamıştım.
Onu arzulayacak duruma geldiğime inanamıyorum. Daha kaç gün olmuştu ki onu tanıyalı ? Kaç kez konuşmuş, kaç kez gözlerimizin içine bakmıştık ? Doğru dürüst bir tanışıklığımız bile yokken, neydi bedenimin ona olan ilgisi ?
Belki de yıllardır kendimden ve bedenimden esirgediğim bazı ihtiyaçlar gün yüzüne çıkıyordu. Lakin bunun gün yüzüne çıkmasını sağlayan kişi bile, doğru kişi değildi. Zira bedenim ihtiyaçla kavruluyordu çoğu zaman ve bedenimi tatmin etmek... İşte bu beni zorlayan bir konuydu.
Bazen ihtiyaçlarımızı kendimiz bile gideremezdik. Başka birine ihtiyacımız olurdu, tam olarak başka bir bedene olan ihtiyacım, belki fazla müstehcendi. Lakin bedenimin karşılayamadığı tek ihtiyaçta, hiç şüphesiz arzuydu.
İyice sapkınlaşmaya başlayan düşüncelerimi geri plana itip, bakışlarımı Yüzbaşı’dan ayırdım. Ona bakmak bile bedenime pek iyi gelmiyordu. Pislik herif. Hödük. Öküz. Ne diye bu kadar iyi bir fiziğe ve yüze sahipti ki ?
Sadece bunlar mı ? Adamın ruhu bile güzel, lakin sen görmemek için çabalıyorsun.
Tarık abilerden ayrıldığımızda, Yüzbaşı’nın verdiği emir doğrultusunda, sadece Tarık abi ve onun arabasıyla Alay’a gidecektik. Ben timden olmadığım için bunu ret ettiğimde, deli herif benim arabamla gelmişti. Kendi arabasını ise Tarık abilerde bırakmıştı. Zaten kapı önünde yalnızca üç araba vardı. Biri benim, diğerleri ise Tarık abi ve Yüzbaşıya ait olan arabalardı. Timdekilerin de onların arabasıyla geldiklerini bu sayede anlamıştım.
Direksiyonu sağa kırıp, yanımda gayet sakin bir şekilde oturan adama olan bakışlarım fazla sertti. “ Bazen sizi anlamıyorum.” Diyerek karşıya baktım ve arabayı sürmeye devam ettim. Hareketlenen vücudundan, bana baktığını anlayabiliyordum. Bir süre yüzüme baktıktan sonra, “ Anlaman mı gerekiyor ?” dediğinde, bakışlarımı ona çevirdim. Donuk bir ifadeyle suratıma bakıyordu. Hiçbir duygu ifadesi yoktu suratında. Boş ve hissizdi.
“ Garip davranıyorsunuz.” Deyip tekrar yola baktım. Bunu yapmamın tek amacı, bu hissiz bakışlarından kaçmaktı. Zira bana duygu barındırmayan gözlerle bakması, beni kedere boğuyordu. Bunu nasıl yapıyordu, bilmiyorum ama bana yaşattığı şey hiç hoşuma gitmiyordu.
“ Garip, demek.” Deyip alay edercesine bir gülüşü dudaklarına kondurdu. Bakışlarım bir kez daha ona döndüğünde, bana neden böyle davrandığını merak ediyordum. Zira yanlış bir harekette mi bulunmuştum ? Bir yanlışım varsa bunu bana söylemeliydi. Bilmeden yaptığım şeylerden sorumlu olamazdım çünkü. Lakin yaptığım hatayı söylerse, o yanlışımı düzeltmek için çabalardım. Tabi intikam duygum ağır basmazsa.
“ Nedir garip olan ?” Diyerek gözlerimin içine baktığında, istemsizce kaşlarımı çattım. Ne diyecektim ? Bana bir ilgili, bir soğuk davranıyorsun, mu ? Bunu hangi hakla dile getirecektim, hangi konumda olarak söyleyecektim ? Kimdim ki ben !?
Dilime gelen tüm sözcükleri geri yutup, çatık kaşlarımla önüme döndüm ve yola bakmaya devam ettim. “ Ben de öyle tahmin etmiştim.” Diyen alaylı sesi kulağımı doldurduğunda, sabır dilercesine bir nefesi içime çektim ve dudaklarımı birbirine bastırdım. Lakin ben hiçbir zaman, sabırlı bir insan olmamıştım. Şimdi mi olacaktım ?
“ Bana bu şekilde davranmaya hakkınız yok !” diyerek ona döndüm çatık kaşlarımla. Önüne çevirdiği bakışları, tekrar beni buldu. Bir süre yüzüme baktıktan sonra, “ Nasıl davranıyormuşun sana ?” dediğinde, küfürlerimi içimde tutarak. “ Tutarsız !” diyerek sessizce haykırdım ve derin bir nefes çekip önüme döndüm. “ Zaten neden bana karşı bir ilginiz varmış gibi davrandığınızı da anlamış değilim !” Bakışlarımı tekrar ona çevirdim. “ Bir sıcak, bir soğuk davranıyorsunuz, siz kimsiniz de bana böyle davranabiliyorsunuz !? ” dediğimde, dudaklarında tekrar alaylı bir gülüş belirdi. “ Sen kimsin ki ?” dedi suratıma bakarak, “ Sen kimsin ki, sana karşı ilgi duyacağım ?” Benim aksime sakin bir şekilde cevap verip, alaylı gülüşüyle suratıma baktı.
İçimde bir yerlerin paramparça olduğunu hissettiğimde, istemsizce dişlerimi sıktım. Aynı anda direksiyonu tutan ellerimde sıkılaşmıştı. Buğulanan bakışlarımı karşı yola çevirdim.
Ben kimdim ki !
Biliyordum, yaşanan bunca şeyi, ben öyle görmek istiyorum diye iyi bir şeye yorduğumu biliyordum. Lakin bunu benim suratıma vurması, içimi paramparça etmişti. Boğazıma bir yumru, yüreğime bir taş oturtmuştu. Ben kimdim ki ?
Tıpkı onun gibi, soğuk ifadem ve buz gibi çıkan sesimle, “ Ben sizin bir askeriniz değilim, sizden sorumlu bir sağlıkçıyım.” Dedikten sonra bakışlarımı ona çevirdim ve öfkeyle, “ Sağlığınız hakkında bir sorun olmadığı müddetçe, bir daha sakın yanımda bulunmayın.” Bir sonraki cümleyi hiç düşünmeden, “ Zira hakkınızda dilekçe yazarım Yüzbaşı. Bilirsiniz ki, iffetsiz bir kadına yaklaşan Askerlerin, meslek hayatı diye bir şeyleri kalmıyor!” diyerek onu tehdit ettim.
O benim içimde bir yerleri paramparça etmişken, bir daha yanımda bulunmasını dahi istemiyordum. Ne yaşamıştı bilmiyorum, lakin bana böyle davranmaya hakkı yoktu ! Belki ben, gözlerinde gördüklerimi hayal etmiştim, lakin kurduğu cümleleri hiçbir şekilde kafamdan uydurmamıştım, buna adım kadar emindim ! Ben onun hiçbir şeyi değilken, bana bu muamele de bulunamazdı. Bir şeyim olsa dahi bulunamazdı.
“ Dilekçeyi zevkle bekleyeceğim.” Dediğinde kaşlarım daha da çatıldı. “ Ne dediğinizin farkında mısınız ?” diyerek ona baktığımda, kısa bir süre gözünü yola çevirdi ve, “ Sana hiçbir zaman, gibi, bir davranışta bulunmadım. Ne yaptıysam netti Laçin.” Adımla seslenişi, garip bir şekilde yüreğimin artış hızını arttırırken, anlamazdan gelip, “ Daha az önce kim olduğumu soruyordunuz.” Kızıl kahve harelerine bakıp, “ Hiçbir şeyiniz değilim, Yüzbaşı.” Kaşlarını çatıp, “ Benimle, sizli konuşmayı kes !” diyerek hafif bağırdığında, neye uğradığımı şaşırdım.
Şaşkın bakışlarım suratında asılı kalırken, bu tutarsız davranışlarının sebebini anlayamıyordum. “ İstersen bir çok şeyim olabilirsin, bunun farkındasın !” sesi biraz daha yüksek çıktığında, yüreğimdeki vurgun daha da arttı. Bu adam ne diyor böyle ?
Yüzümdeki şaşkın ifadeyle, “ Ne dediğinizin farkında değilsiniz. Sakin olmanızı tavsiye ederim.” Deyip önüme döndüm ve yola bakmaya devam ettim. “ Kaç bakalım, nereye kadar kaçacaksın, merak ediyorum, Gece Okyanusu.” Dedikten sonra o da sustu.
Yüreğimde oluşan arbede, hiç şüphesiz beni heyecanla dürten bir arbedeydi. Bu adamdan etkileniyor olamazdım, değil mi ? Bir dediği, bir dediğini tutmuyordu. Önce benimle alay edercesine konuşuyor, ardından sanki hiç benimle o şekilde konuşmamış gibi, yüreğimi yerinden edecek cümleler kuruyordu.
Bu adamın, yüreğime kastı vardı.
Yutkunuşum eşliğinde yola devam ettiğimde, Alay’a varana kadar, ikimizden de bir daha ses çıkmadı. Ya, o anları silmek içindi suskunluğumuz, ya da sakinleşip sindirmek için.
Askeriye’nin önüne geldiğimizde arabayı durdurdum. Tam inecekken, Yüzbaşı’nın, “ Özür dilerim.” Diyen sesi doldurdu kulaklarımı. Emniyet kemerini çözmek için uzattığım ellerimi kemerden çekip ona baktım. Bana mahcupça bakıyordu. İstediği gibi bakabilirdi, bu yaşattıklarını değiştirmezdi. “ Özür dilemeyin Yüzbaşı. Siz o cümlelerin hiçbirini söylemediniz, ben de duymadım.” Dedim kararlı bakışlarla. Zira bu adamın, daha fazla etrafımda olması, daha fazla hüsran demekti. Bunu ilk günden beri biliyordum. Zira bugün ilk hüznü tatmıştım.
Çatık kaşlarla bana baktı. “ Sana bağırmam doğru değildi, özrüm bunun için. Lakin söylediğim hiçbir cümleyi inkâr etmeyeceğim. Kabul etsen de, etmesen de, gerçek bu Doktor. Ben tam yirmi yıldır seni beklerken, bir anda bana git diyemezsin, buna izin vermem !” diyerek hafif sesini yükseltti. Kaşlarım biraz daha çatıldığında, neyden bahsettiğini anlamıyordum. “ Siz neyden bahsediyorsunuz ?” dediğimde, geriye çekilde ve kemerini çözdü. “ Beni hatırlayacaksın.” Gözlerimin içine baktı ve, “ Hatırlamak zorundasın, Laçin.” Dedi ve kapısını açıp çıktı.
O arkasını dönüp Alay’a girdiğinde, ben kalakaldığım yerde arkasından bakıyordum. Ne demek istiyordu ? O kimdi ki, ben onu hatırlayacaktım ? Geçmişimden biri miydi ? Ya da unuttuğum biri mi ? Zira dediğine göre, ben onu unutmuş vaziyette oluyordum. Yüzbaşı beni nereden tanıyordu da, onu hatırlamak zorunda olduğumu söylüyordu ?
Bu adam kimdi ?
İlk günden beri tanıdık gelen bir varlığı vardı, bunu inkâr etmiyorum. Lakin ben, hayatıma giren kimseyi, şehitlerimi dahi unutmamışken, bu adam kimdi ki onu unutmuştum ?
Yüreğimdeki arbede gideren büyürken, nedense dediği gibi onu hatırlamam gerektiğini hissediyordum. Zira yirmi yıldır beklediğini söylüyordu. Bir anda aklıma gelen düşünceyle, şaşkınca arkasından baktım.
O da mı, Kopuklar Yetimhanesi'nde kalmıştı ?
