Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. Bölüm

@ern07_


"Tanımadığımız bir yerde tanımadığımız birinin yanında güvende hissedebilir miyiz?"


4

Daha küçük yaşlarda başlamıştı aksiyonlu hayatım. Babam suçluydu ve bir sürü düşmanı vardı. Ama benim gözümde iyi kalpli bir kahramandı. Neden mi? Çünkü başıma bir iş geldiğinde o hep beni kurtarmıştı. Başıma gelen işin sorumlusu o da olsa...

Ablam, yaşam dolu bir kızdı. Enerjik, cıvıl cıvıl, tatlı mı tatlı biriydi. Ama babam onun bu yanını asla görmezdi. Benim aksime ablam karanlığa doğmuştu, onu kötülükten koruyacak bir babası yoktu. Fakat o bu karanlığa göğüs geren, mücadele eden bir savaşçıydı. Bir asker olduğunuzu düşünün, doğduğunuzdan itibaren bir asker olarak yetişiyorsunuz. Sizi koruyacak birisi yok aksine sizin koruyacak birileriniz var. Böyle bir yaşantı sürerken aniden karanlığınıza ışık doğduğunu düşünün. Artık asker değilsiniz, korumanız gereken birileri olmayacaktı, düşmanlarınız olacaktı ama onlarla mücadele edemeyecektiniz. İnsan boşluğa düşmez mi o zaman? Yürüdüğü yolda takılıp yere düşmez mi? Ne yapar insan? Ona ışığı veren ve boşluk hissini yaşatandan nefret etmez mi?

Ablamın durumu da buydu işte, babamdan bu konuda hep nefret ederdi. Başına bir kötülük geldiğinde babamdan olduğunu bilirdi. Kurtulduğunda da babamdan olduğunu bilirdi ama asla kabullenmezdi babamı. O yüzdendi babam ablamı fazla tanımadı. O yüzdendi herkesin bana gözde çocuk olarak bakmasının nedeni. Çünkü ben babamla gurur duyan, onun izinden gitmeyi planlayan robotlaşmış bir çocuktum.

Ayağa kalkıp pencereye yaklaştım. Sabah kalktığımda olduğum küçük, ışıksız ve penceresiz bir odadan farklı olarak devasa, her yerinde ışık ve büyük pencereler olan bir odadaydım. Odanın içinde 2 oda daha vardı. Birisi banyoydu ve hayatımda gördüğüm en güzel banyolardandı diğeri ise çalışma odası. Çalışma odası ve yatak odası beyaz ve krem tonlarında, banyo ise siyah ve altın tonlarda döşenmişti. Pencerenin hemen önünde yatağım kadar büyük olan beyaz, bulut şeklinde puf koltuk vardı. Odaya girdiğim dakikadan beri orada oturmuştum çünkü uykum yoktu. Derin bir nefes aldım ve yeterli olmadığını fark edip camı açtım. Koca bir odada tek başıma kalmıştım ve dışarı çıkmaya korkuyordum. Üstelik telefonumda yanımda yoktu!

Gözlerimi şehre dikip düşünmeye başladım. Garip bir yerdeydim. Devasa bir binaydı, bir şirket binası gibi görünüyordu ama içerisi daha farklıydı. Ofis benzeri küçük odalar vardı ve çalışan görünümlü insanlar etrafta dolaşıyordu. İşin tuhaf yanı bu yerde 2 oda 1 salon büyüklüğünde odalar da vardı. Çalışanlar mı kalıyordu acaba?

Düşüncelerimi bölen sesle kapıya baktım. Koridordan gecenin karanlığına aykırı bir ses gelmişti. Merakla kapıya yaklaştım ve o sırada duyduğum 2. sesle gerildim. Son 2 haftadır yaşadıklarımı düşünecek olursak başka bir tehlikeyle karşılaşmam da olasıydı. Olasılıkları göz önünde bulundurarak yatağa yöneldiğimde duyduğum sesle çoktan yönümü değiştirmiş ve kapıyı açmıştım. Bu kararı verdiğime bile emin değildim. Kafamı aralıktan uzatıp karanlık koridora baktım. Burası tahminlerime göre konaklama odalarının olduğu bir koridordu çünkü ben odaya girdikten birkaç saat sonra Talat ve Çisil'in birbirlerine iyi geceler dileyen gayet kibar(!) cümlelerini ve kapı seslerini duymuştum. Etrafta hiçbir şey göremediğim için yavaşça koridora geçtim ve gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Bir dakikanın ardından solumda hissettiğim kıpırtıyla arkamı döndüm. Bir çift göz beni inceliyordu. Yutkunarak geriye adımladığımda o çift göz bana yaklaşmaya başlamıştı. Aklımı mı kaçırmıştım? Yoksa uyku ilaçları bağımlılık yaptığı ve ben kullanmadığım için halüsinasyon mu görüyordum? Bir havlama sesiyle beraber bende çığlık atarak koşmaya başladığımda koridorda yanan ışıklarla caretta carettalar gibi nereye gideceğimi şaşırmıştım. Koridorun sonundaki asansörün katta olduğunu görünce arkamdaki köpekle oraya koşmaya başladım. Neden koca binanın içinde ve ortasında neden başıboş bir köpek vardı!

Asansörün dibine geldiğimde tuşa basıp arkama döndüm, bembeyaz bir köpek hırlayarak bana bakıyordu. Kendimi asansöre atıp rastgele bir tuşa bastım o sırada açılan kapılardan birinden Talat ve Çisil ne olduğunu anlamaya çalışır şekilde etrafa bakıyorlardı. Bu gürültüde yeni mi uyanmışlardı? Kendimi asansörün köşe yerine atıp soluklandım, fazla merak asla iyi değildi. Aslında konu merakla alakalı değildi neden gecenin bir saatinde etrafta dolaşan bir köpek vardı? İşte asıl neden buydu ama yaşadığım son saçmalıklarda takılacağım en ufak şeye bile yaklaşamıyordu bu köpek.

