24. Bölüm

22: Kaderin Savaşına Yenilmek

sema
erlsema

 

*** BU KURGU , ŞEHADET ŞERBETİNİ İÇMEYE ANT İÇMİŞ MEHMETÇİK , ŞEHİT , GAZİ VE ANDINI HÂLÂ YERİNE GETİREN TÜM ASKERLERİMİZ ANISINA YAZILMIŞTIR. KOCA YÜREKLİ ANNE BABALARIN , KOCA YÜREKLİ EVLATLARI , BU VATAN SİZİ UNUTMAYACAK !***

 

🇹🇷

 

Kurguda bulunan kişi, kurum , kuruluş ve olaylar, gerçeği YANSITMAMAKTADIR. Tamamen hayal gücüne bırakılmış şekilde yazılmıştır.

 

🇹🇷

 

~Yar ben sana ettum?

 

Bir ömür seni seçtum

 

Gözlerun aydin olsun

 

Şimdi senden vazgeçtum...~

 

İmera - Vazgeçtim

~

 

Bahadır Sağlam - Aşk Olsun

 

Edip Akbayram - Hasretinle Yandı Gönlüm

 

Nazan Öncel - Geceler Kara Tren

 

🇹🇷

 

🇹🇷

 

22. BÖLÜM

 

KADERİN SAVAŞINA YENİLMEK

 

🇹🇷

 

LAÇİN SAĞDIÇ

Hayat bana karşı bir çok kez acımasız olmuştu. Lakin ilk kez, bu kadar gaddar olduğunu görüyordum. Böyle bir kader, neden bana reva görülmüştü?

Bir gece yarısı, odanda oturup karanlığı seyretmek gibiydi yaşananlar ve yaşanacak olanlar. Nereye bakarsan bak, hep bir bilinmezlikti. Hep aynı şeydi, karanlık. Ve bu karanlık, sana hiçbir şey açıklamıyordu. Eğer ki araya renkler karışsaydı, işte o vakit bilinmezliğe karşı bir tedbir alınabilirdi. Lakin bir gece yarısı, odandaki karanlığı ayırmanın hiçbir yolu yoktu.

Tabi kalkıp lambayı açmayı akıl etmez iseniz.

O ışığı açmadığınız müddetçe, nesnelerin bile şekli olmazdı. Her şey düz, görülmeyen bir renkte olurdu. Ve bu renk, zamanla sizi korkutmaya başlardı.

Karanlığı severdim. Lakin beni bilinmezliğe sürükleyen karanlıktan nefret ederdim. Nereye çıkacağımı bilmediğim yollara adım atmak istemiyordum. Lakin bana sunulan bu kader, beni bilmediğim bir çok yola sürüklemişti ve sürüklemeye de devam ediyor.

Elimdeki sigaradan son bir nefesi ciğerlerime çekip, ablamın eşi olan adamın gözlerine baktım. Beni o akıl hastanesinden kurtaran bu adamdı. Ona çok şey borçluydum. Eğer ki o akıl hastanesinde kalmaya devam etseydim, kendimi hepten kaybedeceğime emindim.

Bir yabancının beni kurtarırken, tanıdığım insanların beni o çukura sokması zoruma gidiyordu. Elbet iyiliğim için yapmışlardı bunu. Lakin neden bir anda ziyaretlerini kesmişlerdi? Beni görmeyi bu kadar mı istemiyorlardı da benden uzaklaşmışlardı? Oysaki ben onların hayalini kurarak hayatta kalmaya çalışıyordum. Bir çok kez intihar etmeye kalkışmış olmama rağmen...

Gözlerimi sıkı sıkıya yumarak düşüncelerimden sıyrıldım. Bunu düşünmenin ne zamanı ne de yeriydi. Artık eski Laçin olmalı ve gücümü toplamalıydım. Yeteri kadar kendimi ezmiş, güçsüz göstermiştim. Artık, Laçin Sağdıç olarak meydanlara dönme vaktim gelmişti. Çokça yıpranmış, ömrümün iki yılını bir akıl hastanesinde geçirmiştim. Bu kadar dinlenme fazlaydı.

Sahalara dönme vaktim gelmiş, çoktan geçmişti bile. Yokluğumda oluşan açıkları kapatmak için, bedeni sağlığımı da düzene sokacak ve günü geldiğinde, intikamım için ilk adımı atacaktım. Bunu yapmam da Aybars bana yardımcı olacaktı, biliyorum.

" Sigara keyfin bittiyse, konuşalım artık." Diyen Aybars'a kısa bir bakış attıktan sonra elimdeki izmariti küllüğün içine bastırarak söndürdüm ve oturduğum koltukta bacak bacak üzerine atarak geriye yaslandım. İki yılın ardından içtiğim ilk sigara, bu sigaraydı. " Olan biteni anlattım zaten. Artık gerisi sana kalmış. Evindeki güvenliği mi arttırırsın, adamın peşine mi düşersin, senin bileceğin iş." Gözlerimi tekrardan gözlerine çevirdim, " Ha arayacağım diyorsan da, arayacağın kişiyi çok da uzakta arama derim. Burnunun dibindeki biri olduğuna adım kadar eminim." Dedim ve tekrardan çalışma odasındaki kitaplara çevirdim gözlerimi. " Sana bunu yapanın tanıdığım biri olduğunu düşündüren nedir?" Diyerek sorduğunda, dudağımın ucuyla güldüm. " Deneyim, diyelim sevgili ablamın eşi." Dedim ve bayık gözler ile ona baktım. O ise, anlamaya çalışırcasına suratıma bakıyordu. Bakmasındı.

Sağ elimin parmaklarını oturduğum koltuğun kolluğuna vurarak ritmik bir ses çıkarıyordum. Bu hareketi derin bir düşüncedeyken sık sık yapardım. Evet, şuan düşünüyordum. Lakin ne düşündüğümü dile getirmeye lüzum yoktu. Aklım yeteri kadar konuşuyordu zaten. Dilim de iki kelime etmese yuvasına çekilmezdi.

" Birden bire ne oldu sana?" Diyerek bana sormasıyla, gözlerimi 40'lı yaşlarının başındaki adama çevirdim. Çok şey olmuştu bana. Hangisinden başlasam, diğerinin ucu kopardı. Bir türlü toplayamaz, toplamaya kalktığımda daha fazla kopuk ile yüz yüze kalırdım. Artık daha fazla acıya gücüm yoktu. Ne olacaksa olacaktı ve bende olması için elimden gelen her şeyi yapacaktım.

" Normale dönmek için çabalamam gerekiyor, ablamın eşi. Öylece burada oturup iyileşmeyi bekleyemem. Artık biraz girişimci olmam lazım. Hem bu kafamı dağıtmak için de işe yarar bir şey." Dedim ve oturduğum yerden kalktım. " Konuşacak bir şeyimizin kaldığını düşünmüyorum." Dedim ve sırtımı Aybars'a dönerek ilerlemeye başladım. Kapıdan dışarı ilk adımımı attığım anda, biri ile çarpıştım. Ben alnımı sıvazlarken, " Yavaş be!" Diyerek çemkirmeyi de ihmal etmemiştim. " Çok pardon, seni görmedim." Bakışlarımı hızla yukarı kaldırdım ve kehribar rengi gözlere baktım. Bu adam, geçen gün odama giren adamdı. Aybars'ın kardeşi.

" Daha dikkatli olabilirsin." Dedim ve kenara çekilerek yanından uzaklaştım. Arkamdan bakıyor olduğunun farkındaydım, lakin yine de onu umursamadım ve ilerlemeye devam ettim. İlk baş odama gitmeyi düşünsem de, temiz bir hava almanın daha iyi olabileceğini düşünerek merdivenlere doğru ilerlemeye başladım. Bu sırada sırtımı delip geçen gözlerin de farkındaydım. Yine de onu umursamadım ve merdivenlerden aşağı indim. Gözden tamamıyla kaybolurken, adımlarım bahçe kapısına doğru ilerledi.

Açık bahçe kapısından dışarı çıktım ve ılık esen rüzgârın yüzüme vurarak saçlarımı savurmasına izin verdim. Rüzgârı hissetmeyeli uzun zaman olmuştu. Zira neredeyse iki yıldır dört duvar arasında sıkışıp kalmıştım. İlk kez dün gece dışarıya doğru ilk adımlarımı atmıştım. Lakin fazla uzaklaşamayarak geldiğim yere geri dönmüştüm. Zira yollarını bilmediğim bir şehirde kaybolmak istemezdim.

Bahçedeki ağaçlardan gelen gonca kokusunu derin bir solukla ciğerlerime çektim. İster istemez dudaklarımda bir tebessüm oluşmuştu. Böylesine güzel kokuları duymayalı epey bir zaman olmuştu neticede. Bu güzel kokuyu bir kez daha ciğerlerime çekip, yüzümdeki tebessüm ile birlikte bahçeyi gezmeye başladım.

Gözlerim bahçedeki her bir çiçeği görüyor, onların güzelliğine hayran kalıyordum. Adını bilmediğim, daha önce görmediğim çok fazla bitki türü vardı bu bahçede. Böylesine çiçeklerin olduğunu görmek, yüzümdeki tatlı tebessümü kırık bir tebessüme dönüştürmüştü. Bu çiçeklerin her birini Ayperi'nin ektiğine neredeyse emindim. Anılarım silik silik olsa dahi, Türkmenistan'daki evimizin bahçesinde de birden fazla bitki türünün olduğunu hatırlıyorum. Lakin o bitkileri Ayperi değil, yüzünü net hatırlamadığım annem ekiyordu. Ayperi ise annemden geriye kalan bir anıyı yaşatıyordu, onun izinden giderek...

Gözlerimi çiçeklerden çekip, kafamı gökyüzüne kaldırdım. Ciğerime çektiğim sıkıntılı nefes ile birlikte, mutluluğun bana haram kılındığını bir kez daha hatırladım. Unutmam bile hataydı. Lakin yine de bana verilmeyen mutsuzluğu düşünmeyecek, güçlü olmaya bakacaktım. Zira mutsuzken de mutlu olmanın bir yolunu bulurdum elbet.

Elim istemsizce sol nişan parmağıma gittiğinde, orada bir boşluğun olduğunu hissetmek mabedimi sızlatıyordu. Yüreğime tarifi zor bir kor bırakıyor, ciğerlerimi yangın yerine çeviriyordu. Bir süre parmağımı usulca okşadım. Yüzüğüm, künye ve annemden geriye kalan kolyem... Bu üçü bende değildi. Gittiğim hastanede bırakılmıştı. Annemin kolyesine henüz yeni kavuşmuşken, o kolyeyi bir kez daha kaybetmiştim. Tuğruldan bir hatıra olan yüzüğüm ise, yine o hastanede kalmıştı.

En kısa sürede toparlamalı ve ailemin yanına dönmeliydim.

Tuğrul'u özlemiştim.

Kopuk Tim'ini özlemiştim.

Ben, ailemi özlemiştim.

" Senin için zor olmalı." Diyen sesi duyduğumda, elimi parmağımdan çektim ve omzumun üzerinden sesin sahibine baktım. Aybars'ın kardeşi idi. Yönümü tamamen ona çevirirken, " Pardon, zor olan nedir?" Diye sordum kaşlarımı hafifçe çatarak. Gözlerimin en içine kehribar rengi gözleriyle baktı. Daha sonra başını hafifçe öne eğip, silik bir tebessümü dudaklarına kondurdu. " Yaşadığın her şey başlı başına bir zorluk değil mi?" Diyerek kafasını eğdiği yerden kaldırdı ve tekrardan gözlerime baktı. Kaşlarımın ortasında bir çukur belirecek kadar kaşlarımı çattım ve onu anlamaya çalıştım. Hayatımdan ona neydi? Derdi neydi bu adamın benimle? Neden ikide bir karşıma çıkıp duruyordu?

