16. Bölüm

15: Bu Benimki Sevda Değil

sema
erlsema

12 YIL ÖNCE

​​​

" Baba." Diyen Laçin, babasının çalışma odasının kapısına iki kere vurmuştu. " Müsait misin, babacım?" Bir kere daha seslendi lakin ses gelmedi. Bu durum kafasını karıştırdığı için, kapı kulpundan tutarak kapıyı açtı ve ilk önce kafasını içeri doğru uzattı. Babasını pencere önünde otururken gördüğünde, dalgın olduğunu fark etti.

İçeriye girip kapıyı ardından kapattığında, babası kapı sesini duymuş ve o tarafa doğru bakmıştı. " Kapıyı çaldım ama duymadın sanırım, babacım." Aker, yarın Binbaşı terfisini alacaktı, lakin içinde garip bir burukluk vardı.

Tim dağılacaktı.

Yıllar evvelsinde, dağlar boyu aranan, kırmızı listedeki adamlardan birini yakalamaları için kurulmuştu bu tim. Ve yaklaşık bir ay önce de o kişi yakalanmış, adalete teslim edilmişti. Lakin bu adam adalete teslim edilene kadar, iki şehit vermişti Öktem Timi. Önce Teğmen Emin Doğan'ı şehit vermişlerdi.

Yıl 2007, aylardan Haziran, günlerden bir Pazar gecesi. Yine dağlarda oldukları bir gün, yerlerin kan bulandığı bir gece vaktiydi. Kurşunlar havada uçuşuyor, bedenler bir bir yerlere seriliyordu. Öktem Timi, nihayet kaçırılan arkadaşlarının nerede olduğunu bulmuştu ve hayırlısıyla onu oradan sağ çıkaracaklardı.

Yapamadılar.

03.06.2007 tarihinde, Şehit Teğmen Emin DOĞAN, üzerini Al bayrağın süslediği bedeniyle birlikte, o mağaradan çıkarıldı.

Ve birkaç ay öncesinde ise, başka bir arkadaşını şehit vermişti Aker Sağdıç. Bu sefer bir köydeydiler. Lakin yine bir çatışmanın içerisindeydiler. Ve bir bomba vardı. Bir sivile bağlanmış olan bir bomba. Baha Aksakal, bomba imha uzmanıydı. Bu zamana kadar, evelallah tüm bombaları imha etmişti. Yine edecekti. Tim güvendi ona ve onu orada bırakıp, etrafı temizlemeye başladılar.

Lakin Baha, başaramadı.

02.03.2014 tarihinde, Üsteğmen Baha AKSAKAL, bulunan serçe parmağı ve birkaç deri parçasıyla birlikte naaşı kaldırılmıştı.

Arkadaşının acısı yüreğini burktuğunda, hafifçe tebessüm etti. Gözleri şuan belki kızını görüyor gibi görünüyordu, lakin Aker kızına değil, çok uzaklardaki arkadaşlarına bakıyordu...

Derin bir nefesi ciğerlerine çektiğinde, umursadığı şey alacağı terfi değildi. Verdiği şehitlerdi... Çok kan ağlamıştı o gözler, yürekleri paramparça olmuştu. Lakin onlar bir aileydi. Birinin mutluluğu hepsinin sevinci, birinin kederi hepsinin derdi olmuştu. Hepsi birbirinin kardeşi, can yoldaşıydı. Ve yarın dağılacaklardı...

Elbette dostukları devam edecekti. Hep birbirlerinin yanında olacak, dostluklarının temelini koruyacaklardı. Lakin artık dağlarda birbirlerine sırtlarını yaslamayacaklardı. Birbirleriyle dalga geçip, teker teker indiremeyeceklerdi o kansızları. Her başarıda bir meze kurup, bağırlarını yakan türküleri dillendiremeyeceklerdi.

Elbet dost kaldıkları müddet bir meze sofrası kurabilirlerdi. Lakin kurdukları sofranın şerefi, aynı olmayacaktı.

" Babacım." Diyen kızının sesini duyduğunda, daldığı yerden gözlerini çekip tekrardan kızına baktı, Aker Komutan. " Gel, kızım." Diyerek kollarını araladı kızına. Laçin tebessüm ederek babasının yanına geldi ve güvenli limanı olan babasının kolları arasına girdi.

Aker için bu kız çocuğu, ilk andan evvel onun kızıydı. O mağara köşesinde, yüzü tanınmayacak hâlde bulduğu kızı gördüğü ilk anda, kızı belledi. Çünkü Aker bilirdi ki bu soysuzlar en çok, Vatanına sahip çıkanları perişan ederdi. Elbet diğer çocuklarda da büyük yaralar vardı. Lakin bu kız çocuğu... Bu kız hepsinden daha beter durumdaydı. O kızı mâbedine saklayıp çıkardı o mağara köşesinden. Tedavi ettirdi, günlerce baş ucunda durdu. Sonra çocuklar ailelere teslim edildiğinde, bir baktı ki bu kız ve yanında iki çocuk öylece duruyor.

Her bir çocuk annesine, babasına koşarken, bu üç çocuk birbirlerinin ellerini sıkıca tutmuş sessizce gözyaşı döküyordu.

Aker, o an anladı bu üç çocuğun kimsesiz kaldığını.

Sonrasında araştırdı tabi, elbet Laçin ve diğerleriyle de konuştu. Onlara göre, o çocuk aklıyla onlar sadece komşuydu. Lakin yalnızca komşu değillerdi. Onların kaldıkları evler, birer Lojmandı. Laçin, Omar ve Maysa'nın babası birer Asker'di. Lakin o küçücük yaşta bunu bilemeyecek kadar çocuklardı.

Babaları katledildi, anneleri ise önce tecavüz edildi, ardından parçalara ayrıldı. Bu üç küçüğe de bunlar izletildi...

Usulca okşadı bu güzel kızın saçlarını. Hâlâ da bilmiyordu öz babasının asker olduğunu, Aker bunu gizlemeye çalışıyordu.

Başarmıştı da... Laçin, öz babasının asker olduğunu hiçbir zaman bilmedi...

" Bir sorun mu var, kızım?" Dedikten sonra kızının saçlarına küçük bir öpücük bıraktı. " Sana danışmak istediğim bir konu var, babam." Dedikten sonra kafasını babasının göğsünden çekip gözlerine baktı. Aker, kızının ona ne danışacağını merak ettiği için hafif çatık kaşlarla bakıyordu. " Söyle, kızım." Laçin babasından uzaklaşıp, derin bir nefes aldı. " Asker olmak istiyorum." Aker, olduğu yerde çakılı kalırken, öylece kızına bakakaldı.

Laçin ise babasının ret edeceğini düşünerek hemen ikna çabalarına girdi. " Çok istiyorum, baba. En az senin kadar iyi bir asker olup, Vatan'ımı korumak istiyorum. Bu benim boynumun borcu... Lütfen, babacım... Beni ret etme, hayallerimi elimden almış olursun." Gözleri hızla dolan Laçin, tam bir kez daha ağzını açacaktı ki, Aker yüzündeki tebessümle, " Kızımdan da en az bunu beklerdim." Dedi. Bu sefer kalakalan Laçin olmuştu.

Babası ona destek mi çıkıyordu?

" Baba, ciddi misin?" Dediğinde, Aker'in düşündüğü tek şey, bu Vatan gözlü kızın, bilmeyerek öz babasının da izinden gittiğiydi... Aker'in göğsü gururla kabardı. O an emindi ki, eğer bunu duyan öz babası olsaydı, onun da göğsü gururla kabarırdı. Laçin, iki babasının da izinden gidiyordu. Tam ona yakışacak şekilde...

Vatan'a bir evlat yetişti. Adı yoktu, Sanı yoktu. Millete bir evlat yetişti, kimi kimsesi yoktu. Sancağa bir evlat yetişti, yurt ona ' Asena' dedi. Tanındı, kimi kimsesi oldu, artık bir adı da lakabı da vardı. O, ' Atmaca' idi. Dağlarda yol gezen, gözü kanlı bir Atmaca...

 

🇹🇷

 

OLAYDAN BİRKAÇ SAAT ÖNCE

Laçin Sağdıç

Bir haftadır doğru dürüst bir şey yemiyordum. Her yemek yemeye kalkıştığımda midem önümdeki yemeği kabul etmiyordu. Daha ağzıma alamadan, midem bulanıyordu. İki üç kere Omar ve Behlül'ün zoruyla ufak tefek bir şeyler yemiştim. Lakin onların hemen ardından da istifra etmiştim.

Midem bozuktu.

Sebebi ise, hiç şüphesiz yüreğime namlusunu yaslayan adamdı.

Bana ' Git ' dedi. Kalbinin kapılarını bir bir suratıma çarptı. Rüzgârıyla savruldukça savruldum ve kendimi bir anda yere çakılı buldum.

Tuğrul'un canımı yakacağını biliyordum, bilmeme rağmen bunu yapmasına izin verdim.

İçime çektiğim derin nefesle birlikte, gözlerimi sabitlediğim fayans döşemeli yerden kaldırdım. " Bir sıkıntı mı var?" Dilruba'nın sesini duyduğumda, bakışlarımı ona çevirdim. Ah, doğru. Dilruba... Şu yeni gelen doktorumuz, Dilruba idi. Benimle aynı yaştaydı. Buğday tenli, sipsiyah saçlara ve bal rengi gözlere sahipti. Yüzünde ise, yanakları ve burnunu kaplayan çilleri vardı. Ve öğrendiğim kadarıyla, Cümali gibi Vanlı'ymış. Tabi bir de aşiret kızı...

Sırf ailesinin baskısından kurtulmak için buraya geldiğinden bahsetmişti. Anlattığına göre bir beşik kertmesi varmış. Daha adamın kim olduğunu bile bilmeden, Dilruba'yı onunla evlendirmeye çalışıyorlarmış. E malum, bizim kızda dayanamayınca buraya tayin almış. Geçen ayda gönüllü doktor başvurusu yapmıştı. Bir haftadan beridir ise burada çalışıyordu. Onun burada olması bana çok iyi gelmişti. Yüküm bir tık olsun azalmıştı.