Sonunda gözüm görmeden bastığım son kata vardığımda her asansördeki o donuk ses duyuldu, kapılar açıldı ve ben dışarıya adımımı attım. Koridorda değildim ve iki tarafında da gecenin göründüğü bir yerde duruyordum. Botanik bahçesi görünümlü oradan buradan çiçek fışkıran kısmı adımladığım da karşımda duran devasa kapıya baktım. Üzerinde tahtadan bir plaka asılıydı ve altın harflerle bir isim yazıyordu. "Uygur Karavola." Kaşlarımı çatıp bir elimi çeneme yerleştirdim. Bu adamın burada da mı odası vardı? Ya da burası onun yatak odası falan mıydı? Ama çok saçmaydı şöyle kocaman ve lüks bir şirketi olan bir insan neden burada kalırdı ki?

Sorgulamayı bırakıp asansöre yöneldiğim sırada duyduğum hışırtı sesiyle kapıya döndüm. Çatılmaktan 2 haftada buruşan alnıma inat kaşlarım daha da çatılırken gerginlikle tekrar önüme döndüm ama yön değiştirmem kısa sürmüştü. "İçeri gel Gül." O adam mikrofondan mı konuşmuştu? Ne yapacağımı bilmeden kapıya yöneldiğimde dıt sesi duydum, kapının kilidi açılmıştı galiba. İçerisi karanlık değildi ve benim odamın neredeyse 3 katı büyüklüğündeydi ve köşede bir mutfak bile vardı. bu adam ciddili şirkette kalıyordu galiba. "İyi geceler?" gözlerimi etrafta dolaştırdım, Uygur ortalıkta gözükmüyordu. "Arkana bak Gül." Hışımla arkama dönüp kapının yanındaki koltukta uzanmış gözleri yarı açık yarı kapalı Uygur'a baktım. Kollarını ensesinde birleştirdi, sanki birileri bana kas gösterisi yapıyordu. "Bir şey mi oldu?" yüzümü buruşturdum ve yereçöküp bağdaş kurarak oturdum. Acaba misafirperverlik yapıp başka bir yere oturmamı tavsiye eder miydi? Çünkü yer ölüm gibi soğuktu. Ölüm gibi...

"Hiiç, sadece bir köpekle karşılaştım ve beni kovaladı ve sonra pat buradayım." Kaşları önce çatıldı ve daha sonra gevşedi, yüzü rahat bir ifadeye bürünmüştü, acaba kurduğum cümleyi anlamamış mıydı? "Talat'ın köpeği, geceleri gezmesi için salıyor." Başımı geriye atıp cıkladım. "Binaya mı?" Omuzlarını silkti, "En azından gezebiliyor." Yaptığı gönderme sinirlerimi bozduğunda susmaya devam ediyordum. Gözlerini kapatmıştı ama uyumadığı ya da uyku evresinde olmadığı belli oluyordu. Buğday teni hafif loş ortamda daha koyu görünüyordu ama bu kollarındaki damarları gölgelemiyordu. Cidden onu ilk gördüğümde yapılı olmadığını yorumlamıştım ama şu an gördüklerim her dakika suratıma Osmanlı tokadı basıyordu. Derin bir nefes aldı, burnu çok küçüktü ve kemerliydi. Hayallerimdeki burun...

"Uykun yok mu?" Daldığım yüzünden uyanıp silkindim. Aslında yoktu ama içeriye girdiğimden beri en küçük hücreme kadar işleyen süt kokusu mayıştırmıştı. Süte ve kokusuna düşkünlüğüm ablamdan kaynaklanıyordu, her gün süt kaynatırdı ama en son içtiğimin üzerinden 2 hafta geçmişti ve sütün molekülleri çoktan bedenimi terk etmişti. "Süt var mı?" Gözlerini açıp sorgularcasına bana baktı, "Aşağıdaki köpeği beslemeyi düşünüyorsan vazgeç," ve gözlerini geri kapattı. Kafamı salladım ve ayağa kalktım, kalçam dümdüz olmuş gibi hissediyordum ve soğuktan hissetmiyordum da. "Aşağı inmeyi bile düşünmüyorum," Koltukta dönüp yüzünü benden mahrum bırakmadan önce dudağının bir kenarı kıvrıldı, karınca minikliğinde doğum lekesinin olduğu kenarı... "Dolapta olacaktı," Mutfak kısmına geçtiğimde deli gibi merak ettiğim o soruyu sordum. "Burası tam olarak neresi ve senin evin burası mı?" uzun bir süre cevap beklemiştim ve cevap vermeyeceğini anlamıştım bu yüzden kendi halimde takılıp dolapları karıştırmaya başladım. Arayıpta bulamadığım cezve yerine kullandığım 5 kişilik çorba tenceresine 1 bardak süt döktüğümde arkamda hissettiğim hareketlilikle kafamı çevirdim. Kalçasını tezgaha yaslamış beni izliyordu. "Gece gece neden süt kaynatıyorsun?" Tek kaşımı kaldırdım, "İçmek için olabilir mi?" sesli bir şekilde gülüp yüzünü cama çevirdiğinde yüzüne vuran ay ışığı ve sarı ışıkla onun şu anda ne kadar seksi olduğunu söylemek için kendimi zor tutuyordum ama sakin dakikalarımı bozamamak için susup önüme döndüm, zaten bende onu diyecek cesarette yoktu.. "Sen ciddi ciddi süt mü içeceksin? Çocuk musun sen?" Alayla kurduğu cümleden sonra sabır çekip sütü ocaktan aldım. "Hayırdır, kanına mı dokundu 1 bardaklık süt? Yoksa cimri misin para gitti diye ağlayacak mısın?" Her ne kadar arasam da bardak bulamamıştım ve şu anda tezgahın üstünde duran içinde mini gölcük olan bardağa uzandım. Büyük ihtimalle o kullanmıştı ve yıkamaktan başka çarem yoktu ve sormaya da üşeniyordum. Musluğu açtığımda su akmasını bekledim ve o da umutsuzca su bekleyişimi sessizce izledi. "Su yok," onaylarcasına kafasını salladı "Doğru yok, çünkü gece sular kesiliyor." Omuz silkerek koltuğa geri döndüğünde hayretle kafamı sallayıp mırıldandım. "Harbiden cimriymişsin." Karşısına oturup bardağı inceledim. "O benim bardağım," kafamı salladım,"Biliyorum, neresinden içtin?" Bacaklarını uzatıp gözlerini kıstı, "Hatırlamıyorum." Üzerimdeki sweatshirtün kolunu çekiştirip bardağın ağız kısmını sildim ve sütle olan aşkımı başlattım.