" Öyle olsa bile, bunda seni ilgilendiren bir kısım ya da bir durum göremiyorum." Diyerek yüzüne bakındım. Otuzlu yaşlarının başında, hafif kirli sakallı bir çehreye sahipti bu adam. Sarı diyemeyeceğim kadar koyu, kahverengi diyemeyeceğim kadar açık bir renge sahip gözleri vardı. Dürüst olmalıyım ki göz rengi oldukça hoştu. Aybars ile göz renkleri aynıydı. Zaten benzeyen tek yönleri bu gibi görünüyordu. Bunun dışında henüz bir benzerliklerini görememiştim.

" Haklısın," dedikten sonra bakışlarını az önce bakmış olduğum çiçeklere çevirdi. " Amacım yalnızca sohbet etmek. Belki bir sohbet arkadaşı arıyorsundur?" Diyerek bana döndüğünde, ister istemez alayla güldüm. O kimdi ki onunla sohbet edecektim, hem de bir arkadaş olarak! " Sağ ol. Lakin böyle iyiyim." Dedim ve iki dakikalık hevesimi boka çeviren adamın yanından geçip, bahçe kapısına doğru gittim. Tekrardan kendimi koca malikanenin içinde bulduğumda, oflayarak odama doğru ilerledim.

Bir an evvel iyileşmeye odaklanmalıydım. Şuan için tek hedefim, hem vücut olarak hem de kafa olarak sağlıklı olmaktı. Sonrasında ise ailemin yanına gidecektim. Sevdiğim adamın yanına dönecek, kollarımı boynuna dolayarak ona sıkı sıkıya sarılacaktım. Belki de geç kalınmış düğünümüzü yapardık...

Yüzümde istem dışı geniş bir tebessüm belirdiğinde, o ânın gelmesi için bir an evvel iyileşmeye odaklanacaktım. Tabi ailem ile buluştuktan sonra ise Aybars'ın da yardımı ile, aklıma soktuğum intikam planını yapacaktım.

Laçin Sağdıç, geri dönmüştü.

Yaşadığım bunca acıyı sırtıma yük edip taşıdım. Dayanamadım, yolun yarısında yenildim. Kendi aklımın tuzağına düşmüştüm. Ama bu sefer... İşe bu sefer, Laçin Sağdıç yenilmeyecekti. Çünkü ben, zaten en dibi görmüştüm. Daha da dibe çökebileceğimi hiç ama hiç zannetmiyorum.

Ben dönecektim ve döndüğüm ilk anda, kimse beni tanımayacaktı. Çünkü ben, onların sevgili kız kardeşi değil, başka bir konumda gelecektim.

Akıllarının ucundan bile geçmeyecek biri olarak karşılarına geçeceğim. Babamın kızı olduğumu, onlara bir kez daha göstereceğim.

🇹🇷

" Ya Teyze!" Diyerek bağıran kızın yüzüne bakarak bir kez daha kahkaha attım. " Hiç komik değil bu teyze!" Diyerek bağıran Rana'nın yanaklarını sıkarak biraz daha güldüm. Ne mi olmuştu?

Ben odama girdikten yaklaşık yarım saat sonra, Rana odama girmiş ve onun yüzüne çizim yapmamı istemişti. Normalde güzel resim yapan biriydim, lakin sırf Rana'yı sinir etmek adına yüzünü palyaçoya çevirmiştim. O ise benden bir kelebek çizimi bekliyordu. Bir kez daha palyaço çizili yüzüne bakıp kahkaha attım. Cidden komik duruyordu.

" Bir daha seninle konuşmayacağım teyze!" Diyerek kollarını göğsünde bağlayıp kaşlarını çatarak bana tavır aldı. Bu hâline daha çok güldüğümde, gözleri dolu dolu bana bakmaya başladı. Ağlamasını istemediğim için hızla gülmemi kestim ve dudaklarımda gülmek için an kollayan kaslarımı gererek, " Özür dilerim, Şekerparem." Dedim ve boyalı olduğunu umursamadan yanağından öptüm. " Affetmeyeceğim seni." Diyerek başını diğer tarafa doğru çevirdiğinde, ufak bir kıkırdamayla bu hâline baktım. Kesinlikle çok tatlı bir kız çocuğuydu.

Özellikle de masmavi olan gözlerini kocaman açıp insana çipil çipil baktığında, insanın hiç kıyası gelmiyordu. İçime öyle bir his düşüyordu ki, acaba diyordum. Bir kızım olsa nasıl olurdu, diye düşünmeden edemiyordum. Zira benim de bir zamanlar, minikte olsa bir bebeğim vardı...

Ciğerime çektiğim derin nefesle birlikte bunu düşünmeyi kestim ve yeğenime döndüm. " Tamam, küs o zaman. Zaten konuştuğum kimse yok, iyice yalnız kalayım ben." Diyerek üzülmüş gibi yaptığımda, hızla bana döndü ve, " Hayır teyze, ben varım. Hem şaka yapıyordum. Vallahi de küsmedim, billahi de küsmedim." Dediğinde dudaklarımdaki tebbessümle öptüm o güzel gözlerinden. Zira bu kadar güzel bir yüreğe her insan sahip olamıyordu.

Günün geri kalanında, Rana arkadaşlarıyla birlikte dışarı çıkmış eğlenmişti. Ben ise odamda, vücudumu eski haline az da olsa getirebilmek adına spor yapmaya başlamıştım. Şimdilik küçük çaplı sporlar ile ilerliyordum. Kas gücüm ve beden ağırlığım normal seviyeye çıktığında ise, daha ağır bir spor yapacaktım.

Birkaç ay.

Yalnızca birkaç ay sonra tamamıyla iyileşecek, ve aileme dönecektim.

🇹🇷

 

OMAR ORAZOVA

Gözlerim, benden yaklaşık olarak iki yüz metre ilerideki kızın kına rengi saçlarındaydı. Kim olduğunu dile getirmeye gerek yok, onun saçları yeterli. Belki bakışlarım onun o güzel saçlarındaydı, lakin gördüklerim ve duyduklarım bir yıl öncesindeydi. Nasıl unutabilirdim ki, bana acı veren o sözleri?

 

1 YIL ÖNCE

" Sen ve benden olmayacağını bir değil, binlerce kez söyledim Omar."

" 24."

" Anlamadım?"

" Bunu bana 24. Kez söyleyişin." Diyerek yeşil gözlerine baktım. Zira onun gözleri göz değil, birer ormandı.

" Her neyse Omar. Artık yoluna bak, ben öyle yapıyorum." Bunu bana nasıl söylerdi? Nasıl bana, yoluna bak, derdi. Ben onsuz aldığım her nefesi haram sayarken, o bana nasıl git derdi?

" Gittiğim yollar sana çıkıp duruyor be kızım, anla artık." Dedim omuzlarım çökmüş, sesim titrek çıkarken. " Çocukluğumdan ezeldir seni beklerken, şimdi sen nasıl bu cümleleri kurabiliyorsun?" Dedim sesimin kırgın çıkmasına engel olamazken. Gözlerim onun her zerresini izlerken, önce derin yutkunuşunu, hemen ardından da kaçırdığı gözlerini gördüm.

" Ben senden vazgeçeli, koskoca 12 yıl oldu Omar." Kurduğu cümleyle ona giden adımım olduğu yerde çakılı kaldı. Gözlerim acısının emarelerini bir bir akıtırken, artık bir ormandan ziyade gece kadar karanlık olan gözlerini bana çevirdi. O tatlı sesi ise, bir zehir olmuş dökülüyordu.

Neden benden nefret edermiş gibi bakıyor?

" Hayatımda sen diye biri yok! Artık anla bunu!" Diyerek beni göğsümden ittirdiğinde, canımın ne kadar acıdığını biliyor muydu? Bana vuracağı üç beş yumruk bu kadar canımı yakmazdı. Zira az evvel beni göğsümden ittirişini hissetmemiştim bile, yalnızca lisanından dökülen zehirler yüreğimi yakıp yıkıyordu.

" Başlarda yalnızca kırgınım sanmıştım." Dedi gözlerini, gözlerime kenetleyerek. " Ama anladım ki, ben sana kırgın değilmişim. Ben seni kendimden silmişim Omar..." Dedi artık sadece yeşil gözleriyle bakarken. Gözümden artık tek bir damla dökülmüyordu. Nasıl dökülsündü ki, bunca laftan sonra?

Başımı hafif eğip gözlerinin tâ içine baktım, " Şurası var ya," diyerek işaret parmağımla kalbime dokundum. " Sen doğduğun günden beridir adını atıyor." Dediğimde bir kez daha yutkundu. " Ben sana bekle dedim, ama sen gitmişsin Maysa." Bu kez parmağımı onun kalbine dokundurdum. " Şurada sakla beni, geleceğim kına saçlı kız, dedim. Ama sen, verdiğin söze rağmen beni silmişsin." Elimi onun göğsünden çekip, kısa bir an dudaklarına bakıp tekrar gözlerine baktım. " Sakın beni bıraktınız deme, çok iyi biliyorsun ki, sana beni bekle, geleceğim dedim." Bir adım arkaya çekildim ve, " Ben sana ne yaptım Maysa?" Dedim. Ona ikidir adıyla seslenmem, yutkunmasına sebep oluyordu.

" Tek yaptığım bir ömür seni beklemekti, peki sen ne yaptın?" Sorarcasına ona baktığımda, tek bir ses dahi çıkmadı ondan. " Koskoca bir ömrü elinin tersiyle siktir edip gittin." Alaylı bir gülüş dudaklarımda vuku bulduğunda, bir adım daha geriledim. " Haydi eyvallah. Şimdi sen gelsen dahi, artık ben de vazgeçtim Maysa Amanov." Arkamı dönüp ilerlemeye başladığımda, ruhumdan parçaları geride bırakıyordum.

Çünkü ben arkamı dönüp giderken, aslında 30 yılımı da arkamda bırakmıştım.

Sevdamı, hayatımı, hayallerimi, kına saçlı kızı orada bırakmış ve arkamı dönüp gitmiştim...

 

ŞİMDİKİ ZAMAN

Son kez o kına saçlarına bakıp, arkamı döndüm ve ilerlemeye başladım. Her ne kadar ondan vazgeçmiş olduğumu söylesem dahi, yüreğim acıyordu. Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği o kızı nasıl elimin tersiyle itebilirdim? Belki o bunu yapmış ve başarmış olabilirdi. Lakin ben, o değildim. Benim sevdam yalan da değildi ki iki günde unutayım...

Ciğerime çöken ağrıyla birlikte git gide uzaklaştım ondan. Keşke manevi olarak da uzaklaşabilseydim...

Derin bir nefesi ciğerlerime çektiğim sırada, cebimdeki telefonum titremeye başladı. Küfrederek telefonu cebimden çıkardım ve arayana baktım.

Bu lavuk beni ne diye arıyor?

Çatık kaşlarımla birlikte aramayı yanıtladım ve kulağıma götürdüm.

" Ne var?" Diyerek giriş yaptığımda, "Düzgün cevap ver lan bana!" Diyen sesini umursamadan, " Ne var dedim Tuğrul?" Dedim. O ise, " Düzgün cevap vermek ne demek, biliyor musun?" Ona cevap vermediğimde, " Şimdi seni tekrar arıyorum ve sende bana düzgün cevap veriyorsun." Dedikten hemen sonra telefonu kapatmıştı.

Psikolojisi mi bozulmuştu bunun?

Tam dediği gibi tekrardan aradı beni. Ben ise aramasını siktir edip sessize aldım ve yolumu yürümeye devam ettim. İşim gücüm, derdim gamım yokmuş gibi bir de üstüne bu lavukla uğraşamazdım. Canım yeteri kadar sıkkındı. Hiçbir aramasına dönmediğim sırada, mesajlaşma uygulaması üzerinden bir ses kaydını atmış olduğunu gördüm. Telefonun sesini fulleyip, atmış olduğu ses kaydını açtım ve dinlemeye başladım.

" Açsana oğlum şu telefonu! Sik gibi yanında taşıyacaksan, nasıl kullanacağını da öğren!" Yanımdan geçen birkaç kişinin bana garip garip bakmasıyla telefonun sesini kısıp, atmış olduğu diğer sesli mesajı dinlemeye başladım. " Acil aç telefonu, mühim bir konu var." Bu ses kaydı, diğer ses kaydına göre daha sakindi. Lakin yine de hiç telefonlarını açasım yoktu, eğer mühim bir konu var demeseydi tabi...