Zira yirmi yıl olmuştu oradan ayrılalı. Oradaki insanlarla olan bağımda, yirmi yıldır kopmuştu. Beni tanıyorsa, ancak oradan tanıyabilirdi. Aksi mümkün dahi değildi. Ama kimdi o ? Benim orada iki arkadaşımdan gayrı, başka tanıdığım yoktu ki ?
Emin misin Laçin?
Onu düşünmekten vazgeçip, ben de hızla arabamdan indim ve Askeriye’den içeri giren timin arasına sızıp onlarla ilerlemeye başladım. Yüzbaşı’yı şimdi değil, daha uygun bir vakitte düşünecektim. Zira beni tanıdığı belliydi.
Timle birlikte Askeriye’den içeri girdiğimizde, onlar kendi yatakhanelerine giyinmeye gittiler. Ben de revire geçip, hızla üzerime siyah bir kot ve koyu yeşil bir kazak geçirip, çıkardığım kıyafetleri de katlayıp kenara koydum. Çıkardığım botları tekrardan ayağıma geçirip, açık olan saçlarımı, tepede sıkı bir at kuyruğu yaparak revirden çıktım.
Burası da benim Askeriye’de ki odam gibi bir şey olmuştu yahu !
Ben revirden çıkıp ilerlediğimde, merdiven başında beni bekleyen Omar’ı gördüm. Üzerine yeşil üniformasını giymiş, etrafına bakınıyordu. Yalnızca o olduğuna göre, timdekiler çoktan gitmişti. Hızla Omar’ın yanına gittiğimde, “ Seni bekliyordum. Toplantı başlayacak, hızlı olsak iyi olur.” Dedi. Hızla başımı sallayarak onu onayladım ve beni götürmesi adına onun yanında ilerlemeye başladım.
“ Tuğrul ile aranızda ne var ?” Hiç beklemediğim bir anda bu soruyu bana sorması, olduğum yerde şaşkınca kalakalmamı sağladı. Şaşkınca açılmış gözlerimi, onun gözlerine çevirdim. O ise önünü işaret ettiğinde, tekrar yürümeye başladım ve “ Aramızda bir şey yok.” Dedim. Gerçekten de aramızda bir şey yoktu.
“ O zaman neden sürekli berabersiniz ?” deyişi yutkunmama neden oldu. O benim peşime takılıp geliyordu, benim ne suçum vardı ?
Ayrıca bir dakika, o Yüzbaşı’dan adıyla mı bahsetti, bana mı öyle geldi ? Normalde rütbesiyle bahsetmesi gerekmez mi ?
“ Beraber olduğumuz yok. Komutanın etrafımda dolanıyor.” Diyerek omuzlarımı dikleştirdim. Yalan değildi. Başını iki yana sallayıp, “ Bunu konuşacağız Laçin. Kaçamazsın “ deyip geldiğimiz odanın kapısını açarak, eliyle önünü işaret etti. Ona son kez bakıp, geldiğimiz odadan içeri ilk adımımı attım.
İstediği kadar konuşalım. Ne de olsa o hödükle aramda hiçbir şey yoktu. Gönlüm rahattı yani.
Sen öyle diyorsun ama adam resmen seni karım yapacağım dedi.
Odaya girdiğimde, timdekilerin yerlerine oturmuş vaziyette binbaşıya baktıklarını gördüm. Yanımdaki Omar, hazır ol konumunda Binbaşı’ya selam verdiğinde, binbaşı eliyle boştaki sandalyeleri gösterdi. “ Oturun çocuklar.” Dedi. Hızla Tarık abinin yanındaki boş sandalyeye oturdum ve ellerimi masanın üzerine koydum. Bakışlarım da binbaşı’ya döndüğünde, sadece ben değil, tüm tim merakla Binbaşıya baktı.
Binbaşı, ona olan bakışlarımızla birlikte, kısa bir an omzunu düşürse de, hemen toparlayıp sıkıntılı bir nefesi içine çekti. Her birimizle göz kontağını koruyup, “ Yaklaşık yarım saat önce İHA’lara bazı görüntüler yakalandı.” Kısa bir süre bana baksa da, hemen ardından ilk Yüzbaşı’ya, ardından tüm time baktı. “ Bu görüntüler pek hoşunuza gitmeyecek, Kopuk.” Demesiyle, tüm tim gerilmeye başladı. Sükunetini koruyan Yüzbaşı, “ Görüntüleri biz de izleyebilir miyiz, Komutanım ?” demesiyle, Binbaşı, arkamızda bulunan askerlerden birine eliyle komut verdi. Odanın ışığı kapatılırken, kısa süre sonra projeksiyona bir görüntü yansıdı.
İlk baş bulanık görünen görüntü, kısa süre sonra netleşti ve her birimiz, gördüğümüz yüzlerle, dehşete uğramış bir şekilde ekrana baktık.
“ Oya!” diye haykıran Adem’in sesiyle, onun yüreğindeki ağrıyı, yemin ederim ki o an tâ yüreğimin en derinlerinde hissettim.
Bu görüntülerde, Adem ve yedi aylık hamile eşi, Oya vardı.
“ Oya, Oya'm!” ağlıyor, hamile karısının adını haykırıyordu. “ Dokunmayın lan karıma !” Diyen haykırışıyla, yüreğimdeki ağrı büyüdükçe büyüdü. Adem’i sevmiyordum, lakin şuan ona olan düşmanlığım bile, an itibari ile silinmiş durumdaydı. Bu durumdayken, o adama olan düşmanlığım, düşündüğüm son şey bile değildi.
“ Ah!” diye haykıran kadının eline kızgın şişi bastırdılar. Keza yüzündeki yaralar ve üzerine giymiş olduğu lila renk elbise bile, hem kirden hem de kandan berbat durumdaydı. Gözlerim karnındaki şişliğe indiğinde, dişlerimi sıktım. Keza aynı şekilde ellerimde kenarda yumruk halini almıştı
“ Komutanım !” diyerek ayaklanan Tarık abi’yi yanındaki Behlül kolundan tutarak oturttu. “ Orospu çocukları !” diye haykıran Asena, yumruğunu sertçe masaya geçirdi.
“ Yapmayın ecdadını siktiklerim ! Bana ne yapacaksanız yapın, karıma ve çocuğuma dokunmayın !” diye haykıran Adem’de, pek iyi durumda görünmüyordu. Vücudu perperişan hâldeydi. Lakin yine de, ilk önceliği karısı ve karnındaki bebeğiydi.
Adem’in haykırışları boşa çıktı, çünkü zaten neredeyse bayılmak üzere olan kadının suratına atılan tokatla, kadın yanlamasına yana doğru düştü. Aynı anda Adem’in haykırışı kulaklarımızı doldurdu.
" Oya!"
Yutkunarak ekrana bakakaldığım sırada, öfkem çoktan bedenimi kuşatmış durumdaydı. “ Soysuz piçler !” Diyerek ayaklanan Tarık Abi, sandalyesini ittirip yere düşürdü ve ekrana bakarak ileri geri yürümeye başladı.
“ Konuş artık Komitan. Bah yoksam karın ve piçin ölecek ha.” Diyerek bozuk ağzıyla konuşan orospu evladı, Adem’in saçından tutup geriye yasladı. Gözyaşları yanaklarından sular seller gibi akan Adem, “ Canımı alsan da, Vatanımı satmayacağım orospu evladı !” deyip ağzına dolan kanı, onun saçını tutan soysuzun yüzüne tükürdü. Bu yaptığıyla, hastalıklı bir şekilde gülen piç, “ Yanlış kararlar veriysen Komitan.” Deyip tokadını Adem’e attığında, yumruk yaptığım ellerimi, istemsizce masaya vurdum.
Adem’e bakarken, pek de yabancı olmayan duygular etrafımı sardı. Ondan Vatanını satmalarını istiyorlardı, lakin satmıyordu. Onu karısı ve çocuğuyla tehdit ediyorlardı, ama o yine de Vatanını satmıyordu. Adem’in yaşadıkları bana pek de yabancı değildi. Yaşadığı acının ne demek olduğunu, çok ama çok iyi bir şekilde biliyordum.
Bakışlarım usulca Binbaşı’nı bulduğunda, öfke saçan gözlerimde buğulanmada olmuştu. Bakışları bana dönen Binbaşı, sanki ne düşündüğümü anlamış gibi, başını usulca iki yana salladı. Sanki, şimdi yeri değil, der gibi.
Ben Vatanını ele vermemek için canından vazgeçmek ne demek bilirdim. Zira iki yıl öncesinde yaşadıklarım da bunlardı.
Ben; Destan Tim’inden, Teğmen Laçin SAĞDIÇ’tım.
İki yıl önce, tıpkı Adem gibi soysuz piçler tarafından, katıldığım bir operasyonda kaçırılmış, işkencelere maruz kalmıştım. Ne gülünç ki, altı yaşımda yaşadığım o işkencelerin benzerini görmek, pek de canımı yakmamıştı. Zira canım umurumda dahi değildi. Benim önceliğim, Vatan’ımdı.
Gizlimde, saklımda buydu. Ben, eski Askerdim.
Üzerime atılan iftira yüzünden, mesleğimden men edilmiş, bir daha da Askeriye’den içeri adımımı atamamıştım. Askerlik okurken, bir yandan da açıktan hemşirelik sınavlarına girmiş ve okumuştum. Sırf annem, asker olduğumu öğrenmesin diye, hayatımdaki zorluğu daha da büyütmüştüm. Babam yanımda durmuş, her zaman destek çıkmıştı. İlk atandığım yer olan Kars’ta ise, dört yıl boyunca mesleğimi layıkıyla yerine getirmiş, dördüncü yılın sonunda, üzerime atılan iftira yüzünden, mesleğime veda etmek zorunda kalmıştım.
Aslı ile olan arkadaşlığım ise, sınav haftalarında olan tanışıklığımız üzerine kurulmuştu. O hemşirelik okuyordu, ben ise sınav zamanı okulun kapısını çalıyordum. O zamanlarda da onunla tanışmış ve dost olmuştum. Sınavlarımı da, onun sayesinde geçmiştim. O olmasa, belki de Hakkari’ye döndüğümde elimde bir mesleğim olmayacaktı.
Elbette ki anneme bir gün Asker olduğumu söyleyecektim, eğer mesleğimden olmasaydım. Ve tabii ki, bundandı çok iyi silah kullanışım, bundandı çok iyi dövüşüyor olmam. Ben Türk Askeri’ydim bir zamanlar. Boş beleş olmamam normaldi.
Tıpkı Adem gibi kaçırıldığım o dönemde, beni kendi timim değil, başka bir tim kurtarmıştı. Ağzımdan tek bir kelime dahi çıkmamasına rağmen, timin komutanı üzerime iftira atmış, Yarbay ve timimdeki komutanım dahil olmak üzere, silah arkadaşlarım da buna inanmıştı.
Neden ? Çünkü ben kadındım, canım yanardı, işkenceye katlanamaz ne biliyorsam dökerdim dile.
İşkence görürken canım hiç yanmamıştı ama silah arkadaşlarımın bana inanmayışı... İşte bu canımı çok yakmıştı. Dört yıl boyunca omuz omuza vermiş, birbirimize canımızı emanet etmiştik. Yeri geldiğinde beraber gülüyor, yeri geldiğinde beraber ağlıyorduk. Bir gün geliyordu, birinin çocuğunu kucağımıza alıyorduk. Bir gün geliyordu, dostumuzun naaşını ailesine götürüyorduk. Bunları hep omuz omuza vererek yapıyorduk. Lakin bir gün, onlar beni omuzlarımdan öyle bir ittirdi ki... Ben ölmedim, düştüğüm yerde çakılı kaldım. Üstelik hiçbiri de elini bana uzatmadı...
Çok koyuyordu, Ailem dediğin insanların sana inanmayışı. Canı için savaştığın insanların, sana sırtını çevirmesi, işte bu kazığı hiç unutmuyordun.