Dakikalar geçmişti ve ben sadece sütü izleyerek vakit geçirmiştim ve o da sadece bana bakarak süt içişimi izlemişti, çok güzel vakit geçiriyorduk(!) "Ablamı nasıl bulacağız?" Bu sefer bardağa bakma sırası ondaydı. "Bunu sabah konuşabilir miyiz?" Sorgulamak istedim ama o an ilk kez içimden gelmedi, galiba bende sabah konuşmak istiyordum.

"Uyumayacak mısın?" Gözlerimi kaçırdım ve dudağımı ısırdım, utanç vericiydi. "Aşağıya inmeye korkuyorum." Gözlerinde o aşina olduğum parıltılar yanıp sönmeye başladığında koltuktan kalktı ve elini bana uzattı. Bu bana uzattığı ilk yardım eli miydi? Yoksa ben onun elini çoktan tutmuş muydum? Elini tutmadan ayağa kalkıp bardağı masaya bıraktım ve peşinden ilerledim. Yerden tavana kadar uzanan demir boruların gizlediği yatak odasına girdik, ağzım ve gözlerim hayretle açılmıştı çünkü dalga geçerek söylediğim şey ciddi duruyordu, bu adamın evi burasıydı. Bana dönüp ellerini beline koydu, "Bu yatak yeni, ne ben ne de bir başkası yattı. Çarşaflar haftalık olarak değişiyor ama rahatsız olursan dolaptan yeni takım alırsın," Kaşlarımı çatıp odaya göz gezdirdim. "Nasıl yani burası senin evin değil mi? Sen neden koltukta yatıyorsun?" Bakışları daldığında sanki anında vücut rengi solmuş ve sararmıştı. Büyük bir kırıklıkla ama boş bakıyordu. Bir insan hem yoğun hem de boş bakabilir miydi? Uygur Karavola bunu başarıyordu. Konuşmadığı veya herkesin sustuğu anda bu bakışlar yerleşiyordu gözlerine ve ona sımsıkı yapışıyordu, ta ki bir ses duyana kadar... Üstelik ben bunu onunla geçirdiğim 1,5 günde fark etmiştim.

"Ben yıllardır evimde değilim ve evimi hiç görmedim."

Dudaklarından dökülen net ama pürüzlü, her harfinde bir acının hayat bulduğu cümleyle yanımdan geçip gitti. Ne olmuştu da az önce alay eden hali yerini bu adama bırakmıştı? Ya da kim bu bırakılışa sebep olmuştu?

"O hiçbir zaman evinde değilmiş ve evini hiç görmemiş."


...

Ben beyazdım ya da bana göre öyleydi. Karşımda ise siyah vardı. Ben iyiydim, beyaz kelimesinin anlamına göre onlar ise kötüydü siyah kelimesinin anlamına göre. Aslında renklerin bir anlamı yoktur. Onlara anlam yükleyen bizdik, tıpkı insanlara iyi veya kötü diyerek anlam yüklediğimiz gibi... Çünkü insanlarında renkleri yoktu, onlar şeffaf ve boştur, karakterlerinin içlerini doldurmasını bekleyerek... Karakterleri onları doldurduğunda ise onları bir renkle belirtiriz ve o renge göre iyi ya da kötü olurlar. Ben beyazdım, peki siyah olan kimdi?

Çisil'in ilk hamlesinden sonra piyonumu öne çıkartıp bir sonraki hamleyi bekledim. Uygur sabah uyandırıp işi olduğunu, gelince konuşacağımızı söylemişti. Kahvaltıda ise Talat geceki halinden uzakta etrafa ters bakışlar atıyordu ve o da işi olduğunu söyleyip yanımızdan ayrılmıştı ve bende Çisil'le aynı masada tek kalmıştım. Kahvaltıdan sonra odada oturup birbirimize gergin bakışlar atarken sonunda sıkılıp bir şeyler yapmaya karar vermiştik. Çisil'de gece olduğu gibi rahat değildi ve o da tuhaf tuhaf etrafı süzüyordu. Acaba gece kafası güzel olduğundan mı rahattı?

Çisil atını ilerlettiğinde ters tarafındaki atı öne çekip kollarımı birbirine doladım. Rakibim oynayana kadar ben çoktan maçı bitirmiştim. "Bir şey sorabilir miyim?" mırıltı gibi çıkan sesle kafamı kaldırıp Çisil'e bakıp onayladım.

"Neden çok sakinsin?"

"Nasıl yani?"

"Tanımadığın insanların yanındasın, ablan kaçırılmış, yaralandın falan ya hani?" Piyon oynamıştı, düşünmeden fili oynattım.

"Sakin kalmam gerekiyor."

"Neden?"

"Bunun bir nedeni olmaz ama basitçe sakin kalamazsan işler daha da kötü olur." Filimin çaprazına piyon çektiğinde yeme düşmemi bekliyordu ama ben onu yanıltıp fili ters çapraza aldım. "Anlamadım."

"Ablam yok ve şu an nerede, nasıl, ne yapıyor, yaşıyor mu bilmiyorum. Acele edip onu bulmam gerekiyor ve benim şu anda 'Abla' diye ağlamam sadece işleri geciktirir ve ablama hiçbir katkısı olmaz. Yaralandım ve yapabileceğim bir şey yok, acı çekiyorum ve bu acı bir süre sonra bir ize dönüşecek ve ben bunu unutacağım yani şu an da 'Canım acıyor' diye ağlamanın vücudumda herhangi bir iz çıkmasına engel olacağı yok". İkinci atını ileri attı ve ben piyonumu oynadım.