Üstten gelen arama bildirimini kabul edip, telefonu kulağıma götürdüm. " Ne var?" Tuğrul'un sabır dileyen sesini duyduğumda, göz devirdim. Bazen bazı şeyleri fazla abartıyordu. " Hasbinallah velimel vekil, Rabbim sen bana sabır ver!" Dediğinde, " Konuya geç Tuğrul." Dedim ve ayağımın dibindeki taşı tekmeledim. " İstanbul'a gideceğim. Doktor 2 haftadır hiçbir şekilde Laçin hakkında bilgi vermiyor." Kurduğu cümlelerle kaşlarım usulca çatıldı. " Ne demek doktor bilgi vermiyor?" Hasta hakkında her tür bilgiyi vermeliydi. Biz onun yakınlarıydık, her şeyden haberimizin olması gerekiyordu. Lakin Tuğrul gelmiş ve iki haftadır hiçbir bilginin verilmediğini söylüyordu.

Kesinlikle bir bit boku vardı.

" Doğru duydun. Bugün gideceğim, benimle gelmeni istiyorum." Bunu söylemesine gerek yoktu. Çünkü tam o bu cümleyi kurduğunda, bende bilet bakıyordum. " Timdekilere bir şey çaktırma. Gidecek, onu görecek ve geri geleceğiz." Kimin gelip gelmediği umurumda olan bir etmen değildi. Kardeşimin iyi olduğunu görmek bana yeterdi. " Hava alanında buluşalım." Dedikten sonra telefonu suratına kapattım ve park halindeki arabama binip çalıştırdım.

Bakalım bugün beni neler bekleyecekti?

🇹🇷

 

LAÇİN SAĞDIÇ

Önümdeki yemekten son bir kaşık daha alıp geriye yaslandım ve bana bakan kadının gözlerinin içine baktım. Zira her lokmamı yiyişime bakıyordu. Kaşığı yemeğe daldırmamdan, ağzıma götürmeme kadar pür dikkat izliyordu. Hayır yani böyle yapmasına ne gerek vardı? Geriliyordum burada. Yediğim iki lokmayı da zar zor yedim, bu bakışlar altında.

" Ellerinize sağlık." Dedim bakışlarını sonlandırmak adına, lakin onun dudaklarında bir tebessüm belirdi ve, " Afiyet olsun." Diyerek tıpkı benim gibi geriye yaslandı. Bu sırada da eşi ve oğlu da ara sıra bize bakıyordu. Rana'nın ise dünya umurunda değildi, çünkü tam olarak şuan tıka basa yemek yiyiyordu. " Kızım biraz yavaş ye, tıkanacaksın." Diyen babasını umursamadan omzunu silkti ve kaşığını yemeğine daldırıp, daha ağzındakini bitirmeden yeni kaşığı ağzına soktu. Bu kadar çok yemesine rağmen bu kız niye bu kadar zayıftı, algılayabilmiş değildim.

" Beklediğimden daha çabuk toparladın." Diyerek konuşmaya başlayan Ayperi'nin sesiyle bakışlarımı ona çevirdim. " Ne yalan söyleyeyim, iyileşmeyeceksin diye korkuyordum. Lakin bu ani toparlaman beni çok mutlu etti." Dudaklarında geniş bir gülümseme vuku bulurken, " Seni böyle görebildiğim için Rabbime birçok kez şükürler olsun." Dedi. Ben ise silik bir tebessümle ona karşılık verdim. Zira toparlamak zorundaydım, doğam gereği bunu yapmalıydım.

" İnsan yapısı gereği fazla acizdir. Lakin bir yerden sonra o acizliği bir kenara bırakmak gerek, haksız mıyım?" Diyerek sorduğumda, dudaklarındaki tebessüm büyüdü. " Neticede iki yılımı boşa heba ettim. Artık işin bir ucundan tutup toparlamam gerek." Dedim ve onun gibi gülümsedim. Ayperi'yi sevmiştim, lakin hâlâ aramızda aşamadığım bir mesafe vardı. Belki de bu mesafenin sebebi, araya giren yıllardı. Bilmiyorum.

Oğlu yemeğini yemeyi bırakmış, pür dikkat bize bakıyordu. Aybars da arada bir bize bakıyor, lakin yemeğini yemeye devam ediyordu. Rana'nın kime çektiği belli olmuştu. Baba kız boğazlarına düşkünlerdi. " Bugün babamın odasında birkaç dosya gördüm." Diyerek konuşmaya başlayan Esat'ın sesiyle, bakışlarımı ona çevirdim. " Eski asker olduğun doğru mu?" İstem dışı kaşlarım çatılırken, sorgulayan gözlerle Aybars'a baktım. O ise, sanki bunu normal karşılıyormuş gibi yemeğini yemeye devam ediyordu.

Benim dosyamın onda ne işi vardı?

" Farz edelim ki öyle, bu sana ne kazandıracak delikanlı?" Diyerek ona ufak bir bakış attım. Bu bakışımla hafiften yanakları kızarmıştı. Sorduğu için utanmıştı, lakin yine de cesaret gösterip bu soruyu sorabilmişti. Bakışlarım tekrar babasını bulduğunda, " Bir şey kazandıracağından değil. Mesleğinden neden men edildiğini anlayamadım." Diyerek konuşmaya devam etti. Lakin ben onu birkaç saniyeliğine göz ardı edip, " Dosyamın sende ne işi var?" Diyerek gözlerimi diktim Aybars'a. O ise sakince çatal ve kaşığını tabağının kenarına bıraktı ve bacakları üzerindeki peçeteyle ellerini ve ağzını temizledi. Daha sonra kehribar gözlerini gözlerime değdirip, ellerini masanın üzerinde birleştirdi. " Evime öylesine birini alamazdım." Tam Ayperi konuşacakken, elini kaldırıp onu susturdu. Bu davranışı öfkelenmeme neden olsa da, beni ilgilendirmediği için sustum. " Karımın kardeşi olduğun için, seni merak ettiği için uzun zamandır senin peşindeyim. Bunlar bildiğin şeyler." Evet, bana beni aradıklarını söylemişlerdi. Lakin geçmişimi araştırdıklarını söylememişlerdi.

Gözlerimi yanı dibimde duran Rana'ya çevirdim. O bile masadaki gerginliği fark etmiş ve yemeğini yemeyi bırakmıştı. " Teyzecim, odana çıkar mısın? Ben birazdan yanına geleceğim." Dedim, sırf söyleyeceklerimi duymaması adına. Neyseki çok ikiletmeden dediğimi yaptı ve masadan kalkıp merdivenlere doğru yürüdü. Onun gittiğinden emin olduğumda, gözlerimi yavaşça Aybars'a çevirdim. " Bana geçmişimi araştırdığını söylemedin, ablamın eşi." Dedim dişlerimi sıkarak. O ise sakince gözlerimin içine baktı. " Bu kadar bilgiye ulaşman imkânsız, bunlar gizli bilgiler." Sorgulayan gözlerim, gözlerinde gezindi. Eski asker olduğumu öyle herkes bilemezdi. İyi bir hacker tutsa dahi bu bilgiye ulaşamazdı çünkü bu bilgiler, Mit tarafından korunuyordu. Mit istemediği sürece kimse öğrenemezdi.

" Kimsin sen?" Dedim sakin tutmaya çalıştığım sesimle. Gözlerim Ayperi ve Esat'ı buldu. Daha sonra tekrar Aybars'a baktım. " Kimsiniz siz?" Dedim. Öylesine insanlar olmadıklarını anlayabiliyordum. Lakin bu kadar bilgiye ulaşmaları, beklediğim bir şey değildi. Gerçi adam direkt beni bulmuş, neye şaşırıyorsam.

" Bunlar yemekte konuşulacak şeyler değil. Salona geçelim." Diyerek konuşan Aybars'a gözlerimi devirerek cevap verdim. " İki kelimeyi söylemen, sofrayla alakalı bir durum değil. Bana kim olduğunuzu söyleyin!" Diyerek hafiften sesimi yükselttiğimde, " Benim evim, benim kurallarım Atmaca." Dedi ve sandalyesini geriye çekip ayaklandı, " Salona geçiyoruz." Son kez gözlerime bakıp arkasını döndü ve ilerlemeye başladı. Öfkem giderek artarken, gözlerim Esat'ı buldu. " Başka ne yazıyordu, o dosyada!" İster istemez sesimi ona yükselttiğim için hafifçe kaşlarını çattı. " Bazı sağlık sorunları, görev yaptığın yerler, operasyonda katıldığın timler ve görev ihlalinden sonra hemşire olarak yaptığın bazı şeyler." Dedi ve o da masadan kalktı. Gözlerimin odağı Ayperi'yi bulduğunda, dudaklarında yine bir gülümseme vardı. " Kafandaki kötü düşünceleri sil. Biz asker kızıyız, kötü insanlarla işimiz olmaz." Dedi.

Oturduğum yerde donakaldığımda, karşımdaki kadının dediği şeyi algılamaya çalışıyordum.

Biz asker kızıyız.

Ne demek biz? Ben Aker Sağdıç'ın kızıydım. Ben bir asker kızıydım, peki ya o? Ne demek istiyordu Ayperi?

" Sen de mi asker kızısın?" Diye sordum, aklıma onu bir asker ailenin evlat edinmiş olma ihtimali geliyor. Lakin bu ihtimal ne kadar büyük bir olasılıktaydı, bilmiyorum. Önce güldü Ayperi. Daha sonra ise, gülüşlerinin arasından, " Kardeş olduğumuzu unutuyorsun, Laçin. Babamız bir ya bizim." Kafasını iki yana sallayarak o da sandalyesinden kalktığında, yüreğime yediğim darbeyle, oturduğum sandalyede kalakaldım.

Benim öz babam da mı askerdi?

Gözlerim önümdeki tabaktaydı, lakin aklım kaderimin hain oyunundaydı. Benim kaderimde, gerçekten de asker kızı olmak varmış. Babam beni başka bir askere emanet edercesine şehit mi düşmüştü? Çok net hatırlıyordum katledikleri ânı. Annemin çığlıkları, babamın azap içinde haykırışları... Sima'ları silinikti aklımda. Lakin o an ki vahşet... İşte o vahşeti unutamıyordum.

Yüreğime oturan acıyla birlikte, boğazımı kurutan kelimeleri yuttum. Gözümün acı içinde sızlayışını umursamayıp ayağa kalktım. Bunca derdimin üstüne bir dert daha eklenmemiş gibi, bu duyduklarımı duymamış gibi attım adımlarımı. Salona geldiğimdeyse, sessizce boş koltuklardan birine oturdum ve gözlerimi Aybars'a çevirdim. " Seni dinliyorum." Dedim. O ise oğlu Esat'a dönüp, " Çalışma odamdan siyah kapaklı dosyayı getir." Dedi. Esat hızla salondan ayrılırken, gözlerimi ona dikmeye devam ettim. " Bana yapacağın acıklamayı çok merak ediyorum, Aybars." Dedim ve geriye yaslanarak ona baktım. O ise alaylı bir gülüşü bana sunduktan sonra, tıpkı benim gibi arkasına yaslandı.

Geçen sürenin ardından Esat salona girdi ve elindeki dosyayı babasına verdi. Tam koltuğa oturacaktı ki, " Odana çık, Esat." Diyen babasının sesiyle, gözlerindeki merağa rağmen salondan çıktı ve üçümüz baş başa kaldık. Gözlerim elindeki dosyaya bakarken, ne olduğunu, daha doğrusu içerisinde ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Sanki merakımı anlamış gibi, elindeki dosyayı bana uzattı. Hiç sorgulamadan elindeki dosyayı aldım ve kapağını açtım. Tam bu sırada o da konuşmaya başladı.

" Yer altı işleri ile uğraşıyorum. Sizin deyişinizle mafya, hani şu kara işler ile uğraşanlar." Dedi dalga geçercesine. Dosyanın ilk sayfasında kimlik bilgileri vardı.