Hâlâ bir sırrım vardı. Bu sırrım ise, Binbaşı tarafından biliniyor ve korunuyordu. İkimizin de amacı aynıydı. Bunu geçirdiğimiz o bir aylık süreçte konuşmuştuk. O Vatanını koruyordu, ben Vatanımı koruyordum. O kendi yöntemiyle işini hallederken, ben emir alıyordum. Lakin o emir verilmese dahi, ben her halukârda bunu yapardım. Vatanıma canım fedaydı.
“ Ne zaman çıkıyoruz, Komutanım ?” diyen Yüzbaşı’nın sesini duymamla, bakışlarımı Binbaşı’dan çekip önüme döndüm. Şimdi hiç yeri değildi ama, ben Adem’i çok iyi anlıyordum. Bundandır ki, ona olan nefretim toz olup uçmuştu. Zira biliyordum, Vatanınla sınanmak ne demek, biliyordum.
“ En kısa sürede.” Dedikten sonra bakışları bana döndü. “ O bebek ve Üsteğmen’in eşi sağ kalacak, Hemşire.” Dediğinde, başımı onaylayarak salladım. Elimden ne geliyorsa yapacaktım. Binbaşı’nın bakışları tekrar Yüzbaşı’yı buldu. “ Hemşire’yi de hazırlayın ve hemen çıkın. Koordinatları size ileteceğim.” Dedi ve arkasını dönüp odadan çıktı.
“ Ecdadını siktiğim puştları! Ananızdan emdiğiniz sütü götünüzden çıkaracağım lan sizin !” diyerek haykıran Tarık abi, pek iyi görünmüyordu. Zira kendisinin de bir ailesi varken, Adem’i çok iyi anladığına emindim. Onun karısı o vaziyette olsa, sanırım Adem’den pek de bir farkı kalmazdı.
“ Ayaklan Kopuk !” diyen Yüzbaşıyla, öfkeden deliren tim, sandalyelerini geri çekip ayaklandı. Ben ise ant içtim. O kadına eli kalkan piçi öldürecektim, hiç şüphesiz bunu yapacaktım!
“ Kendinize gelin!” Diyerek bağıran Yüzbaşıyla, ben de sandalyemi çekip ayaklandım. “ Şimdi gidecek ve o soysuzları geberteceğiz, merak etmeyin. Lakin sükunetinizi koruyun!” dedi lakin kendisi pek de sakin görünmüyordu. “ Emredersiniz Komutanım.” Diyen tim, hiç inandırıcı değildi.
“ Teçhizatları hazırlayın !” dediğinde tim dışarı çıktı. Ben de tam arkamı dönüp gidecekken, “ Bekle, Doktor!” diyen sesiyle, dişlerimi sıkıp, derin bir nefesi içime çektim ve ona döndüm. “ Ne var ?” dememle. Masanın etrafında dolanıp yanıma geldi. “ Biz, tam ne gerekir bilmeyiz. İlk yardım çantasını sen hazırla.” Demesiyle alay edercesine güldüm. “ İzin verirsen zaten onu yapmaya gidecektim !” dedim. Zira şuan bizim konuşmamızdan daha mühim olan konular vardı. “ Ama önce seni hazırlamalıyız.” Dedi ve iznimi almadan kolumdan tutup beni peşinden sürüklemeye başladı.
“ Kolumu bırakır mısınız, yürümeyi biliyorum.” Dedim ve kolumu çekmeye çalıştım. Lakin kolumu bırakmadığında, öfkeyle, “ Kolumu bırak Tuğrul !” diye haykırdım. Zaten canım burnumdaydı, bir de bununla mı uğraşacaktım !
Bakışları bana dönen Yüzbaşı, bir süre yüzüme bakakaldı. “ Adımı başka şekilde söylemeni tercih ederdim, Gece Okyanusu.” Dediğini bir süre anlamasam da, daha sonra ona adıyla hitap ettiğimi fark ettim. Üstelik bunu sizli konuşmadan yapmıştım. Bu garip anda ne dediğimin farkında değildim, bundandır ki pek üzerinde durmayacaktım. Gözlerimle kolumu gösterip, “ Bırakacak mısınız?” dediğimde, gözümün önünde gözlerini devirdi. “ Yine başladık.” Dedikten sonra kolumu bıraktı ve arkasını dönüp ilerledi.
Onun peşinden ilerlemeye başladığımda, “ Bunu da aşacağız. Gidip şu piçi bir kurtaralım da.” Demeyi de ihmal etmemişti.
Koyun can derdinde, kasap et derdinde, dedikleri bu olsa gerek.
Hiçbir şey demeden arkasından ilerlemeye devam ettim. Teçhizatların bulunduğu odaya geldiğimizde, birden fazla silahı görmemle, yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Bu güzellere doğru dürüst bakmayalı uzun zaman olmuştu. Onları elime alıp, bir bir soysuzları indirdiğim zamanları özlüyordum.
Yüzbaşı’nın bana döneceğini fark ettiğimde, yüzümdeki tebessümü hızla silip donuk bakışlarla ona baktım. Bakışları bir süre yüzümde oyalandı. Daha sonra şöyle bir bedenime baktı. Bunu yapışı kaşlarımı çatmama neden oldu. Ona dik dik baktığımda, alaylı bakışlarıyla, “ Merak etme, yemeyeceğim seni.” Dedi. Kaşlarım daha da çatıldığında, bu adamın ruh hali beni şoktan şoka sokuyordu. Mesela şuan da, neden askeri için tedirgin değildi de benimle ilgileniyordu. Duygusuz Hödük.
Daha yarım saat önce ağzıma sıçmamış gibi gülüyordu bir de. Şimdi o ağzını yamultmak vardı da neyse.
Ne yamultması, biz o dudakları şapur şupur öpeceğiz Laçin. Hem bak kendi de diyor, şimdi değil ama bir gün seni ham yapacağım, diyor.
Beni yalnız bırakıp ileride bulunan kurşun geçirmez yeleklere ilerleyip bir tanesini eline aldı ve tekrardan yanıma geldi. Bakışları üzerimdeki kazağı bulduğunda, bir süre bakakaldı. Neden öyle baktığını sorgularcasına ona baktığımda, yeleği bana uzatıp, “ Bunu içine giy.” Dedi. Uzattığı yeleğe baktım bir süre. Daha sonra ona baktım. “ Arkanı dön.” Dediğimi ikiletmeden arkasını döndüğünde, tebessüm etmeden duramadım. Ben de arkamı dönüp, hızla üzerimdeki kazağı çıkardım. Yeleği üzerime geçirecekken, sütyenimden dolayı üzerime girmeyince, usulca arkamı döndüm ve Yüzbaşıya baktım. Arkası hâlâ dönük olduğu için, hızla sütyenimin kopçasını açıp, yeleği üzerime geçirdim. Bu şekilde durmak bedenimi biraz tahriş etse de, yapabileceğim bir şey yoktu.
Geride bıraktığım kazağımı da üzerime giyip, “ Giyindim.” Dedim ve sütyenimi elime aldım. Bundan utanacak değildim. Yüzbaşı bana döndüğünde, önce gövdeme baktı. Gözleri yavaşça aşağı kaydığında, ellerim arasındaki siyah sütyeni gördü. Gözleri biraz daha sütyenimde oyalandığında, istemsizce ben de gözlerimi aşağı kaydırdım ve etiketi üzerindeki 90 yazısına bir an öylece bakakaldım.
“ 90 demek.” Diyen Yüzbaşı’nın sesiyle yüzüm kıpkırmızı kesilirken, daha az önce utanmamama rağmen, bu adamın böyle demesi üzerine utanmış ve sütyenimi hızla arkama saklamıştım. Kızarmış olan yüzümü Yüzbaşıya çevirdim ve çatık kaşlarla ona baktım. “ Sapık mısınız ?” dediğimde, gülerek başını iki yana salladı. Beni utandırması dışında hiçbir problem yoktu. Böyle şeylere takılan biri de değildim normalde, ama bu adamın bu şekilde açık açık suratıma söylemesi, istemsizce beni utandırmıştı.
“ Sana sapık olabilirim.” Deyip göz kırpmasıyla yüzüm biraz daha kızardı ve çatık kaşlarım arasından ona baktım. “ Defolur musunuz ? İlgimi çekmiyorsunuz!” dedim ve yüzümü diğer tarafa çevirdim. Sanki birazdan operasyona gidecek değilmişiz gibi davranıyordu. Ve bu da beni delirtiyordu.
“ Şu operasyondan bir dönelim de, Gece Okyanusu. Gerisi Takdiri İlahi’nin işi.” Bu adam ne diyor ya ? “ Başka bir şey vermeyecekseniz gidip eşyaları hazırlamalıyım.” Dediğimde, kızaran yüzüme bakıp sırıttı. Tövbe ya Rabbim tövbe !
“ Gidebilirsin, Gece Okyanusu. Ama onu bir yerine sakla da benden gayrısı görmesin.” Dediğinde, garip garip ona baktım. Bu adam ne diyor ya ? Ayrıca Behlül’de görmüştü lakin bu sapık gibi dikizlemeye devam etmemiş, bakışlarını çekmişti, neden ? Çünkü adamın mahremiyete saygısı vardı, bu adam gibi, sapık bir Hödük müydü !?
“ Kirli düşünceleriniz ilgimi çekmiyor. Mahremiyete saygısı olan insanlar eminim ki, sizin gibi dikizlemez.” Dediğimde tek kaşını kaldırarak bana baktı. Burada daha fazla durmak istemediğim için, yanından geçip gidecekken kolumu tuttu ve beni kendine çekti. “ Emin ol ki, burada çok fazla kişinin ilgisini çekiyorsun.” Başını hafifçe bana doğru yaklaştırıp, saçlarım ve yanağımın olduğu yerde durdu. Benden saklama gereği duymadan kokumu içine çektiğinde, heyecanla çarpan yüreğim, dehşete kapılmış yüreğimle orada öylece kalakaldım. “ Ne yapı-“ sözümü bitirmeme izin vermeden, “ Onu sakla, Gece Okyanusu.” Dedi. İstemsizce onun dediğini yaparken buldum kendimi.
Sütyenimi kazağımdan içeri koydum ve hiç ona bakmadan, “ Bırakın da gideyim. Hiç iyi durmuyorsunuz.” Dediğimde beni bıraktı. Hızla ondan uzaklaşıp ilerlemeye başladığımda, ben giderken, arkamdan duyulan sesi, “ Adamı hem delirt, hem de iyi durmuyorsun de !” Diyerek sitem eden sesini duydum. Yüzüme doğru gelen ateşle birlikte, hızla oradan ayrılıp Revire doğru koşar adım ilerledim.
Bu adam benim sınırlarımı aşıyor. Hem de çok fazla.
Revire gidene kadar birkaç asker bir bana bir de kazağımın içinden düşmesin diye, üzerinde tuttuğum elime baktı. Lakin onları umursamadan hızla revire girdim ve kapıyı kapattığım gibi derin nefesler alarak bir elimi kalbime yerleştirdim.
Bu adam bana hiç iyi gelmiyor.
Soluklarım düzene girdiğinde, hızla kazağımın altındaki sütyenimi çıkarıp, dolabıma ilerledim ve kurtulmak istercesine içine attım. Hemen ardından ilk yardım çantalarından birini elime alıp, gerekli olabileceğini düşündüğüm her şeyi içine koydum. Son olarak kapının arkasına astığım önlüğümü de üzerime geçirip, elimdeki ilk yardım çantasıyla hızla revirden çıktım.
Dışarı çıktığımda, Timdekilerin askeri araçlara son teçhizatları koyduğunu gördüm. Elimdeki çantayı daha da sıkıp, koşar adım yanlarına gittim. Geldiğimi gören Omar, “ Tam vaktinde.” Dedi. Ona gülümsedim ve diğerlerinin yanına gittim. Yüzbaşının da aralarında olduğunun farkındaydım, lakin şuan bana gerekli olan tek şey öfkemdi, saçma sapan duygular değil.