"Garip, normalde insanlar kendini mahvederdi böyle durumlarda. Şahsen ben öyle yapardım. Ama sen umursamıyorsun bile"

"Nasıl yetiştin bilmiyorum ama ben öyle yetişmedim Çisil. Bana hep tek bir şey dendi. 'Kolun da kopsa bacağında kopsa aklın kopmadığı sürece bir şey değişmez. Eğer koluna veya bacağına odaklanırsan aklın kopar ve sen delirirsin. Delirmemek için önemli olan tek şey akıl yürütmek. Ne olursa olsun, isterse bedenin ortadan ikiye de ayrılabilir ama sen yaşadığın sürece bir şey değişmez ve aklınla düşünmeye devam edersin. Yoksa avcılar için kolay bir yem olursun.' Bu cümle benim hayat felsefem yani sakinliğim buna bağlı ama kalbimde kopan fırtınalar, damarlarımı şişiren lavlar ya da içimi tırmalayan o yırtıcı acılar umursamaz olduğum fikrine ters." Yüzünde garip bir ifade oluşmuştu, neyi sorguluyordu? Oynatmak üzere olduğu fili bırakıp çalan telefonu açtığında birkaç onay ifadesi kullanıp ayağa kalktı. "Nereye?"

"Uygur bir dosya istedi onu atacağım." Kapıyı açıp Uygur'un çalışma odasına geçtiğinde oyun masasından kalkıp peşinden ilerledim. Sarı saçları omuzlarına bırakılmış ve inci bir taç takmıştı. Üzerinde tüm vücudunu deri gibi saran siyah bir kazak elbise vardı. Bende ise kime ait olduğunu bilmediğim ve 3 gündür üzerimde duran mavi sweatshirt ve siyah pantolon vardı. Duş almam ve kıyafet değiştirmem gerekiyordu ama kıyafetim bile yoktu. Evime gitmek istiyordum... "Burada ne kadar süre kalacağım?" Sandalyeye oturup bilgisayarı başlattığında kendimi karşısındaki deri koltuğa bıraktım. Gözleri bende değildi. "Bilmiyorum, neden?" Yüzünde boş bir ifade vardı ama tek kaşı kalkmıştı. "Duş almak istiyorum ve kıyafet değiştirmek. Açıkçası evime gitmek istiyorum," Kafasını aşağı yukarı salladığında onay vereceğini düşünmüştüm ama ters cevap vermişti. "Odanda banyo var ve sabah kıyafet bıraktırdım görmedin mi? Ayrıca üzgünüm ama şu anda evine gitmen hatta buradan çıkman mümkün değil." Oflayarak gözlerimi devirdim, buraya tıkılı kalmıştım. "Kıyafetleri görmedim gece Uygur'un odasındaydım," Gözlerini hızla ekrandan çekip bana baktı, şaşırmıştı. "Neden?" Galiba ilgisini çekmişti gece Uygur'un yanında olmam. "Bilmem, sabah kahvaltıda anlattığım şey yüzünden olabilir mi acaba?" Yanakları kızardığında kafasını öne eğdi, "Kusura bakma sabah biraz dalgındım," Cıkladım ve kafamı salladım "Gecede mi fazla dalgındın?" Kaşları çatılmıştı, "Ne demek istiyorsun?" Ayağa kalkıp tur atmaya başladım. "Bir köpek tarafından kovalandım ve çığlık attığım için sen ve Talat odalarınızdan çıkıp bana baktınız, bu anı unuttun mu?" Kaşları dahada çatıldığında yüzünde tuhaf bir ifade vardı, o ifade gevşeyip tebessüm ettiğinde kapıya yaklaştım. "Şimdi hatırladım ama neden Uygur'un odasında olduğunu anlayamadım."

Kapıyı açtım ve doğruca dışarı çıkıp kapıyı kapattım. Bu kız benimle dalga mı geçiyordu yoksa saf mıydı anlamamıştım. Sabah kahvaltıda ona bundan bahsettiğimde beni doğrulayıp yorum yapmıştı ve Talat'a kızmıştı şimdi ise dinlemediğini söylüyordu. Gerçekten garipti ve yaşadığım saçmalıklar listesine eklenmişti. Asansöre binmek istediğimde içinin insan dolu olduğunu görüp merdivenlere yöneldim. Burası gerçekten tuhaf bir yerdi ve akşam bunu Uygur'a sorsam iyi olurdu. Odalarımızın olduğu kata çıktığımda sonunda insansız bir yer gördüğüm için içim ferahlamıştı. Doğruca odama girip bir sürü kutu ve paketin yığıldığı yere baktım. Uzun bir süre burada kalacaktım galiba.

Uzun bir duş almıştım hatta o kadar uzundu ki çoktan hava kararmıştı. Hızla kurulanıp paketleri açtığımda gördüğüm kıyafetlere hayranlıkla baktım. Tam benim tarzıma göre kıyafetler seçilmişti ve hepsi sevdiğim renk çoğunluğundaydı. Kıyafetleri seçen kişiye teşekkür etsem iyi olurdu. Elimdeki kıyafetleri bırakıp iç çamaşırı kutularından birini açtığımda hevesim kursağımda kalmıştı, birkaç paket daha açtım umutla ama her seferinde umudum tükeniyordu. Son paketleri de açıp kendimi çamaşır yığının üstüne bıraktığımda çığlık atmak istiyordum. Kırmızı ve dantelli her şeyden nefret ederdim. Buradaki tüm iç çamaşırları da sanki bunu bilen birinin beni sinir etmek için aldığı şeyler gibi duruyordu. Neden hepsi kırmızı ve dantelli olmak zorundaydı ki! İsyan ederek iç çamaşırlarımı giyip üzerime koyu yeşil boğazlı bir kazak ve siyah dar pantolon giydikten sonra yeni spor ayakkabılarımı ayağıma geçirip odadan çıktım. Saçlarım hala nemliydi ama odada saç kurutma makinesi bulamadığım için at kuyruğu yapıp toplamak zorunda kalmıştım.