Bana neden kendi dosyasını vermişti?

" Türkiye ve birçok ülkede hava yollarından sorumlu bir lojistiğin CEO'suyum." Bu dedikleri doğruydu. Hatta bayağı zengin ve sevilen bir şirketti bu lojistik. " Kargo aracılığı ile kara para aklıyoruz." Dediği şeyle hızla bakışlarım onu bulduğunda, dudaklarındaki alaylı gülüş yerindeydi. Gözlerim Ayperi'yi buldu, " Hani kötü insanlarla işin olmazdı?" Dercesine ona baktığımda, sadece gülümsedi!

" Bunlar sadece görünen yüzler." Diyerek dudaklarındaki tebessümü sildi ve ciddi bir hâle büründü. Bu hızlı karakter değişimi kaşlarımı çatmama neden olduğunda, konuşmaya devam etti. " Bunun arkasında, sayılı insanın bildiği bir gerçek var Laçin. Tıpkı senin mesleğinden men edilmenin arkasında yatan gerçek sebepler gibi." Kaşlarım usulca çatıldığında, ne demek istediğini anlamaya başlamıştım. Lakin bahsettiği sebep neydi, bilmiyorum. " Açık konuşmalısın." Diyerek sabırsızlığımı dile getirdiğimde, " Binbaşı Aybars Yücetaş. Memnun oldum, Laçin." Dudaklarında tekrar alaylı bir gülümseme vuku bulduğunda, gözlerim şaşkınca irileşti.

Ne? 

Ne!

Ona inanmak istemediğim için, hızla elimdeki dosyaya baktım. Gördüğüm cümlelerle içimden binlerce kez küfrederken, kafam karışmış vaziyette Aybars'a baktım. " Bu da ne demek oluyor?" Diyerek sorduğumda, " Konuşacağız." Dedi. Dudaklarındaki alaylı gülüş, samimi bir gülümsemeye dönüştüğünde, " Her şeyi konuşacağız Laçin, merak etme." Dedi.

Bugün daha ne kadar şaşırabilirdim?

🇹🇷

 

TUĞRUL GANİEV

Artık canıma takettiği için Okan Binbaşı'dan zar zor izin alarak İstanbul yoluna düşmüştüm. Yeni bir görev vardı evet ama iki haftadır da Laçin'den haber alamıyordum. Aklımın bir ucu Vatanımın nöbetinde, bir diğer ucu ise Laçin'deydi. Okyanus gözlü kızdan haber alamamak, canımı sıkıyordu.

Yanına gidemediğim yetmiyormuş gibi, aldığım bilgilere de son verilmişti. Bu nasıl olurdu, aklım hâlâ ermiyordu.

" Nurcan Hanımla görüşmek istiyoruz." Diyerek, resepsiyondaki kızla konuşmaya başladı Omar. Ben ise dikkatle etrafa bakınıyordum. Buraya ikinci gelişimdi, lakin o an yaşadığım tüm duygular teker teker tenime nüfuz ediyordu. Laçin'in beni tanımayışı, gözlerime olan boş bakışları... Bir yabancıya bakar gibi olan bakışlarını hâlâ tenimde hissedebiliyordum. Zira kaderin bize oynadığı bu oyun, bizi birbirimizden oldukça uzağa itmişti. Lakin artık yakınlaşma vaktiydi.

Bugün her ne olursa olsun, onu buradan çıkaracaktım.

" Nurcan Hanım şuan mesai dışında beyefendi." Diyerek konuşan kadına göz ucuyla baktım. " Tamam ne zaman burada olur?" Diyerek sabırsızca konuşan Omar'a tedirginlikle baktı. " Tam bilemiyorum, haber vermedi." Demesiyle tek kaşım usulca havaya kalktı. " Buranın normal bir hastane olmadığını hepimiz biliyoruz hanımefendi." Dedim ve resepsiyonun masasına ellerimi yaslayarak hafif öne eğildim. " Söyle o doktora, şimdi odasına çıkıyorum." Dedim ve geriye çekilip, " Beyefendi." Diyen kadını umursamadan yukarı çıkan merdivenlere yöneldim.

Laçin'in doktoru 4. Kattaydı. Bunu çok net hatırlıyordum. Omar'da benim arkamdan gelirken, merdivenleri üçerli dörderli çıkmaya başladım. Oldukça sabırsızdım, çünkü okyanus gözlü kızdan bir hayli uzak kalmıştım. Artık kavuşma vaktiydi.

Dördüncü kata geldiğimde direkt geniş koridorun sonuna doğru ilerlemeye başladım. Koridorun sonunda, sol taraftaki kapının önüne geldiğimde, kapıyı çalma gereği duymadan içeri girdim. Tam tahmin ettiğim gibi doktor içerideydi. Gözlerine yerleştirmiş olduğu gözlüğüyle birlikte, üstten üstten bize bakıyordu.

Tek kelime etmeden masasının önüne doğru ilerlemeye başladım. " Sizi buraya getiren nedir, Tuğrul bey?" Dediğinde alaylı bir gülüş çıktı dudaklarımdan. " Bence burada olmamın sebebini ikimizde çok iyi biliyoruz, Nurcan Hanım." Dedikten sonra iki elimi masasına yaslayıp hafifçe öne doğru eğildim ve gözlerinin içine baktım. " Ah, elbette." Diyerek göz devirdikten sonra, " Laçin Sağdıç." Dedi ve gözlüğünü düzelttikten sonra tekrardan bana baktı. " Elbette Laçin Sağdıç, başka kim veya ne olabilirdi ki?" Dedi ve sandalyesinde arkasına yaslanarak kollarını göğsünde bağladı. " Hasta müşahede altında. Durumu iyiye gidiyor sanıyorduk lakin günden güne daha da çıldırıyormuş. Bize oynadığı oyun, onun ikinci kişiliğine aitmiş." Söylediği cümleler ile birlikte kaşlarım çatılırken, kollarımı masasından çektim ve gözlerine baktım. " Ne demek istiyorsun doktor?" Dile getirmek istediği şeyi açıkça söylemeliydi, böyle yaparak kafamızı karıştırmamalıydı.

" Bizimle açık konuşmalısınız, Doktor Hanım." Diyerek Omar da yanı dibimdeki yerini aldı. " Laçin Hanım'da ilk başlar yalnızca geçici şizofreni belirtileri olduğunu sanmıştık. Lakin yaptığımız bazı tetkikler sonucunda, Laçin Hanım'ın dissisiyotif kişilik bozukluğu olduğunu fark ettik." Söylediği cümleler ile birlikte olduğum yerde çakılı kalınca, duyduğum cümleleri hazmetmeye ve algılamaya çalışıyordum.

Doktor ne demek istiyordu?

" Bu nasıl olur? O çok normal-" diyerek konuşmaya başlayan Omar'ı cümleleriyle susturdu. " Eminim ki Laçin Hanım'ın sürekli inişli çıkışlı olduğu anları fark etmişsinizdir. Bir an çok sinirlidir ve öfkeyle hareket eder, lakin bazen de sanki öfkeli olan kişi o değilmiş gibi davranır. Lakin biraz zaman geçer ve o öfkesi tekrar ortaya çıkar. Bu tarz bir şeyi hiç yaşadınız mı?" Ben ve Omar'ın gözünün içine baktığında, kurduğu cümleleri algılamakta zorlanıyordum. Evet, Laçin ilk zamanlar bana karşı öfkeliydi ve intikam almak istediğinden çok emindim. Lakin Alay'dan ayrılacağı gün bana olan öfkesi az da olsa dinmişti. Bunun farkındaydım. Lakin bunların, dissisiyotif kişilik bozukluğuyla ne gibi bir ilgisi olabilirdi? Bu normal bir bireyin gösterdiği tepkilerdi.

" Anlamıyorum." Diyerek doktora baktığımda, derin bir nefesi ciğerlerinden dışarı salıverdi ve konuşmaya devam etti. " Laçin hanım bazen bize sizleri tanımadığını söylüyor. Bazen ise sizi çok özlediğini ve neden gelmediğinizi sorguluyor. Bazı zamanlar ise sekiz yaşında bir çocuk gibi davranıp, ' Aker Serkerdesi ne zaman gelecek?' diyor." Söylediği cümlelerle beynimden vurulmuşa döndüm. Bu olabilir miydi? Laçin'in içinde birden fazla kişilik yatıyor olabilir miydi?

Sen bizim bilmediğimiz neler yaşadın Gece Okyanusu?

" Aker Komutan vefat edeli yıllar oluyor..." Diyerek konuşan Omar'a, " Biliyoruz. Bu teşhisi koymamıza neden olan davranışı da tam olarak buydu. Şizofreni de hayaller, ani öfkeler olabiliyor. Bunlar normal teşhisleridir. Lakin şizofreni de birden fazla kişilik belirtilmez. Bazen bir çocuk, bazen yetişkin bir kadın, bazen ise öfke ile hareket eden bir kadın oluveriyor. Hepsinin altında elbet bir travma var. Lakin bu travmaların sebebini henüz bilmiyoruz. Ailesi yaşamadığı için onlardan bilgi alamıyoruz. Laçin hanım ise..." Üzülerek başını öne eğdi ve, " Eğer bu şekilde devam ederse çok bir ömrünün kalabileceğini zannetmiyorum." Dedi kısık sesle. Bir kez daha olduğum yerde çakılı kaldığımda, onun yokluğunun acısını düşünmek bile o an beni mahvetti.

Laçin'e bir şey olmamalıydı.

" Bu da ne demek?" Kısık sesle sorduğum soruya, " Hem bedenen, hem de zihinsel olarak çöküntüde. İntihar meyilleri giderek artıyor. Her ne kadar intihar etmesine neden olacak şeyleri odasından çıkarsak da, her seferinde bir yol buluyor ve intihara kalkıyor." Dedi. " Bu nasıl olur?" Diyerek soran Omar'a, " Geçen gün yatağının üzerindeki çarşafla kendini boğmaya çalışıyordu, son anda onu kurtardık. Bugün yine aynı şekilde yattığı yatağın derisini tırnaklarıyla soymuş ve tellerinden bir parçayı koparıp boğazına yaslamıştı. Bugünde kılpayı kurtardık onu, lakin bir dahakine ne yapar bilmiyoruz. Böylesine bir akla sahip iken ve böyle bir hastalık onun üzerindeyken, çok fazla tehlike arz ediyor." Dedi. Ben ise hâlâ onun yapmaya kalkıştığı şeyleri idrak etmeye çalışıyordum.

Yattığı yatağın teliyle kendini öldürmeye çalışmak da neyin nesiydi böyle!?

" Onu görmek istiyorum." Dedim doktora doğru. Çünkü biliyordum ki onu görmeden doktorun dediği hiçbir şeye inanmazdım. " Size bilgi vermememizin sebebi de buydu. Laçin Hanım'ı artık unutmalısınız, çünkü o bile artık kendinin farkında değil. Tabi yine de istediğiniz zaman gelip ziyaret edebilirsiniz, lakin ona karşı pek da umutlu olmamanızı tavsiye ederim." Dediğinde söylediği cümleleri umursamadım. O benim gece okyanusumdu, umut bahçem, yürek paremdi. Öylesine ellerimden kayıp gidemezdi. İllaki bir yolu bulunur ve tedavi edilirdi, bahar yüzlüm. Bir çaresi olmak zorundaydı. Bir çaresi bulunmalıydı...

Yüreğim titrerken, bize yazılmış olan bu kadere içten içe ağlıyordum. Kavuşmamızı bu kadar mı istemiyordu yaradan? Biz bu kadar mı birbirimize uzaktık, nasip değildik?