Üstelik kafam dopdoluydu ve timdeki kimseyle konuşamıyordum. Yani Omar ve Behlül dışında. Dilruba'nın burada olması, bu yüzden güzeldi. Kafamı dağıtıyordu.

Ne mi olmuştu?

Son dakika değişen kararın üzerine, Mit yeni bir tebrikat göndermiş ve Ajan olduğumu değil, sadece eski asker olduğumu bilmelerini istemişti. Böyle bir şeyi neden istemişlerdi, aklım almıyor. Lakin onlar ne isterlerse, onu yapacaktım. Bunun dışında da önümüzdeki ay tüm timler ve ajanlar toplanacaktı. Lakin ajanlar, benim ajan olduğumu söylemeyecekti. Bu bilgi, yalnızca ben ve Binbaşı arasında kalacaktı. Eh tabi bir de gelecek olan Ajanlar'da.

Destan Tim'inin bana o gün inanmadığı gibi, Kopuk'ta inanmadı. Omar ve Behlül aksini iddia ederek yanımda durmuştu. Bu beni o kadar mutlu etmişti ki... İlk kez birileri bana güveniyordu, babam dışında olan birileri... Bu çok güzel bir histi. Belki de Destan'ın beni vaktinde hain kabul ettiği gibi, Kopuk'ta da vardı beni hain ilan edenler... Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, her biri o gün gerçeğimi öğrendiğinde. Omar'ın revire girip tek kelime etmeden beni kolları arasına alıp sarılışıydı.

Sonrasında anlamıştım ki o perişan hâlimle beni sorguya aldıkları videoyu izlemişti...

Onun ardından Behlül geldi, elinde iki çikolata vardı. Birini bana uzattı, diğerini kendi yedi. Bir şey demedi, lakin yaptığı jestle bana olan inancını gösterdi. Akşama kadar da bir daha kimse gelmedi. Omar ve Behlül yatakhanelerine giderken, Dilruba'da kendi evine gitmişti. Ben ise revirde öylece oturuyordum. Önce kapı çalındı, hemen ardından Tarık abi göründü. Geldi yamacıma, önce beni mâbedine yaslayıp, saçlarımın tepesinden öptü. Özür diledi, bana kalkan her el için. İşte o an, ben gözyaşlarımı dökerek, içli içli ağladım Tarık abinin göğsünde.

O bana sordu, ben konuştum. Hiçbir kelimemi yalanlamadan, saçlarımı okşayarak dinledi beni. En sonunda da alnımdan öpüp, ' Abin sana inanıyor, güzelim.' dedi ve beni orada uyuttuktan sonra gitti.

" Hey, kimeyim!" Diyen sesi duyduğumda, bir kez daha dalmış olduğumu fark ettim. Bakışlarım direkt Dilruba'yı bulduğunda, ona tebessüm ettim. " Kusura bakma, dalmışım." Dedim ve oturduğum yerden kalktım. " Bana pek öyle gelmedi ama hayırlısı." Hiç çekinmesi olmayan bir kızdı. Ortama da çabuk uyum sağlıyordu. Bana olan yakınlığı da bundandı. Burada elbet kadın askerler vardı, lakin onlarda en az erkekler kadar sert olduğu için bana kalmıştı. Sanki ben pamuk şekeriyim anasını.

" Ay, bak sana ne diyeceğim." Diyerek yanıma geldi ve koluma girip, beni tekrardan kalktığım yatağa oturttu. Kendisi de oturduktan sonra, bal rengi gözlerini kırpıştıra kırpıştıra bana baktı. " Ben evimde tek kalıyorum ya hani." Dedi sondaki ' i ' harfini uzatarak. Gözlerimi kısarak ona baktığımda, " Tek yaşamak çok sıkıcı, zaten uzun zamandır ev arkadaşı arıyorum. Revirde kalacağına, gel bende kal." Dedi.

Sanırım beni evsiz zannediyordu.

" Benim de bir evim var ama evime gitmek istemiyorum, bu yüzden burada kalıyorum Dilruba." Deyip, kolumu kolundan kurtardım. " Olsun, hem bak iki can beraber olursak sıkılmayız da. Ben tek başıma patlayacak gibi oluyorum." Dedikten sonra gözlerini belertti. " Evlen, tek kalmazsın." Diyerek alay ettiğimde, sağ elini omzuma vurdu. Vurduğu yer sızlayınca yüzümü buruşturarak omzuma baktım. " Elinde ağırmış." Diyerek omzumu sıvazladığımda, " Kürt eli, elbet ağır olacak." Diyerek saçını savurduğunda, bunu gülmem için yaptığını biliyordum. Lakin yine de içimden hiç gülmek gelmiyordu.

" Eli ağır olan kadınlar çabuk dul kalırmış, söyleyeyim şimdiden." Deyip hafifçe sırıttığımda, bana göz devirdi. Dul kalmak gram umurunda değildi, çünkü evlilik gibi bir planı yoktu.

Bu bana çok tanıdık geldi.

En azından Tuğrul ile tanıştığımda, bu tabum yıkılmıştı. Şimdi ise yepyeni bir duvar örülmüştü ve bu duvar, çimento ile kat kat kaplanmıştı. Bir daha yıkılmasına izin vermeyecektim.

" Batıl inanç hep bunlar." Deyip sağ elini şöyle bir havada salladı. Daha sonra yataktan kalkıp, revirdeki su damacanasından, bir bardak su doldurup içti. Ben onu izlerken, o da suyunu bitirip bardağını çöpe attı ve tekrar gelip yanıma oturdu.

" Duyduğuma göre Kopuk Tim'inin içindeymişsin." Diyerek bana baktığında, karşımda az önceki kız yoktu. Kaşlarım hafif çatılırken, " Artık değilim." Dedim ve bakışlarımı başka yöne çevirdim.

Hain'i bulmuştum ve görevim bitmişti. Yakında buradan ayrılacaktım. Tabi öncesinde, Ajanlar ve timleri birleştirecektim. Bunu yaptıktan sonra ise, hayatlarından çıkacaktım. Hiç girmemiş gibi...

Artık tek görevim, Tüm tim ve Ajanları birleştirene dek, burada sıradan bir sağlık personeli olmaktı. Gelen askerlerin yarasını tedavi ediyor, boş vakitlerimde ise oturup kitap okuyordum. Ve tabi biraz da düşüncelere dalıyordum... Yakın zamanda Askeriye'de kalmayı da bırakacaktım. Kendi evime, ailem kokan yuvama gidecektim. Zira bedenime o kadar acı saplanmıştı ki, dıştan gözükmese dahi ruhumda binbir çeşit yara oluşmuştu. Lakin bu yaralara rağmen, paramparça olmamaya niyetliydim.

Çünkü günü geldiğinde, zaten bir toz bulutuna dönüşecektim.

İçime çektiğim derin nefesle birlikte, içim sızlaya sızlaya oturduğum yerden kalktım. Bir şey vardı yüreğime saplanan, iğne gibi lakin acısı iğne olamayacak kadar ağır bir acıydı... Ne yaparsam yapayım, Tuğrul'un o acımasız sözlerini aklımdan def edemiyordum. Evet, bana neden öyle davrandığını da öğrenmiştim.

Bir hain olduğumu düşünüyordu. Gelip beni bir kere olsun dinlemeden, bana kendi kendine kefen biçmişti. Üstelik o kefenin her bir parçasını, iğneyle derime batıra batıra dikmişti... Canım çok yandı, nasıl yanmasındı? Gözlerinde her zaman sevgiyi hissettiğim adam, o gün bana buz gibi bir kasvetle yaklaştı. Sapladı buzdan hançerini göğsüme, doymadı bir kez daha batırdı.

Bana ' Laçin.' dedi. O bana, ' Gece Okyanusu ' ​​​​​​ Ya da ' Doktor. ' derdi hep. Lakin bir an geldi ki, bana adımla hitap etti. Üstelik bunu canımı acıta acıta yaptı... Ben tam sevgimi kabullenmişken, ona da sevgimden bahsetmek isterken, o geldi buzdan hançerlerini mâbedime batırdı.

Sevda yaşattığı kadar, öldürüyormuş da...

" Ben biraz hava alacağım, Dilruba." Dedikten sonra ona bir daha bakmadan revirden çıktım. Oldum olası insanların bana soru sormasından nefret etmişimdir. Bundandır ki, bu sorunun ardından gelecek soruları tahmin edebiliyordum. Ve sırf o soruları duymamak için buradan kaçıyordum.

Revirden çıktığım gibi, direkt dışarıda, her zaman oturduğum bankta oturdum. Cebimden sigaramı çıkartıp, bir dalı dudaklarımın arasına aldım ve yaktım.

Şu son bir haftadır, çok sık sigara içmeye başlamıştım.

Sigaradan bir zehri ciğerlerime çektiğimde, bakışlarım önümdeki ağaçtaydı. Öyle pek bir özelliği yoktu, sıradan bildiğimiz bir ağaçtı. Şimdi elimde olsa, bu ağacı tasvirleyerek size birçok şey anlatabilirdim. Lakin aklım o kadar doluydu ki, hiçbir şeyi betimleyecek takatim yoktu. Bırakın betimlemeyi, düşünmeye bile mecalim yok.

Bacaklarım hafif aralık bir şekilde, bakışlarımı ağaçtan çekip önümdeki toprağa baktım. Hiçbir sebep olmaksızın, öylesine baktım. Bir dalgınlık vardı ki üzerimde, ne zaman bir yere baksam, gözlerim dalıp gidiyordu. Kültürümüzde bu, ' gözün yol çekiyor' olarak adlandırılırdı. Yani gözlerin bir yere dalması demek, beklediğin biri olduğu mânâsına geliyordu.

Beklediğim kimse yoktu.

Bir hafta öncesinde olsaydık, tereddüt etmeden yüreğimin dillendirmek istediği ismi dile getirirdim. Lakin yüreğim tuzla buz olmuş vaziyetteyken, ikinci bir kalp kırıklığını kaldıramazdım.

İlk kalp kırığım, Hakan tarafındandı. O beni sevdi, ben sevgisine karşılık verdim. Ve sonra bir gün geldiğinde, üzerime koca bir yükü atıp beni öylece kalakaldığım yerde bırakmıştı.