“ Araçlara, Kopuk !" diye bağıran Yüzbaşıyla, hızla Timdekiler Araçlardan birine bindi. Ben de Behlül’den yardım alarak araca bindiğimde, en son Yüzbaşı bindi. Hepimiz bindiğimizde öndeki asker aracı çalıştırdı ve kanlı savaşımıza doğru ilk adımı attık.
Hiç kimsenin keyfi yerinde değildi. Ki keyiflerin yerinde olması gereken bir durum değildi. Askerimizin kaçırılmasına alışıktık, ya şehit verirdik askerimizi, ya da kurtarırdık. Lakin bir sivil, üstelik karnında Vatan’ın evladını taşıyan bir sivil, korunması gereken bir varlıktı. Canı yanmamalıydı, eğer canı yanarsa, onun karnında can bulan yavru da zarar görürdü.
Hepimizin tek derdi Oya ve karnındaki bebeğiydi. Onlara zarar gelmemesi adına her şeyi yapacaktık. İşkenceyi ne kadar sürdürmüşlerdi bilmiyorum lakin, Oya’nın bir travma geçirdiği netti. Zira bebeğini korumak adına bir şeyler yapmış olabileceğini tahmin ediyordum. Zihninde yarattığı karmaşadan dolayı kendini strese sokmuştur, ki belki de bebeğini kaybedeceğini düşünüyordu. Böyle bir şeye izin vermezdim. Lakin yine de ne olacağını bilemezdik.
Umuyordum ki yaşadığı sarsıntıdan dolayı bebek zarar görmezdi. Zira bebeğin zarar görmesi demek, hem doğacağı hayatın geleceğinde, hem de daha anne karnındayken ona birçok zarar verebilirdi. Yapabildiğim tek şey, şimdilik sadece dua etmekti.
Oraya gittiğimiz ilk andan itibaren pek de güzel bir manzara bizi karşılamayacaktı, bunu hepimiz biliyoruz. Bize keyif veren tek şey, o kansızların yere devrilen bedenleri olacaktı.
Bakışlarım karşımda duran Omar’a çevrildi. Bakışları yerdeydi. Tıpkı diğerleri gibi Adem ve ailesini düşünüyordu büyük ihtimalle. Bakışlarım tıpkı Omar gibi ayak ucumu bulduğunda, ben de öylece yeri izledim. Yapabileceğim maksimum şey buydu.
“ Piç kuruları !” Bir kez daha küfreden Tarık abinin sesiyle, bakışlarım onu buldu. Bir ayağını hızlı bir şekilde oynatıyor, sürekli silahının tetiğine basacakmış gibi parmağını oradan çekmiyordu. Aramızdaki en sinirli kişi, hiç şüphesiz Tarık abiydi. Biz de sinirliydik, o soysuzların yaptıklarını yanlarına bırakmayacaktık hiç şüphesiz, lakin Tarık abi, sanki hiçbirimize bırakmayacak gibi duruyordu. Her bir leşi kendisi yere sermek istiyor gibiydi.
Zira kimsenin ona engel olacağını zannetmiyordum. Zaten buraya geliş amacımız bile, o soysuzların leşini yere sermek, Askerimiz ve ailesini kurtarmaktı. Birkaç leşin fazladan yere serilmesi, kimseye dokunmazdı. O soysuzlar hariç tabii.
“ Haysiyetsiz köpekler.” Bir kez daha küfrettiğinde, bazı bakışlar ona döndü. Normalde, Tarık abi kimsenin küfretmesine izin vermezdi. Lakin söz konusu soysuz bir topluluk olduğu için, hiç düşünme gereksinimi duymadan küfrediyordu. Kimse de, neden küfrediyorsun demezdi. Çünkü kim neyi hak ediyorsa, o kelimeleri kullanırdı ve buradakiler de bunu biliyordu.
“ Sakin ol, Erli.” Diyen Yüzbaşıya şöyle bir göz ucuyla baktı Tarık abi. Daha sonra kendine çeki düzen verip, “ Emredersiniz, Komutanım.” Dedi ve daha sakin bir şekilde, bu sefer gözleriyle küfretmeye başladı. Nasıl yapıyor bilmiyorum ama gözlerine bakınca bile ettiği küfürleri duyabiliyordu insan.
Bir saat boyunca kesintisiz bir şekilde yol boyu ilerledik. Kimi zaman, engebeli yerlerden geçtik, kimi zaman yolda takılı kaldık. Lakin böyle diye diye üç saatin sonunda, nihayet durabileceğimiz doğru bir konumu bulmuştuk. Timdeki herkes hızla Askeri miğferlerini takıp silahlarını üzerlerine yerleştirdiler. İşleri bittiğinde, hepsi teker teker inmeye başladı. Bu sırada Yüzbaşı yanıma geldi ve elindeki miğferi, bana sormadan direkt kafama geçirdi ve çenemin altında bağladı.
Çıtımı dahi çıkarmadan durmam onu kuşkulandırmış olmalı ki, gözlerini gözlerime çevirdi. “ Ne olursa olsun, sakın kafandan çıkarma.” Dedi. Ona başımı sallayarak cevap verdiğimde, büyük ihtimalle neden bu kadar uysal davrandığımı merak ediyordu. Biraz daha yüzüme baktıktan sonra, arabanın içinde duran tabancalardan birini elime verdi. Elime aldığım silahı direkt belime yerleştirip, önlüğümü de üzerine örttüm. Son olarak şarjörü de verdiğinde, onu da hızla arka cebime koydum.
“ Gerekmedikçe sıkma, doktor.” Dediğinde, sesimi dahi çıkarmadım. Bu mermilerin her birini, boşa sektirmeyecektim. Hepsi işimi görecekti. Zira o kadına elini kaldıran adamın kafasını dağıtmadan, bana huzur yoktu.
Bana son kez bakıp, hızla araçtan zıplayarak indi ve elini bana uzattı. Onun uzattığı elini tutmadan, zıplayarak indim araçtan. Daha sonra, ona bakmadan direkt Timdekilerin yanına gittim. Hepsi namlunun ucunu etrafına doğru çevirmiş, dikkatle etrafı inceliyorlardı.
Tahmini olarak gideceğimiz yere on kilometre kadar uzaklıktaydık. Bilerek bu uzaklıkta bırakmıştık aracı. Eğer araçla gidersek, hiç şüphesiz yerimizi belli edecektik. Lakin biz yerimizi belli etmeden, gölge gibi gezecektik özlediğim dağlarda.
Etrafa bakındığımda, bu dağları ne kadar özlediğimi bir kez daha anladım. Zira ben dağlara vurgundum. Onlardan bu kadar uzak kalmak bile bana azap gibiydi. Şimdi buraya kadar gelmiştim, keyfini çıkarmadan asla gitmeyecektim.
“ Doktor, sen benimlesin.” Diyen Yüzbaşıya döndüm. Timin en önünde, dikkatle etrafına bakınıyordu. Benim için sorun yoktu, yeter ki uzun zamandır hasretini çektiğim kansızların kanını yere serebileyim.
Adımlarım Yüzbaşının yanında durduğunda, “ İlerle Kopuk!” Verdiği emirle Tim, dikkatli adımlarla bizim arkamızdan ilerlemeye başladı. Şuan olay yerinden uzak olduğumuz için, karşımıza pek fazla kişinin çıkacağını düşünmüyordum. Lakin yine de bu soysuzların ne yapacağı belli olmuyordu. Bundandır ki adımlarımızı dikkatli atıyorduk.
Bugün ölmeye değil, süründürmeye gelmiştik. Hepimiz sapasağlam dönecektik yuvamıza, hiçbir eksiğimiz olmadan dönecektik.
3 Saat Sonra
Bakışlarımız karşımızdaki mağaradaydı. Yaklaşık iki saat önce hedefe varmış, son bir saattir ise Mağaranın içindeki soysuzları gözetliyorduk. İçerisini doğru dürüst göremediğimiz için, ancak dışarıdaki eleman sayısını sayabiliyorduk. Bizimkilerin zarar görmeyeceğine emin olmamız gerekiyordu. Tam olarak bu yüzden bir saattir harekete geçmiyorduk. Ama yakında geçecektik, zira onlara ne yaptıklarını bilmiyorduk. Daha fazla zarar görmelerine izin veremezdik.
Yanı dibimde duran Tarık abi ve Yüzbaşı, gözlerini bir an olsun silahlarının merceklerinden ayırmıyorlardı. Sanki ufacık bir an, onlara kötü bedellere neden olacakmış gibiydiler. Ben bu ikisinin yanındaydım. Diğerleri ise, ikişerli olarak mağaranın etrafını sarmıslardı. Bekledikleri tek şey, Yüzbaşı’nın dudakları arasından çıkacak kelimelerdi.
Gözlerimi Yüzbaşıya çevirdim, “ Ne zaman ateş edeceksiniz ? Kadın ve bebeği iyi durumda olmayabilir.” Dedim. Bakışları bir an olsun mercekten ayrılmazken, “ Biraz daha beklemek zorundalar.” Dedi ve namlunun ucunu başka bir tarafa doğru çevirip oraya bakmaya başladı.
Ben de bakışlarımı ondan çekip tekrar, buradan göründüğü kadar mağaranın girişine baktım. Zira buraya geldiğimizden beri, yalnızca iki hedefim vardı. Bunlardan biri hiç şüphesiz Oya ve çocuğunun sağlığıydı. İkincisi ise, o kadına elini kaldıran piçi gebertmek.
Hiç çekinmeden namlunun ucuna kafasını nişan alacak, hiç düşünmeden onu vuracaktım. Hiç çekinmeden yapacaktım bunu. Ne de olsa, ilk kez yapacak değildim. Sadece, iki yılın ardından ilk kez yapmış olacaktım. Yoksa sereceğin ilk leş olmayacağı gibi, sonuncusu da olmayacaktı.
Birkaç kişi mağaranın içinden çıktığında, diğer yanımdaki Tarık abi hareketlendi. " İndirelim mi, Komutanım ?" Diyen sesinde bariz bir kana susamışlık vardı. Onların kanını tüketene kadar yok etmek istiyordu. Yapardı da. Öyle bir delilik vardı onda.
" Kopuk 7, Kopuk 8." Diyerek kulaklığa doğru konuştuğunda, karşı taraftan ses gelmiş olmalı ki, " Çıkanları indirin." Bu kelimeyi kurduğu an, mağaradan çıkan birkaç kişi, adım attığı anda yere yapıştı. Etraftaki soysuzlarda hızla etrafına bakınmaya başladığında, bizi görmeye çalışıyorlardı.
Türk askeri var burada oğlum, bizi kolay kolay bulabilir misiniz !?
" Atış serbest, Kopuk. Tek bir canlı dahi istemiyorum." Bu emrin ardından, Yüzbaşı dahil timdeki herkes mağaranın surları etrafındaki kansızları teker teker indirmeye başladı. Yanı dibimdeki Tarık abi, " Allahsız, kitapsızlar !" Mermilerini art adra sıktığında, " Mermileri götünüzde pervane yapmazsam, bana da Hapaz demesinler ulan !" Diyerek mermileri boşaltmaya devam etti.
Deli derken, şaka yapmıyordum.
Kulaklarımın duyduğu mırıltıyla, bakışlarım Yüzbaşı'ya döndü. Tarık abi gibi Fevri değil, sakin bir şekilde atışlarını gerçekleştiriyordu. Bu kadar sakin olması, hiç normal bir şey değildi.
" Bir garip âşık vardı." diyerek mırıldandıktan hemen sonra, yeni birini vurdu. Hemen ardından şarkıya devam etti, " Bir düğün günü vardı." Bunu söylerken, kısa bir an bana bakmış ve maskesine rağmen, o gülümseyen dudaklarını görmüştüm. Sanırım bu kısımda bahsettiği, amcamın düğünüydü. Zira amcamın düğününde fazla samimi olmuştuk.