“ Onu görmek istediğinizden emin misiniz, Tuğrul bey?” diyerek soran doktorun gözlerinin içine baktım. Gözlerim belki gözlerindeydi, lakin aklım hiç olmadığı kadar acı içinde kıvranan sahnelerdeydi, bir ihtimal olan gelecekteydi. Omzuma dokunan bir elin varlığı ile, başımı hafifçe sağa doğru çevirdim. Omar gözlerimin içine kederli ama bir o kadar güçlü bakıyordu. Omzumu hafifçe sıktığında, kısa bir an gözlerimi kapattım ve tekrardan doktora baktım. “ Evet, onu görmek istiyorum.” Doktor kısaca yutkunduktan sonra, “ Pekâlâ.” Dedi ve koltuğunun kolluklarına tutunarak ayaklandı. Bakışlarım onun hareketlerinde oyalanıyordu, çünkü şuan için yapabileceğim tek şey buydu.

“ Gidelim.” Diyerek eliyle önünü işaret ettiğinde, Omar ile birlikte bir adım kadar arkasından ilerlemeye başladık. Doktor bir adım önümüzde, yavaş adımlarla ilerlerken, kalbim gümbür gümbür atıyordu. Belki de göreceğim görüntünün bırakacak olan hasarıydı, beni bu derece korkutan. Bu korkunun nedeni başka ne olurdu, bilmiyorum.

Doktorun ardından bir üst kata kadar çıktıktan sonra, bir kapının önünde durmuştuk. Kapının, tıpkı hapishane kapıları gibi, en tepesinde bulunan küçük bir cam penceresi vardı. Bu küçücük pencerenin ardında mı saklıydı benim sevdiğim?

Çatık kaşlarım anında doktora döndüğünde, “ Lütfen mesleğimin gerektirdiği durumları sorgulamayın, Tuğrul Bey.” Diyerek ben sormadan cevabını yapıştırdı. Dişlerimi sıkmaktan çenem kasılırken, sakince gözlerimi yumdum ve bir iki saniye yavaş ve düzenli bir şekilde nefes aldım. İçimdeki öfke dinmezken gözlerimi açtım ve doktora baktım. “ Kapıyı aç.” Tek kelimeyle hızla dudaklarını araladı, “ Tuğrul Bey-“ daha fazla konuşmasına izin vermeden, “ Sana kapıyı aç dedim doktor!” gür sesim boş koridorda yankılanırken, doktor ürkmüş olmalı ki, omuzları hafifçe titremişti. Umursamadım. Umurumda da değildi.

“ İçeriye girmenize izin veremem. Odaya biri girdiği anda kriz geçiriyor. Bunun sebebini bizde henüz çözemedik. Belki de insanların varlığı onda bazı travmaları tetikliyordur. Bunu henüz net bilmiyorum. Geçirdiği krizlerde basit krizler değil. Odaya girmeniz, onun için daha tehlikeli olur.”

“ Ne saçmalıyorsun sen?” Diyerek doktora doğru adımladı Omar. Ben ise ağzımın içinde küfür geveleyip Omarı’da kolundan tutup geriye çektim. “ Kardeşime resmen deli diyorsun! O benim kardeşim lan, kardeşim! Benden mi ürkecek yoksa sevdiği adamdan mı!” Kalın ve gür çıkan sesi tüm koridoru inletirken, bu kattaki birkaç kapıdan sesler yükselmeye başlamıştı. Hepsi de, hasta olanlardan çıkan garip seslerdi...

“ Görmek istiyorsanız buyurun girin! Lakin size bir uyarı yapmış olduğumu da hatırlatırım, eğer ki hasta bir kriz geçirirse, ki yüksek ihtimal geçirecek. Bu krizin sorumlusu siz olursunuz, tüm yükümlülüğü siz alırsınız!” diyerek doktor da sakinliğini yitirmiş ve ikimizin gözlerine bakarak sert bir şekilde konuşmuştu. Her türlü sorumluluğu alırdık evelallah, lakin Laçin’e bir şey olma düşüncesi, onu görme isteğime ağır basıyordu. Evet onu deliler gibi görmek istiyordum, lakin ona benden gelecek bir zarardansa, benden gelmeyen bir yarara tercih ederim...

Omar da tıpkı benim gibi küfrederken, geriye çekilip yumruğunu duvara geçirdi. Benim içimde sakladığım öfkeyi, acıyı o içinde tutamamış dışarı vurmuştu. “ Amına koyduğumun hayatı!” Bir yumruğu daha duvara geçirdiğinde, doktor ona doğru hareket etmeye çalıştı. Lakin elimi kaldırarak durmasını işaret ettiğimde, kararsız gözlerle bir bana bir Omar’a baktı. Çok fazla düşünmesine gerek kalmadan geriye doğru uzaklaşıp Omar’ı kendi haline bıraktı. “ Bir yüzümüz gülmedi lan şu hayatta!” bir yumruk daha attı duvara. “ Ne yaptık lan!” diyerek bir kez daha bağırdığında, bu sefer tekmesini yanı dibindeki hasta koltuğuna geçirmişti. “ Ne günah işledik de bu sik gibi kadere mahkum edildik lan!” art arda tekmelerini koltuğa geçirmeye devam ederken, aynı anda içindekileri dökmeye de devam ediyordu. Koridorda yankılanan hasta seslerinden bahsetmek bile istemiyordum.

Burası bir tımarhaneden farksızdı.

Omar’a doğru ilerleyip elimi omzuna koyduğumda, elimi öfkeyle itekleyip arkasını döndü ve çıktığımız merdivenleri inmeye başladı. Ben ise olduğum yerde derin bir soluğu ciğerlerime çekip tekrar o kapıya doğru ilerledim. O kutu kadar olan camın ardından sevdiğime baktım. Camın önünde durmuş bir o yana bir bu yana salınıyordu. O salındıkça, belinden aşağıya doğru sarkan dalgalı kahverengi saçları da onunla birlikte salınıyordu. Üzerindeki hasta önlüğünden çok az görünen beyaz kollarının bir çok yerinde morluklar ve kan izleri vardı. Bunları görmek yüreğimi dağlarken, gözümden düşen tek damlayla birlikte bir adım geriye doğru sendeledim. Başı hafifçe bana doğru döneceği sırada gözlerimi ondan kaçırdım. Yüzünü görmek bende nasıl bir etki bırakacaktı bilmiyorum ama bu etkinin iyi bir etki olmayacağını çok iyi biliyordum.

Onu yaralı görmeye dayanamıyordum.

Onun yaralı olduğunu bilerek ona yardım edememek, yüreğimi dağlıyordu.

Ben de tıpkı Omar gibi arkamı döndüm ve aşağı doğru inmeye başladım. Buraya az da olsa küçük umutlarla gelmiştim. Lakin doktorun söyledikleri ve Laçin’i o hâlde görmek tüm umutlarımı yitirmişti...

Benim sevdiğim, ölümün kıyısındaydı ve ben çaresizce arkamı dönüp gidiyordum.

Elimden başka ne gelirdi ki?

🇹🇷

 

1 AY SONRA

Bir ay geçmişti Laçin’i gördüğüm günün üzerinden. Döndüğümüz gün, Kopuk Tim’indekiler bir sorun olduğunu anlamış ve Omar ile ikimizi sıkıştırmışlardı. Aslında söylemeyecektim, üsleri olarak onlara bir açıklama yapmak zorunluluğumuz yoktu. Lakin onlar da en az bizim kadar Laçin ile yakındı ve bunu bilmeyi hak ediyorlardı. Bu nedenle onlara olanları anlatmıştık. Dolaylı yoldan Öktem ve Destan Tim’leri de öğrenmişti. Son olarak ailesine söylememiz gerekiyordu, lakin bunu nasıl yapacaktık, bilmiyorduk. Babaannesinin hasta ve yaşlı bir kadın olduğunu biliyorduk. Söylemeye çekinmemizin nedeni de buydu. Babaannesine bir şey olma ihtimali. Lakin eğer söylemezsek de bunun hesabını bize soracaklardı. Amcası ve kuzenleri dışında kimse Laçin’in o hastanede olduğunu bilmiyordu. Bunu ailelerinden gizlemişlerdi, Laçin iyileşir umuduyla... Lakin bilmedikleri şeyler, onlara fazlasıyla yük olmuştu.

Evet, bugün Laçin’in amcası Egit ile konuşmuş ve olan biteni anlatmıştım. Karşı taraftan ise bazı çığlık sesleri ve muhtemelen Egit’e ait olan ağlayışları duymuştum... Onların o seslerini duymak, yüreğime kör bir bıçağı saplıyor gibi hissettirmişti. Herkesin hâli yavandı, kimse ne yapacağını bilmiyor, mecburi görevlere katılıyor ve gün sonunda bir sigara yakıyorduk. Tıpkı şuan yaptığım gibi... Dudaklarım arasındaki sigaradan bir nefes daha ciğerlerime çektiğimde, ateşle birlikte biraz daha sönen sigaraya baktım. Tıpkı hayatımızın alev alıp sönüşü gibi söndü sigara ellerim arasında. İzmaritini yere atıp, ezme gereği duymadan yeni bir sigara dalı çıkardım paketten. Hemen ardından sigarayı dudaklarımı yerleştirip, çakmağı yaklaştırdım ve sigaranın ucunu ateşe verdim. Tam bir nefesi ciğerlerime çektiğim sırada, " Bir günde iki paket." Göz ucuyla yanı dibimde dikilen kadına kısa bir bakış attıktan sonra tekrardan önüme çevirdim bakışlarımı.

Evet, şu banka oturduğum andan beri iki paket sigara bitirmiştim. Az önceki paket ise, üçüncü paketimdi.

" Ciğerlerine kastın var galiba Yüzbaşı." Ona cevap verme gereği duymadan arkama yaslandım. Bakışlarımı sonu olmayan gökyüzüne çevirdim ve sigaramdan bir nefes daha çektim ciğerlerime. “ Bu sıralar fazla içiyorsun, Tuğrul.” Deyişiyle gözlerimi devirdim ve bir nefes daha çektim ciğerlerime. “ Karışma bana Belgin.” Dedikten sonra kısa süreli bakışlarımı yüzüne çevirdim. Sorgulayan gözlerle bana bakmasıyla, bakışlarımı ondan çektim ve tekrardan gökyüzüne baktım. “ Bir boklar dönüyor ve sen bana söylemiyorsun.” Deyişiyle yarım kalan sigaramı yere atarak ayaklandım. Kaşlarım çatık şekilde, benden kısa olan kadına başımı eğerek baktım. “ Seni ilgilendirmeyen sulara dalma, Belgin. Aksi takdirde boğulursun.” Dediğimde, o alaycı gülüşünü serdi bana. “ Saf salak konuşma Tuğrul.” Dedikten sonra, o alaylı tebessümünü yüzünden eksiltmeden, “ Ayrıca, geçen gece sızıp içini bana döktüğünü unutma.” Dedi ve kollarını göğsünün altında topladı. Dişlerimi sıkarak ela rengi gözlerine baktım. “ Ne istiyorsun kızım sen? Hayatım yeteri kadar boktan değilmiş gibi daha da boka mı batırmak istiyorsun?” dediğimde, göğsünde bağladığı kollarını çözdü. Aynı anda yüzündeki alaycıl tebessüm de silinmişti. “ Yanlış anladın. Öyle bir amacım yoktu.” Demesiyle, bu sefer ben alayla güldüm. “ Neydi peki senin amacın?” diyerek başımı biraz daha üzerine eğdiğimde, bir adım geriledi. “ Beni yanlış anladığını kabul etmelisin. Tek amacım, içini birine dökersen rahatlayabileceğin olasılığıydı.” Demesiyle bir kez daha güldüm. Kesinlikle içten bir gülüş değildi. “ Ne yani, kardeşlerim dururken gelip sana mı dökeceğim içimi?” dedim ve dudaklarımdaki alaycıl tebessümle bir adım attım üzerine. “ Sen kendini ne sanıyorsun? Daha doğrusu sen kimsin ki ben sana bir şeylerimi anlatacağım?” Bakışlarını gözlerimden bir iki saniyeliğine kaçırdıktan sonra tekrardan gözlerime baktı. “ Sana bu laflarını hatırlatacağım, Tuğrul. Çok yakında hemde.” Dediğinde onu umursamadan yanından geçip gittim.

Bana laflarımı hatırlatacakmış, asıl ben her gün bu laflarımı ona hatırlatırdım. O kimdi ki kendini bir şey sanıyordu? Benim gibi bir Yüzbaşı / görevli asker olması dışında farklı bir kimliği yoktu. Alay’dan içeri girdiğimde, giriş koridorunun duvarına yaslanmış Behlül’ü gördüm. Dalgın gözleri yerdeki mermerlerdeydi. Dudaklarındaysa silik bir tebessüm vardı. O kadar belirsizdi ki, o tebessümü görebilmek için dikkatli olmak gerekirdi. Sessiz adımlarımı onun yanına yönelttiğimde, elimi yavaşça omzuna koydum. Sanki benim geldiğimi biliyormuş gibi irkilmemiş, tam aksine tebessümünü biraz daha genişletmişti. “ Bana bu mermerlerde ne gördüğünü söyler misin, Tuğrul.” Bana ismimle seslenmesine şaşırırken, garip bakışlarımı ona yönelttim. “ Düz mermer işte oğlum, ne olacak başka?” dediğimde bir kez daha güldü. “ Düz mermer...” Başını mermerden çekip bana baktı. “ Sen bu mermerlere bakınca pek bir şey göremiyorsun, lakin ben acıyla dolu anılar görüyorum.” Ne dediğini anlamadığım için ona garip garip bakarken, “ Laçin...” demesiyle bende yutkundum.

“ Ne garip lan.” Dedi ilk baş. Hemen ardından da, “ Her şey daha dün gibiydi. Zaman bizi ne ara buraya getirdi, hayret ediyorum doğrusu.” Dedi ve bir kez daha güldü. “ Ulan ölüm döşeğinde olan bendim, şimdi ise kardeşim.” Gülüşü koridoru inlettiğinde, birkaç askerin bakışı bize döndü. Tek bakışımla hepsi anında yok olurken, gözlerimi tekrardan Behlül’e çevirdim. “ Amına koyduğumun hayatına bak! Lan kardeşim ölecek ve ben hiçbir şey yapamıyorum...” Dolu dolu olan gözlerini gözlerime çevirdi. “ Laçin bizden gidecek ve benim tek yapabildiğim, her yerde onu aramak, anımsamak.” Gözünden tek damla düştüğünde, kafasını tutup kendime çektim ve ona sarıldım.

Gözlerimin ardı sızladığında, “ Hiçbirimizin elinden bir şey gelmiyor...” diye fısıldadım acı içinde. Elimden bir şey gelmediği için kendimden nefret ediyordum. Bir şey yapamadığım, bu kaderi değiştiremediğim için kendimden nefret ediyordum.

Bir süre Behlül omuzumda ağladı, ben ise kederimi içime göme göme onu telkin etmeye çalıştım. Zira elimden gelebilen tek şey buydu. Kendi yaramı saramazken, başkalarına merhem oluyordum...

Gecenin ilerleyen saatlerinde evime gelmiş, yemek dahi yemeden biramı elime almış ve köşe başı koltuğuma oturmuştum. Önümdeki masada ise Laçin’in yazmış olduğu günlükler vardı. Bir ve ikinci günlüğü okumuştum, lakin üçüncü günlüğü henüz okuma cesaretinde bulunamamıştım. Bugünki hedefim ise, üçüncü günlüğü okumaktı. Biramdan bir yudumu içip, şişesini kenara koydum ve uzayan sakallarımı sıvazlayarak üçüncü günlüğü, ellerim titreye titreye avuçlarım arasına aldım. Bir süre mavi kapaklı defterin yüzeyinde gezdirdim ellerimi. Henüz açmaya cesaretim yoktu. İki günlük bende yeteri kadar hasar bırakmıştı, üçüncü günlüğü düşünemiyorum bile...

Bütün korkularımı bir kenara atıp, derin bir soluk eşliğinde defterin mavi kapağını araladım ve inci gibi olan o yazıyla karşılaştım.

Merhaba...

Günlerden ne, bilmediğim için yazamadım. Bu çok rahatsız edici hissettiriyor. Dahası ne zamandan beridir böyle bir takıntım var, anlamış değilim. Git gide kendimi tanıyamaz hâle geliyorum.

Bu ben miyim?

Yaşamak, onun için acınası bir şey miydi?

Bu düşüncelerini doktorun dediği rahatsızlığa bağladım. Dissisiyotif kişilik bozukluğu. Bu Laçin olamazdı çünkü. Bende yaşamayı acınası buluyordum, lakin her güne şükrettim. Laçin de öyle biriydi, biliyorum. Bu düşünceler ise, kesinlikle ona ait olamazdı.

Çok sıkıcı.

Bugün masmavi gözleri olan bir adam geldi. Kumral ve oldukça uzun boylu biriydi. Şu her kızın, deyimiyle dibinin düştüğü türden biriydi. Kim olduğunu bilmiyorum. Adı da değişik bir şeydi zaten, o yüzden hatırlamıyorum. Ki, benim için pek de önemli biri değil.

Aklım hâlâ, yalnızca bir kişide.

Aklımı yitirmiş olabilirim, lakin her normale döndüğümde, gözlerimin aradığı tek bir kişi var.

Adı lazım değil, baş harfi sen 😉

Çizmeye çalıştığı emojiyi görmek, dudaklarımda minik de olsa bir tebessüme sebep olmuştu. Burada benden bahsettiğini anlamak için üstün zekâlı falan olmaya gerek yoktu. Lakin aklımın almadığı tek kısım, bu bahsetmiş olduğu mavi gözlü kumral kişi kimdi? Kaşlarım çatık bir şekilde sayfayı çevirdim ve okumaya devam ettim. Bir süre böyle şeyler yazmıştı. Kimi zaman normale döndüğü halinde, kimi zaman kendini bile tanımadığı haldeyken yazmış olduğu cümleler vardı. Lakin kendini hatırladığı anlar oldukça azdı. Hemde çok az...

Son sayfaya geldiğimde, adımı görmemle birlikte yutkundum. Bu sayfa, direkt bana ithaf edilmişti. Bunu görmek ise yüreğimde sanki bir arbede varmış gibi hissettirmişti. O derece hızlı atmaya başlamıştı yüreğim. Elimdeki bira şişesini masanın üstüne bırakarak deftere odaklandım.

Tuğrul ...

Ben... Nasıl desem, bilmiyorum... Özür dilerim senden.

Bebeğimize sahip çıkamadım, kendime sahip çıkamadım, bizi koruyamadım... Bugün son günümmüş gibi hissediyorum, Yüzbaşı. Bu beyazlarla kaplı oda içerisinde kafayı yiyecek gibiyim. İyileşmem gerekirken, günden güne ölüyorum. Bunu hissedebiliyorum... Tuğrul... Ben bebeğimizi kaybettim... Ve bugün öğrendim ki, tamı tamına bir buçuk yıl geçmiş o günün üzerinden...

Ben artık 30 yaşında bir kadınım...

Bunu idrak edebiliyor musun?

İki yılımız heba oldu sevgilim...

Ve... 

Tuğrul... Bebeğimi kaybettiğimde, doktor bazı şeylerden bahsetti... Ben... Ben bir daha anne olamayacağım, Tuğrul. Tedavi olmam gerekiyordu. Olamadım... Kistlerim oldukça büyümüş olmalı... Eğer ki iyileşirsem, ki buna hiç inancım yok. Eğer iyileşirsem bile, ne sen baba olabileceksin ne de ben anne...

Tuğrul...

Baba olmak istemez misin?

Öleceğim sevgilim, biliyorum. Zira aklım beni tüketiyor. Beni zihnim öldürüyor... Ben artık yokum. Ne sende, ne hayatında, ne de yanında... Artık yanında değilim. Bak ben sevdiğim insanı asla paylaşmam. Ama senin baba olmak istediğini biliyorum. Arya doğduğu gün, gözlerindeki ışıltıyı gördüm ben Tuğrul... Sen çok güzel bir baba olacaksın. Bir kız babası olacaksın. Beni sil gitsin. Çünkü inan bana, ben kendi kendimi siliyorum...

Ne kadar da ironik...

Omar, Behlül, Azmi, Cümali... Hepsini çok seviyorum. Sevdiğimi onlara söyler misin? Ve şunu da söyle ki, bana yapmış olduklarına rağmen, Destan timine hakkım helaldir. Amcalarım, babaannem, kuzenlerim, Maysa, Tuğçe, Fadik abla... Daha aklıma gelmeyen çok fazla sevdiğim var. Her birine onları ne kadar çok sevdiğimi, her an onları özlediğimi söylemeni istiyorum. Hem merak etmeyin, Tarık abinin yanına gideceğim. O beni orada korur, yalnız bırakmaz, biliyorum...

Ve Tuğrul...

Ben, seni çok sevdim.

Yaşlar bir bir gözlerimden akarken, sayfanın sonundaki cümleyle birlikte, ellerim arasındaki defteri sıktım. Parçalamak istercesine sıktım. Laçin’imi kaybetmenin acısını yaşadım. Onun da farkında olduğu bu gerçeği hazmedemedim. Bana, baba ol, deyişini hazmedemedim. Ona yanlışı olanları affetmesini hazmedemedim. Ben bu gerçeği hazmedemedim. Ellerim arasındaki defteri duvara fırlatıp acı içinde haykırdım.

“ Allah’ım!” diyerek haykırdım, göğsümü yarıp delen acıyla.

“ Allah’ım neydi günahım!” Omzularım sarsıla sarsıla ağlamaya başladığımda, elimden bir şeyin gelemeyişinin acısıyla, masanın üzerindeki bira şişesini ellerim arasına alıp duvara fırlattım.

“ Neden!” Haykırışım boş evin içinde yankılanırken, masanın üzerinde ne var ne yoksa dağıttım. “ Neden Rabbim!?” Boğazımı delen acı, gözlerime yaş oldu. Aktı da aktı her bir damla. Sızısı, gözlerimden yaş değilde kan akıyormuş gibi hissettiriyordu. Öyle sıcak, öyle kordu ki akan yaşlar, canımın daha beter yandığını o an bir kez daha idrak ettim.

“ Kulum öl de öleyim!” iki dizimin üstüne çöktüm, “ Lakin onu benden alma Rabbim!” başım önüme düşerken, omuzlarım sarsıla sarsıla, hıçkırarak ağladım. “ Bir onum kalmışken, onu da alma benden.” Sesim yavaş yavaş kısılıyor, acizleşiyordum. “ Canım sana kurban olsun, yeter ki onu bana geri ver Rabbim...” gözlerim kapalı şekilde ağlamaya devam ederken, düşüncelerimin ardı arkası kesilmedi.

Benim her günüm onu dilemekle geçerken, o böyle hemencecik beni bırakıyor muydu? Bırakmamalıydı... Her zamanki inadını göstermeli, karşımda dikilmeliydi. Bana, “ Yüzbaşı.” Diyerek kafa tutmalıydı. Gerektiği yerde dişini göstermeliydi. Lakin beni, bu koca cihanda bir başıma bırakmamalıydı...

“ Canımdan al, onun canına ver Rabbim.” Derken omuzlarım bir kez daha sarsılmıştı. “ Benim ömrümü, onun canına kurban eyle Rabbim.” Gözlerimden yaşlar akmaya devam ederken, boğazıma takılan yumruyu haykırarak dışa vurdum.

" Yeter ki onu bana bağışla!”

Yeter ki onu bana bağışla, Rabbim...

🇹🇷

 

LAÇİN SAĞDIÇ

Karşımdaki adama bir yumruk daha indirdiğimde, boynumdan aşağı doğru akan ter damlalarını hissedebiliyordum. Dahası, her ne kadar saçlarımı yukarıda bağlasam da, kenarlardan çıkan perçemlerim terden ıslanarak yüzüme yapışmıştı. Vücudum bu haldeyken kendimden tiksinmemek elde değildi. Terlemeyi oldum olası hiç sevmemişimdir. Zorunlu olmadığım anlar müddetince sık sık duş alır, terimi geldiği gibi yok ederdim.

Sol elimle bir yumruk daha vurduğumda, “ Sol yumruğun, sağ yumruğuna göre daha pasif.” Diyerek yumruğumdan tutup kolumu ters çevirdi ve bedenimi göğsüne yasladı. “ Yumruklarını daha kuvvetli atmaya çalış.” Sağ ayağımı kaldırıp geriden ona tekme atıp kendimi temasından uzaklaştırdım ve aynı anda yumruğumu yüzüne geçirdim. Bu atağımı beklemiyor olmalıydı ki bir iki adım gerilemişti.

Oysaki kendime özgü geliştirdiğim taktiğimi henüz hiç görmemişti... O hareketi çok nadir kişiler görmüştü.

Düşüncelerimi bir kenara bırakıp, gerileyen adamın üzerine art arda tekmeler indirmeye başladım. Tekmelerim gövdesinde buluşurken, bir anda bacağımı tutarak kendine doğru çekti. Bu hareketi beklemeyen vücudum dengesini kaybederken, düşmemek adına kollarımı omzuna attım. Bu sayede biraz daha yaklaşmıştı bedenlerimiz. Bu temastan rahatsız olurken, karşımdaki adamın bakışlarını umursamadan ellerimi omuzlarından çektim. Aynı anda bacağımı da elinden kurtarıp geriye doğru adımlayıp, “ Bugünlük bu kadar yeterli bence, Alparslan.” Dedim ve arkamı döndüm ve spor salonunun çıkışına doğru ilerlemeye başladım. “ Laçin!” diyen sesiyle birlikte, olduğum yerde durdum ve omzumun üzerinden ona baktım. “ Bana karşı neden bu kadar mesafelisin?” bunu dediğinde bakışlarımı önüme eğdim ve parmağımdaki boşluğa baktım. Tuğrul’un bana yaptırdığı yüzük parmağımda değildi, lakin nişanesini hâlâ hissediyordum...

İşaret ve baş parmağımı yüzük parmağıma götürüp orayı okşamaya başladım. Dudaklarımda silik bir tebessüm belirirken, bir an evvel ona kavuşacağım zamanın gelmesini istiyordum. Zira hiç olmadığı kadar çok özlemiştim onu.

Silik tebessümüm hâlâ dudaklarımdaki yerini kollarken, tekrardan omzumun üzerinden Alparslan’a baktım ve, “ Yüreğimde yeri olan biri var.” Gözlerimi kısa bir süreliğine yere indirdim ve tekrardan ona baktım. “ Ona ihanet edecek bir şey yapmam.” Dedikten sonra bir kez daha arkamı dönmeden oradan çıktım. Malikaneye çıkan merdivenleri tırmanırken, bir yandan da Tuğrul’u düşünüyordum. Acaba şuan ne haldeydi? Ona oynadığımız oyuna inanmış mıydı? Dahası günlükleri okuyunca ne tepki vermişti...

O günlükten, yalnızca aklım başımdayken yazmış olduğum şeyleri hatırlıyordum. Onun dışında da bir şey hatırlamıyordum... Yokluğumda ne yaşamıştı, neler yapmıştı? Beni unutmuş muydu, yoksa hâlâ aşamıyor muydu? Umuyordum ki kendisine acı verecek şeyler yapmıyordur. Zira benim yüzümden kendine zarar vermesi, kendimi affetmemi engellerdi. Böyle bir oyunu en başta onaylamamıştım. Lakin daha sonra Aybars’ın anlattıkları ve yapmamız gereken plan doğrultusunda mecburi olarak bunu kabul etmiştim. Bir süre boyunca beni ölü bilmeli, peşime düşmemelilerdi. Bu benim için önemliydi... Onlara dönebilmem için olması gereken bir şeydi...

Ciğerlerime çektiğim sıkıntılı bir nefesle birlikte son merdiveni de çıkıp tamamen Malikaneye girmiş oldum. Üst kata çıkan merdivenlerin önünden geçip, geniş salona kısa bir göz gezdirdim. Kimseyi göremeyince üst kattaki odama doğru çıkmaya başladım. Odama girdiğim an yapacağım ilk şey, soyunup güzel bir duş almak olacaktı. Zira kendimi şuan leş gibi hissediyordum.

Odama varmama birkaç adım kala, Ayperi’nin oğlu Esat bana seslenmişti. “ Teyze!” Bana bu şekilde seslenmesi sinirlerimi bozuyordu. Henüz kendimi teyze gibi hissetmiyordum, gençtim daha! Her ne kadar otuz yaşına gelmiş olsam da gençtim işte! “ Efendim?” dedim içimden sabır çekerken. “ Bugün bir el daha tabu oynar mıyız be?” deyişiyle dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme oluştu. “ Takımları kur, oynarız.” Dediğimde, “ Sen var ya, en hakiki teyzesin be!” diyerek yanaklarımı sıkıp öptükten sonra aşağı doğru seslenerek koştu, “ Anne!” Onun arkasından gülerek odama girdim. Esat her ne kadar 19 yaşında bir genç olsa da, bazı zamanlar bir çocuk gibi davranıyordu. Elbet ciddi olduğu konular vardı, ki çoğunlukla da babası gibi ciddi bir insandı. Lakin arada böyle çocuklukları olabiliyordu. Ki bu da olması gereken bir şeydi zannımca.

Odama girdiğim an yaptığım ilk şey üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp bir kenara atmak olmuştu. Banyoya doğru ilerleyip kapısını açtım ve içeri girip hızlı bir duş aldım. Duşun ardından Vücudum ve saçlarımı havluyla sarıp tekrardan odama girdim ve çift kapaklı dolabın kapağını açarak içinden, yazlık kısa bir şort ve üzerine de sade beyaz bir tişört çıkardım. İç çamaşırlarımı giydikten sonra hızla kıyafetlerimi de giyip, gelişi güzel saçlarımı havluyla kurulayıp odadan çıktım.

Evin içinde ayakkabıyla gezmeyi sevmediğim için yalın ayak merdivenlerden inip salona girdim. Duyduğum kahkaha sesleriyle birlikte içim ister istemez sızlamıştı. Bende ailemin yanında olmak istiyordum...

Yüzüme yansıyan kederi içime gömüp yüzüme küçük bir tebessüm kondurup salona girdiğimde, Ayperi’nin gözleri direkt ayaklarımı buldu. ,” Terliklerin nerede?” diye sorduğunda kendimi onun yanındaki boşluğa atarak oturdum. “ Sevmediğimi biliyorsun.” Dediğimde, “ Bazen çocuk gibi oluyorsun.” Dedi. Bu dediğini umursamadan omuz silkip sevgili enişteme döndüm. “ Sen sosyalleşir miydin ya, ablamın eşi?” dedim. Bu tepkime yalnızca göz devirdi. “ Sen iyileştikçe bir çenen düştü sanki. Ne yapsak, seni tekrar o tımarhaneye mi tıksak?” Diyerek alay ettiğinde, aslında travmamı tetiklediğinin farkında değildi.

Bir daha asla oraya gitmek istemiyordum.

“ Kusura bakma. Sende haklısın tabi, aylardır benimle uğraşıyorsun, sana da yük oldum. Ama merak etme, yakın zamanda gideceğim zaten. Hele bir şu iş bitsin...” Diyerek uzun zamandır bana dert olan şeyi dile dökmüştüm. Kendimi bu evde sığıntı gibi hissediyordum ve bunu aşamıyordum. “ Abime bakma sen, hep biraz ketumdur.” Diyen Alparslan’ı pek umursamadım. “ Kaba Saba biridir ama bir o kadar merhametlidir. Öyle demek istemedi o.” Diyerek eşini savunmaya geçen ablama tebessüm ettim. Elden başka bir şey gelmiyordu elbet.

“ Her neyse. Gruplar kuruldu mu, kimler hangi takımda?” diye sorduğumda, “ Annem ve babam bir takımda, senle de amcam. Ben bir dahaki tura oynayacağım.” Diyerek sorumu cevapladı Esat. “ Oynamak isteyen sendin, ilk sen oyna.” Dediğimde bana dik dik baktı. Bana olan bakışına omuz silkip önüme döndüm. Çok da fifi yani, bende keyfime bakarım.

“ Takımlarınıza isim koyun hadi.” Diyerek konuşan Esat’a, “ Buna ne gerek var? Birimiz kırmızı birimiz mavi olarak kalalım işte.” Dediğimde bana göz devirdi. Lakin benimle aynı düşüncede olduğunu belli eden Alparslan, “ Bir de bununla uğraşmaya gerek yok yeğenim. Biz Mavi takımız, annenlerde kırmızı.” Dediğinde Ayperi ve eşi de bunu onayladı. Bu sayede oyun başlamış bulundu. Öncelikle kırmızı takım başlıyordu, anlatıcı ise ablamdı.

“ Ay hayatım! Esat ve Rana bizim neyimiz oluyor?” diye sorduğunda, karttaki kelimeye ve altındaki yasaklı kemilere baktım. Anlatacağı kelime, yeni doğandı. “ Çocuklarımız.” Diyerek sakince cevap veren Aybars’a, “ Heh işte onlar benim karnımdan çıktığında ne oldu?” diye sorduğunda, “ Doğmuş oldular?” diyerek aynı sakinliğini korudu. Ablam onun yanında çok hiperaktif duruyordu. “ Ay hayatım elbette doğdular ama o ilk doğdukları anda, biz onlara ne diyoruz?” Diye sordu ve cevap vermesi adına kocasına baktı. “ Yeni doğan?” diyerek cevaplayan kocasına, “ Zeki kocam ya!” dedi ve bir sonraki kartı çıkardı. Bu kelime ise Mareşal idi. “ Ay hayatım senin mesleğin ne?” dediğinde, “ Tabu, meslek dememeliydin.” Dediğimde, “ Of ya!” diyerek bir sonraki karta geçti, lakin bu sırada Esat, “ Son 30 saniye.” Dedi. Ablam ise hızla yeni kelimeyi anlatmaya çalıştı. Lakin bu kelimede de söylememesi gereken bir kelimeyi söylediği için o kartı elinden almıştım.

“ Karıcım insan biraz daha dikkatli bakar kartlara, değil mi?” diyerek ablama doğru konuştu Aybars. “ Ne yapayım, Aybars. Yasaklı kelimeler o an aklıma gelmiyor ki.” Dediğinde, Aybars başını iki yana sallayarak tebessüm etti. Ben ise ablamın elindeki kartları elime alarak Alparslan’a döndüm. İlk kartı elime aldım ve kelimeye baktım. Puantiye. Anlatması kolay bir kelimeydi. Umarım karşımdaki anlardı. “ Benim cinsiyetim ne?” diyerek kadın kelimesini söylememeye özen gösterdim. “ Kadın.” Dediğinde, “ Kadınlar üzerlerine bazı uzun kıyafetler giyiyiyor. Yani kısa da olabilir. Böyle küçük daire desenleri var kıyafetin üzerinde.” Diyerek söylediğim an, “ Puantiye.” Dediğinde, doğru bildiği için kartı diğer tarafa aldım. Yeni kelime ise ‘ Nakliye Aracı’ idi. “ Diyelim ki ben evimden ayrılıp başka bir eve yerleşeceğim. Bunun için evdeki bazı malzemeleri diğer eve götürmem gerekiyor. Bu malzemeleri ne ile diğer eve götürürüm?” bu da basit bir kelime olduğu için, “ Nakliye Aracı.” Diyerek doğru cevabı verdi.

Bir sonraki kelimeye baktığımda, Öpüşmek kelimesini gördüm. Yerimde rahatsızca kıpırdanıp, “ Bir dişi ve Er’in duygusal anlamda bağlandıktan sonra bir birine kondurduğu buse’ye ne deriz?” bu cümleyi kurarken biraz da olsa yanaklarım kızarmıştı. “ Öpüşmek?” dediğinde kartı tekrar diğer tarafa aldım. Bu sırada bazı öksürük seslerini duymuş ama umursamamıştım. “ Ya ama siz çok iyi gidiyorsunuz!” diyerek isyan eden ablama bakmadan diğer karta baktım.

Tövbe tövbe!