Bana hain damgasını vuran, sevdiğim adamdı.

İkinci kalp kırığım ise hiç şüphesiz, Tuğrul'du. Ona karşı sevgim yoktu, lakin bir an geldi ve o an hangi andı, inanın bilmiyorum. O anda, ben ona tutuldum. Sevdim, ve sevgimi kendime itiraf etmem çok uzun sürdü. Sonra tam mutlu olacağıma inandığımda, sevdiğimi sandığım adam, üzerime atılan iftiraya inanarak beni sildi.

Beni dinlemeden yargıladı ve üzerime Gece Okyanusu bir kefen dikti. Beni, öyle seviyordu, öyle kefenledi. Ona da en çok bu yakışırdı zaten. Sevdiğini, yüreğinden gelen sözleriyle mezara gömmek.

Sıkıntılı bir nefes aldığımda, kaşlarımı çatarak, sigaradan bir nefes daha çektim ciğerlerime. Lakin bu nefes, diğerlerine göre biraz daha uzun sürmüştü. Ciğerlerime bahşettiğim zehri aynı şekilde dudaklarımdan dışarı saldığımda, elimdeki sigarayı nefretle yere atıp botumun ucuyla ezdim.

İnsanlardan nefret ediyorum.

Hele ki, ' seviyorum ' deyip, sevgisini bir günde silip atanlardan daha çok nefret ediyorum.

Sevgi bu muydu ki? Bir günde silip atılabiliyor muydu, sevgi dediğimiz şey? Öyleyse ben neden bu yarayı silip atamıyorum, unutamıyorum? Tuğrul canımı yakmışken, ben neden onun gibi bir kalemde silemiyorum onu? Yalan mıydı bana olan sevgisi, tıpkı diğerleri gibi... Hiç mi sevmemişti beni... Sevdiğini dillendirirken, yalan mı söylüyordu?

Düşüncelerim tekrar beynimi istila ettiğinde, daha fazla derine inmelerine izin vermeden her birini beynimden def ettim. Gözlerim Alay'ı incelerken, idman yapan askerleri, bançede oturup çay içenleri ve daha nicesini görüyordum. Her biri, mutlu gibiydi. Tabi içlerinde yaşadıkları zelzeleleri bilemezdim. Netice olarak herkes dışarıdan mutluydu...

Bir ağacın altında oturan Alperen'i gördüğümde, ayaklanıp onun yanına doğru ilerlemeye başladım. Şu bir haftada benim yanımda olanlardan biride Alperen'di. Tuğrul ile olan yakınlıklarından dolayı bazı şeyleri öğrendiğini anlamıştım. O da tıpkı Omar ve Behlül gibi, tek kelime etmeme gerek kalmadan benim yanımda olmuştu.

Ben, kardeş diye buna derdim.

Ben, sevgi diye buna derdim.

Yanına vardığımda, tepesinde dikilip ona baktım bir süre. Lakin geldiğimi fark etse dahi, kafasını kaldırıp bana bakmadı. Bakışlarını toprağa dikmiş, hiç oradan ayırmıyordu. Biraz da düşünceli duruyordu. Sanırım bir derdi vardı.

Kendi işlerim ve dertlerimle o kadar ilgilenmiştim ki Alperen ile ilgilenmeye fırsat bulamamıştım. Üstelik biz, çocukluktan beridir arkadaştık. O, Kara Harp Okulu'na gittiğinde ayrılmıştık. Elbet yine görüşüyorduk, lakin o mesleğini eline aldığında, uzun süre görüşemez olmuştuk. Buraya geldiğinde ise, garip bir şekilde muhabbetimiz eskisi gibi değildi.

Sevdiğim herkesi, istemeden kendimden uzaklaştırıyordum. Çünkü beni bekleyen sonu biliyordum...

Geçmişimde olan herkes ile, annemin vefatından sonra bağımı iyice kesmiştim. Evet, amcalarımın her biri beni defalarca kez arayıp evlerine davet etmişlerdi. Lakin yapamazdım, gidemezdim. Ben iki kere yetim kalmışken, iki kere aile acısı çekmişken, oradaki ortamda mutlu olamazdım. Fahri amca, geçenlerde gelip beni buradan almaya çalışmıştı. Lakin Alperen ne hissettiğimi anladığı için babasını ikna etmiş ve Askeriye'den göndermişti.

Bunun için ona minnettardım. Benim gibi olduğu için, beni anlaması hoşuma gidiyordu. Zira beni buradan gerçek anlamda anlayan yalnızca iki kişi vardı. Biri Alperen, diğeri Omar.

" Karadeniz'de gemilerin mi battı, Alp?" Diyerek bende onun yanına oturdum ve toprağa baktım. " Gemi mi battı, başka bir şey mi bilmiyorum." Dedi ve tekrar suskunluğa büründü. Onu neşelendirmek adına, " Ee, hani devamı?" Diyerek dirseğimle kolunu dürttüğümde, bakışlarını bana çevirdi. Yüzümdeki tebessümü gördüğünde, onunda dudaklarında bir tebessüm belirdi.

" Yok be güzelim. Ne olacak devamında?" Diyerek bakışlarını tekrar önüne çevirdi. " Bir derdin var, belli. Bana anlatmak istemiyorsan anlarım, lakin her zaman burada olup seni dinleyeceğimi biliyorsun." Diyerek ona tebessüm ettim ve kafamı omzuna yasladım. O da başını benim başımın üzerine koyduğunda, ikimizde sessizce karşıyı izledik.

Askerler gelip gidiyor, kimisi idman yapıyordu. Biz ise sessizce onları izliyor, çıtımızı çıkarmıyorduk. Duyulan tek şey, aldığımız nefeslerin sesiydi. Belki Alperen şuan bir şey demiyor, suskundu. Lakin şuan içten içe bana birçok şey anlatıyordu, buna eminim.

" O piç için üzülme." Diyen sesini duyduğumda, yine de gıkımı çıkarmadan karşıyı izledim. " Değmez, kardeşim... Seni sevseydi, şuan yanında olurdu. Duyduğu iki üç kelimeyle sana bir kalıp uydurmazdı." Dediğinde, Tuğrul ile olan dostluklarına rağmen şuan ona karşı öfkeli olduğunu anladım. Çünkü Alp, karşımdaki her kim olursa olsun, her zaman benim yanımdaydı.

" Şu hâline bak." Diyerek bir anda beni kendinden uzaklaştırıp vücudumu gösterdi. " Bir hafta da 6 kilo vermek ne demek, Laçin?" Kaşları çatık bir şekilde bana baktığında, gözlerimi kaçırarak başka yöne baktım.

Tuğrul beni iki kere paramparça etti.

İlki, beni dinlemeden, anlamadan ' sürtük ' damgası vurduğu andı.

İkincisi ise, yine beni dinlemeden, anlamadan ' hain ' damgası vurduğu andı.

Ben kimseye bu kadar şans vermemiştim. İnsanları ilk hatasında silen ben, yüreğimi o adamın avuçları arasına bırakmıştım. Üstelik bunu, o beni kırmasına rağmen yapmıştım... Sonra bir gün geldi ki avuçları arasına emanet ettiğim yüreğimi sıktı. Öyle bir sıktı ki, can çekişe çekişe avuçları arasında paramparça oldu yüreğim. Ruhuma ise, bıçaktan keskin lisanıyla yaralar açmıştı.

Ben, mutlu olamayacaktım. Ne zaman ki mutlu olduğuma inansam, hep sevdiklerim tarafından hüsrana uğratılıyordum. Hakan ve Tuğrul... İkisi de beni hüsrana uğrattı. Biri mesleğimden etti, diğeri beni paramparça etti.

Şimdi söyleyin bana, ben onlara hakkımı, sevgimi nasıl helal edecektim?

" Seni tanıyamıyorum." Dediğinde, buğulanan gözlerimi Alperen'e çevirdim. " Nerede o küçücük hatada, her bir hatanın cezasını misliyle veren kız?" Avuçları yanaklarımı kapladı ve, " Sen ya, sen. İnsanları ilk hatasında silen sen, bunu kendine neden yapıyorsun?" Dediğinde, iyiden iyiye dolan gözlerimle, " Çünkü seviyorum, Alp." Dedim gözlerinin içine bakarak. Bunu dile getirdiğim ilk kişiydi, Alp. Ve bu o kadar büyük bir acıydı ki... Ben sevgimi ilk ona dile getirmek isterken, bir başkasına itiraf etmiştim. " Onu seviyorum ve o canımı yakıyor." Diyerek hıçkırdığımda, beni göğsüne yaslayarak kafamı okşadı.

Sözde onun derdine derman olmaya gelmiştim.

O saçlarımı okşadığında, ben sessizce göğsünde dinlendim. Ağlamadım, bağırmadım, sayıklamadım. Sadece suskun bir şekilde dinlendim Alp'in göğsünde. Ağlamanın da, bağırıp çağırmanın da bir manası yoktu. Bunu öğrenmiştim.

Ne oluyordu ki? Bağırıp çağırıyor, ağlıyorduk. Neden? Hadi bir neden aramayı da geçtim, geçiyor muydu yürek sızı? Bağırmak, nefret kusmak bize bir şey sağlıyor muydu? Boğazımızı acıtmaktan gayrı bir şey yapmıyordu. Bize yararı bile yoktu, daha çok zarar veriyordu. Bundandır ki bağırıp çağırmanın da, ağlamanın da, nefret kusmanın da bir manası yoktu.

Lakin yine de insan ağlayabilmeyi diliyor, istiyordu. Yapmayacaktım, ben babamın kızıydım. Biri bana kötü bir söz dediğinde, gider direkt babama söylerdim. Babam da gider haddini bildirdi o kişiye. Şimdi babam yoktu, kendi başımın çaresine bakacak, canımı yakanların canını bir bir yakacaktım.

O benim canımı acıtırken beni dinlememişse, bende onun canını acıtacak ve onu dinlemeyecektim. Onun canının yandığına emin olduğumdaysa, hayatından tamamen çıkacaktım.