" Gayrı mahşere kaldı, o sevda." Söylediği şarkı her ne kadar kısık olsa da, ne dediğini duyabiliyordum. Zira sesi, şarkıyla uyumluydu. Güzel bir sesi vardı.
Son iki kelimeyi söylediğinde, yüzünde görünen tek bölgesi olan, kızıl kahve gözleriyle kenardan bana baktı. Hemen ardından tekrar gözlerini merceğe sabitledi ve bir vuruş daha gerçekleştirdi.
Bu yaptığı neydi ? Sanki, senin şerefine, der gibi adamı indirmişti. Bakışlarımı ondan çektim ve mağaranın önüne, elimdeki dürbünle baktım. Çoğu leş yere serilmişti. Bazı bedenler ise, nerede olduğumuzu bilmeden öylece etraflarına sıkıyordu. Salaklar.
" Kopuk 6, Kopuk 5 iniyoruz." Diyen Yüzbaşı, bakışlarını Tarık abiye çevirdi, " Kopuk 2, kalk." Dedikten sonra bana döndü, " Bir adım bile arkamdan ayrılmayacaksın." Dediğinde istemsizce gözlerimi devirdim. " Emredersiniz." Dedim alaylı bir sesle. Beni umursamadan arkasını döndü ve ilerlemeye başladı. Benim dağlara ilk çıkışım değildi, lakin bunu o bilmiyordu. Sadece ben biliyordum, bundandır ki yanındaki bir sivili koruma isteğini anlayabiliyordum. Ama yine de elimde olmadan gıcık kapıyorum bu adama.
Yüzbaşı önde ilerlerken, ben de hemen bir adım arkasından ilerlemeye başladım. Benim arkamda ise Tarık abi vardı. Ben ikisinin arasında kalmış vaziyetteydim.
Yavaş ve temkinli adımlarla ilerlediğimiz sırada, tıpkı Yüzbaşı'nın dediği gibi bir adım olsun arkasından ayrılmıyordum. Bir anda sağ elini kaldırıp, işaret ve orta parmağını birleştirip sağ tarafa doğru işaret verdi. Bu işaretin ardından Tarık abi hızla, tıpkı bir gölge misali sağ tarafa doğru ilerledi. Geçtiği bir kayanın arkasında konumunu alıp, silahını yerleştirdi. Yüzbaşıya dönüp, yumruk yaptığı elinin baş parmağını açarak onay verdi. Yüzbaşı ise onu başıyla onayladıktan sonra, beni kolumdan tutup sol tarafa doğru ilerlemeye başladı.
" Kolumu tutmanız, tehlikeli değil mi ?" Dedim. Kolumu tutması onun için bir tehdit oluşturuyordu. Zira bizi fark eden biri olsa, hiç şüphesiz saldırmaya başlardı. Yüzbaşı ise kolumu tuttuğu için, aynı hızda karşılık veremezdi.
" Beni düşünmen gözlerimi yaşarttı, Doktor." Dedi ve beni umursamadan sağa, sola ve karşıya dikkatle bakıp ilerlemeye devam etti. Ben de el mecbur o nereye gidiyorsa, onun peşinden gidiyordum. " Ama bu yaptığınız beni de tehlikeye sokuyor." Dediğimde, bilerek bencil biriymiş gibi davranıyordum. Zira onun benim hakkımda nasıl düşünceleri varsa, hepsini yok etmek istiyordum.
" Benim yanımdayken, tehlikede olman söz konusu bile değil Doktor." Gözlerini kısa bir an bana çevirdi ve, " Seni her halükarda korurum." Dedi. Hemen ardından bakışlarını benden çekip önüne bakmaya devam etti. Çok emin konuşuyordu, zira bir gün çok pişman olacaktı.
Ben ne olduğunu anlayamadan, bir an da beni o kadar hızlı bir şekilde, önünden geçtiğimiz büyük bir kayanın önüne çekti ki, neye uğradığımı şaşırmama zaman kalmadan aynı anda silah seslerini duydum. Yüzbaşı beni kayayla arasına sıkıştırmıştı. Bir eli hâlâ bileğimi tutarken, diğer elinde silahıyla, önümüzdeki kayadan hedef alarak karşıdaki kişileri vurmaya başladı.
Yüzüm göğsündeyken, bir elimde anın şokuyla aynı anda göğsüne yaslanmıştı. Kalbimin ritimleri giderek artarken, Yüzbaşı teker teker karşısındaki kişileri vurmaya başladı. Aynı anda, ona karşı saldırı yapan kansızların kurşunlarından saklanmak için arada bir kafasını tekrardan kayanın arkasına saklıyordu. Kafasını ne zaman kayanın ardına saklasa, maskenin ardındaki çenesi kafamın üstüne değiyordu.
Çok yakındık, hem de çok.
Yüreğimdeki har giderek artarken, içimdeki ejderhalar hızla kanat çırpmaya başladı. Boğazımdaki yutkunuşla, yanı dibimdeki toprağın da eşlik ettiği kokusunu içime çektim. Kafasının varlığı tekrardan üzerimden ayrıldığında, kalan son mermileriyle karşıdaki kişileri vurdu. Yanındaki tek silah tabancası değildi, lakin bu yakın mesafede de diğer elindeki sniper'ı kullanamazdı. Bundandır ki, " Allah kahretsin!" Diyerek sitem etti ve kayanın arkasına geri çekildi.
Mermileri bitmişti.
Çenesi tekrar kafamın üzerindeki yerini bulduğunda, " Mermim bitti, Doktor." Dedi. Mermisinin bitmesi iyi bir şey değildi, hem de hiç. " Silahını bana ver." Hafif geri çekilip gözlerime baktı. Ben ise, sanki kaçabilecekmiş gibi biraz daha kayaya yaslandım ve, " Size silahımı vermeyeceğim." Dedim. Kaşları çatıldığında, zaten böyle bir şeyin olacağını tahmin ettiğim için, Yüzbaşı'nın verdiği dışında iki yedek şarjör daha araklamıştım. Tabi bunu onlar fark etmeden yapmıştım.
Elimi hızla göğsünden çekip arka cebime götürdüm. Elime gelen yedek şarjörlerden birini cebimden çıkardım ve ona uzattım. Gözleri verdiğim şarjöre kaydığında, anlamazca bana baktı. " İki tane daha şarjör kaldı. İyi kullan." Dedim ve ondan bir adım yana kayıp kafamı kayadan öne çıkardım ve gördüğüm ilk kansıza sıktım. Alnının çatından vurulan soysuz yeri boylarken, suratımdaki sırıtışla Yüzbaşı'ya döndüm. " Nasıl ama ?" Deyip güldüğümde, maskesinden bile belli olan gülümsemesiylez dudaklarımda yer edinen gülümsemeye baktı. " Sırt sırta vereceğiz demek." Dedikten hemen sonra o da kafasını kayadan çıkarıp bir el ateş etti. " Güzel Doktor... Çok güzel." Dedi ve bana son kez bakıp, üzerimize sıkan kansızları vurmaya başladı.
Ona son kez bakıp, kafamı tekrardan kayadan kaldırıp, gördüğüm ilk kansıza sıktım. Bu sefer kolunu vurduğum için acıyla inleyen piçin elinden silahı düştü. Bir şey yapmasına izin vermeden aynı anda alnından vurdum ve geri çekildim. Nefeslerimi düzene soktum. Bu anın tadıyla yüzümdeki sırıtış büyüdü.
Leşinizi bile sağ bırakmayacağım orospu çocukları !
Tekrardan kafamı çıkardığımda, geriye kalan son sekiz kişiyi de vurmaya başladık. Benim gibi Yüzbaşı'da arada bir tekrar kayanın arkasına geçip nefesleniyordu. Kafamı hafifçe ona doğru çevirip, " Son iki, biri senin biri benim." Dediğimde, bana dönen bakışlarında eğlencenin parıltıları vardı. Tıpkı gözlerindeki eğlencenin sesleri gibi, dudaklarından da erkeksi bir kıkırtı duyuldu.
İçim, sesinin hoşluğuna kaynarken, " Sanki topitop istiyor." Dedi ve gülmeye devam etti. " Topitop daha lezzetli. Bunların tadı bile yoktur." Dediğimde, bu sefer kahkaha attı. Tekrar bana döndü, " Ağzının tadını biliyorsun, Doktor." Sol tarafında kaldığım için, hafifçe kulağıma doğru eğilip, " Lakin daha lezzetli tatlar da var." Dedikten sonra geri çekildi ve göz kırptı. Afallamış suratımla ona bakakaldığımda, bu halime maskesinin ardından sırıttı ve, " Kabul. Biri senin biri benim." Dedi.
Şaşkınca ona bakakaldığım sırada, kendime gelmek adına, bir elimle diğer koluma çimdik attım. O acıyı hissettiğimde, kendime geldim ve ondan geriye dönerek, kafamı tekrardan kayadan dışarı çıkardım. Lakin ben tam ateş edecekken, benden önce davranan piç bana kurşun sıktı. " Ah !" Diye haykırıp kolumu tutup önüme döndüğümde, Yüzbaşının bakışları beni buldu.
" Laçin !" Diye haykırdı ve çöktüğüm yere eğildi. Acıyla kolumu tutup yüzümü buruşturduğumda, gözleri kolumu tutan elime kaydı. " Vuruldun mu ?" Dediğinde ona ters ters baktım. " Yok şakacıktan kendimi ateşledim." Deyip göz devirdim ve sızlayan kolumun acısıyla inledim. " Sikeceğim o piçi." Dedikten hemen sonra ayağa kalktı ve beni vuran kansıza art arda ateş etti. Bir dahasında ateş sesi gelmediğinde, onu vurduğunu anladım. O kadar kurşun sıkmıştı, bir zahmet hedefi vursundu.
Bakışlarımı koluma çevirdiğimde, beyaz önlüğümün kol kısmı kana bulanmıştı. Neyse ki sıyırmıştı. Eğer kurşun koluma isabet etseydi, sanırım kolumu kullanamayacak duruma gelebilirdim.
" İyi misin ?" Yüzbaşının endişeyle kaplanan gözleri bana döndüğünde, kızıl kahve harelerine baktım. Acıdan dolayı yüzümden terler akıyordu. Lakin ilk yaram olmadığı için alışkındım, eskileri kadar yakmıyordu canımı. Yüzbaşı kadar olmasa da, benim de vücudumda birkaç iz vardı. Bunlar benim için kusur değil, onur izleriydi. Bir şaheserdi.
" İdare edebilirim." Dediğimde kaşlarını çattı. O kadar abartılacak bir durum değildi, sadece sıyırmıştı. " Yürüyebilecek misin ?" Dediğinde ona mal mal baktım. Ne diyor bu ?
" Kolumdan vuruldum Tuğrul. Ayağımdan değil." Dediğimde yüzüme bakakaldı. Sanırım adını söyleyişime şaşırmıştı. Bu ikinci kez, ona her hangi bir hitap kullanmadan adını söyleyişimdi. Bundandır ki şaşırıyordu. Gözlerini benden çekip gökyüzüne doğru baktığında, ne yaptığını anlayamadım.
" Çok şükür, ya hak. Bunu da duyuyorum ya, daha da gam yemem." Dedi ve tekrardan bana baktı. " Ben ne dediğimi biliyor muyum be güzelim?" Dedi ve tekrardan koluma baktı.
O bana ' güzelim ' mi dedi ?
Yüzümde hafif bir kızarıklık hissettiğimde, aynı anda yüreğimdeki çarpıntı da arttı. Zira gözlerimdeki şaşkınlıkla ona bakıyordum. O ise bana bakmıyor, kolumdaki yaraya bandaj bağlamakla uğraşıyordu.
Neden bu adamdan bu kadar etkileniyorum ki ?
Yutkunarak bakışlarımı diğer tarafa çevirdim. Kesinlikle ne dediğini bilmiyordu. Hem de hiç.