“ Bir dişi ve Er ilişkisini resmileştirmek için ne yapar?” diye sorduğumda, “ Evlilik.” Dedi. Bu sırada Esat, “ Son 15 saniye.” Dedi. Hızla, “ Heh, evlilik merasiminden sonra akşam çiftler nereye şey eder?” dediğimde, Aybars’ın boğazını yalandan öksürüşü ve aynı anda Esat’ın “ Teyze bunu anlatmak zorunda değildin.” Deyişi ve ablamın, “ Tövbe ya Rabbim.” Deyişi ile birlikte, Alparslan onları umursamadan, “ Gerdek gecesi.” Dedi. Bu sırada ise kronometrenin çıkardığı ses duyuldu.

Yüzüm biraz daha kızardığında, kart destelerini direkt Aybars’ın kucağına fırlattım. Yani utanılacak bir şey değildi, lakin karşımda bir erkek varken, özellikle bana ilgi duyduğunu belli eden bir erkek varken bunu anlatmak pek normal değildi. Evet o an bunu anlatmamayı seçebilirdim, lakin neden anlattım bende bilmiyorum...

“ Hatunum, senin doğum günün hangi ayda?” diye sorduğunda, “ Abi kelime Doğum günü zaten.” Diyerek abisine baktı Alparslan, o böyle dediğinde ben ve Esat gülüşlerimizi bastırarak ona baktık. “ Allah Allah. Fark etmemişim.” Diyen Aybars’a gülmek istesem de sessiz kaldım. “ Heh, hatun bizim bu oğlan üniversitede hangi bölümü okuyor?” diye sorduğunda, yine ablam cevap veremeden, “ Abi üniversite dememeliydin.” Diyerek araya girdi Alparslan. Ben ve Esat tekrardan gülerken, Aybars çatık kaşlarla kardeşine baktı.

“ Bak şimdi Hatun-“

“ Abi kelime Hatu-“ dediği an kafasına bir şaplak yedi Alparslan. Ben ve Esat ise bu sefer buna kahkahalar ile güldük. “ Lan onu deme bunu deme, ya ne diyeceğim ben? Ne saçma salak bir oyun bu, sizinle oynamayı kabul eden kafamı sikeyim!” diyerek bir şaplak daha kardeşine attığında, artık ablam da gülüyordu. “ Neye gülüyorsunuz siz?” diyerek salona giriş yapan Rana ile birlikte bakışlar ona döndü. “ Gel kız buraya!” diyerek eliyle gel işaret yapan babasına şaşkın şaşkın bakıyordu Rana. Zira şuan Aybars çok ciddi duruyordu ve o da onun bu halinden biraz ürkmüş gibi duruyordu. “ Niye ki?” diye sordu masum bir sesle, babası ise, “ Gelsene kız şuraya!” diye hafifçe sesini yükseltti. Rana hızla babasına doğru ilerledi ve tam ayağının dibinde durdu. Babası ise onu kucağına alıp bacağına oturttu ve saçlarından öptü. Bu hallerine ister istemez tebessüm ettim. Ben ve babam da böyleydik... “ Neden kendini bu kadar özlettin, fıstığım?” diyerek sordu. Rana ise, “ Bilmem.” Diyerek omuzlarını silkti. Gözlerim onların üzerindeydi, lakin gördüklerim onlar değildi. Bedenim şu an bu zamandaydı, lakin ruhum ise çok uzaklara dalmış, maziye bakıyordu...

 

YILLAR ÖNCE

“ Neden bana sarılmadın kızım?” diyerek soran babama baktım. Ellerimi göğsümün altında birleştirmiş, çardakta oturuyordum. Babam ise birden çıkagelmişti. Lakin ben bu sefer ona sarılmamış, öylece onun gelişini izlemiştim. Şimdi bile oturduğum yerden kıpırdayıp ona sarılmıyordum.

Omuzlarımı silkip bakışlarımı kaçırdığımda, çenemden tutup yüzümü kendisine çevirdi. Gözlerimi kapatarak ondan kaçtığımda, “ Sen yine bana küstün mü?” dediğinde, önce kaşlarım çatıldı. Hemen ardından dolmuş olan gözlerimi açtım ve ona baktım. “ Bana geleceğim dediğin günün üzerinden tamı tamına;1 ay 8 gün 14 saat 35 dakika 17 saniye 9 salise geçti baba!” dediğimde kaşları usulca havalandı. “ Salisesine kadar saydın mı cidden?” dediğinde ayağa kalktım ve göğsüme binen hasrete ona sarıldım.

Ona en fazla ne kadar küs kalabilirdim ki?

“ Çok korktum baba...” dediğimde kollarımı sıkı sıkıya sardım gövdesine, bir daha hiç bırakmak istemezcesine... Babam ise elleriyle saçlarımı okşamaya başladı. “ Geldim işte kızım.” Dediğinde geri çekilip benimkine benzeyen gözlerine baktım. “ İlk kez bu kadar geç kaldın baba... Sana bir şey oldu sandım...” dediğimde yaşlar birer birer akıyordu gözlerimden. Babam ise dudaklarındaki buruk tebessümle, “ Bir gün, o anın geleceğini biliyorsun.” Dedi ciğerimi yakmak istercesine değilde, beni bir gerçeğe uyandırmak istercesine. “Şimdi değil, henüz değil baba.” Dedim ona bir kez daha sarılarak. Babam ise derin bir nefesi ciğerlerine çektikten sonra bir kez daha saçlarımı okşadı.

“ Baban tahtalı köyü boylasa bile, seni asla yalnız bırakmayacak biriciğim...”

ŞİMDİKİ ZAMAN

Aklıma gelen anıyla gözlerim dolarken, kimse görmesin diye ayaklandım. Bunu ilk fark eden Esat olmuştu. “ Daha yeni başlamıştık, nereye gidiyorsun teyze?” dediğinde, “ Kendimi çok yorgun hissediyorum Esat. Başka sefere yine oynarız.” Dedim. Tam bana bir şey diyecekti ki, gözleri arkamda bir yere kaydı ve demekten vazgeçti. Onun yerine, “ Peki madem.” Dedi. Ben ise ona ufak bir tebessüm gönderip, “ Size iyi eğlenceler. Ben biraz dinleneceğim.” Dedim. Her biri bana anlayışlı bakışlar gönderirken, onlara arkamı döndüm ve üst kattaki odama doğru ilerlemeye başladım.

Odama girdiğim ilk an, kendimi direkt yatağa yüz üstü attım. Gözlerimi usulca kapatırken, her şeyin bir rüya olmasını ve uyandığımda tekrardan babamın yanında olduğumu görmek istiyordum.

Her ne kadar imkânsız olduğunu bilsem de...

TUĞRUL GANİEV

2 AY SONRA

Gözlerim Alay’ın her bir köşesini seyre dalarken, Laçin’in her zaman oturmuş olduğu bankta oturuyordum. Sanki buraya oturursam, ona temas edecekmişim gibi... Gözlerim az ilerideki askerlerimde gezindiğinde, yüzlerindeki gülüşte takılı kaldı gözlerim. İnsanlar mutluydu, mutlu olmaya devam ediyordu. Peki ya ben, biz?

İçime çektiğim derin bir ‘ ah ‘ ile birlikte gözlerimi onlardan çektim. Yanımda bir hareketlilik hissettiğimde, kısaca yan tarafıma baktım. Gelen kişi Omar’dı.

“ Ne yapıyorsun bir başına?” dedi o da tıpkı benim gibi karşıya bakarak. “ Oturuyorum.” Dediğimde, alaycıl şekilde güldü. “ Vay canına, aydınlandım şuan cidden.” Dedi. Ufacık da olsa bir tebessüm yüzümde belirmediğinde, sıkıntıyla bana döndü. “ Böyle yaparak kendini, mesleğini tüketiyorsun.” Dediğinde, uzayan sakallarımı kaşıdım. Uzun zamandır tim ile ilgilenemiyordum. Bu da üslerin hoşuna giden bir durum değildi. Her an mesleğime zarar gelebilirdi. Lakin bu kafadayken hiçbir şey yapamıyordum. İzne çıkmayı düşünmüştüm, lakin izne çıkmak beni bok çukuruna sürüklerdi, bunu biliyorum. Bu nedenle de iznimi kullanmadım.

“ Siktir etsene.” Diyerek sakallarımı kaşımaya devam ettim. O gün bu gündür sakallarımı kesmiyordum. Kesmeye mecalim yoktu. Epey uzamış ve rahatsız edecek raddeye gelmişlerdi, lakin yine de sakallarımı kesmek için kendimde o gücü bulamıyordum. “ Toparlan artık.” Diyerek konuşmaya devam etti. Daha da konuşacaktı, lakin telefonumun çalma sesiyle birlikte sustu. Bende elimi cebime attım ve telefonumu çıkardım. Ekranda gördüğüm isimle, kalbim deli gibi atmaya başladı.

Ona bir şey mi olmuştu?

Telefonu hızla yanıtlayarak kulağıma yasladım. “ Alo?” diyerek konuştuğumda, “ Alo, Tuğrul Bey.” Diyen kadının sesiyle, “ Evet, Candan Hanım?” dediğimde, karşıda ufak bir sessizlik oldu. “ Ben size haber vermek için aradım.” Dediğinde, kalbimdeki sıkışıklık arttı. “ Ne haberi?” dediğimde Omar’ın meraklı gözlerini üzerimde hissedebiliyordum.

Stres tüm vücudumu talan ederken, hızla ayağa kalktım. “ Laçin Hanım...” dediğinde, yüreğimdeki azap yandıkça yandı. “ Ne oldu Laçin’e?” dediğimde, Omar da ayaklanmış, yanı dibime girmişti. “ Bu sabah, saat 08.32 civarında Laçin Hanım’ı kaybettik.” Deyişiyle, kulaklarım kurduğu diğer cümleleri duyamadı.

Laçin’i kayıp mı etmiştik?

O ölmezdi ki. Ölemezdi.

Kaybetmedik, kaybedemeyiz.

Kulağıma yasladığım telefon ellerimin arasından kayıp giderken, elim de aynı anda sağ yanıma doğru düştü. Omar’ın bana olan seslenişlerini duyabiliyor, ve onu görebiliyordum. Lakin ona tepki veremiyordum. Şok’a girmiş, karşımdaki ağaca bakakalmıştım. En sonunda dizlerimde daha fazla derman kalmamış, iki dizimin üzerine çökmüştüm. Yüzümde bazı ıslaklıklar hissediyordum, lakin bunun sebebi yağan yağmur muydu, yoksa gözyaşlarım mı? Meçhuldü. “ Laçin!” diyen Haykırışımı ben bile beklemezken, kayıbın verdiği acıyla birlikte Askeriye’de olduğumu umursamadan hıçkıra hıçkıra ağladım.

Ben, kaybetmiştim.

Tuğrul Ganiev, ilk kez bir savaşını kaybediyordu.

Ben, kaderimin bana açtığı savaşa yenilmiştim.

Ben, her şeyimi kaybetmiştim...

🇹🇷

Saçmalama Tuğrul, henüz hiçbir şey kaybetmedin. Tam aksi, bir çok şey kazanacaksın 😁

Bu bölümü yazmak çok yorucuydu. Yazana kadar pertim çıktı.

Kitap uzamasın dedikçe daha fazla uzadığını fark ettim. Bu nedenle de sürekli zaman aşımları yapıyorum. Buhkşunuza gitmiyor olabilir lakin kitap uzarsa boka Sarar ve boka sararsa ben nasıl düzeltebilirim, bilmiyorum.

Birkaç zaman aşımı daha olduktan sonra bir daha olmayacak. O zaman aşımı da Laçin'in geri geleceği vakte kadar olacak. Birkaç ay süre vereceğim ve Laçin geri gelecek, ondan sonra ise zaman aşımları olmayacak.

Bol heyecanlı bölümlere hazırlanalım, çünkü aklımdaki son muhteşem 😁😁

Her neyse,

Kitabımı okuyup şans veren herkese çok teşekkür ederim, iyi ki varsınız

💙✨

~ Safir

 

Bölüm : 24.06.2025 12:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...