Uygur'un çalışma odasına girdiğimde Talat ve o oturmuş kahve içiyordu, Çisil ortalıkta yoktu. "Bir şey içer misin?" Talat'ın sorusunu onaylayıp kahve istediğimde içeriye geçti. Koltuğa oturup Uygur'a baktım dalgın bir şekilde kahvesini yudumluyordu. "Kıyafetlerimi kim seçti?" Daldığı yerden bakışlarını bana kaldırıp 'Neden?' dercesine kafasını salladı. "Teşekkür etmek istiyordum o yüzden sordum," Dudağının bir kenarı kıvrıldığında bardağı masaya bırakıp odaya giren Talat'a çevirdi gözlerini. "Talat birazdan sana numarasını atar teşekkür edersin." Kafamı salladığımda uzatılan bardağı elime alıp kendimi koltuğa iyice bıraktım ve Talat'ın odadan çıkışını izledim. Her saniye aklımda olan ve kendimi yiyip yiyip bitirdiğim soruyu kaçıncı defa dile getirdiğimi bilmeden tekrar seslendirdim. "Ablam nerede?" Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı, gözleri açıldığında ise üzerime yağan bakışlarına şemsiye açmak istedim. Nasıl bakıyordu ya da neden böyle bakıyordu bilmiyordum ama bir başkası bana böyle baksa ya arkama bakmadan kaçardım ya da polisi arardım ama Uygur Karavola, daha tanışalı 2 hafta olan ama birkaç gündür tanıdığım bu adam bana hiçbir şey hissettirmiyordu. "Laçin Kesmer'den şüpheleniyorduk ve şüphelerimiz doğru çıktı. Evini kurşunlayan ve ablanı kaçıran adam o. Yarın ablanı parka getirecek ama henüz karşılığında ne istediğini belirtmedi her şeye hazırlıklı olmalıyız." Gözlerimi yumdum ve sonunda ablamın yaşadığına dair bir haber aldığım için içimde bir yerlerde bir su akmaya başladı. Yangın galiba sönecekti.

"Onu nasıl buldun?" Omuzlarını silkti. "Kolay oldu, son zamanlarda onu gördüğünden şüpheleniyordun evin çevresindeki mekanların kameralarına baktım, söylediğin gibi son 1 hafta içinde caddenizde 3 defa görülmüş ve hepsinde sizin evinizi izliyor. Tahminen adamlarını yerleştirmek için yer bakıyordu."

"Çok saçma, eğer adam yerleştirecekse bunu bizzat kendisi yapmaz başkasına yaptırırdı. Hem kameralara yakalanmasıda tuhaf değil mi bu basitçe kendi yerini belli etmek." beni onaylarcasına kafasını salladığında bunu daha önceden düşündüğünü fark ettim. "Haklısın ama belkide planı budur bizi doğruca kendisine çekmek." Her hâlükârda bu da saçma bir fikirdi. "Öyle olsa bile bulman iki hafta sürdü bu doğruca kendini belli etmek isteyen birisinin planı olmazdı, daha kaçırdığı ilk dakikadan kim olduğunu bulurdun," Belirttiğim ihtimalle düşünceli bir hale büründüğünde kahvemi yudumlayıp bardağı masaya koydum. "Üstelik tek şey bu değil. O adamı hayatım boyunca duymadım bile ayrıca dosyada 24 yaşında yazıyordu babam öldüğünde 16 yaşında olmalı yani babamla bir bağı olmadığı kesin. Neden durduk yere alakası olmadığı insanlara bulaşsın ki?" Eliyle çenesini sıvazlayıp derin bir nefes aldı ve o nefesi kendine zehir etmek için masada duran sigarayı alıp dudaklarının arasına yerleştirdi. Soluduğum o süt kokusuna herhangi bir şeyin karışmasını istemiyordum çünkü şu anda beni rahatlatan şey buydu o yüzden elinin uzandığı çakmağı alıp geri yerime yaslandım. "Sigara dumanından rahatsız oluyorum." Kafasını salladı ve sigarayı geri bırakıp ayağa kalktı.

Dosyaların olduğu büyük kitaplığın yanına gittiğinde son yudumumu alıp yanına gittim. 176'lık boyumla kısa kalıyordum, acaba bu adam 1.90 falan mıydı? En üstteki rafa uzandığında kasılan kol kaslarına baktım. Üzerinde beyaz bir kazak vardı ve dirseklerine kadar sıvanmıştı. Gözlerimi kolundaki dövmeye iliştirdim. Anlamadığım bir şeydi, soyut sanat tablosu gibi duruyordu ve çok karmaşıktı. Kim neden koluna böyle saçma bir şey kazıtmak isterdi ki? Dosyalardan birini alıp kitaplığa yaslandı ve okumaya başladı, bense hemen önünde durmuş eğiliyordum. "Payidar Kesmer, zengin bir iş adamı. Yeraltı dünyasında kumar çetesinin başı. İlk karısı Güliz Atmaca'dan bir oğlu, Laçin Kesmer; üçüncü karısı Hanım Suluer'den bir kızı, Elçin Kesmer. İkinci karısı ve ondan olan 1 aylık kızı geçtiğimiz yıllarda ölen Salih Görece tarafından bir suikastta öldürüldü. Kesmer ile Görece arasındaki başlayan savaş yıllarca süresede Görece'nin ölümüyle Kesmer tarafı tamamen sessizliğe çekildi. Laçin Kesmer ise iddialara göre ortadan kaybolan, Görece'nin kızlarını üvey annesinin ve kardeşinin intikamı için arıyor ama buna dair bir hamlesi görünmedi." Yutkunup elimi anlıma koyduğumda gözlerimi Uygur'a diktim, o da gözlerini kağıttan çekip bana baktığında "Ne yapacağım" dercesine kafamı salladım. "Bizden ne isteyecek bilmiyorum ama ablanı ondan alacağım ve seni ne olursa olsun koruyacağım Gül, geçmişte ne yaptıysam şimdi de onu yapıyorum. Bana güvenmek zorundasın," Gözlerimi kapattım, babamın yaptığı şeyler öldükten sonra bile peşimizi bırakmıyordu ve şimdi işin ucu ablamın hayatına değmişti. "Ne yapacağımı bilmiyorum, hayatımız tamamen altüst oldu tanımadığım birisi ablamı kaçırdı tanımadığım birileri bana güven diyor," Boşta kalan elim belime gittiğinde dönüp titrek bir nefes aldım, "Ben gerçekten ne yapacağımı bilmiyorum."