" Kanamasını azaltır." Dedi ve elini kolumdan çekip ayaklandı. Daha sonra elini bana uzattı. Bir ona, bir de uzattığı eline baktığımda, bir an için içimden elini tutmak geldi. Lakin bunu yapmadım ve içimdeki dürtüye hakim olarak, kendim ayağa kalktım. Üzerimdeki önlüğü tek kolumla düzeltip, yaralı koluma şöyle bir baktım. Kullanılabilir durumdaydı, lakin sızısı yüzünden hareket ettirebileceğimi zannetmiyordum.
" Kopuk, ine saldırın." Kulaklığına doğru konuştuktan sonra bu sefer beni arkasına almadı ve yan yana ilerlemeye başladık. Bu sefer ben de bakışlarımı etrafta gezdiriyordum. Yine habersiz bir saldırıya maruz kalabilirdik. Yüzbaşı da namlunun ucunu etrafta gezdirerek ilerlemeye başladığında, o ne yapıyorsa ben de aynı hızda, aynı şekilde, o ne yapıyorsa aynısını kopyalıyordum.
Adımlarımız o kansızların inine geldiğinde, yere serdiğimiz leşlere iğrenerek baktım. Bir gün, hepsi bu vaziyette olacaktı. Doğduğu toprağa ihanet eden herkes, bu sona layıktı. Ve bu sonu yaşayacaktı. Yoktu öyle doğduğu, büyüdüğü, değerleri olan bir ülkeyi sırtından vurmak. Daha doğduğu ülkeye sahip çıkamamış, bir de kurmak istediği ülkeye mi sahip çıkacaktı ? Komikti.
Hangi kafayla bunu yapıyorlardı, anlamıyorum. Zira zaten onlara ait bir ülke varken, neydi doğduğu ülkeden vazgeçmelerine sebep olan o şey ? Daha fazla toprak sahibi olma arzusu mu, yoksa yok etmek arzusu muydu ? Zira yaptıkları tek şey, doğduğu ülkenin vatandaşını, masumları yok etmek dışında bir şey değildi. Can almaktan, canice bir zevk alıyorlardı. Onlar istedikleri için masumları yok ederken, biz onları yaptıkları soysuzluk için yok ediyorduk. Bundan pişman mıydık ? Tabii ki değildik.
Biz, vatanımıza hıyanette bulunan canı almaktan onur duyardık, pişmanlık değil. Bu bizim için, kutsal bir görevdi. Öylesine bir iş değil. Canımızı feda ederdik ama can almasını da bilirdik evelallah. Zira, Vatanımızın, geleceğimizin umudu olan o gençleri, memleketimizi bugüne getiren büyüklerimizin saadeti için, onları yaşatmak bizim görevimizdi. Onlar yastıklarına kafalarını rahatça koyabilsin diye, biz her gün, yüzlerce şehit veriyorduk. Lakin bunu bilen yoktu. Haberlere çıkardı iki üç şehit, bu kadardı derlerdi. Lakin bu kadar değildi. İki tane değil, onlarcaydı bizim şehitlerimiz.
Lakin vatanımızın her bir ferdi, bunu bilmiyordu. Onlar iki şehit sanarken, o iki şehidin ardında iki yüz şehit yatardı. Onlar kırk beş saniye görürdü o iki şehidi, biz ömrümüzün geri kalanında dahi aklımızdan çıkarmazdık her birini. Onlar belki normal karşılıyordu şehit olmasını. Belki bir Fatiha bile okumuyorlardı.
Lakin öyle değildi. Bir şehit düşmesi, normal değildi. Vatan tehlikede demekti, ama aynı zamanda vatanı kurtarırken bir can gitti, güvendesiniz, demekti. Onların aklına bir fatihayı geç, belki iyi bir dua etmek bile gelmiyordu. Olsundu, biz Fatihamızı da, duamızı da okurduk elhamdülillah.
Zira okuyanlarda vardır elbet. Bir Fatiha okuyan, muhakkak ki vardır. Fatiha okumayı bilmiyorsa bile, dualarını esirgemeyenler, muhakkak ki vardı. Bunlar yüreği kahırlı analarımız, babalarımızdı. Şehit ailelerimizdi. Daha nicesi de vardı. Bizden, duasını esirgemeyen ailelerimiz vardı. Sağ olsundular. Onlar sağ olsundu da, gerisi mühim değildi. Biz onlar için savaşırdık da, ölürdük de. Yeterdi ki, onlar rahat rahat uyuyabilsindiler.
Soysuz topluluğunun saklandığı mağaranın önünde, Kopuk Timi ile yan yanaydık. Mağaranın sağ tarafında; Yüzbaşı, Tarık abi ve Ben vardık. Sol tarafında ise; Asena, Behlül ve Cümali vardı. Mağaranın girişinin hemen alt kısmında ise Omar ve Azmi vardı. Onlar girişi korurken, biz içeri girecektik. Daha doğrusu onlar girecekti, ben burada bekleyecektin. Yüzbaşı'nın emriydi, istediğim gibi davranamazdım. Yine de buna rağmen, silahımı hemen yanımda tutuyordum. Tek bir kuşun dahi, kaçmasına izin vermezdim.
Yüzbaşı eliyle içeriyi gösterdiğinde, Asena, Behlül ve Cümali hızla içeri doğru dikkatli adımlar ve hızla girdiler. Onların ardından da Yüzbaşı ve Tarık abi içeri girdi. Biz ise, olduğumuz yerde kaçacak bir kuş bekliyorduk. Kolum sızladığı için silahı daha sıkı tutamasam da, ateş edebilecek durumdaydım. Bundandır ki, acımı pek umursamıyordum.
Kısa süre sonra içeriden birkaç el ateş sesi geldiğinde, bize gerek kalmadan hepsini indirdiklerine emin oldum. Yine de ne olur ne olmaz diye dışarıda beklemeye devam ediyorduk. Bakışlarım mağaranın aşağısında bekleyen Omar ve Azmi'yi bulduğunda, ellerinin kulaklıklarında olduğunu gördüm. " Emredersiniz !" Dedikten hemen sonra silahlarına kuşanıp ayaklandılar ve yanıma geldiler.
" İçeri giriyoruz, Hemşire hanım." Diyen Omar, görevden dolayı resmi bir şekilde konuşuyordu. Onlara başımı salladığımda, silah tuttuğum elimi, yaralı koluma tutup içeri girmeye başladım. İlk Yardım çantam Tarık abinin sırtındaki çantadaydı, bundandır ki ilaç içememiştim. Ağrı kesici içince, ağrımın dineceğine emindim.
Her adım atışımızda, yere düşen her bir leşin, taze kanının yeri süpüren halini görüyorduk. Bu istemsizce yüzümü buruşturmama neden oldu. Bunların kanlarından bile hayır gelmezdi.
Omar ve Azmi iki yanımda, silahlarını ne olur ne olmaz diye etrafta gezdiriyordu. Hiç şüphesiz, tek bir canlı bile kalmamıştı. Lakin yine de tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu.
Güvenli bir şekilde mağaranın açık alanına girdiğimizde, Yüzbaşı ve diğerlerinin yere diz çöktürttüğü beş kişiyi gördüm. Bunlar, videoda görünen puştlardı. Bakışlarım en kenardaki kansızı gördüğünde, gözlerimdeki öfke harlandıkça harlandı. Bu o piçti. Oya'nın eline kızgın şişi bastırıp, tokat atan puşttu ! Adımlarım tam onların karşısında durduğunda, bir an bile beklemeden namlunun ucunu o puşta hedefledim ve tetiğe bastım. Alnının çatından vurulan puşt sola doğru düşerken, diğer soysuzlar korkarak suratıma baktı.
" Ne yapıyorsun !" Diye bağıran Yüzbaşı'ya dönüp, " Bu anı bekledim. O puştu gebertmeden gözüme uyku girmezdi." Diyerek sakin bir şekilde cevap verdim. Timdekiler şaşkınca bana bakarken, Yüzbaşı öfkeyle bana baktı, " Bunun bede-" cümlesini bitirmesine izin vermeden, " Ne olacağı umurumda değil. Yaptığım şeyin sorumluluğunu alacağım." Öfkeyle yere diz çöktürdükleri adamlardan birine yumruğunu geçirdiğinde, o adamın burnundan gelen kırılma sesini duydum. Lakin bu umurumda mıydı ? Tabii ki değildi. Ne de olsa soysuz birini dövüyordu.
" Mesleğinden olabilirsin aptal !" Diye haykırmasıyla, omzumu silkmekle yetindim. Bu umurumda bile değildi, o kadına yaptığını ardında bırakamazdım. Aklıma gelen Oya ile birlikte bakışlarım yerde yatılı duran kadını buldu. Üzerine sinen kan lekeleri, yüzü ve vücudundaki yaralarla berbat durumda görünüyordu. Gözlerim karnını bulduğunda, bebeğine bir şey olmuş olmaması için içimden dualar ediyordum.
Hemen ardından bakışlarım Adem'i bulduğunda, Cümali onun kolunu çözüyordu. Hiç çekinmeden gözlerinin içine baktım ve, " Belki onu sen vurmalıydın. Lakin onu vurman demek, intikam almaya girerdi ve bu da seni mesleğinden edebilirdi Üsteğmen. Zira mesleğinizde, intikam almak diye bir şey, yok diye biliyorum." Şüpheyle kısılan gözler beni bulduğunda, bu kadar şeyi nereden bildiğimi sorguluyor gibiydiler.
Zira sorabilirdilerdi de, bahanem hazırdı; Babam.
" O puştu kolay kolay öldürmezdim, sen ona hızlı bir ölüm yaşattın, sana minnet duymalı." Dedikten sonra, kin dolu gülümsemesiyle diğer dörtlüye baktı, " Ama bu orospu çocuklarını kimse elimden kurtaramayacak." Korkuyla geriye doğru sürünmeye çalışan bedenlere namlunun ucunu doğrulttum. Onlara sıkacağımı zanneden tim, hızla önüme geçti. Gözlerimi devirerek, " Sakin olun. Onları öldürmeyeceğim." Tek kaşlarını kaldırıp bana baktıklarında, gözlerimi devirip silahı tekrar belime koydum.
Gözlerim tekrar Adem'i bulduğunda, " Onları ölmekten beter et Üsteğmen. Belki o zaman sana karşı tutumumu değiştiririm." Deyip, sahici bir gülümsemeyle ona baktım. O ise, vücudu ve yüzündeki yaralara rağmen gülüp, " Beni affetmen için, bu piçlerin eline mi düşmem gerekiyordu ?" Dediğinde, yüzümdeki gülümsemeyle, omzumu silktim.
Zira ona karşı hâlâ bir kırgınlık vardı üzerimde, lakin bu yaşadığının acısını bildiğim için, ona karşı olan öfkem biraz daha dinmişti. Şuan ona karşı öfkeli değil, anlayışlıydım. Lakin kırgın mıydım ? Evet. Çünkü, onun da bir çocuğa olacakken, bana o cümleleri kurması doğru değildi. Onu tam anlamıyla affetmesem de, sırf karısı ve çocuğu için ona karşı daha tahamüllü olacaktım.
Bir anda duyduğumuz acı dolu bir haykırışla, her birimizin bakışları yerde yatan kadını buldu. " Ah!" Diye haykıran Oya, elini karnına tutarak haykırdı. Korkuyla bakışlarım onu bulduğunda, koşarak onun yanına gittim. Aynı hızda, Adem de karısının yanına geldiğinde, timdekiler korkuyla kadına bakıyordu.
" Oya, İyi misin ?" Diyerek ona sakin bir şekilde soru sordum. Sesim her ne kadar sakin çıksa da, içim korkuyla alev almıştı. Bana cevap vermek yerine bir kez daha haykırdığında, Adem hızla karısının elini tuttu ve bana baktı. Gözlerinde bir korku ve endişe vardı. " Neyi var ?" Diyerek bana sorduğunda, ne yapacağımı bilemeyerek kadına baktım.
" Bilmiyorum." Dememle Oya'nın, " Geliyor !" Diyen haykırışı kulaklarımızı doldurdu.