Evet, ilk önce her şeyi unutmuş gibi yapacak ve bir mutluluk vaat edecektim. Daha sonra ise onun canını yaka yaka hayatından çıkacaktım. Ben Laçin Sağdıç'tım. Bana her ne yaşatılmışsa, aynısını karşımdakine yaşatmadan bırakmazdım.

Evet, onu seviyordum. Lakin seviyorum diye aptal olmayacaktım. Onun lisanı keskinse, benim de lisanım sert ve keskin olacaktı. Ama günü geldiğinde bunu yapacaktım.

Sen mutlu olduğunu sanacaksın Ganiev, ben ise o mutluluğu senin boğazına dizeceğim. Tıpkı bana yaptığın gibi.

Kafamı Alperen'in göğsünden kaldırıp, yüzüne dudaklarımdaki tebessüm ile baktım. Bir an için dudaklarımdaki tebessümü sorguladığında, içimdeki yangına rağmen tebessümümü büyüttüm. " Zayıflamak istiyordum zaten, iyi oldu." Zayıflamak gibi bir isteğim, hiçbir zaman olmamıştı.

Alperen gözlerime biraz daha dikkatli baktığında, beni tanıdığı için aklımda bir plan olduğunu anladı ve kaşları usulca havaya kalktı. Alperen, Omar ve Behlül yerine, beni sen anla isterdim. " O aklında yine ne var?" Dediğinde oturduğum yerden kalktım ve kalçama yapışan toprak parçalarını elimle silkeledim. " Bilmem, yapacağız bir şeyler." Diyerek güldüğümde, Alperen'de benimle birlikte güldü.

Tam ağzımı açmış bir şey diyecekken, önce kulaklarıma bir el ateş sesi, hemen ardından ise karnımda hissettiğim bir ağrı belirdi. Kasıklarımın biraz üzerinde, hissettiğim ağrıyla öne doğru bükülürken, elim karnıma gitti. " Laçin!" Diye bağıran Alperen'in sesini duyduğumda, boğazıma kadar gelen çığlığımı yutarak ona baktım.

İki dizimin üzerine çöktüğümde, Alperen hemen ayaklandı, lakin bir kurşun sesi daha duyuldu ve sırtımda hissettiğim acıyla, " Ah!" Diyerek haykırdım. Alperen hızla beni kucaklarken, " Bulun o piçi bana!" Diyerek buraya doğru gelen askerlere emir verdi ve beni kucaklayarak revire doğru ilerledi.

Gözlerimin ardı yaşlarla dolarken, daha az önce gülümsüyordum. Şimdi ise acıdan dudaklarımı kıpırdatacak hâlim yoktu. " Dayan güzelim, revire gidiyoruz." Diyen Alp, yüzündeki korkuyu gizleyemiyordu. Lakin dudaklarımdan tek kelime çıkmıyordu, konuşamıyordum çünkü acım vardı. " A-Al" diyecekken diyemedim ve bunun yerine boğazımdan acı dolu bir haykırış döküldü. Alperen'in gözünden bir damla düştüğünde, " Ne olur. Ne olur dayan Laçin. Lütfen, kardeşim." Dediğinde sesi titriyordu.

Tam acıdan bayılacakken, " Sakın, sakın uyuma." Diyerek beni uyutmaya çalıştı, lakin bu acıya daha fazla katlanamıyordum. Hem karnımda hemde sırtımda büyük bir ağrı vardı. " Uyuma güzelim. Uyuma Laçin. Sen çok güçlü bir kızsın. Vaktinde askerdin, başını eğmedin. Şimdi mi eğeceksin? Uyuma, lütfen güzelim." Diyerek benimle konuşuyor ve uyutmamaya çalışıyordu. Onun çabalarını boşa çıkarmamak adına gözlerimi zorlayarak uyumamaya çalıştım.

" Doktor!" Diyerek Alay koridorlarında haykırdığında, gördüğüm birkaç yüz tanıdık gelmişti. " Laçin!" Diyerek haykıran Behlül'ün sesini duydum, hemen ardından da ardımızda koşturan seslerini. " Hemşireye ne oldu?" Diyen Asena'nın sesi hemen yakınımdan geliyordu. " Açın şu kapıyı!" Diye haykıran Alp, beni revire getirmişti. Odanın içerisine girdiğimizde, Dilruba önce bana daha sonra Alperen'e baktı. Daha sonra hızla, " Yatağa yatır!" Diyerek emretti. Alperen beni yatağa yatırdığında, sırtımdaki kurşunun acısıyla bir kez daha haykırdım. " Ah!" Dilruba yanıma kadar gelip hızla üzerimdeki siyah kazağı, elindeki makasla kesrek çıkarttı. Hemen ardından pantolonumun fermuarını açarak karnımdaki yarayı belli etti.

Odaya birkaç tanıdık yüz daha girdiğinde, acı içinde çığlık atmak dışında, başka bir şey diyemiyorum. " Ona ne oldu?" Diyen Cümali de tıpkı Azmi, Behlül, Asena ve Alperen gibi kenara geçti. Acıdan yüzüme kadar kızarmıştım. Bedenim kurşun acısına daha fazla dayanamıyordu. Üstelik zayıfladığım için de bünyem iyice zayıflamıştı. Bundandır ki bedenimdeki ağrıyı çok net hissediyordum.

Dilruba, " Kahretmesin! Uyuşturucu kalmamış." Dediğinde, şansıma bir kez daha küfrettim. " Ne olacak?" Diyen Behlül'ün sesi korkuyla çıktığında, o anda ağlamak istedim. Bana bir şey olmasından korkuyordu. " Uyuşturucu olmadan kurşunu çıkaracağım." Dedi ve eline aldığı aletlerle birlikte yanıma geldi. Gözlerimin içine bakarak, " Dayanmak zorundasın." Dediğinde, başımı aşağı yukarı salladım. Onlar şuan karnımdaki yarayla ilgileniyordu, lakin sırtımdaki yarayı dillendiremiyordum çünkü ciğerlerim ağrıyordu ve ben konuşamıyordum.

Dilruba yaramla ilgilenmeye başladığında, ellerimle çarşafı sıkarak, " Ah!" Diyerek haykırdım. Behlül haykırışımla yüzünü sıvazlarken, Alperen odanın içinde ileri geri gidip geliyordu. Dilruba, elini ne zaman yarama atsa acı içinde kıvranıyor ve sırtımdaki yaranında acısıyla, boğazımdan güçlü bir haykırış çıkıyordu.

O yaramı açtıkça, gözlerimden yaşlar art arda akıyordu. " Ah!" Diyerek bir kez daha haykırdığımda, alnımdan boynuma doğru terler akıyordu. Sadece oralar değil, üst gövdem komple terlemeye başlamıştı.

Canım yanıyordu.

Tam bir haykırışı daha boğazımdan dışarı bıraktığımda, Revir'in kapısı açıldı. Lakin oraya bakacak kadar takatim yoktu. Bundandır ki bakışlarım tavanda, " Ah!" Diyerek bir kez daha bağırdım. Sırtımdaki yara beni zorlarken, gözlerim kaymak üzereydiydi. Dilruba bir kez daha elini yarama götürdüğünde, bakışlarım kapının önünü buldu ve boğazıma kadar gelen çığlığımı boğazımda tuttum.

Tuğrul kapının önündeydi. Sanki ona son kez bakıyormuş gibi bakarken, yaraların acısına daha fazla dayanamadan gözlerimi kapattım. Başım yana doğru kayarken, " Laçin!" Diyen Tuğrul'un haykırışını duydum. Bağırışında, sanki bir kayıbın izleri vardı. Beni kaybediyordu, ve bunun farkındaydı.

" Allah kahretmesin, sırtında da yara var!" Diyen Dilruba'nın sesi, duyduğum son ses olurken, bilincim tamamen kapandı.

 

🇹🇷

 

İKİ GÜN SONRA

Tuğrul Ganiev

Yürek paramparça olurmuşta, sevdiğin ölüm döşeğindeyken nefes alamazmışsın. Aldığın her nefes zehir, haram kılınıyormuş. Bunu anladım. Ben sevdiğimi, yargısız infaz ederken ne kadar da kendim değildim. Nasıl olurda onu dinlemezdim ? Ne biçim bir sevgiydi, benim sevgim.

O kız bir daha suratıma bakmasa, hakkıdır. Her fırsatta sevgisini dile getiren ben, onu dinlemeden yargılamış ve sevgime ihanet etmiştim. Bu ne biçim bir sevgiydi ki, sevdiğimi paramparça etmiştim. Bana da haram olsun, aldığım her nefes.

" Kopuk 4, durum ne?" Diyerek kulaklığa seslendiğimde, Omar'ın " 5 kişi mevcut, komutanım." Dediğinde, sesi buz gibiydi. O da, Laçin'e olanlardan sonra tıpkı Alperen ve Behlül gibi bana tavrını koymuştu. " Temizlemen ne kadar sürer?" Diyerek sorduğumda, " Beş dakikaya temiz, komutanım." Dedi ve hemen ardından kurşun sesleri duyulmaya başladı. " Erli." Diyerek yanımdaki Tarık abiye seslendiğimde, aynı anda dürbünden mağaranın önünü izliyordum. " Emredin, komutanım." Diyen Tarık abinin sesini duyduğumda, bakışlarımı ona çevirdim.

" Büyük kabahat işledim, değil mi abi?" Dediğimde, dudaklarında bir tebessüm belirdi. Elini iki kere omzuma vurduktan sonra, " Sevda budur, komutanım. Sevinçten havalara da uçurur, kanatlarını kırıp uçmanı da engeller " dedi ve tekrar önüne döndü.

Ben, onun kanatlarını kırmıştım, değil mi?

İçime çektiğim derin nefesle birlikte, tekrar önüme döndüm ve silahımı Mağaranın önüne doğru hizalarken, " Tek bir canlı dahi istemiyorum, Kopuk." Dedim ve hemen ardından, Mağaranın önündekileri vurmaya başladım. Ve bir de türkümü dillendirdim.

" Dağlar duman olur." Dediğimde, art arda iki leşi yere serdim. Namlumu yeni hedeflerime doğru yöneltirken, " Çayır çimen olur." Dedim ve aynı anda bir leşi daha yere serdim. Ciğerlerime bir nefes bahşederken, namlumla bir leşi daha yere serdikten sonra, " Benim yâri görmezsem." Dedim ve yüreğim burkula burkula, " Halım yaman olur." Dedim ve boğazımda düğümlenen türküyle birlikte geriye kalan tüm leşleri yere serdim.

O yâr, gelipte bana dese ki ' sevgin yalanmış ' hakkıdır. Bu saatten sonra o bana ne yaşatsa, ne dese hakkıydı. Kabahatlerimin haddi hesabı yoktu. Bir kabahatimi düzeltmeye çalışırken, bambaşka bir kabahat işliyordum ve bu kabahatim hepsinden daha ağır oluyordu.

Timinde yardımı sayesinde, yarım saat içerisinde hedefimize bir adım daha yaklaşmıştık. Mağaranın önü tamamen temizlenirken, saklandığım yerden çıktım ve, " Bölgenin önünü sarın." Dedikten sonra sessiz, sakin ve hızlı adımlarla dağlarda yol gezdim.

Bugün burada iki kişi eksikti. Biri Adem, diğeri Laçin. Adem iki aylık istirahatinden sonra burada olacaktı. Lakin Laçin... O bir daha timin içinde olmayacaktı. Kendi isteğiyle timden ayrılmıştı, benim yüzümden böyle bir istekte bulunmuştu...

Büyük bir kayanın dibine geçip saklandım ve namlunun ucuyla etrafı gözetlemeye başladım. Evet, görünen her bir canlıyı indirmiştik, lakin bazen saklananlarda oluyordu. Tıpkı şuan olduğu gibi. Namlunun ucunu yerde yatan kansıza doğru doğrulttum ve tek seferde vurdum.

Namlunun ucuyla etrafı iyice kolaçan ettikten sonra, saklandığım yerden çıktım ve yine aynı şekilde ilerledim. Mağaraya yaklaştığımda, timle birlikte duvarların kenarlarından geçerek ilerledik. Mağaranın ağzına geldiğimizde, işaret ve orta parmağımı havaya kaldırıp, ileri geri işaret ettim. Bu hareketi yapmamla; Omar, Behlül ve Azmi karşı tarafa geçti. Benim arkamda ise, Tarık abi, Asena ve Cümali vardı.

Birleştirmiş olduğum parmaklarımı içeri doğru hareket ettirdiğimde, Omar, Asena, Tarık abi ve Ben içeri doğru girdik. Diğerleri mağara önünü kollayacaktı. İçeriye girdiğimizde, ikişerli olarak ayrıldık. Ben ve Tarık abi sağ taraftan ilerlerken, Asena ve Omar sol taraftan ilerledi.

İçeride tek bir canlının dahi sesi gelmiyordu. Normal olarak, sessiz davranıyorlardı. Lakin biz varken, sessiz olmalarının da bir manası yoktu. Mağaranın tam ortasına heldiğimizde, içeriye doğru açılan iki kapı gördük. Bunlardan birinin önüne ben, diğerinin önüne ise Omar geçti. Ona verdiğim, olumlu baş hareketiyle, tekmesini kapıya geçirdi ve namlunun ucuyla odaya daldı. Aynısını ben yaptığımda, odanın içrisinin boş olduğunu gördüm. Tarık abi de içeri gelip, eşyaların altına üstüne bakarken, " Komutanım!" Diyen Asena'nın sesiyle birlikte, bu odadan çıkıp diğer odaya girdik.

Odanın ortasında bir sehpa ve sehpanın üzerinde bir dizüstü bilgisayar vardı. Ekranda ise, başlatılmayı bekleyen bir video vardı. Omar'a işaret verdiğimde, videoyu başlattı. Hepimiz ekranda görünen kişiye bakarken, tepkisizdik.

Yüzünde Puşi olan bu kişi, hiç şüphesiz bugün avuçlarımız arasına almak için geldiğimiz kansızdı. Videoda önce gür bir kahkaha sesi duyuldu. " Ey gidi Kaçik Komitan." Diyerek bir kez daha kahkaha attığında, avuçlarımı sıktım. Bu kansızlar, kendi aralarında bana ' Kaçık ' lakabını takmışlardı. Hak etmişimdir ki bu lakabı vermişler.

Bayrağımızı, onların gövdelerinden oluşan dağ yığınına diktiğimizden olabilir.

" Noldi? Bulamadin mi beni?" Diyerek bir kez daha güldüğünde, ekrandaki suratını dağıtmak istedim. " Sizin Atmaca noldi yaw?" Diyen sorusuyla birlikte, kaşlarımı çattım. Aynı anda Omar, " Ne diyor lan bu?" Dediğinde, Laçin'i neden bu muhabbete dahil ettiğini anlayamamıştım. Evet, Asker olduğu dönemde Laçin'in lakabının ' Atmaca ' olduğunu öğrenmiştim. Bunu, Binbaşı'dan öğrenmiştim. Lakin Laçin bu meslekten men edileli, dört yıl oluyordu. Uzun zamandır da dağlara çıkmamıştı, geçen ki operasyon dışında.

Peki bu adam, Laçin'in lakabını bilecek kadar, onu nereden tanıyordu?

" O orospiyi öldüreceğam." Diyen bu puşili pezevengin sesi ciddiye binmişti. Lakin onun sesi, bir kurdun sesinden daha yüksek çıkamazdı. Burada bizler vardık, evelallah korurduk onu. " O iki kurşin hiçbir şey." Dediğinde, kaşlarım hızla çatılırken, avuçlarım yumruk oldu.

İki gündür, tüm araştırmalara rağmen, bir türlü Laçin'i vuran kişiyi bulamamıştık. Şimdi ise, bu adam çıkmış ve bundan bahsediyordu.

Laçin'i vuran bu piçler miydi? Peki neden vurmuştular onu?

" Yillar geçti. Ama ben unutmadım. Abemin intikamini alacağam." Dediğinde, anlayamıyordum. Laçin, bu piçin abisini mu vurmuştu? " Amına kodumun piçi. Sanki seni sağ bırakacağız." Diyen Tarık abi, benden daha öfkeli duruyordu. Omar, " Bırak abi ya, kardeşim indirmiş bunun abi dediği puştu, aklınca intikam alacak. Sanki izin vereceğim, amına koyayım " dediğinde, " Bacım'ın ellerine sağlık. Gidince bir kez daha öpeceğim o alnından." Diyerek Omar'a cevap verdi Tarık abi.

Peki ya Laçin, kimi indirmişti? Bu piçin abisi, kimdi?

" Kaçik Komitan. Hayde görüşürik. Ne de olsa yakinda yanındayim." Diyerek gülen sesinden sonra, ekran karardı ve video bitti. Kaşlarım çatık bir şekilde ekrana bakarken, hem bu piçi yakalayamamış olmanın verdiği öfke hem de Laçin'in yıllar geçmesine rağmen, bu işin içinden kurtulamayışını bilmek, beni sıkıntıya sokmuştu. Evet, elimden geldiğince onu korurdum, lakin ya benim olmadığım bir zamana denk gelirse? Ki yanında Alperen olmasına rağmen vurulmuştu.

Sıkıntıyla nefes aldığımda, " Bilgisayarı da toplayın. Gidiyoruz." Dedim ve arkamı dönerek bu lanet yerden çıktım. Yaklaşık yarım saat sonra uçak gelecekti ve gelen Er'lerle yerlerimizi değiştirecektik. Onlar leşleri her zamanki gibi ülke sınırına bırakıp bayrağımızı üstlerine salarken, biz Alay'a dönecek ve durum raporu verecektik.

Tim arkamdan gelirken, ben bu sığınaktan çıktım ve gözlerimi direkt gökyüzüne kaldırdım. Dışarıda bizi bekleyen, Cümali, Azmi ve Behlül beni gördüklerinde, o puştu yakalayamadığımızı anlamışlardı.

O puştu yakalayacaktım. İlk önce o iki kurşunun hesabını soracak, daha sonra adalete teslim edecektim. En azından bunu, Laçin'e borçluydum.

 

🇹🇷

 

BİRKAÇ SAAT SONRA

Anlamlandıramadığım çok şey vardı. Lakin şu son bir haftada, bunların sayısı fazlalaşmıştı. Hayatım mükemmel değildi, lakin yine de bir şekilde yaşayıp gidiyordum. Sonra birden bir kız girdi hayatıma, birçok şeyi anlayamaz oldum. Bugüne kadar aklıyla hareket eden ben, bir anda yüreğini dinler olmuştum. Ve yüreğini dinleyen Tuğrul, bir aptala dönüşmeye başlamıştı.

Sevda denen meret buysa, insanı perişan ediyordu. Önce dünyanın en mutlu insanı yapıyor, hemen ardından en berbat insanına çeviriyordu.

Aklı olan sevmezdi.

Senin aklın vardı da ne oldu mal.

Yaklaşık üç saat önce Alay Komutanlığına iniş yapmıştık. Önce Binbaşı'ya gerekli raporu sunmuş, hemen ardından ise videoyu göstermiştik. Yapılacak olan plan hakkında konuştuktan sonra, herkes dağılmıştı. Omar ve diğerlerinin Laçin'in yanına gittiğine dair hiç şüphe yoktu. Zira iki gündür, tüm boşluklarda yanına gidiyorlardı. Bende gidiyordum, lakin gece vakti. Gündüz vakti gitmeye yüreğim el vermiyordu.

Uyandığında beni görecek ve suratıma bakmayacaktı, bunu biliyorum. Onun suratıma bakmamasındansa, o uyurken onunla konuşmak daha iyi geliyordu. Bundandır ki, gece vakti yanına gidiyordum.

Şuan ise, odamda oturmuş bazı evraklara bakınıyordum. Bu evraklar, Laçin hakkında olan evraklardı. Binbaşı'ya videoyu izlettikten sonra, özel istekte bulunarak, Laçin'in dahil olduğu tüm operasyonların raporunu ve daha nicesini istemiştim. Normal şartlarda bu yasak olsa da, bu operasyonun içerisinde Laçin'in de adı geçtiği için, bu evrakları almamda bir sakınca yoktu. Elbette bu evraklar bizim komutanlığımızda yoktu. Bundandır ki Binbaşı, Kars'ta bulunan Komutanlığa tebrikat çekmiş ve bir istekte bulunmuştu. Oradaki Komutanlarda bu isteğimizi kırmamış ve gerekli dosyaları mail hâlinde göndermişti. Bende bu evrakları çıktı hâline getirip dosyalatmıştım. Şimdi ise inceliyordum.

Laçin, ' Destan ' adı verilen bir timin içinde görev yapmıştı. Ve burada yazılana göre de bayağı parlak bir askermiş. Eğer ki, görevinden men edilmeseydi, şuan bir ' Üsteğmen ' rütbesinde olacağına emindim. Lakin o, ' Teğmen ' rütbesindeyken, görevinden men edilmişti.

Hâlâ da anlamlandıramıyorum, bu kızın üzerine bu iftira neden atılmıştı? Videoların her birini izlerken, canım yanmıştı. Bir asker, eğer ki ' hain' damgası yemişse, askerlerimiz pek de merhametli olmuyordu. Üstelik Laçin'in zaten birden fazla yarası varken, acımamış, canını daha çok yakmışlardı. Buna rağmen başını eğmemiş, hep aynı cümleyi dinllendirmişti. ' Ben hain değilim' Bunca acısına rağmen, hain olmadığını dile getiriyordu ve kimse ona inanmıyordu. Bu işkenceye, normal olan hiçbir insan katlanamazdı. Suçsuz dahi olsa, sırf canı acımasın diye ' Ben hainim' derlerdi. Lakin Laçin, inatla hain olmadığını söylüyordu.

Çünkü onun için mühim olan canı değil, Vatanıydı.

Gözlerim evraklar üzerinde gezinirken, nihayet aradığım evrağı bulmuştum. Laçin, üssünün emrine itaatsizlik ederek, bugünkü puştun ağabeyini vurmuştu. Vurduğu bu adam, köylerden küçük çocukları kaçırıp ellerine birer silah veren bir adamdı.

Üssünün emrine neden uymadığını anlayabiliyordum. Çünkü o çocuklara baktığında kendini görmüştü. Tıpkı altı yaşındayken kaçırılıp türlü işkencelere maruz kaldığı gibi... O çocuklarla empati kurduğunda, üssünü dinlememiş ve tek seferde karşısındaki adamı vurmuştu. O adam öldüğü için pişman değildi, pişman olduğu tek şey, emre itaatsizlikten dolayı yediği cezaydı.

Burada yazılana göre, uzun süreli operasyonlara çıkma hakkını kaybetmişti. Sadece bu da değil, yemekhanedeki patates soyma işlemi de iki ay boyunca Laçin'in boynuna kalmıştı...

Onu patates soyarken hayal etmek, istemsizce tebessüm etmeme neden oldu. Kesin söve söve soymuştur o patatesleri...

Odamın kapısı çaldığında, yüzümdeki tebessüm hızla silinirken, bakışlarımı kapıya yönelttim. " Gir." Diyerek komut verdiğimde, odanın kapısı yavaşça açıldı ve içeri bir kadın girdi. Bu kadın, kızıl saçlara sahip olan bir kadındı.

Askeriye sınırları içerisinde böyle bir kadın olmadığına emindim.

Yüzüne dikkatlice baktığımda, bu kadının meydandaki patlamada olan polis olduğunu hatırladım. Bu kadının burada işi neydi? Hangi akıllı onu buraya almıştı?

" Buyurun?" Dediğimde, kaşlarım hafif çatık, sesim ise mesafeliydi. O kadın ise, dudaklarındaki tebessümü ile birlikte odaya tamamıyla girip ardından kapıyı kapattı. " Beni tanımamış olamazsın!" Diyen sesini duyduğumda, bu kadının neyden bahsettiğini, gerçekten anlamıyordum.

" Hanımefendi, burası öyle gelip gideceğiniz bir yer değil. Karşınızda da kimin olduğunu unutmadan, saygı içerisinde konuşun lütfen." Dediğimde, geçmemesi gereken bir çizgi olduğunu ona hatırlatmak istedim. Bu dediğimle birlikte, hızla kaşları çatılırken, " Bana bak Tuğrul efendi, ben senin askerin değilim ona göre konuş." Diyerek tam anlamıyla cırladı.

Bu kadın neyin nesiydi?

Akıl hastanesinden falan kaçmış olma ihtimali yüzde kaçtı?

Ayrıca o bana, sınırlarını göstermeme rağmen saygısızlıkta mı bulunmuştu? " Hanımefendi, sizi kibarca uyarıyorum. Şimdi, odamdan çıkar mısınız?" Dediğimde, kollarını göğsünde birleştirip alaycı bir tavırla bana baktı. " Ne oldu? Gitmezsem, ' Anne, Maysa yine beni dövdü.' mü diyeceksin, Gülnare Ejem'e?" Dediğinde bir an için oturduğum sandalyede kalakaldım.

Bu kadın ne diyordu?

Gözlerim yüzünün her bir zerresinde gezerken, onu şöyle bir süzdüm. Beni tanıdığı için, bu yaptığımdan rahatsız olmamış olamlı ki sırıttı. " Bu bir şaka mı?" Diyerek gözlerinin içine baktığımda, başını iki yana salladı. " Sen o fırlama kız olamazsın." Dediğimde aynı anda sandalyeden kalkmıştım. Maysa ise kollarını çözüp bana doğru geldi. " Gayet de o kızım." Diyerek yanıma kadar geldi ve sarıldı.

Ben hâlâ o şekilde kalakalırken, " Özlemedin mi lan." Diyerek yumruğunu sırtıma geçirmesiyle, uzun süre sonra gördüğüm en güzel hediyeyle, dudaklarımda bir tebessümle birlikte ona sarıldım. " Özledik tabii de. Sen hayırdır ya?" Dedikten sonra kollarımı belinden çözdüm ve ona tepeden baktım. O ise göz devirip önümden çekildi ve sanki kendi odasıymış gibi masamın önündeki koltuklardan birine oturdu. Bende kendi koltuğuma oturduğumda, " Canım sıkıldı, seni göreyim dedim." Dedi ve arkasına yaslanıp, bacak bacak üstüne attı.

" Vallahi bir baktım, geçmişimdeki herkes burada. Laçin'i gördüm, Omar'ı gördüm. E seni görmezsem olmazdı." Diyerek göz kırpışıyla istemsizce güldüm. " Nasıl, beğendin mi sürprizimi?" Dediğinde, başımı onaylarcasına aşağı yukarı sallayıp, " Çok sevdim." Dedim. O ise, " Aferin, adam olacaksın böyle." Diyerek bir kez daha göz kırptı. Yıllar geçmesine rağmen, hâlâ böyle kalması beni çok mutlu etmişti. Zira yabancılık çekmeden benimle konuşması, hoştu.

" Sen hayırdır ya, böyle adam olacaksın falan?" Diyerek göz kırpıp başımı salladığımda, " Sorun mu var biraderim?" Diyerek beni taklit etti. Uzun süre sonra onun sayesinde güldüğümde, o da bana eşlik etti. Deli kızın tekiydi.

" Neyse, işin laga lugasını geçtiğimize göre asıl konuya gelebiliriz." Diyerek bir anda ciddileştiğinde, hangi konudan bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. " Oğlum sen mal mısın?" Bir anda bunu suratıma söylemesiyle öylece suratına baktım. Ne diyor bu kız?

" Ne?" Diyerek suratına baktığımda, " Öküzün trene baktığı gibi bakma bana." Diyerek bir de üstüne beni terslemesiyle neye uğradığımı şaşırarak ona baktım. " Bu saatten sonra Laçin'in yüreğini geri kazanabileceğini mi sanıyorsun?" Deyişiyle, neyden bahsetmiş olduğunu anladım. " Bak, övünmek gibi olmasın ama biz Türkmen kızları, intikamımızı almadan kimseyle eskisi gibi olmayız." Diyerek saçlarını eliyle savurdu. " Laçin ise çok kinci bir kızdır." Dediğinde, artık ciddileşmeye başlamıştı.

" Annesi ona sırf bir arkadaşı yüzünden ceza verdi diye, o çocuğu her fırsatta dövüp hiçbir zaman da affetmedi." Dediğinde, yutkunarak ona baktım. " Üstelik bu kininin nedeni ise sadece ufak bir kavgaydı." Bu dedikleriyle beni ne derece korkuttuğunun farkında mıydı?

" Laçin, ne kadar değişti, bilmiyorum. Lakin eğer hâlâ benim çocukken tanıdığım Laçin ise, geçmiş olsun." Diyerek arkasına yaslandı. Benim içime ne denli nifak tohumları ektiğinden haberi var mıydı? Hayır, Laçin'den korkmuyordum. Bana istediği her türlü cezayı verebilirdi, öper başıma koyardım. Beni korkutan tek şey, bir daha affetmeyecek olma ihtimali.

" Bak," diyerek öne doğru eğildi ve gözlerimin içine baktı. " O kız seni kolay kolay affetmez. Üstelik sen böylesine bir kabahat işlemişken sana olan tavrı çok büyük olacak. Canını çok fena yakacak, buna eminim. Senin yapacağın tek şey, bu cezalara razı olup her fırsatta sevgini göstermek." Dedi ve yüzünü buruşturarak, " Sevgini göstermen bir işe yarar mı bilmiyorum ama sen dene." Dedi ve sanki ağzında ekşi bir tat varmış gibi yüzünü buruşturarak yutkundu.

" Maysa." Diyerek ona baktığımda, " He?" Diyerek bana döndü. " Sen buraya beni yermek için mi geldin, yoksa tavsiye vermek için mi?" Dediğimde gülerek, " Sen dua et, seni tanıyorum. Yoksa şimdiye ağzın ve burnun yer değiştirmişti." Dedi. Bu cümleyi her ne kadar gülerek dile getirse de, içten içe çok ciddi olduğunun farkındaydım.

Allah sonumuzu hayretsin.

" Bana diyene bak hele." Diyerek bu sefer ben arkama yaslandım ve ona baktım. " Sen bu çocuğa naptın da, üç gündür meyhanelerden topluyorum onu?" Gerçekten de son üç gündür, Omar'ı sürekli bir meyhane köşesinde topluyordum. Üstelik her konuştuğundaysa, ' Yaktın beni kına saçlı kız.' diyordu. Bu kına saçlı kızın kim olduğunu tahmin etmeye de gerek yoktu. Kim olduğu çok açık bir şekilde belliydi.

" Ne yapacağım ona be!" Diyerek cırladıktan sonra yutkunarak bakışlarını kaçırdı. Kesinlikle bu kız, Omar'ı bu hâle getirecek, onu parçalayacak bir şey söylemişti. " İntikamınızı alırken, çok da acımasız olmayın Maysa. Zira karşınızdaki de insan ve parçalanabiliyor." Dediğimde, yutkunarak gözlerimin içine baktı. Burada Omar'dan bahsediyordum. O bu acıyı, hiçbir suçu günahı yokken çekiyordu. Ben çeksem, eyvallahtı. Hak etmiştim. Ama bu çocuk hak etmedi.

" Siz karşınızdaki insanları parçalarken, bunun ne kadarını düşünüyorsunuz?" Diyerek suratıma karşı acımasızca davranması, beni bir kez daha kendi içime döndürdü. Haklıydı, çok haklıydı. Ben merhametli olmuş muydum ki, o da merhametli olsundu. " Benim davam bana, senin davan sana. Ne yaptığıma karışmak haddine değil, Tuğrul." Diyerek bir kez daha acımasızca davrandığında, Omar'ın daha çok üzüleceğine emindim. Zira bu kadın saçtığı gülücüklerin ardında bir nefret besliyordu.

" O çocuğun hiçbir suçu yok, bunun farkındasın." Dediğimde, " Hah!" Diye bir ses çıkarıp gözlerini diğer tarafa çevirdi. " Bir söz veriyorsanız, tutmasını bileceksiniz! Ha yok, o sözde durmayacaksanız da cezanızı böyle misli ile çekersiniz." Dedikten sonra ayaklandı ve gözlerimin içine baktı. " Ben buraya, kendini acılara hazırla diye geldim. Bana nasihat ver diye değil. Şimdi de gidiyorum. Sana da hayatında başarılar, Tuğrul. Zira Laçin benden daha acımasız." Diyerek alaycıl bir gülümsemeyi dudaklarına kondurdu ve son kez bana bakıp, arkasını döndüğü gibi gitti. O odamın kapısını açıp çıkarken, ben hâlâ söylediği cümlede takılı kalmıştım.

Laçin, ondan daha mı acımasızdı?

Allah sonumuzu hayretsin.

 

🇹🇷

 

Omar ORAZOVA

Daha önce ölümle birçok kez burun buruna geldim. Lakin hiçbiri, bu kadın kadar yüreğimi acıtmadı. Bir cümle kurdu, kulaklarım hâlâ o cümleyi işitiyor. Ne zamanki başımı yastığa koysam, duvarlar üstüme üstüme geliyor, nefesim daralıyor. Şu üç günde akıl falan kalmamış, hepsini silip atmıştım. Zira aklımı bu haldeyeken nasıl kullanırdım, meçhul.

Hasta odasının önüne geldiğimde, ilk önce kapıyı iki kere tıklattım. Lakin cevap veren olmayınca, kapı kulpunu indirerek içeri girdim. Gözlerim ilk olarak yatağı bulduğunda, Laçin'in orada olmadığını gördüm. Tam kaşlarımı çatacakken, " Buradayım." Diyen sesiyle, kafamı sağ tarafa çevirdim. Oturduğu tekerlekli sandalyede, tıpkı küçükken yaptığı gibi cam kenarından dışarıyı izliyordu. İçime çektiğim derin nefesle birlikte, adımlarımı yanına doğrulttum.

Şu son bir haftada bayağı zayıflamıştı, üstüne iki gün önce uğradığı kumpas yüzünden, vücudu daha çok çökmüştü. Bir deri, bir kemik kalmış desem tam yeriydi.

Ona üzülüyordum. Kardeşimin bu duruma gelmesi beni üzüyor, kahrediyordu. Küçüklükten bu yana, içten bir şekilde güldüğü anlar çok nadirdi. Hayatı hep acılarla, kayıplarla ve gözyaşlarıyla geçmişti. Psikolojisinin şuan hâlâ sağlam olması ise, tamamen bir mucizeydi. Zira onun yerinde kim olsa, bu kadar acıya daha fazla katlanamazdı.

Hayatının henüz çocukluk döneminde anne ve babasını kaybetmişti. Daha sonra hiç tanımadığı bir ülkeye geldi. Tanımadığı birine ' baba ' dedi. Mutlu olmaya başlamıştı belki de. Sonra bir zaman geldi ki istediği mesleği eline aldı. Her şey güzel gidiyordu, ailesi vardı, bir mesleği vardı. Sonra bir gün, mesleği acımasızca elinden alındı. Mesleğinden olduğu yetmezmiş gibi, bir gün geldi ki babasını şehit verdi. Daha babasının acısını yaşayamadan, annesini de şehit verdi. Şimdi ise... Sevdiği adam onu üzmüştü, bu da yetmemiş geçmişten biri karşısına çıkıp ona hayatı zindan ediyordu.

Kardeşim, hiç doğru dürüst mutlu olamamıştı. Sevdiği adamla bile...

Adımlarımı onun yanında durdurduğumda, kafasını kaldırıp bana baktı. Gözleri öyle ruhsuz bakıyordu ki, onu bu halde görmek beni tüketiyordu.

Bir yandan sevdiğim kadının beni terk edişinin hüznünü yaşıyor, diğer yandan kardeşimin gözümün önünde ölümünü yavaş yavaş seyrediyordum. Ve ne yazık ki bunlar gerçekleşirken, elimden hiçbir şey gelmiyordu...

" Nasılsın, Maviş?" Derken, bir yandan da çektiğim sandalyeyi karşısına koyup oturdum. " Her zamanki gibi." Dedikten sonra, tekrardan bakışlarını camdan dışarıya çevirdi. Üzerindeki hasta önlüğü bile ona bol geliyordu, sanki içerisinde bir beden yok gibiydi. Belki sevdiğim kadın için elimden bir şey gelemiyordu, lakin kardeşim için bir şeyler yapabilirdim. Mesela en başta o piçin ağzını yüzünü dağıtmak gibi.

" Yemek yemiyormuşsun." Bunu Behlül'den duymuştum. Ne kadar zorlasa da bir lokma yemeği ağzına almıyormuş. " Canım istemiyor." Dediğinde, sanki hiçbir duyguyu bedeninde barındırmıyor gibiydi. Onu bu hâle getiren yalnızca Tuğrul'un sözleri olamazdı. Eminim ki şuan da içinde büyük bir yas tutuyordu. Lakin bu yasın sebebi neydi, bende bilmiyorum.

" Ailene haber verilmesini de istememişsin." Dediğimde, bıkkınca bir nefesi ciğerlerine çekti lakin bana cevap vermedi. Birkaç günlük müşahedenin ardından evine dönmesi gerekiyordu. Eve gittiğindeyse birkaç gün boyunca hiçbir şey yapmamalı, yalnızca dinlenmeliydi. Bunun içinde yanında birinin olması gerekiyordu. Lakin o, ailesinden kimsenin bunu öğrenmesini istemediğini ve başının çaresine bakabileceğini dile getirmişti. Bunların hepsini Behlül'den duymuştum. Lakin o her ne derse desin, illa ki yanında birinin olması gerekiyordu.

Belki de ailesi öğrendiğinde, onu buralardan götürme ihtimalleri olduğu için çağırmalarını istemiyordu. Lakin yine de yanında biri olmalı ve ona bakmalıydı. " Haftalık izne çıkacağım." Derken, bir yandan da hâlâ ona bakıyordum. O bana bakmasa da, ben bakıyordum. Çünkü yanında birinin olduğunu bilmesi gerekiyordu. Hiçbir yükü tek başına taşımak zorunda değildi. Ve bende yanında olarak, elimden geldiğince onun yükünü azaltacaktım.

" Seninle ilgileneceğim." Dediğimde, hiçbir şey demeden sadece omuz silkti. Onu bu şekilde görmek beni üzdüğü için, içime sıkıntılı bir nefes çektim. Daha ne kadar bu şekilde kalacaktı?

" Güzelim." Diyerek seslendiğimde, kısa bir an göz ucuyla bana bakıp tekrar önüne döndü. " Maysa geldi." Dedikten sonra, ciğerlerine bir nefes çekti. Lakin canı acımış olmalı ki, yüzünü buruşturdu.

Maysa mı gelmişti?

" Aklın varsa meyhanelerde gezmek yerine kızın peşinden koşarsın." Bu cümleleri kurarken, bir an olsun gözlerime bakmıyordu. Aksine, sürekli camdan dışarısını izliyordu. Küçükken de bunu çok sık yapıyordu. Tam olarak bunu yaparken, ne görüyor, ne hissediyordu merak ediyorum. Ayrıca o benim meyhanelere gittiğimi nereden biliyordu?

" Neyden bahsettiğini anlamıyorum, Maviş." Dediğimde, tekrardan göz ucuyla bana baktı. Daha sonra yönünü tamamen bana çevirip, " İçip sarhoş olmak bir boka yaramayacak. Git, kızın gönlünü al. Suçun olmayabilir, lakin yine de onun peşinden git ki sevginden emin olsun." Dedikten sonra sanki komik bir şey aklına gelmiş gibi güldü ve daha sonra bana bir daha bakmayıp, yatağına doğru sürdü tekerlekli sandalyeyi. " Biraz uyuyacağım, Omar." Derken, neden bana bu şekilde davrandığını algılayamıyordum. Bilmeden kalbini kıracak bir şey mi yapmıştım?

" Bir sorun mu var, Laçin?" Diyerek ona döndüğümde, sandalyeden kalkıp yatağa oturdu. Lakin her hareket edişinde, boğazından acı dolu inlemeler dökülüyordu. Yarası henüz çok taze olduğu için bu ağrıları hissetmesi normaldi. Normalde olması gereken biraz uyuyup dinlenmesi iken, o yine de uslu durmuyor yataktan çıkıyordu.

" Sadece biraz yorgunum, Omar." Dediğinde, aynı anda ciğerlerine sıkıntı dolu bir nefes aldı. " Emin misin?" Dediğimde gözlerimin içine bakarak tebessüm etti ve, " İyiyim, kardeşim. Merak etme." Dedi. Bakışlarım hâlâ onun üzerindeyken, yatağa girip pikeyi üstüne atana dek de gözlerimi üzerinden çekmedim. Baş ucuna kadar gidip, koyu kahve saçlarını elime alarak okşamaya başladım. Nedense, şuan buna ihtiyacı olduğunu hissediyordum.

Parmaklarım başını okşarken, o gözlerini yumup sessizce nefes alıp verdi. " Dinlen, güzelim." Dedikten sonra bir kez daha okşadım saçlarını. Çünkü bilirdim ki bir kadının en nahif bölgesi, saçlarıydı. Kadınlar, saçlarını uzatırlardı, sevgi ile büyümeleri için. Nahif ve zayıftılar, lakin bir o kadar da güçlüydüler. Tabi sevgi gördüklerinde...

" Dinlen, lakin bu çok uzun sürmesin." Bir kez daha okşadım, sevgi bekleyen saçlarını. " Daha o piçe cezasını çektireceksin." Dedim ve saçlarını usulca okşamaya devam ettim. O ise, " Teşekkür ederim, Düyé." Dedikten sonra bir daha sesini çıkarmadı. O gözlerini yumdu, ben ise o uyuyana kadar saçlarını okşadım. Uyuduğuna emin olduğumdaysa, odadan yavaşça çıktım.

Bir kadının saçları, onun mücevheriydi. Kadınlar, bir gün sevdiği insan saçlarını sevsin isterlerdi. Bu yüzden de hep ayrı bir çabayla bakarlardı saçlarına. Bazıları ise saçlarını keser dururdu. Ya bakım adı altında yaparlardı bunu ya da kaybettikleri sevgiyi saçlarından da yok etmek için. Ve bir de... Başka eller saçından tutamasın diye kesenler vardı. Bir avucun içine sığamayacak kadar keserlerdi saçlarını, sırf canları acımasın diye. Çünkü onlar sevdikleri saçlarını sevsin diye uzatırken, tam aksine canlarını yakmak için tutacaklarını bilmezlerdi.

Kavrarlardı o saçları, çekip dururlardı. Ve kadınlar ise, sırf canı daha fazla yanmasın diye saçlarını keserlerdi. Ne acımasızca... Kendi hemcinslerimin yaptığı bu gaddarca şeylerden nefret ediyordum. Bir insan, nasıl olurdu da bu nahif, kırılmaya meyilli bu güzel canlıların canını yakardı? Yürekleri, vicdanları nasıl dayanırdı, bu güzel varlıklara el kaldırmaya?

Çok içler acısı. Elimde olsa, böylesine gaddar olan hemcinslerimi bulur, sabaha kadar türlü işkencelerde bulunurdum. Çünkü bunu hak ediyor vaziyetteler. Zira onlara insan bile denmezdi. Merhametten yoksun, sevmek ne demek bilmez canilerdi her biri.

Ben sevdiğim kadının saçına dokunurken bile içten içe düşünüyordum, bir dokunuşum onun canını yakar mı, istemeden canını incitir miyim? Diye. Lakin bu insanlar, bunların hiçbirini düşünmüyor, acımasızca davranıyorlardı.

Allah onları ıslah etsin, zira yapabileceğim başka bir şey yoktu.

Hastane merdivenlerinden aşağı doğru inerken, bir yandan da Laçin'in söylediklerini düşünüyordum. Maysa bana beni sevmediğini söylemiş, kalbinin kapılarını bir bir suratıma kapatmıştı. Lakin buna rağmen Laçin, bana diyordu ki git ve peşinden koş. Gam yemezdim, koşardım yetmez sürünürdüm peşinde evelallah. Yeter ki o bana geri dönsün. Ha, sevmek zorunda değil. Sevgisizliğiyle de yaşardım, lakin düşman olmasına yüreğim el vermezdi, vücudum da psikolojim de kaldırmazdı.

Allah şahidimdir, şu yürek evvelden beridir o kına saçlı kız için yanıp tutuşuyordu. Nasibimde yoksa, oturur sineme çekilirdim. Lakin eğer nasibimdeyse... İşte o zaman, gerekirse nasibimi zorlar yine alırdım. Lakin bu yaptığımın yanlış olacağını bildiğim için bunu yapmazdım. Zira beni sevmeyen biriyle bir ömür geçiremezdim. Ben, ömrümü geçireceğim kadının gözlerine bakarken, sevgiyi görmek istiyordum. Boş bir duvar değil.

Dahası, her an kapısına ' Şehit ' haberi gelebilir ve bunu bilmeli, buna göre yaşamalıydı. Benimle evlenirken, yalnızca sevgiyi değil aynı zamanda bazı gerçekleri düşünmeliydi. Ben Askerdim, bir gün kapısının önüne naaşım gelebilirdi. Ağlamak en doğal hakkıydı elbet, sevdiği insan ölmüş olacak. Lakin boş yere bir ölüm olmayacak bu. Vatan uğruna verilen bir can olacak. Bundandır ki başını eğmemeli, omuzlarını dik tutmalıydı. Gözlerinden yaşlar aksa dahi, dili gururunu dile getirmeliydi. Her asker bunu isterdi. Arkasından ağlayıp, neden diye sorgulayan bir eş değil, gözleri kan ağlarken dili gururla kabaran bir eş isterdi.

Nice şehit ailesi gördüm. Kimisi duyduğu habere dayanamadı, dizleri üzerine çöküp ağladı, haykırdı. Kimisi ise bu acıya dayanamayıp yatak döşeklik oldu. Onlar için şehit demek, büyük bir kayıp demekti. Elbette şehit demek kayıp demekti, lakin uğur dolu bir kayıp demekti. Hiçbir şehidimiz boş yere ölmemiştir. Her biri, Vatan surlarını korurken can vermişti. Şehadet şerbetini içmek için, can atıyorlardı, atıyorduk. Bir gün gelse de, Vatan uğruna şehit olsam, diyorduk her birimiz. Bu uğur dolu yolda biz canımızı yere sermek isterken, sevdiklerimizin ardımızdan ağlaması, pek de istediğimiz bir şey değildi.

Ellerim ceplerimde, birer birer merdivenleri inerken, başım önüme eğik, bakışlarım merdivenlerdeydi. Oldum olası bakışlarım hep yerdedir. Karşıya bakmam, hep önüme bakar, o şekilde ilerlerim. Bu taburumu ancak dağdayken yıkardım, bunu da mecbur olduğum için yapıyordum. Yoksa elimde olsa, dağdayken dahi başımı yerden kaldırmazdım.

Nihayet merdivenlerin sonuna geldiğimde, Hastanenin giriş bölümünden de çıkıp, tamamıyla kendimi dışarı attım. Tam temiz havayı ciğerlerime çekmiştim ki titreyen telefonumun sesiyle birlikte, cebimdeki telefonu çıkarıp arayana baktım. Ekranda gördüğüm isme kaşlarımı çatarak baktım. Behlül arıyordu. Lakin bu piç ne zaman arasa, hep uğursuz bir haber veriyordu. Bu yüzden açıp açmamakta kararsızdım. Lakin mühim bir şey olmuş olma ihtimali aklıma geldiğinde, aramayı yanıtlayarak kulağıma götürdüm.

" Ne var?" Diyerek giriş yaptığımda, ilk önce arkadan gelen Azmi'nin sesini duydum. " Kesin küfredecek." Onun ardından Cümali'nin sesi duyuldu. " Küfretmek ne demek, ebesini sikecek." Diyerek gülen sesiyle kaşlarımı çattım. Bunlar neyden bahsediyordu?

" Tahtacı?" Diyerek bir kez daha seslendiğimde, " Komutanım." Diyerek yutkunan Behlül'ün sesini duydum. Geliyor gelmekte olan, inşallah siktir boktan bir şey söylemezdi bu puşt. " Ne var, söyleyecek misin?" Diyerek direttiğimde, ilk önce Azmi ve Cümali'nin kahkaha atan sesini duydum. Hemen ardından da Behlül'ü. " Komutanım, ben bir kabahat işledim." Derken, sesi korkmuş gibi geliyordu. Tam olarak nasıl bir kabahat işlemişti de bu denli korkuyordu?

" Ne yaptın?" Diyerek sorduğumda, bir yandan da ne yapmış olabileceğini merak ediyordum. " Komutanım, hani bugün yeni Er'ler gelecekti ya..." Diyerek lafı gevelemeye başladığında, bir an önce sonuca gelmesi adına, " Lan söylesene!" Diyerek bağırdım. Bağırışımla korkan Behlül, " Binbaşı teçhizat vermemizi istedi." Diyerek bir kez daha yutkundu ve arkadaki iki gerizekâlı birer kahkaha daha attı. Bu aptal bir teçhizatı anlatırken neden bu kadar korkuyordu?

" Oğlum artık söyleyecek misin?" Dediğimde, önce yutkunan sesini hemen ardından, " Yanlışlıkla sizin fişeği de verdim..." Bir an için duyduğum kelimeyi algılayamadım. " Ne?" Derken, kaşlarım hafif çatıktı. " Komutanım vallahi bilmiyordum onun fişek olduğunu. Oraya koymuş gitmişsiniz, ben nereden bileyim o silahın fişek olduğunu?" Diyerek kendini savunmaya başladığında, " Bekle beni, çıranı yakacağım Tahtacı!" Diye haykırarak telefonu suratına kapattım. Bu haykırışımla birlikte bahçedeki birkaç kişi dönüp bana bakmıştı. Lakin bu kimin umurundaydı?

Fişek gitmişti lan!

Hem de bu piç yüzünden!

 

🇹🇷

Yeni bölümde görüşürüzz...

Bölüm : 25.01.2025 23:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...