Elindeki dosyayı rafa gelişigüzel koyduktan sonra ellerini omzuma yerleştirip güven vermek istercesine sıktı. "Seni anlıyorum ama ben tanımadığın biri değilim, bunu unutma. Eğer yanında olacak birilerini arıyorsan arama çünkü ben zaten senin yanındayım. Her şey yük geliyor sırtına biliyorum ama yardım etmeme izin vermelisin," Gözlerimi yumup kafamı salladığımda rahatlamışçasına bir nefes verdi. "İstersen git uyu, sabah kahvaltıda kalanları konuşuruz. Ve rahatla Gül çünkü ablanı yarın alıyoruz."

"Ve rahatla Gül çünkü ablanı yarın alıyoruz ve yollarımız ayrılıyor." Onu tekrar ettiğimde gözlerinde bir şeyler değişti ve boşluğa düştü. Ama bunu umursayacak kadar boş zamanım yoktu o yüzden ellerinden sıyrılıp kapıya yöneldim. Çıkacakken duyduğum sesle arkama baktım. Telefonum elindeydi, ah canım telefonum sonunda kavuşuyorduk! Telefonu alıp yukarı çıktığımda gelen bildirimle ekrana baktım bilinmeyen numaraydı.

0536**: Kıyafetleri seçen kişinin numarası, şu an müsait yazabilirsin

0536**: 0534*******


Siz:Talat?


Siz: Teşekkür ederim


* 0536******* kişisini "Talat" olarak değiştirdiniz *

Talat: Rica ederim, iyi akşamlar

Gönderdiği telefon numarasını açıp mesaj yazdığımda cevap gelmesini bekledim, büyük ihtimalle Çisil'di ama şu anda benim için heyecan gerekiyordu. Sanki hayatımda hiç yokmuş gibi...


Siz: Kıyafetleri sen seçmişsin hepsi birbirinden güzel teşekkür ederim :)

0534**: Rica ederim *)

0534**: Beğenmene sevindim, iç çamaşırlarını beğendin değil mi?


Siz: Kırmızı ve dantel pek benlik değil ama olsun idare eder

0534**: Kırmızı ve dantel zaten benlikti o yüzden seçtim senin nasıl giydiğinde dair pek bir fikrim yok zaten


Siz: Anladım, bu arada adın ne?


Siz: Çisil falan mı xd

0534**: Ayıp oluyor :(

0534**: Bugüne bugün Uygur Karavola'yız biz

Yüzüm renkten renge girerken odanın ortasında zıplamaya başlamıştım, tamamen sinir kriziydi. Telefonu yatağa fırlatıp saçlarımı çekiştirdiğimde yüzümü yastığa bastırmak ve sesim yok olana kadar çığlık atmak istiyordum. Bu adam beni deli ediyordu, hem yarı çıplak bir şekilde beni görmüştü hem de kıyafetleri o seçmişti. Sorun kıyafette değildi aslında iç çamaşırlarındaydı ve dalga geçer gibi benlik zaten diyordu. Odanın ortasında fır dönmeyi bırakıp derin derin nefes almaya başladım. Bu adamı hayatımda bir daha görmeyecektim zaten, o yüzden bu utanç duygusunu hemen üzerimden atmam gerekiyordu.

Soyulmaya başlayan tırnaklarımı üzerine birde ben soymaya başladığımda kapı tıklatıldı. İçeriye orta yaşlarda kadın çalışan elinde yemek tepsisiyle girdiğinde şaşırmıştım ama sabahtan beri bir şey yemediğimi varsayacak olursak ve 2 hafta boyunca ilaçlarla beslendiğim de bir gerçekken bu şaşırma duygusuna gerek yoktu. Kadın tepsiyi masaya bırakıp hiçbir şey demeden odadan çıktığında gelen yemeğe baktım. Hastane yemeği gibi gözüküyordu ve hiç iç açıcı değildi.

Yemekten sonra oturmuş ne yapacağımı düşünüyordum. Yarın ablamı alacaktım ve bu işi tamamen Uygur'a bırakamazdım. Hem işimi sağlama almak hem de bundan sonrası için ne yapacağımız hakkında fikir yürütmek için ezberimde olan ama bu zamana dek hiç aramadığım numarayı tuşladım. Birkaç çalışta açmış ve yıllardır duymadığım o boğuk sesiyle konuşmuştu.

"Görüm'ün"

"Taşı,"

"Uzun zaman oldu,"

"Biliyorum biliyorum, nasılsın?" Arkadan hışırtılar geliyordu, bir şeyin düşme sesiyle gözlerimi odada dolaştırdım. Galiba düşen şey onun olduğu yerdendi.

"İdare eder," Sesindeki acı tınıyı duyduğumda tekrar geçmişe döndüm, bu ses tonunu hayatımda sadece ondan duyabilirdim ve sadece bu ses beni geçmişe götürebilirdi.

"İyi olmanı isterdim,"

"Bende isterdim," Hayat bazen acımasız oluyor ve tüm hayallerimizi yıkıp bizi acıların korkunç duvarlarıyla yüz yüze bırakıyordu. Ve bunun en büyük örneği oydu.

"Son olayları biliyor musun?"

"Hangi son olaylar?" Babam öldükten sonra yurt dışına gitmişti ve geri dönmüş müydü, bilmiyordum. Açıkçası ona dair pek çok şeyi bilmiyordum. Belki evlenmişti, belki bir çocuğu vardı, belki de hayallerindeki mesleği edinmişti... Bilmiyordum. Kendimi pufa bıraktım ve bacaklarımı bağdaş yapıp oturdum. Anlatması uzun sürecekti ve kabullenmesi de öyle. Düşünme ve plan kısmına girmek bile istemiyordum. Saatler süren bir konuşmanın ardından sustuğumda derin bir nefes aldım. En ince detayına kadar her şeyi anlatmıştım ve bunu anlatırken ne kadar tuhaf olaylar yaşadığımı da fark etmiştim. Galiba yıllar geçse de bunları kabullenemeyecektim. Uzun bir süre sustu ve duyduklarını idrak etmeye çalıştı ve ardından konuştu.

"Neredesin?"

"Bilmiyorum, Uygur Karavola diye bir adamın yanındayım,"

"Ne kadar güvenilir?"

"Şu ana kadar ters bir hareketi olmadı," Yaptığı sapıklıkları saymazsak, ama bunu ona söyleyemezdim.

"Fazla yaklaşma o adama, gece için bilet alacağım sabah oradayım. Parkta yalnız olmadığını bil ve bundan kimseye bahsetme, kim olursa olsun bahsetmek yok tamam mı?"

"Peki,"

"Güzel, buluşunca konuşuruz,"

"İyi geceler,"

"İyi geceler." Dıt dıt sesi kulaklarımda yankılandığında telefonu kulağımdan yavaşça çektim. Yüzüm, kalbim, nefesim, dudaklarım bile buruktu. Ve bu burukluğu bir tek o düzeltebilirdi.


...

Ne zamandan kalma bir anıydı hatırlamıyordum. Henüz 7-8 yaşlarında olmalıydım ve ablamda 13-14 yaşlarında olmalıydı. Üzerimde kırmızı, siyah benekli bir elbise vardı ve saçlarım yamuk bir örgüyle bağlıydı. Ablamda ise siyah bir eşofman kırmızı bir tişört vardı ve saçları benimki gibiydi, galiba ikimizde çift olmak istemiştik. Bir parktaydık, ablam bankta oturmuş pamuk şekerini yiyordu ve bende salıncakta sallanıyordum. Uzaklarda takım elbiseli bir silüet bizi izliyordu, elinde alması için yaygara kopardığım pamuk şekerim vardı. Aslında pamuk şeker bana yasaktı çünkü dişlerim çürüyordu ama o zamanlar benden sorumlu olan abi beni kıramıyordu ve bu yüzden hep babamdan azar işitiyordu. Yavaşça yaklaşıp salıncakta sallanan bana baktım, henüz her şeyden habersizdi ve masumdu. Bir anda gözlerini bana çevirdiğinde şaşkınlıkla bakakaldım, anlamlı ve meraklı bir şekilde bana bakıyordu. Beni görebiliyor muydu? Bedenimin içinden geçen kelebeği gördüğümde gözlerimi kırpıştırdım, demek ki baktığı şey kelebekti. Bir anda salıncaktan atlayıp kelebeğin peşine takıldığında elimi arkamda birleştirip peşinden ilerledim. Silüetin önünde durduğunda ilgisi kelebekten tamamen uzaklaşmış ve pamuk şekere yönelmişti. Silüet eğilip elbisemi düzelttiğinde küçük ben elini silüetin saçlarına daldırıp karıştırdı. Yüzüne büyük bir tebessüm yayıldığında bir an silüetin etrafında dönmeye başladı. Durup küçük elini pamuk şekere uzattı ve silüet yarısı yenmiş pamuk şekeri çıkartıp parçalara bölmeye başladı. Onlara daha fazla yaklaşmıştım ve artık neredeyse diplerindeydim ama hala tanıyamıyordum. Uğraşmakta olduğu pamuk şekeri bırakıp direk gözlerimin içine baktığında geriye düştüğümü hissettim. Elalar...

Sıçrayarak yataktan kalktığımda kalbimden boğazıma doğru ilerleyen bir yangın vardı. Tüm bedenim zaten yanıyordu ama kalbimden boğazıma uzanan o yolda daha farklı şeyler vardı. Yıllardır o yoldan geçiyormuş gibi hissediyordum, o yolda bir eli tutup yürümüştüm. Son gördüğüm şey yani elaları tekrar gözlerimin önüne geldiğinde yangın artık sönmüştü ama yangında her yer kül olmuştu, kül soluyormuş gibi hissediyordum ve bedenimde yanık kokuyordu. Gözlerimi sıkıp yatakta döndüm. O gözler kimdi ya da hayatımda nasıl bir yerdeydi hatırlamıyordum ve hayatımda yeterince bilinmezlik varken neden tepesine bu binmişti? Küçükken bana bu kadar yakın olan birini hatırlamıyordum hatta bana bakan birinin olduğunu dahi hatırlamıyordum ama şimdi her şey daha farklıydı. Gözümün önünde binlerce karede bir sürü anı oynamaya başlamıştı ve hepsinde aynı gözler vardı. Yataktan kalkıp ellerimi boğazıma doladığım da su ihtiyacıyla etrafa baktım. Külleri suyla ıslatırsan izi geçerdi. "Yangına suyla gidilmez ama küle suyla gidilirdi çünkü su hayattı ve kül demek ölüm demekti."

Odada yaptığım küçük su gezintisinden sonra bulamamış ve pes etmişlik duygusuyla kapıyı izliyordum. Uygur'un odasında su vardı ama kapının kilitli olma ihtimalini göz önünde bulundurmalıydım. Üstelik dışarıda gezinen bir köpek vardı ve o köpeğin beni gördüğü yerde bana su getireceği de yoktu. Sonunda 2. kez pes ettiğimde kapıyı aralayıp kafamı dışarı çıkardım. Koridor ışıkları açıktı ve köpek gözükmüyordu ortalarda. Koşar adım merdivenlere yöneldim ve temkinli bir şekilde alt kata indim. Bu katta ve bir alt katta da köpekle karşılaşmamıştım, şanslı sayılırdım. Uygur'un odasının bulunduğu kata geldiğimde arkamdan gelen hışırtıyla etrafa bile bakmadan doğruca Uygur'un odasına koşup kendimi içeri attım. Yarım dakikalık yolu 2 saniyede aşmıştım, Dünya rekoru! Çalışma odasını es geçip doğruca içteki odaya girdiğimde etrafa pek dikkat etmemiştim. Eğer oyalanırsam ve birisi beni kameralardan izliyorsa şüphelenebilirdi. Gerçi suç onlardaydı, kapıyı kilitlemeyerek hata yapmışlardı ve bu odada anladığım kadarıyla önemli dosyalar vardı, bir yabancı girmesi işten bile değildi!

Tezgahtan bir bardak alıp su doldurduğumda bir yudum su almıştım ki o anda kafamda hissettiğim sertlikle bardağı sertçe bıraktım. Arkamda biri vardı! Korkudan titreyen elimi tezgaha bastırdığımda bir el uzanıp elimi kaldırdı ve bileğimi okşamaya başladı. Kalbim ağzımda atıyormuş gibi hissediyordum, tüm tüylerim havalanmıştı ve aniden bir soğukluk vücuduma saplanmıştı. Arkama dönmek istediğimde belime yaslanan sertlikle gözlerim karardı. Yutkunup gözlerimi yumdum, ben ne yaşıyordum ya da burada ne yapıyordum?

Silahın namlusu belimden sırtıma ve oradan da enseme çıktığında hala bardağı tutan elimi sıkıp son dualarımı etmeye başladım. Ablamı alamadan bu Dünya'dan gidecek miydim? Ama daha çok gençtim... "Neden önemli şeylere sahip çıkamıyorsun Gül?" Kafamdaki sertlik hareket ettiğinde bunun arkamdaki kişinin çenesi olduğunu fark ettim. Ve arkamdaki kişi de Uygur'dan başkası değildi...

"Ne demek istiyorsun?" Titrek bir sesle konuştum, cidden bu adam ne demeye ve ne yapmaya çalışıyordu? "Önce baban, sonra bileklik ve en sonda ablan; bundan bahsediyorum," Kafam karışmıştı, babama sahip çıkmak benim işim değildi zaten ve bileklikte neyin nesiydi? "Bileklik ne alaka?" Burnunu saçlarıma bastırıp derin bir nefes aldığında içimde bir şeyler gıdıklanmıştı ve o nefesi geri verdiğinde ise midem bulanmıştı çünkü nefesi zehir gibi kokuyordu. Sanki benden aldığını bana zehir edecekmiş gibi...

"Korkuyorsun," Parmaklarımla mermer tezgahta rastgele karalamalar yapmaya başladım. "Çünkü ensemde silah var," Güler gibi bir ses çıkardığında bu pozisyondan ne zaman kurtulacağımı hesaplıyordum. Şu anda bulunduğum durum aşırı korkutucuydu neden odamdan çıkmıştım ki! "Korkma, sana zarar vermem," Bu sefer ciddi bir şekilde güldüğünde hışımla arkamı dönüp onunla göz göze geldim. Loş ışıkta yüzüne düşen gölgeler ona ayrı bir hava veriyordu. Gözleri kıpkırmızıydı ve verdiği nefesler şişe diplerini çoktan bulduğunu söylüyordu. Dudaklarını yalayıp yüzünü yüzüme yaklaştırdığında geri çekilmek istedim ama çekilemedim. Burnuma dolan ve sanki oksijenmiş gibi soluduğum süt kokusuna şu an ihtiyacım vardı. Bana güven veriyordu ama kokunun sahibi şu anda beni ölümle tehdit ediyordu. Büyük bir tezat...

"Ne bilekliği?" Geri çekilip gözlerime boş bir ifadeyle baktığında yutkundum, silahı kalbimin üzerine tutmuştu. "Kaybettiğin bileklik." Odanın diğer tarafına yürüdüğünde içtiğim bir yudum su zehir olmuş midemi kaynatıyordu ve artık su ihtiyacımda kalmamıştı.

Koşarak odadan çıktığımda kapıyı açıp bir adım attım ama bana bakan bir çift gözle geriye kaçıp kapıyı çarpmam olmuştu. "Nefret ediyorum sizden! Bu hayattan nefret ediyorum! Babamdan nefret ediyorum! O aptal Laçin şerefsizinden nefret ediyorum! Herkesten ama herkesten nefret ediyorum! Bir yabancı tarafından esir alındım burada! Her gece manyak bir köpekle burun buruna geliyorum. Herkes beni öldürmenin derdinde! Biri der ki yok intikam yok bileklik yok şu bu..! Lanet olsun sizin intikamınıza bilekliğinize! Boştayız diye her gelen geçen silah dayıyor! Ama durun siz bir gün alacağım o silahlarınızı sizin bir tarafına takacağım! Haysiyetsiz köpekler! Ahlaksız itler! Sizin yüzünüzden bombok hayatım var ve ablam yok!"

Kapıya tekme atmayı bırakıp kendimi yere attığımda istediği yapılamayan küçük çocuklar gibi ağlıyordum. Çok dolmuştum ve hayat çok üzerime geliyordu. Zaten hayat hep masumların ve yalnızların üzerine gelirdi...

Sonunda ağlamaktan bitkin düştüğümde uykuya dalmak üzerindeydim. Havalandığımı hissetmemle gözlerimi açmaya çalıştım ama bir el kafamı yumuşak bir şeyin üzerine bastırıp uyumamı fısıldadı. Çok güzel bir ses tonuydu, zaten uyumak üzere olan beni dahada mayıştırmıştı. Yumuşak bir yere yatırıldığımı hissettiğimde yerimi yapmaya çalışıp kıpırdandım ama kıpırdayacak bir yer yok gibi duruyordu çünkü olduğum yere benden saniyeler sonra birisi daha gelmişti. Burnum sıcak bir tene değdiğinde tüm hücrelerimi işgal eden o süt kokusuna sarıldım. Yıllardır uykularıma huzurlu dalmaya çalışırdım ama uykularım hep huzursuz geçerdi. Şimdi ise huzursuz bir şekilde uykuya dalmıştım ve huzurlu bir şekilde uyuyordum. Bana güven veren kollara sıkıca sarıldığımda yıllardır aradığım o ermişlik duygusuna ulaşmış gibiydim.

"Gül..."

"Neden Gül? Neden bunu bana yaptın? Neden dikenlerini bana karşı kullandın?"

Devam Edecek...


Loading...
0%