" Kim geliyor !"
" Hassiktir !"
" Ne !"
" Çocuk geliyor !"
" Lan bebek geliyor !"
Diye haykıran seslerle birlikte, her birimiz şaşkınca önümüzdeki kadına baktık. Oya ise acıyla inleyip, haykırıyordu. " Ah !" Diye bir kez daha haykırdığında, içeri doğru koşan Omar ve Azmi'nin sesi duyuldu. Ne ara dışarı çıktıklarını da anlamamıştım.
" Komutanım, etrafımızı sarıyorlar !" Diyen Omar'la, " Allah kahretsin !" Diyerek elinde olmadan haykırdı Yüzbaşı.
" Gebereceksin Komitan." Diyen piçlerden biri güldüğünde, diğerleri de ona eşlik etti. " Bebene eyi bakacaz, merak etme." Diyerek gülen puşta, bizim bir şey yapmamıza gerek kalmadan, onların yanı dibindeki Tarık abi yumruğunu geçirdi.
" Ulan bu bebeği sizin gibi soysuz piçlere bırakır mıyım lan !" Deyip bir kez daha yumruk attı. Sırayla her birine yumruklarını geçirip, nihayetinde bayıltıcı darbelerle onları susturduğunda, üzerinde bir rahatlama vardı. Sanırım bu ânı bekliyordu. Lakin bu birkaç yumruk ona yetmemiş gibiydi. Çünkü bu sefer de tekmelerini geçirmeye başlamıştı.
" Orospu çocuğu seni, Türk evladını sizin gibi soyu bile belli olmayan pezevenklere bırakacağımı mı sanıyorsun, döl israfı şerefsizler sizi."
Diyerek küfürlerini sıraladığında Adem, " Sağ ol, abi." Diyerek atamadığı yumruğun zevkini yaşadı. Oya'nın bir kez daha haykırmasıyla ne yapacağımı bilemeyerek ona baktım.
" O bebeği doğurt, Doktor." Diyen Yüzbaşı'ya endişeyle baktım. " Ben çocuk doğurtmaktan ne anlarım !?" Diyerek cevap verdim. O ise bir elini omzuna koydu ve, " Yapabileceğini biliyorum. Sakin ol, her birimiz sizin için dua edeceğiz." Dedi. Bana güvenerek bakması, beni mutlu etse de. Gerçekten daha önce çocuk doğurtmamıştım. Zira benim işim çocuk doğurtmak değildi!
" Ama-" dememe kalmadan, Oya'nın " Lütfen !" Diyen haykırışı kulağımı doldurdu. İçimdeki endişeyle ona baktığımda, gözlerindeki korkuyla bana baktı. " Bebeğimi kaybedemem !" Diye bağırdı ve bir kez daha haykırdı. Yutkunarak ona baktığımda, yanı başında ağlayarak eşine bakan Adem, " Onu kurtar, Laçin. Lütfen... " Dolu gözleri beni bulduğunda, " Çocuğumu kurtarmalısın." Diyerek ağlamaya devam etti. Onun bu hâli yüreğimi paramparça etse de, bilmediğim bir konu hakkında müdahale yapamazdım, yapmaya kalkarsam da bu hem bebeğe hem de anneye zarar verebilirdi.
" Daha önce çocuk doğurtmadım. Yanlış bir şey yapabilirim ve bu hem anneyi hem de bebeği kaybetmemize neden olabilir." Dedim kısık ve güçsüz çıkan sesimle. Oya bir kez daha haykırdığında, bebeğin doğmak üzere olduğunu biliyordum. Lakin bir şey yapamazdım.
" Eğer müdahale etmezsen de kadın ölecek !" Diyerek haykıran Yüzbaşı'nın sesiyle ürktüm. Bakışlarım onu bulduğunda, öfke ve kararlılıkla suratıma baktı. " Kadının haline bak! Perişan durumda, bir de doğum sancısı çekiyor !" Ellerini omzuma yerleştirip beni sarstı. Sanki beni kendime getirmek ister gibiydi bu davranışı. " Onların göz göre göre, hiçbir şey yapmadan ölmelerine izin mi vereceksin! Sen nasıl bir Doktorsun öyleyse !?" Diyerek suratıma haykırması, bana yaptığım mesleği hatırlattı. Benim şuan yaptığım meslek, can kurtarmaktı. Ve şuan iki canın bana ihtiyacı varken, ben öylece durmuş onları izliyordum.
Yüzbaşının tokat gibi suratıma vurduğu gerçekle kendime geldim ve daha soğukkanlı bir şekilde omuzlarımı dikleştirdim. Yapabilirdim. Belki tecrübem olmayan bir konuydu, lakin izlediğim birkaç doğum ânını kopyalayarak onları kurtarabilirdim. Bunu yapabilirdim.
Bakışlarımı Tarık abi'ye çevirdim ve, " İlk yardım çantasını verir misin abi ?" Dedim. Hızla çantasını omuzlarından atıp, çantanın içindeki ilk yardım setini çıkarıp bana uzattı. Kutuyu elime aldım ve Oya'nın acı içindeki çığlıklarına eşlik ederek, " Asena'yı burada bırakın. Ona ihtiyacım olacak." Dedim. Yüzbaşı yüzündeki gurur dolu tebessümle bana bakarken, timdekilerde aynı şekilde bana gülümsedi. Onların, bunu yapabileceğime dair olan inançları gözlerinden okunuyorken, bu inançlarını boşa çıkarmamak için çabalayacaktım.
" Kopuk 7 ve Kopuk 8, Doktor'u ve bebeği koruyun." Dedikten sonra geride kalanlara baktı. " Konum al, Kopuk!" Timde ki herkes çıkışa doğru ilerlerken, Yüzbaşı kulaklığına doğru, " Kopuk 1'den, Merkeze." Diyerek seslendi. Birkaç dakikanın ardından aldığı cevapla, " Destek time ihtiyacımız var, Merkez." Dedi ve birkaç saniye bekledikten sonra, " Bir saatten fazla dayanamayız, Merkez." Dedi. Daha sonra biraz daha bekledi ve duymuş olduğu sözcüklerle, " Emredersiniz, Merkez." Dedi ve son kez bana baktı. Bir daha da bir şey demedi ama gözleriyle çok şey anlattı.
Bana güveniyordu ve yemin ederim ki, o güveni boşa çıkarmamak için her şeyi yapacaktım. Yüzbaşı da hızla arkasını dönüp gittiğinde, Oya'ya bakan Azmi ve Behlül'e döndüm. " Siz yerinizi alın. Gerekmedikçe de yanıma gelmeyin. Eğer bir şeye ihtiyacım olursa, size sesleneceğim." Dedim. Onlar hızla başını sallarken, " Gerçeği burada da ne bulabileceksem." Deyip onlara arkamı döndüm ve acı ile haykıran Oya'ya dönüp, " Eğer başaramazsam, beni affet Oya. Çocuğun için elimden geleni yapacağım." Dedim ve onun bacaklarının önüne oturup derin bir nefes aldım. Bana bakan Asena'ya, " İhtiyacımız olacağını zannetmiyorum ama, sana bastır dediğimde, Oya'nın karnına hafifçe bastırmanı istiyorum." Dedim.
Asena yutkunarak bana baktığında, " Korkma, bir şey olmayacak." Dedim, lakin kendi umudum bile çok düşüktü. Karna baskı uygulamak tehlikeliydi, çünkü yırtılma oluşabiliyordu. Lakin anne yeteri kadar ıkınamadığında, bebeği doğurtabilmek için bunlar da şarttı. Üstelik burada Forseps ve Vakum'da yoktu. Bebeği dışarı çekebileceğim her hangi bir şey yoktu. Üstelik ters mi geliyordu yoksa normal mi, bunları bile bilemezken, onu nasıl doğurtacağımı hiç bilmiyorum.
Adem'e dönüp, " Onun elini sakın bırakma. Gerekirse elini ısırmasına izin ver." Dedim. Zira onun haykırışlarını susturabilecek tek şey, onun kolu olurdu.
Bakışlarımı Oya'ya çevirdim. Terlemekten sırılsıklam olan siyah saçları, kanlı yüzüne yapışmıştı. Adem'in elini ise o kadar sıkı tutuyordu ki, parmak boğumları bembeyaz olmuştu. Kafamdaki miğferi çözüp kenara bıraktım. Bu sırada Oya, bir kez daha haykırdığında, hızla onun bacaklarını aralayıp eteğini dizlerinin üzerine kadar çektim. Altındaki iç çamaşırını da zorlukla çıkarıp kenara koydum. Normal şartlarda bu tiksineceğim bir şeydi, lakin söz konusu bir anneyken, tiksinmek gibi bir durumum yoktu. Hızla Adem'e döndüm ve, " Kazağını ver!" dedim. Ne dediğimi sorgulamadan, hızla üzerindeki siyah kazağı, kısa bir an Oya'nın elini bırakarak çıkarttı ve bana verdi.
Adem'in verdiği kazağı, Oya'nın bacaklarının arasındaki kumluk bölgeye yerleştirdim ve bebeğin geleceği kısma baktım. Bebek yuvası yavaş yavaş büyümeye başlamıştı. Bakışlarımı Oya'ya çevirdim ve, " Biraz daha ıkın güzelim." Dedim. Oya bir kez daha haykırdığında, üzerimdeki korku ve heyecanla bebek yuvasına bakmaya başladım. " Daha kuvvetli Oya !" Diye seslendiğimde, " Ah !" Diyerek haykırdı. Bu kolay olan bir şey değildi, bundandır ki bebek yuvası kolay kolay genişlemiyordu.
En fazla dört santim açılmış olan rahim ağzının, biraz daha açılması gerekiyordu. Zira bebeği şuan erkenden doğuyordu. Normal şartlarda on santim kadar açılması gereken rahim ağzının, şuan ne kadar açılması gerektiğini hiç bilmiyordum. Normale göre biraz daha küçük doğacaktı, bundandır ki, rahim ağzının ne kadar açılması gerektiğini bilmiyordum.
" Biraz daha ıkın güzelim. Ne olur ?" Dediğimde Oya bir kez daha haykırdı. " Ikınmaya devam et. Ikın ki, şu güzel bebeğini görelim." Dediğimde Oya ağlayarak haykırmaya devam etti. Onun bu haline ben de göz yaşlarımı akıtırken, bir kez daha rahim ağzına baktım. Biraz daha genişlemişti.
Oya'yı sakinleştirmek adına, " Cinsiyeti ne bebeğinin ?" Dediğimde, Bir kez daha haykırıp, " Kız !" Dedi ve ıkınmaya devam etti. Bakışlarımı Oya'dan çekip tekrar bebeği kontrol ettiğimde, kafasının çıkmasına çok az kaldığını gördüm. Heyecanla atan yüreğimle birlikte, dudaklarımdaki tebessümümle, " Adını ne koyacaksın peki ?" Dedim.
Büyük bir haykırışla ıkınan Oya, " Arya!" Diyerek haykırdı. Bir kez daha bebeği kontrol ettiğimde, son birkaç ıkınmaya ihtiyacı olduğunu anladım. " Anlamı ne peki ?" Dediğimde, Oya'nın haykırışları giderek arttı. Bundandır ki bana cevap veremedi. Adem ve Asena ikimize de korku ve endişe ile bakarken, Azmi ve Behlül'ün arkamızdaki korku dolu bedenlerinin varlığını hissedebiliyordum.
Hızla elime eldivenlerimi geçirdim ve kafası hafiften çıkan bebeğe doğru elimi uzattım. " Daha güçlü ıkın Oya !" Dediğimde, Oya bu kez öyle güçlü haykırdı ki, bebek biraz daha çıktı, doğacağı ana rahminden.
Elimle bebeği tuttuğumda, ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece dürtülerim ve izlediğim birkaç doğum ânına göre hareket ediyordum. " Biraz daha ıkın Oya." Dediğimde, ıkınmaları kesilmeyen Oya, bir kez daha kuvvetle ıkındı. Bu sırada göğe bakarak ağlayan Adem, bir avucunu açmış yaradana dua ediyordu. Aynı şekilde, Asena'da dua ediyordu.
Oya'nın ıkınışları eşliğinde, bebeğin kafası tamamen çıktı. Bunu gören yüreğim heyecanla attı ve yüzümde kocaman bir gülümsemeyle, " Az kaldı güzelim, dayan! Birazdan alacaksın bebeğini kucağına." Dediğimde, Oya'nın ağlayışları daha da arttı. Aynı anda ıkınışlarına devam ederken, artık bitap düşmüş durumdaydı. Bunu fark ettiğim anda, direkt Asena'ya döndüm. " Bastır !" Dediğimi duyduğu anda, hafifçe Oya'nın karnına bastırdı. Oya'nın haykırışı hepimizin kulağını doldururken, aynı anda silah seslerini de duyuyorduk.
" Ikın güzelim, son bir kez daha, lütfen !" Dediğimde Oya son gücünü de kullanarak güçlü bir şekilde ıkındı ve bebek avuçlarım arasına yerleşti. Ellerim arasındaki kanla kaplı bebeğe baktığımda, yüreğimde bir şiddet, vücudumda bir heyecan kol gezdi.
" Doğdu Oya." Dedim yüzümdeki sersem gülümsemeyle. Adem'e döndüm. " Doğdu." Dedim ve art arda gözyaşlarım yanaklarımdan aktı. Adem sevinç dolu bir narayla gökyüzüne haykırdığında, hepimiz gözlerimizdeki yaşlarla ona baktık. Bebeği kucağıma doğru çektiğimde, çıplak bedenindeki masumluğa baktım. Aynı anda yere düşen bir şeyin sesini duyduğumda, bakışlarım sağ tarafımı buldu.
Azmi bayılmıştı.
Ona şaşkın şaşkın bakarken, yüzümüzdeki gülümsemeyle gülmeye başladık. Lakin bir şey eksikti. Mutluluğumuzun tam olmasını sağlamayan bir şey vardı ve bunu benim gibi fark eden Behlül, " Neden ağlamıyor ?" Dedi. Yüzündeki gülümsemesi anında solan Oya, gözlerindeki korkuyla bana baktı. " Bebeğim." Diyerek ağlamaya başladığında, her birinin suratındaki gülümseme anında soldu ve korkuyla bana baktılar.
Bakışlarım bebeği bulduğunda, gözleri kapalı bir şekilde durduğunu gördüm. Küçük bedeninde nefes almaya dair bir iz bulamadığımda, gözlerime dolan yaşlarla ağlamaya başladım.
Başarısız olmuştum.
Gözlerimden yaşlar art arda akarken, Oya'nın acı dolu haykırışı bütün mağarayı inletti. Bu seferki haykırışı bebeğini doğurmak için değildi, bebeğini kaybedişi içindi. Kucağımdaki bebeğe bakarak ağladığımda, " Bebeğim !" Diye haykıran Oya'nın sesiyle, yüreğime bir taş oturdu sanki.
Bir anneyi evladından ayırmıştım.
Üzerime binen ağırlıkla ağlamaya başladığımda, umudu hâlâ kesilmeyen Behlül, " Durun !" Diye bağırdı. Gözlerimdeki yaşlarla ona baktığımda, " Ağlamayın hemen !" Dedi ve yanıma kadar geldi. " Filmlerde hep böyle sahneler olur ?" Dediğinde, yaşlı gözlerimle ona baktım. Asena'da tıpkı onun gibi yanıma geldi. " Evet, doğru söylüyor." Dedi. Adem ve Oya gözlerinden akan yaşlarla bize baktıklarında, Behlül ve Asena'nın ne demek istediğini anladım.
" Unuttum !" Diye haykırıp, üzerimdeki son umut parçasıyla, " Son aşamayı unuttum !" Dedim ve bebeğin minik ayaklarından tutup, onu aşağı sarkıttım. Hemen ardından poposuna bir kere vurduğumda, çıkmayan sesiyle, bana bu umudu yükleyen Behlül ve Asena'da, tıpkı benim gibi umutsuzluğa düştü. Oya bir kez daha, " Bebeğim !" Diye haykırdığında, aynı anda mağaranın içinde ince bir çığlık, bir ağlama sesi duyuldu.
Bakışlarım hızla bebeğe döndüğünde, tiz bir çığlıkla ağladığını gördüm. " Bebeğim !" Diye haykıran Oya, bu sefer sevinç dolu bir nara atmıştı. Aynı anda Adem'in de sevinç dolu narası kulaklarımızı doldurduğunda, bebeği hızla bacaklarımın üzerine koyup, önce kolumdaki bandajı açtım. Hemen ardından da üzerimdeki önlüğü çıkarıp, bacaklarım üzerindeki bebeği önlüğe sardım ve kucağımda hafif sallayarak ayağa kalktım.
Bebeğini gören Oya, sevinç gözyaşlarıyla ağlarken, adımlarımı ona yönelttim. Yanı dibine geldiğimde, bana doğru kaldırdığı kollarına bebeğini bıraktım.
O Adem'in göğsündeydi, bebeği ise onun göğsünde. Bebeğini kaldırdı ve kanlı olmasını umursamadan, kokusunu içine çekti. Bir kez daha ağlamaya başladığında, kafasını kaldırıp Adem'e baktı. Adem ise onu alnından öpüp bana döndü. " Teşekkürler, Laçin." Dedi ve gözlerindeki yaşlarla, bana ne kadar minnet duyduğunu gösterdi. Aynı anda Oya'da, " Bebeğimi kurtardın." Gözlerindeki yaşlar sular seller gibi akarken, " Ona senin adını vermek istiyorum." Dedi.
Ben şaşkınca ona bakarken, o bebeğinin kulağına eğilip, " Senin adın bundan sonra Arya Laçin, miniğim." Dedi ve kuru dudaklarını, bebeğinin kanlı alnına dokundurdu. Bu görüntü gözlerimin dolmasına neden olurken, benim çekemediğim içli nefesi çeken Behlül'e döndüm. Yüzündeki tebessümle, gözlerindeki hayalle Asena'ya bakıyordu. Asena'yı, bir gün böyle görmek istediğine emindim.
" Doğdu mu !?" Diye haykırıp içeri doğru koşan Tarık abiyle, hepimiz yüzümüzdeki tebessümle ona döndük. Önce bana ardından kucağında bebeğiyle duran Oya'ya baktı. " Allah !" Diye haykırıp, en yakınında olan bana sarıldı.
" Biliyordum be !" Diye haykırıp bir sevinç narası daha attığında, beni alnımdan öptü. Daha sonra hızla Adem'in yanına gidip, " Hayırlı olsun, Kardeşim." Dedi ve ona sarıldı. Adem, çıplak göğsündeki yaraya rağmen, acılarını umursamadan, sevincini paylaştı Tarık abiyle.
Sırasıyla, timdekiler ve tanımadığım bir grup daha içeri girdiğinde, hepsinin suratında birer gülümseme vardı. Zira bu bebek, normal bir bebek değildi. Çatışmanın göbeğinde doğan, mucizevi bir bebekti.
Yüzbaşı'nın bakışları bana döndüğünde, yüzündeki maskeyi çıkardığını gördüm. Çıkardığı maske sayesinde, yüzündeki geniş gülümsemeyi görebiliyordum. Zira o olmasaydı, ben böyle bir işe asla kalkışmaz, o bebeği de doğurtamazdım. Bana olan güveni, bana güç vermişti. Onun sayesinde bunu yapabilmiştim.
" Sen bunun ebesi mi oldun şimdi ?" Diyen Cümali, şaşkın şaşkın Oya'nın kucağındaki bebeğe bakıyordu. " E kızım sen hemşireliği bırak, direkt ebe ol." Dedi. Birkaç kişi ona gülerken, ben göz devirdim. " Çok istiyorsan sen ol." Dedim. Birkaç kişi bu dediğime kahkaha attığında, ben çok ciddiydim.
Bebek doğduğundaki hislerim çok garipti. Zira o mucizevi anın gerçekleşmesine yardımcı olmak, benim için asla unutulmayacak bir andı. Lakin bir daha bunu yapabilir miydim, sanmıyorum.
" Bebeğim ve karımı kurtardığın için, teşekkürler Laçin. Sana artık bir can borcum var." Diyen Adem, yüzündeki pişmanlığı gizleyemiyordu. Yüzüme buruk bir gülümseme yerleştirip, " Senden tek isteğim, eşine ve çocuğuna iyi bakman. Bana can borcun falan yok." Dedim. O ise bana gülümsedi, lakin bir şey demedi.
" Lan buna ne olmuş ?" Diyen Omar'la birkaç bakış ona döndü. Ayağının ucundaki Azmi'yi dürtüklüyordu. Onu gören Behlül gülerek, " Bebeği gördüğü gibi bayıldı ödlek." Dedi ve güldü. Onun bunu söylemesiyle, birkaç kişi daha güldüğünde, hepimizin suratında, sanki bu an hiç silinmeyecek, hep böyle kalacakmış gibi bir ifade vardı. Umuyordum ki hep böyle kalırlardı, kalırdık.
" Sana başaracağını söylemiştim, Gece Okyanusu." Kulağımın dibinde hissettiğim sıcaklıkla, bakışlarımı sol yanıma doğru çevirdim. Yüzbaşı hemen yanımda, gözlerindeki gururla bana bakıyordu. Aynı şekilde ona gülümsedim ve, " Teşekkür ederim." Dedim. O ise, " Ne için ?" Dedi. Etrafa şöyle bir baktığımda, herkesin Adem ve bebeği ile ilgilendiğini gördüm. Bundandır ki, kuşkuya düşmeden ona doğru döndüm ve, " Bana güvendiğin için." Dedim. O da tıpkı benim gibi etrafa şöyle bir baktıktan sonra, üzerime doğru eğildi. Ben daha ne olduğunu algılayamadan, alnımdan öpüp geri çekildi.
Yanaklarım kızarmaya başladığında, ne yaptığını idrak etmeye çalışıyordum. Yüzüme bakıp, afallamış ifademle güldüğünde, ben hâlâ şok olmuş vaziyette ona bakıyordum.
" Beni öptünüz." Dedim, mayışmış bir ses tonuyla. O ise, eğlenen surat ifadesiyle, " Alnından öptüm," dedi ve daha sonra dudaklarıma bakıp, " İstersen dudaklarını da öpebilirim." Diyerek, gözlerindeki istekle önce dudaklarıma daha sonra gözlerime baktı. Şaşkın şaşkın ona bakarken, neden bu kadar açık sözlü biri olduğunu sorguluyordum.
" Sapık Komutan." Dedim ve yüzümdeki gülümsemeyle yönümü Adem ve ailesine çevirdim. Bu dediğimi duyan Yüzbaşı ise, " Sadece sana, sapık Komutan." Dedi. Bu dediğini sorgulamadan, yüreğimdeki sevinçle gülümsememi büyüttüm.
Zira bugün benim için bol aksiyonlu ve bir o kadar da mucizevi bir gündü. Bugün kurşunların çatıştığı bir ortamda, bir bebeği, bir canı dünyaya getirtmiştim. Zira bugün bir yerlere not edilmeliydi. Çünkü hem kaybı ve başarısızlığı, hem de mutluluk ve heyecanı iliklerime kadar hissettiğim bir andı. Arya Laçin bebeğin doğumu, benim için mucizevi bir gündü. Hiç şüphesiz buradaki herkes için öyleydi.
Bakışlarım her birinde gezindiğinde, bir gün bu aileden ayrılmak zorunda kalacağım gerçeği yüzüme çarptı ve yaşadığım sevinç boğazımda kaldı.
Bir gün gelecekti ve her biri bana sırtını çebirecekti.
🇹🇷
Yeni bölümde görüşürüzz...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.66k Okunma |
1.29k Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |