@ervaerdal
|
En zor savaşları hep kalbiyle veren ben; yaşanan, yaşanmayan, var olan, var olmayan, beni bulan ve beni hiçbir zaman bulamayan şeylerde mana aradığım gibi bu evrene geliş sebebimde de bir mana arıyordum. Bana kalırsa yaşanan ve yaşanmayan hiçbir şey öylesine değildi; her şeyin bir sebebi vardı, bir sebebi olmalıydı. Diğer türlüsü benim için düşünülemezdi. Bulduğum, yaşadığım, gördüğüm ve hissettiğim her şeye bir anlam yükleme eğilimindeydim. Hayatı yaşanabilir kılan şey benim için buydu. Aradığım o manayı bulmak için henüz erkendi, biliyorum. Hiç bilmediğim bu yerde hayatıma büyük ya da küçük bir iz bırakacak olan bir serüvenin başındaydım. Biliyorum, bir süre buradayım çünkü bazen çözüme ulaşmak kolay olmaz. Nasıl ulaşacağımı henüz bilemesem de bir çözümü olduğunu biliyordum. Her zaman bir çözüm vardır ya da ben öyle olmasını istiyordum. Bir zaman sona erecek hayatımı burada, hiç bilmediğim bir yerde, tüketmek istemiyordum. Yalnızca Lena'yı tanıyordum ama kabullenmeliyim ki, o, benim halam değil. Aramızda benim olmasını isteyeceğim türden bir ilişki yok. Bunu da kabullenmeliyim. Hem belki böylesi daha iyidir. Sonuçta bir gün gelecek ve ben buradan gideceğim. Gittiğim zaman ise ne geride beni düşünecek birini bırakmak isterim; ne de ben, düşüneceğim insanları geride bırakmak isterim. Alışmamak, yabancı hissetmek; geride bırakılanlara özlem duymaktan daha iyi bir seçenek gibi görünüyordu. İçimde bir yerlerde ise bu serüvenden geriye kalacak güzel anlar biriktirmemi isteyen bir his vardı. Ancak bu ne kadar mümkündü hiç bilmiyorum. Eğer o güzel anlar yalnızca geçmişe aitse zamanla onlar, kişinin kalbine yerleştirilen hüzün parçalarına dönüşüyordu. Öyle ki, güzel anı diye bir şey yoktu. Hatırlandığında yalnızca acı veren anılar ve hatırlandığında hem mutluluk hem huzur verip aynı zamanda insanı hüzne boğan anılar vardı. Belki acı değil ama hüzün her yerdeydi. Alisa'ya ait yatakta yatarken yoğun duygularım tarafından sarmalanmış bir hâldeydim. İçimde kendi dünyama ait özlem vardı. Dışarıda ise yağmur vardı, damlalar odadaki camlara çarpıyor, çıkan her bir ses zihnimde yankılanıyordu. Adını bilmesem de hissettiğim şeyler hiç hoşuma gitmemişti. Evimi, babamı, dostlarımı; sevdiklerimi özlemiştim. Oysa buraya geleli yalnızca bir gün olmuştu. Gözlerim duvardaki saate kayarken vaktin hiç geçmediğini hissettim. Sanki burada zaman daha yavaş geçiyor gibiydi. Lena çözümü bulana dek bu yataktan çıkmak istemiyordum. Hiçbir şey yapmak istemiyordum çünkü ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, tıpkı nasıl ayak uyduracağımı bilmediğim gibi. İnsanlara rol yapmak da istemiyordum, tıpkı bir başkasının hayatını yaşamak istemediğim gibi. Ben öylece yatakta yatarken odanın kapısı açıldı ve Lena aceleci bir şekilde içeriye girdi. Sanki bu, her sabah yaşadığım bir şeymiş gibi hiç hareket etmedim. Ben hâlâ öylece yatmaya devam ederken Lena bana doğru yöneldi. "Alisa, kahvaltıyı odanda yapacağını söyleyeceğim. Abimle bir kez daha karşılaşmaman daha iyi olacak." "Bence de iyi olur." Yatağın kenarına oturdu, gözleriyle beni taradı. "Yoksa gerçekten hasta mı oldun?" "Hayır, hasta değilim." Lena sorunun ne olduğunu elbette anladı. Ne de olsa anlaşılmayacak bir şey değildi. "Endişelenme, bir şekilde düzelteceğiz bu durumu. Sadece belki biraz uzun sürebilir, o kadar." Beni yatıştırmak için kurduğu bu sözler içimdeki hissin iyice harlanmasını sağladı. O his gözlerimi yakarken, "Bugün odadan çıkmasam olur mu?" diye sordum. Bakışlarında anlayış vardı ama aynı zamanda mecburiyet de vardı. "Bugün öğlen Aren gelecek. Onunla ilerleyeceğimiz yolun planını çizeceğiz. Bize katılmak istemez misin? Detaylara hâkim olman daha iyi olur." "Bence Aren beni sevmedi." Yaşadığı şaşkınlığın eseri göz bebeklerine yansıdı. "Nerden çıkardın bunu? Yoksa dün sana bir şey mi dedi?" "Hayır. Yalnızca ben öyle hissettim." "Aslında onunla çok iyi anlaşırsınız. Dün öğrendiği şeylerden dolayı biraz sinirli ve endişeliydi. O hâllerini umursama sen. Normalde çok anlayışlı ve arkadaş canlısıdır." "Aman," dedim. "Zaten iyi anlaşmak zorunda değiliz. Ne de olsa bir süre sonra gideceğim." "Olsun, geriye birbirinize dair güzel anılar bırakmış olursunuz. Bugün sen de bize katıl. Dediğim gibi hem detayları öğrenmiş olursun hem de belki Aren hakkında fikirlerin değişir." "Onun benim hakkımda fikirleri değişir mi peki?" "Kızım, onun senin hakkında ne fikri var ki değişecek olsun? Dün bir şey mi oldu? Bana da anlat, ben çok meraklıyımdır." "Bir şey olmadı. Sadece dün bana karşı biraz soğuk gibiydi." "Bugün daha iyi bir ruh hâlindedir. Olanlardan dolayı seni sorumlu tuttuğunu falan düşünüyorsan boşuna yorma zihnini. Dün yaşananlar hepimizin dengelerini alt üst etti. Bak görürsün, çok iyi anlaşacaksınız siz." Dün yaşanan o kargaşadan sonra onu daha iyi bir hâlde görmüştüm, çabuk toparlamıştı kendini ya da öyle gözükmesi için çaba harcıyordu. İçimde onun kötü biri olmadığına dair bir his vardı. Kötü biri olmamalıydı, bu yolda benimle birlikte yürüyecek birisine ihtiyacım vardı. Zihnim çok yorgundu ve ben daha fazla onu yormak istemiyordum. Düşünceler zihnimin içinde bir gezintiye çıkmasın, bu esnada karşılaştığı manzaralarla ruhumda yeni hisler uyandırmasın istiyordum ama zihnimdeki o yolculuk çoktan başlamıştı bile. Bu öyle bir gezintiydi ki, ne bir köşede uyuyabiliyor ne de yolculuğun tadını çıkarabiliyordum. Yalnızca ruhumda oluşan izleri yalnız başıma keşfediyordum. Beni derinlere indikçe bozguna uğratan düşüncelerim ben müdahale etmedikçe susmayacaktı. Benim ise onlara müdahale edecek gücüm yoktu. Başımda sabırla beni bekleyen Lena'ya bakarak, "Bunu bize zaman gösterecek sanırım," dedim. "Zaman her şeyin cevabı zaten kızım. İnanıyorum ki, en etkili şifa da zamanın kendisidir. Bize tüm doğruları gösterecek olan, bizi iyileştirecek olan, bizi ölüme götürecek olan, bizi unutturacak olan ve aynı zamanda bizi yaşatacak olan da zamandır. Umalım ki, zaman bizi hayal kırıklığına uğratmasın." Zaman, akıp gitmemeli önce benim ona yetişmemi beklemeliydi; ama zaman, ne beni ne tökezleyenleri ne ruhunu yaşatmaya çalışanları ne de zamanın gerisinde kalan diğer kişileri bekliyordu. Zaman yalnızca akıp gidiyordu. "Dünkü fırtına hâlâ devam ediyor ama bugün, düne nazaran şiddetini azaltmış durumda. Ben yine inanıyorum ki, içinde bulunduğumuz her durum da aynı bu şekilde ilerledi ve ilerlemeye devam edecek. Doğa âdeta hayatın kısa bir bölümünü gösteriyor bizlere." "Evet, artık dünkü kadar şiddetli değil ama hâlâ devam ediyor sonuçta." Mavi gözlerimiz birbiriyle buluştu. "Alisa yalnızca sonuca odaklanırsan hayattan keyif alamazsın evladım. Bazen bir fırtına çıkar ve hemen sona erer. Bazen fırtınadan geriye arındırman gereken parçalar kalır. Bazense kar yağar ve etrafta buzlar oluşur. Bazense güneşin bile eritemediği buzullar oluşur. Eğer yalnızca sonuca bakarsan bu farklı durumlarla mücadele eden kendine haksızlık etmiş olmaz mısın?" Bugüne dek hep sonuç odaklı ilerlemiş olan ben, Lena'nın sözleriyle kendime haksızlık etmiş olma ihtimalinin varlığını keşfetmiştim. Bu keşif yorgun bedenimin heyecanla karşıladığı bir durum değildi. "Bilmiyorum ve açıkçası sorunun cevabını düşünmek de istemiyorum." "Kahvaltı yaptıktan sonra belki gücünü toplamış olursun. Hem belki o zaman fikrin değişmiş olur." Ona cevap vermedim ve o da bunu hiç yadırgamadan yerinden kalkıp odanın dışına doğru ilerledi. ...
Tüm raflar tıka basa doluydu. Çoğu kitabın geçmiş yıllardan kaldığı kenarlarının soyulup yıpranmaya başlamasından belliydi. Arada, diğerlerine göre daha yeni olduğu anlaşılan, canlı renkli, hasarsız kitaplar da bulunuyordu. Bazı raflarda kitapların haricinde saksı, minyatür ve çerçeveler vardı. Çok dikkatle baktığımda, çerçevelerdeki bazı resimlerin Lena ve Alisa'ya ait olduğunu görebilmiştim. Odanın sağ kısmında şöminenin etrafına sarılmış bir oturma alanı vardı. Sol kısmında ise dört kişilik, küçük, yuvarlak bir masa vardı. Lena benim yanıma oturmak yerine masaya geri dönüp çektiği sandalyeye oturup çayını yudumlamaya başladı. "Burada dikkat çekmez miyiz?" Sorumla bakışlarını bana çevirdi. "Hayır, kızım. Zaten sürekli geldiğimiz bir oda. Neyse ki, yeğenim halasıyla vakit geçirmeyi severdi." "Ne güzel. Biz de halamla vakit geçirmeyi çok severiz. Hayatımızın en büyük ortak noktası bu sanırım." Lena uzun uzun gülümsedi. "Bir gün senden hayatını dinlemeyi çok isterim. Eminim ki, daha birçok ortak noktanız vardır." "Fırtına biraz da olsa sakinlediğinde anlatmayı çok isterim." Bahsettiğim fırtınanın dışarıdaki fırtına olmadığını pekâlâ anlamıştı. Yalnızca, "Umarım fırtına dinince anlatacak vakit kalır evladım," demekle yetindi. Diyecek bir sözüm olmadığı için bakışlarımı elimdeki fincana çevirdim. Fincanın üzerindeki desenleri incelerken kapı oldukça yavaş bir şekilde açıldı ve Aren içeri girdi. Bakışları önce halasına doğru çevrildi, sonrasında gözlerinin hedefine ben girdim, bakışları üzerimde çok oyalanmadı. Kapıyı kapatıp Lena'nın oturduğu masaya ilerlerken, "Sinir küpüne dönmeyeyim diye bitki çayı mı yaptın Lena?" diye sordu. Tepsideki son fincanı aldı ve gelip yanıma oturdu. "Aslında Alisa için yaptım, güç toplaması gerekiyor." "Nedeni bilinmez bir şekilde başka bir evrene geçmiş, üstelik o evrende öfke kontrol problemi yaşayan bir baba modeli var. Tüm bitkileri karıştırıp bir çay yapsan bile bu kız, o gücü toplayamaz gibi." Lena'nın tebessümü hâlâ yüzünde dururken, "Doğru diyorsun," dedi. Bu ikisi arasında anlayamadığım bir ilişki vardı. Samimi değillerdi ama sanki, yeniden samimi olmak için can atıyorlardı. "Aman, bugün o adamdan bahsetmeyelim." Aren, dikkatlice ona bakmaya başladı. Sonra bana döndü. "Babanla tanışma seansın nasıl geçti? Gönül rahatlığıyla çok gıcık bir herif olduğunu söyleyebilirsin, seni ona şikayet etmem." İlk defa Lena'nın kahkahasını duydum. Bu, yüzümde bir tebessümün oluşmasını sağlarken elimdeki fincanı koltuğun kenarındaki sehpaya koydum. "Oldukça kötüydü." Yalnızca benim için değil, Lena için de kötüydü ama bunu belirtme gereği duymadım. "Neyse ki çok uzun sürmedi." "Sanırım güce daha çok benim ihtiyacım var gibi. Amcamla on saniye muhatap olunca bile en az bir hafta kendime gelemiyorum. Hiç şüphelenmedi mi peki?" Aren'in sorusu Lena'nın yüzündeki tebessümü silip götürdü. "Hedefinde ben vardım. Alisa pek dikkatini çekmedi." Aren, az çok olanları tahmin etmiş olacak ki, konuyu kapatmak için, "Peki şimdi ne yapacağız? Bir süre sonra elbet dikkatini çekecek," dedi. Oysa açılan konunun dün akşam yaşananlardan geri kalır bir yanı yoktu. Kalbim sıkıntıyla kasılırken ruhumun tekrardan huzura kavuşacağı günleri görmeyi, hayatın anlamsızlığının oluşturduğu boşlukta süzülen birinin tutunacak bir dal bulmayı istemesi kadar istedim. "Bilmiyorum, kendimi daha önce böyle bir girdapta hissetmemiştim." Lena'nın kafasında ne gibi düşünceler dolanıyordu bilmiyorum ama böylesi bir savaşta bırakın asker olarak savaşmayı, bu savaşa tanıklık etmek dahi istemiyor gibiydi. Yorgun görünüyordu; bazı anlar bu yorgunluğu saklamaya çalışıyor, bazı anlar ise yorulduğunu özellikle belirtmek ister gibi bir hâle bürünüyordu. Aren, Lena'nın sözlerinden sonra öfkelenmiş gibiydi. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, "Alisa bir süreliğine benim yanımda kalsın. Amcamın gözününün önünde durmaması daha iyi olur," dedi. "Aren, saçmalama! O şekilde daha çok dikkat çekersiniz. O, Alisa'nın hasta olduğunu düşünüyor ve bir de şu toplantı meselesi var. Bu durumda Alisa'nın senin yanında kalması onun kolayca şüphelenmesine sebebiyet verir." Lena itirazında oldukça haklıydı. Fakat onların aile içindeki tavırlarına o kadar yabancıydım ki benim fikirlerimin bir önemi olduğunu sanmıyordum. O yüzden yalnızca sustum ve onları dinlemeye devam ettim. "Alisa'nın amcamın dibinde olmasından daha iyidir diye düşünüyorum. Onun amcamla kuracağı muhabbeti nereye kadar engelleyebilirsin ki? Büyük ihtimalle önümüzdeki hafta içinde toplantı yeniden düzenlenecek. O zamana kadar amcamdan uzakta olması herkes için iyi olur. Hem bu süre zarfında Alisa'ya bilmesi gerekenleri ben anlatırım, siz bu sarayın içinde rahat hareket edemezsiniz." İkisi birçok konuda fikir ayrılığı yaşasa da ortak paydada buluştukları bir kısım vardı: Alisa'nın babasının bu olayı olabildiğince geç öğrenmesi gerekiyordu. Bir türlü algılayamadığım bu durum, o adamı zihnimde bir canavar gibi resmetmeme neden oluyordu. Sessizce Lena'nın vereceği cevabı bekledim. Kafasının içindeki tüm ihtimalleri tartmak için bir süre öylece durdu. Yiz ifadesine bakılırsa her ihtimalin sonunda ulaştığı sonuç onu asla tatmin etmiyor, aksine yüreğindeki korkunun gitgide büyümesini sağlıyordu. Sonunda pes eder gibi bir nefes verdi. "Pekâlâ, senin dediğin gibi olsun. Umalım ki, doğru kararlar veriyor olalım evladım." Bakışlarını bana çevirdi. "Umarım senin için bir sorun yoktur kızım. Ben ara sıra yanınıza gelirim zaten. Eminim ki, Aren sormak istediğin sorulara benim yerime cevap verecektir." Benim için sorun yoktu. Ne de olsa burası da gideceğim diğer her yer de yabancıydı bana. "Bizi çözüme ulaştıracak hiçbir seçeneğe bir itirazım yok. O yüzden beni sorun etme. Zaten her yer bana çok yabancı." Bakışlarını önündeki fincana dikti. "Madem öyle, Alisa'yı gözünün önünde ayırma Aren. Toplantı zamanı belli olana dek ona bilmesi gereken her şeyi anlat, böylece daha az yabancılık çeker ve daha az göze batar. Ben de o esnada görüşebileceğim diğer kişileri araştırırım. Ayrıca yarın bu kızı bir şifacıya götürmek gerek." Aren, Lena'nın daha fazla konuşmasına müsaade etmeyerek, "Yarın şifacıya gitmemiz imkânsız. Hedeflerini gerçekçi tut Lena. Hangi şifacının yanına gitmemiz gerektiğini gayet iyi biliyorsun. Bunu ancak toplantı gerçekleştikten sonra yapabiliriz," dedi. "Ne kadar acele edersek o kadar iyi evladım. Bir an önce o şifacıya gitmek lazım." "Lena, hızlı ve sarsak adımlar değil; yavaş ama sağlam adımlar atmamız gerek. Onca şeyden sonra hâlâ bunu öğrenemedin mi?" Aren'in Lena'ya yönelttiği öfkesi beni dün akşama geri götürürken, o adamın 'kardeş katili' deyişi zihnimin içini doldurdu. Lena'nın Aren'in babasını öldürmüş olma ihtimali, şeytani gülümsemesiyle bana bakıyordu. Bu ihtimalin varlığını düşünmek, Aren'e karşı duyduğum üzüntünün tohumlarını yüreğime yerleştirdi. Dakikalar sonra ilk kez Aren'e, onu görmek için baktım. Lena'ya duyduğu öfkenin kalıntıları bedeninde, herkesin görebileceği bir şekilde duruyordu ama ona bakınca görülen tek şey öfkesi değildi; nedeni bilinmez tahammülsüzlük ve sanki mecburiyetten alıyormuş gibi aldığı nefeslerinin verdiği yorgunluk, mutsuzluğu ile birleşmiş bir vaziyette öylece bedenindeydi. Gözümün önündeki manzara, aklıma gelen tüm ihtimallerin yansıması olan ışığı söndürüyordu. Bakışlarını bana çevirdi ve göz göze geldik. Gözlerimin içinde, çözmeye çalıştığım bilmeceyi gördü mü, gördüyse bile ona bir anlam yükledi mi bilmiyorum. Bakışları birkaç saniye gözlerimde oyalandıktan sonra yeniden Lena'ya döndü. Lena hem abisinin hem yeğeninin hem de zihninin fısıltılarının esiri olmuş, her daim duyduğu seslerle ve yüzlerle daha fazla yüzleşmek istemiyormuş gibi bir hâldeydi. Aren'in fikrine karşı koyacak gücü yoktu. "Biz gidiyoruz, sen de kiminle görüşeceksen görüş. Bir gelişme olursa haber verirsin." Aren'in bakışları tekrar bana döndü. "Hadi." Aren yerinden kalkınca ben de kalktım. Ne yapacağını bilmez bir vaziyetteydim. Biri beni yönlendirmediği takdirde, zihnimdeki rüzgâr yüzünden oradan oraya savruluyordum. Aren odanın çıkışına ilerlerken Lena da yerinden kalktı ve yanıma doğru gelip elini sağ koluma yerleştirdi. "Bir şeye ihtiyacın olursa hiç çekinmeden Aren'e söyle." Bildiklerimin ve bilmediklerimin altında eziliyor, yanlış kararlar almaktan korkuyordum. Öğrendiğim bilgiler ikilem yaşamama neden oluyordu ama biliyordum ki, onların geçmişinde her ne yaşandıysa ben yaşananların dışında kalıyordum. İçimde Lena'yı savunan aciz tarafıma yenik düştüm ve ona tebessüm ettim. "Şimdiden her şey için teşekkür ederim." Gözleri bana minnetle bakıyordu. Onu arkamda bırakarak Aren'e doğru ilerlemeye başladım. Kapının önünde beni bekliyordu ve ben, onun bizi izlerken ne düşündüğünü merak ettim. O ise düşüncelerini çözmemi istemiyormuş gibi arkasını dönüp kapıyı açtı ve odanın dışına çıktı. Yavaşlamayan adımları onu hızlıca takip etmemi emrediyordu sanki. Aren'i takip ederken geriye dönüp baktığımda Lena'yı bizi hüzün dolu gözlerle izlerken buldum. Gözlerimiz birbiriyle temas ettiğinde dudaklarında yorgun bir tebessüm oluştu. Önüme döndüm, Aren'i takip etmeye devam ettim. Burada olduğum müddetçe hep birilerini takip edecekmiş gibi hissettim kendimi. .... Yolculuk, sessizliği ile beni rahatlatmaktan ziyade oldukça geriyordu. Rüzgâr hafif hafif esmeye devam ederken bakışlarım içinden geçtiğimiz ormanda dolanıyordu. Güneş, benim yapmak istediğim şeyi yapmış ve öğle vaktinde olmamıza rağmen saklanmayı tercih etmişti. Gökyüzünün bulanıklığı her an yağmurun yağabileceğini gösteriyordu. Kocaman ağaçların arasından geçerek yaptığımız bu yolculuk, ruhumun özlemle titremesine neden oldu. Zaman ya ben geçmesini istediğim için geçmiyordu ya da bu evrende zamanın işleyişi farklıydı. Ormanı çevreleyen yolun kenarları çiçek doluydu. Yeşilin birkaç tonuna birden sahiplik eden bir çiçeğin yol boyunca uzandığı görülüyordu. Mor, mavi, turuncu çiçekler yeşil çiçeklerin arasına kaynamıştı. Yağmur, çiçeklerin renklerini tazelemiş gibiydi. Yapraklarına yağmur damlası gibi yerleşmiş parıltıları dipdiriydi. "Lena'ya baktığında gözlerinde oluşan, güven olduğunu düşündüğüm o şey, bana baktığında oluşmuyor." Bozulan sessizlikle birlikte ona doğru döndüm. Benimle konuşmak istemediğini düşündüğümden dolayı şaşırmıştım. "Bununla alakalı birkaç tahminim var; ya hala figürünün aksine ben, evreninde var olmayan biriyim ya Lena, seni bana karşı doldurdu ya da dünkü tavrımdan ötürü benden hazzetmiyorsun." "İkinci maddeye gerçekten inanıyor musun?" "Ne var? Lena'nın sana öyle davrandığına bakma. İlişkilerini çıkar üzerine kurmuş birisidir o, tıpkı diğer her yaşlının yaptığı gibi." Bakışlarındaki alay dolu parıltıları görene dek sözlerinde ciddi olduğunu düşündüm. "Boşuna Lena'ya suç atmaya çalışma. Aksine, senin iyi biri olduğunu kanıtlamak için baya çabaladı." "Gerçekten bana karşı ilk izlenimin, Lena'nın beni sana övmesini gerektirecek kadar kötü müydü?" "Sanırım bunun sebebi biraz senin tavırların, biraz da benim dramatik kişiliğim." Yüzünde silik bir tebessüm meydana geldi. Aren oturduğu yerde vücudunu bana doğru döndü ve göz bebeklerindeki samimi hisle, "Özür dilerim," dedi. "Öğrendiklerim bir anlığına bedenime ağır geldi ve o an senin durumunu düşünemedim bile. Başka zaman olsa belki daha düzgün bir tepki verebilirdim ama bu olay oldukça kötü bir zamana denk geldi." Lena'nın sesi kulaklarıma doldu. Onun söylediğine göre bu kısa süreli yolculuğumda tanıştığım herkes yanımda durmayacaktı. O nedenle yanımda durup bana yardımcı olmaya çalışacak kişilere, ki onlarla bir yabancıdan farksız değildik, tavırlarından ötürü kırılmaya veya sinirlenmeye hakkım yokmuş gibi hissediyordum. "Sorun değil. Sonuçta bu savaşta aynı taraftayız. Bazı davranışlarımıza, belki de birbirimize tahammül etmemiz gerekecek." Sadece saniyeler içinde ortamdaki atmosfer değişmişti. Şimdi ikimiz de kendi içimizdeki seslerle mücadele etmeye çalışıyorduk. Kendimi gerçekten de bir savaşın içinde gibi hissediyordum. Sorun şu ki, düşmanların hedefinde ben vardım ama ben düşmanlarımı göremiyordum bile ve buralarda sığınabileceğim bir yer var mıydı onu da bilemiyordum. Çarpışma henüz başlamamış olabilirdi ama sebep olacağı kayıpların düşüncesi şimdiden içimi ürpertiyordu. "İçimden bir ses bu işin içinde birilerinin parmağının olduğunu söylüyor." Bu öyle bir ihtimaldi ki, onunla yüzleşmekten dahi korkuyor ama onun varlığını görmezden gelemiyordum. Karşımızdaki düşmanın doğanın ta kendisi olduğunu ummak yapabileceğim tek şeydi. "Senin evreninde Alisa'yı koruyabilecek birileri var mı?" "Eğer bunu birisi yaptıysa bu, Alisa'nın benim evrenimde bile tehlikede olduğu anlamına mı geliyor?" "Evet." Aldığım kısa yanıt, içimdeki korkunun boyutunu büyütmek için yeterli olmuştu. Anladım ki, tehlikenin boyutu benim algılarımın çok dışındaydı. Kendi evrenimdeki insanları düşünürken, "Eminim ki, babamın yanında gayet güvendedir," diye cevapladım onu. Sözlerim onu pek tatmin etmemişti, bakışlarından rahatça anlaşılıyordu. "Seni rahatlatmak için söylemiyorum. Diğer bölgelerdeki krallıklarla bile aramız gayet iyidir. Alisa'nın orada, burada olduğundan daha güvende olduğunu hissediyorum." "Umalım ki, dediğin gibidir." Yolculuğun geri kalanını sessiz geçirmiştik. Bu dünyanın, görünüş olarak benim dünyamdan pek bir farklı olmasa da kendimi etrafı gözetlemekten geri alamıyordum. Yalnızca ormanın içindeki yoldan ilerlemiştik. Bunun sebebi Aren'in yaşadığı yere yalnızca bu yoldan gidilmesi miydi yoksa gözden uzak olma çabamız mıydı bilmiyordum. Kireç renginde, oldukça görkemli bir yapının önünde durduğumuzda geldiğimizi anlamıştım. Alisa'nın babasının sarayının aksine daha modern bir mimariye sahip, dört bir yanı ağaçlarla çevrili bu yapının önünde, burayı korumakla mükellef onlarca muhafız bulunuyordu. Bir an için geldiğimiz sarayda neden çok az görevli insan olduğunu düşündüm. Bu soruyu da cevabını bilmediğim diğer soruların yanına gönderdim ve at arabasından yavaş ve dikkatli bir şekilde indim. Etrafa şöyle bir göz gezdirirken bizi buraya kadar getiren at arabasını süren kişiyi görünce ister istemez bir iki adım geriledim. Elini omzuma koyarak beni yürüyeceğimiz tarafa doğru yönlendiren Aren, "Sizin oralarda koruyucu ruhlar yok mu?" diye sordu. Üzerine pelerin geçirilmiş, karartı gibi görünen, adının koruyucu ruh olduğunu öğrendiğim varlığa dönüp tekrar baktım. "Hayır, yok ve iyi ki de yok." Aren sesli bir şekilde güldükten sonra, "Onlar güvenlik amacıyla yarattığımız ruhlar. Herhangi bir duyguları yok, yalnızca onu yaratan kişinin, yani efendilerinin, dediklerini yapmakla yükümlüler. Bu süre zarfında onlara oldukça çok ihtiyacımız olacak, alışsan iyi olur," diyerek açıklama yaptı. "Yani köleler, öyle mi?" "Böyle söyleyince kulağa biraz kaba geldi ama evet, öyleler." Aren sakin adımlarla ilerlerken hemen yan tarafında onunla birlikte hareket ediyordum. Etrafı incelemek istiyor ama muhafızların, her ne kadar bakışlarını bize değdirmeseler bile, dikkatini çekmekten korkuyordum. Gözlerimi önümdeki saraya diktim. Yakınına yaklaştıkça daha da büyüyen yapı, şu an her ne kadar göz alıcı gözükse de biliyorum ki, gece olduğunda yalnızca ürpermemi sağlayacaktı. Aren yapının içine girdiğimizde hız kesmeden ilerleyemeye devam etti. Artık güvenli bölgede olduğumuzu düşünerek onun peşinden hızlıca gitmek yerine, yavaş yavaş ve etrafı inceleyerek ilerlemeye devam ettim. İlerlediğimiz uzun koridora bağlanan diğer koridorlar ve her iki tarafta da bulunan merdivenler buranın bir labirent gibi görünmesini sağlamıştı. Burada ne kadar uzun süre yaşamış olursa olsun, bu kafa karıştırıcı yerde Aren'in hızla, yönünü şaşırmadan devam etmesi ilginç gelmişti. Aylarca hatta yıllarca burada yaşasam bile en azından bir kere kaybolabileceğimi düşündüm. Önünde durduğu merdivenleri çıkmaya başlamadan önce benim gelmemi bekledi. Daha fazla oyalanmayarak, hızlı adımlarla ilerledim. Onun yanına, merdivenlere, geldiğimde, "Burada kaybolmadan nasıl yaşıyorsunuz?" diye sordum. "Yalnızca gideceğin yerin yolunu ezberlemen, seni kaybolmaktan kurtaracaktır." "Yine de burası çok kafa karıştırıcı görünüyor." Ezbere bildiği yerde emin adımlarla ilerlerken, "Aslında buranın tasarımı babama ait," dedi. Sözleri bir anlığına yavaşlamama neden oldu. Bunu ona yansıtmamaya çalışarak, "Öyle mi?" diye sordum. "Evet, kendisi tasarladığı için onun kaybolma gibi bir durumu yok zaten. Ben de zamanla alıştım. Büyük ihtimalle, burada çalışan görevliler de çoktan alışmıştır." Sözleri beni dumura uğrattı. Oysa ben, Aren'in babasının öldüğünü düşünüyordum. "Yalnızca baban ve sen mi yaşıyorsunuz burada?" "Evet," diyerek onayladı beni. "Tabii görevlileri saymazsak. Ailenin tek çocuğuyum, annem de yıllar önce öldü. Babamla baş başa kaldık anlayacağın. Bu arada senin kardeşin var mı?" "Hayır, yok." Zihnimdeki tüm her şey birbirine girmiş ve kördüğüm olmuştu. Olayları çözmeye çalışırken karşıma çözülmesi gereken yeni şeyler çıkıyordu. "Alisa da tek kardeş, anlamışsındır zaten." O hiç bir şeyi umursamadan sarayın içinde, artık nereye gidiyorsak, ilerlemeye devam ederken, "Açıkçası o kısma hiç dikkat etmemiştim bile," dedim ve uzun koridorlarda onu gönülsüzce takip etmeye devam ettim. "Üst katlara çıkmak yerine alt kata iniyor olsaydık beni bir zindana kapatmaya götürdüğünü düşünürdüm." "Mızmızlanma, neredeyse geldik sayılır." Sonunda, altın kaplamalarla süslenmiş lacivert bir kapının önünde durdu. Beni beklemeden kapıyı açıp içeri girdi. Onun arkasından içeri girdiğimde burasının bir yatak odası olduğunu gördüm. "Umarım bu yatak odası benim değildir." Aren odanın sol tarafında kalan ikili koltuğa otururken, "Şansına küs, bu sarayda kaldığın müddetçe bu odada uyuyacaksın," dedi. "Buraya nasıl geldiğimize hiç dikkat etmedim, ki dikkat etseydim bile aklımda kalır mıydı orası muamma." Kapıyı kapatıp odaya göz gezdirerek Aren'in yanına ilerledim ve koltuğun diğer kenarına da ben oturdum. "Sen yolu ezberleyene kadar sana eşlik ederim, merak etme." Bedenimdeki tüm yorgunluk kendini belli ederken derin bir nefes aldım. "Alisa, sana bir şey soracağım." Ben soruyu sormasını beklerken, o kafasının içinde bir şeyleri tartıyor gibiydi. Bir süre düşündükten sonra, "Yoldayken krallığınızın diğer krallıklarla iyi anlaştığını söylemiştin. Krallığınızı sen mi yönetiyorsun?" diye sordu. Böyle bir soruyu neden sorduğuna anlam vermezken, "Hayır, babam yönetiyor," diye cevap verdim. "Yönetime geçmeyi hiç düşünmedin mi?" "Krallığımız yıllardır bizim soyumuz tarafından yönetiliyor. Yönetim bizim atalarımızın mirasıdır. Ailemde benden başka bu mirasa sahip çıkacak birisi olmadığı için birkaç yıl sonra yönetim, babam tarafından bana devredilecek zaten." "Bunun için eğitim aldın, değil mi?" "Evet," dedim ve sonra, "Yıllar boyunca bunun için özel bir eğitim aldım. Hatta ben buraya gelene dek eğitimim devam ediyordu," diye ekledim. Daha yeni tanıştığımız için olsa gerek onun kafasından geçen şeyleri tahmin dahi edemiyordum. Aren'in sorduğu sorular bana cesaret verdi, o cesaretle birlikte, "Bahsettiğiniz toplantı meselesi tam olarak ne oluyor?" diye sordum. Aile meselelerine karışmış olmak istemiyor ama aynı zamanda içimdeki merakı görmezden gelemiyordum. "Alisa'nın ortaya çıkardığı saçma bir sorun." Verdiği yanıtın çok yüzeysel olduğunu fark etmiş olacak ki, "Burada işler sizin krallıktaki gibi işlemiyor," diyerek lafa girişti. "Yedi bölümden oluşan bir yönetim kurulu var; bu bölümlerin her biri bir sistemi yönetiyor. Altı bölümün tamamı en üst kademede bulunan yedinci bölüme bağlı. Yedinci bölüm, ki burası yönetimin en temel kısmı, bu altı bölümü yönetmekle görevli ve bölgenin sorunlarıyla asıl ilgilenen yer de burası. Yani yedinci bölümün başında bulunan kişi kraldan başkası değil. Yedinci bölüm ise Baba Ran'a bağlı diyebiliriz. Yönetim tarafından alınan her karar onun gözetiminde geçip onayını almadıkça yürürlüğe giremez." "Yedinci bölümün başına, yani yönetime, kimin geçeceğini ise Baba Ran ile birlikte bu altı bölümde bulunan yetkililer karar veriyor. Beş yılda bir, aksi bir durum olmadığı müddetçe, yönetimin başına geçecek kişi seçiliyor. Bu yıl aslında yeni kralın veya kraliçenin seçileceği yıldı ama üst yetkililerin isteği doğrultusunda geçtiğimiz yıllarda yedi birlik toplandı ve önümüzdeki seçimin yapılmaması gerektiğine dair bir tartışma yapıldı. Yönetimdekilerin çoğu güncel yönetimden oldukça memnunken buna bir de Baba Ran'ın onayı eklenince yeni bir seçim yapmaya gerek duyulmadı. Baba Ran'ın yönlendirmesiyle bir dilekçe hazırlandı ve yetkililer imzalarını bıraktı." "Baba Ran kim ki?" diye soruverdim. "Bölgemizin en kıymetli din adamı. Yönetimde asıl söz sahibi olan kişi. Kral bile ona danışmadan iş yapamaz." "Gel gelelim ki Alisa, bu altı bölümde yer alan en önemli isimlerden birisidir kendisi, bu dilekçeye itiraz etti. O yüzden yeni bir toplantı düzenlendi. Aslında toplantının amacı yalnızca Alisa'yı fikrinden geri çevirmekti. Şimdi ise Alisa ortada yok ve bu toplantı mevzusunu nasıl halledeceğimizi hiç bilmiyorum," diye ekledi. Öğrendiğim bilgileri sindirmem biraz zamanımı aldı. Demek ki, Alisa'nın babasının kızına karşı duyduğu öfkenin sebebi buydu ama kafamda hâlâ oturmayan bazı kısımlar vardı. "İyi de dün akşamki yemekte Alisa'nın babası, Alisa'nın bu duruma bir yıl önce itiraz ettiğini belirten bir cümle kurmuştu." "Yönetimin değişmemesi gerektiği konusu yaklaşık iki yıldır gündemde olan bir durum. Alisa geçtiğimiz yıl, yönetime kendisinin geçmeyi hak ettiğini düşündüğü için bu konudaki ilk adımlarını attı. Bir yıldır amcam onu kararından vazgeçirmek için çabalıyor. Yalnızca amcam değil, sistemde yer alan önemli isimlerin birçoğu Alisa'yı vazgeçirmek için elinden gelen her şeyi yaptılar ama sonuç değişmedi. Baba Ran bu itiraza şu ana dek bir tepki vermedi ama eğer Alisa itirazını çekmezse sorun üzerine sorun çıkacak gibi duruyor." Kısa bir ara verdikten sonra bana bakıp, "Soracağın soruyu tahmin edebiliyorum. Alisa'nın itirazının neden bu kadar önemli olduğunu düşünüyorsun," dedi. "Bu kadar detaya ihtiyacın var mı bilmiyorum ama yetkili dediğim kişiler bu altı bölümün başında bulunan veya o bölümlerde önemli yetkileri bulunan kişiler. Alisa'nın itirazı, bu altı bölümde yer alan ama o bölümün yönetimi konusunda çok fazla söz hakkına sahip olmayan kişilerin işine geldi. Yönetimden yetkililerin çoğu memnun dedim, hepsi değil. Memnuniyetsiz olmalarının sebebi ise Alisa'nın sebebinden farklı değil ama bu itirazı onlar yapsaydı ya itirazlarının bir önemi olmayacaktı ya da bulundukları görevden alınacaktılar. Çünkü hiçbiri Alisa kadar önemli isimler değil. Bu altı bölümden birinin başında Alisa'nın babası var. Alisa ikinci bölümün tek mirasçısı. Bu da Alisa'yı önemli bir konuma koymaya yeten bir durum. Alisa dışında, altı bölümün başında bulunanların veya bölümün başındaki kişinin vârisi olanların hiçbiri yönetimin değişmesini istemiyor. Anlayacağın önemli kişiler yönetimden gayet memnun. Alisa ortalığı karıştırmak için harika bir hamle yaptı. Fakat bu hamle, yalnızca yönetimi kötüye kullanmak isteyenlerin işine geldi. Alisa istese de yönetimin başına geçemez, yetkililerin desteğini hiçbir şekilde alamaz ama diğer isimler için bu kadar emin konuşamam. Kısacası yönetimin değişmesi hem yönetimdeki bu sistemin hem de bu bölgenin sonunun geldiği anlamına gelir." "Baba Ran istemedikçe yeni gelen yöneticinin ne gibi bir zararı dokunabilir ki? Sonuçta kralın aldığı kararları onun denetlediğini söylüyorsun." "Açıkçası Baba Ran yerini sağlama almaya çalışıyor. Yönetime geçme ihtimali olan kişilerden bazılarının bu din himayesini ortadan kaldıracağını düşünüyor ve kendince Tanrı adına önlem almaya çabalıyor. Doğrusu böyle bir girişime halkın vereceği tepkiyi kestirmek çok zor. Birçoğu bu yönetime alışmış, bağlanmış durumda. Alınan yanlış kararlardan ötürü Tanrı'nın onları cezalandıracağını düşünen kişi sayısı bir hayli çok." Anlaşılan savaş çanları burası için çok önceden çalmaya başlamıştı. Alisa, bu itirazı yaparken sebep olabileceği bu durumları düşünmüş müydü yoksa zaten istediği şey bu karışıklık mıydı? "Alisa'nın bu itirazı yapmasının nedeni yalnızca başa geçmek istiyor oluşu mu?" "Öyle olduğunu savunuyor ama sanki işin içinde başka bir iş var gibi." Etrafına bakındıktan sonra, "Geç oldu, en iyi sen biraz dinlen. Karşıdaki dolapta Alisa'nın kıyafetleri var. Başka bir şeye ihtiyacın olursa kapının önüne bir görevli yollayacağım, ondan istersin," dedi ve ayaklandı. "Pekâlâ, teşekkür ederim. İyi geceler." Kapıyı açarken, "İyi geceler," diye âdeta mırıldandı ve arkasından kapıyı kapatıp gitti. Onun gitmesiyle yorgun bir nefes aldım. Oturduğum koltuğa iyice yaslanırken gözlerimi kapattım. Zihnim bir yangın yeriydi sanki. Gözümün önüne gelen görüntülerden dolayı kolayca uyuyamayacağımı anlasam da bu yorgun bedenle daha fazla ilerleyemeyeceğimi biliyordum. Oturduğum yerden, düşüncelerimle daha fazla boğuşmamak için kalktım ve giysi dolabından uygun bir parça alıp giyinmeye başladım. Yatağa yattığımda dilediğim tek şey bu girdaptan bir an evvel kurtulmaktı.
Ne için yola çıkmamız gerektiğini bilmediğimden, "Neden ki?" diye soruverdim. "Git ve hazırlan, ben seni burada bekliyor olacağım. Sorularına yoldayken cevap veririm." "Peki," diye fısıldadım ve ardından kapıyı kapatıp giysi dolabına ilerledim. Üstüme hızlıca bir kıyafet geçirdim ve ardından odada bulunan diğer iki kapıdan birini açtım. Küçük bir çalışma odasını andıran bu odanın kapısını kapatıp diğer kapıya yöneldim. Kapıyı açtığımda karşıma bir banyo çıktı. Banyoya geçip hızlı hareketlerle yüzümü yıkadım ve dağılmış siyah saçlarımı üstünkörü düzelttim. Aynadaki yansımama dönüp bir kez daha bakma gereği duymadan odanın içine geri döndüm. Kapıyı olabildiğince sakin bir şekilde açıp uzun koridora çıktım. Beni koridorun biraz ilerisinde bekleyen Aren'e doğru yöneldim. Adımlarım artık acelesizdi. "Beni takip et, sorularını sonra sorarsın." Uzun koridorda yürümeye başlayan Aren'in adımları değil ama tavırları tedirgin ve aceleciydi. Onu birkaç adım arkasından takip ederken dönüp koridorun duvarlarındaki, buraya ilk geldiğimizde fark etmediğim detayları incelemek bir yana dursun hangi yöne gittiğimizi dahi fark edecek durumda değildim. Bedenim onun arkasından süzülürken, labirenti andıran koridorlarda dakikalarca ilerledik. Karşımıza çıkan merdivenleri birkaç kere kullanıp aşağı katlara inmiş ve hepsi birbirine benzeyen, uzun koridorların arasında yürümeye devam etmiştik. Sonunda ise oldukça geniş bir kapının oraya varmıştık. Geniş kapıyı ses çıkarmasını umursamadan açan Aren, kapıdan önce benim geçmemi beklemişti. Kapıdan geçince buranın sarayın arka girişi olduğunu anlamıştım. Sarayın içinde hiç kimseyi görmemiştik ama dışarıda, sarayın arka bahçesinde, onlarca muhafız dikiliyordu. Önümdeki basamakları yavaş adımlarla indim. Hazır bir durumda bizi bekleyen at arabasına binerken arabayı kullanacak olan ruh koruyucusuna bakmaktan kendimi alıkoyamadım. Görüntüsü yalnızca boşluktan oluşmuş olsa bile içimi ürperten bu varlığa alışmam uzun sürecek gibi duruyordu. Aren'in yanıma oturmasıyla birlikte yolculuğumuz başlamıştı. Güneş henüz yeni yeni doğuyor, etraf daha yeni yeni aydınlanıyordu. At arabası buraya geldiğimiz yönden daha farklı bir rotada ilerlerken nereye gittiğimizi merak ediyordum. Aren'i sorularımla hemen rahatsız etmek istemediğim için ve ayrıca bu muazzam ormanın biraz bile olsa keyfini çıkarmak istediğim için bir süre sustum ve etrafa bakındım. İki gün boyunca istikrarlı bir şekilde devam eden yağmurun kalıntıları hâlâ yerli yerinde duruyordu. Rüzgârın şiddeti doğaya iyi gelmese de ormanın yağmur tarafından kutsandığı capcanlı duran, parlak bitkilerden kolaylıkla anlaşılıyordu. Islak toprak kokusu, envaiçeşit çiçeğin kokusuna karışıyor, hafif esen rüzgâr sayesinde bu kokular burnuma doluyordu. Etrafta uçuşan kuşların sesi, at arabasının çıkardığı sesle birleşip bir ritim oluşturuyordu. Beni büyüleyen bu manzara, bana kendi diyarımı hatırlatırken, huzurun ruhuma işlenmesini sağlamıştı. "Bu bölgenin karşı sınırında bana ait küçük bir ev var, oraya gidiyoruz." Aren'in yaptığı açıklama bakışlarımın ona dönmesini sağladı. Göz altındaki mor halkalar, onun gece boyunca uyumadığını gösteriyordu. "Neden?" "Bir planım var sayılır. Lena ile konuşmam gerek ve bu konuşmayı biraz uzakta yapmak daha iyi olur diye düşündüm." "Böyle daha çok dikkat çekmez miyiz?" "Gören birileri olursa toplantı meselesinden dolayı senin bizden yardım almaya çalıştığını ya da bizim, seni fikrinden vazgeçirmeye çalıştığımızı düşünürler." "Lena'ya ne zaman haber verdin?" "Gece yarısı haber gönderttim." "Şehrin içinden mi geçeceğiz?" Bu soruyu yalnızca sohbet etmek için sormuştum. Aren'in evine vardığımızda onun planına dair her şey hakkında yeteri kadar konuşacaktık zaten. Henüz yolculuk devam ederken ve bizlerin havadan sudan konuşmak için vakti varken bunu değerlendirmek istemiştim. "Hayır ama gideceğimiz yolda birilerinin bizi görme ihtimali yine de var." "Neden şehrin içinden geçmiyoruz ki? İnsanların ilgisini daha çok çekeriz diye mi yoksa siz, bu bölgedeki saygın insanlar, çok fazla şehre gitmez misiniz?" "İkinci sorunun cevabı kişiden kişiye değişir ama ben sık sık giderim. İlk soruya gelecek olursak; ne yaparsak yapalım zaten dikkat çekeceğiz. Eğer şehrin içinden geçecek olursak yolumuz uzayacak, bu yol en kısa olanı." "Bu koruyucu ruhlar bizi duyabiliyor mu?" "Kimi zaman için evet, kimi zaman için hayır. Şu an için cevap hayır, bizi duyamaz." "Senin kontrolünde olan bir şey, öyle mi?" "Evet, öyle. Genelde insanlar, emir verdikleri zamanlar hariç koruyucu ruhlarının kendilerini duymalarını istemez." "Peki, onlara neden koruyucu ruh diyorsunuz? Dediğim gibi onları daha çok köle gibi kullanıyorsunuz." Gülüşü, yüzündeki yerini alırken, "Onların asıl amaçları efendilerini korumak. Koruyucu ruhlar yaratılırken, yapılan büyünün içine bir ismin yazılı olduğu bir kâğıt parçası atılır. Eğer bir gün başına bir şey gelirse ve yanında koruyucu ruhun varsa koruyucu ruh, o kişinin yanına gider ve şahit olduğu olayı doğrudan o kişinin zihnine aktarır," diye yanıtladı beni. "O zaman herkes kendisine bir koruyucu ruh yapsın ve böylece başına bir bela gelse bile kolayca kurtulsun." Gür kahkahası ormandaki seslere karıştı ve, "Senin evreninde büyü yok, değil mi?" diye sordu. "Hayır, yok ya da var ama benim haberim yok." "Belli oluyor." Sesi alay doluydu. "Şunu unutmaman gerekiyor; büyü yapabilen tek kişi sen değilsin. Eğer sen büyü yaparak kendince bir önlem alıyorsan pekâlâ bunu başkaları da düşünebilir ve daha etkili bir büyü yapabilir. Yalnızca, etkili büyü yapmak herkesin cesaret edebileceği bir durum değil çünkü her büyü, o büyüyle eş değer büyüklükte bir sonuç doğurur." Gözlerimin içine bakarak, "Anladın mı?" diye sordu. "Çok komiksin, Aren. Merak etme, anladım, aptal değilim." "Aslında bu, çok fazla avantajı olan bir durum. Benim için, kimsenin kimseyi büyüyle lanetleyemediği bir dünya cennetten farksız. Yani siz, oldukça şanslısınız." Aren'in birden ciddileşerek kurduğu cümleler, geçmişte, bu topraklarda yaşanan, insanların sebep olduğu felaketleri düşünmemi sağlamıştı. "Hiç yaşamadığım bir şeyin yararlarından veya zararlarından bahsetmek, sanıyorum ki, benim haddime değil." Bir süre yalnızca sustu, ardından, "Hadi bakalım, gün asıl şimdi başlıyor. Umalım ki, her şey yolunda gitsin," dedi. İleride gözüken küçük ev, belli ki, varış noktamızdı. At arabası evin önünde durduğunda, arabadan inen Aren, kolayca inebilmem için elini uzattı. Nazik teklifini geri çevirmeyip, elini tutarak arabadan indim. Çeşit çeşit çiçekler tarafından süslenmiş bahçe, oldukça bakımlı görünüyordu. Bunun yanı sıra sahip olduğu rengârenk çiçekler, ortama hoş bir hava katmıştı. Bahçenin ortasında, çiçeklerin arasında, öylece ayakta dikilen Lena'yı görünce onun yanına doğru ilerlemeye başladım. O, yorgun ama sakin görünüyordu. "Lena, ne zamandır buradasın?" "Geleli çok olmadı kızım." Onu görünce, nedendir bilinmez, kendimi evimdeymiş gibi hissetmiştim. Dün, abisiyle o koca sarayda neler yaşamıştı bilmiyorum ama bugün, bizi gördüğü için içi huzur dolmuş gibi görünüyordu. Bahçeyi geride bırakıp evin içine geçtik. Ev olabildiğince az eşyayla dekore edilmişti. Kısa koridorun doğrudan açıldığı alan küçük bir oturma alanıydı. Lena hiç oyalanmadan koltuklardan birine geçip oturdu. "Bir planım var." Aren'in kurduğu cümleden umut ışığı parlıyordu ama yüz ifadesi o ışığı söndürmeye yetiyordu. Öyle ki, bir planı olmasına sevinememiştim. İlerleyip Lena'nın yanına oturdum. "Nasıl bir plan bu?" Sormak istediğim soru, Lena tarafından sorulunca dikkatli bir şekilde gözlerimi Aren'in üzerinde gezdirdim. "Senin hiç hoşuna gitmeyecek bir plan." Lena kuşku dolu gözlerle Aren'e bakıyordu. Aren nihayetinde karşımızdaki koltuğa oturdu. "Lafımı bölme diyeceğim ama belli ki, sen her hâlükârda böleceksin." "Ağzından aşırıya kaçan bir söz çıkmadığı müddetçe sessizce dinlerim, bunu sen de biliyorsun Aren." "Demek ki, ağzımdan aşırıya kaçan bir söz çıkacak, Lena," dedi Aren. "Atlas'a haber yolladım, bu akşam Alisa ile oraya gideceğiz ve bu durumdan ona da söz edeceğim." Aren'in, sanki, söyleyip bir an önce kurtulmak istiyormuş gibi dillendirdiği kelimeler sonrasında Lena şaşkına uğramış bir vaziyette ayağa kalktı. "Tepki vermeden önce biraz düşün, şu an yapabileceğimiz en mantıklı şey bu." Lena, Aren'in yanına oturup, onun ellerini kendi elleri arasına aldı. Aren bu durumdan rahatsız oluyormuş gibi gözüküyordu ama ellerini çekmek için bir girişimde bulunmadı. "Oğlum, belli ki sen içerisinde bulunduğumuz gerçeklikten uzaklaşmışsın." Aren derince bir nefes almış, ellerini Lena'nın elleri arasından yavaşça çekmiş ve ona doğru dönmüştü. "Lena, gerçekliğe dönmesi gereken kişi sensin. Atlas bu durumda bize yardım edebilecek en doğru kişi." "Doğrudur, yardım eder hatta seve seve yardım eder ama bu durum insanların dikkatini çeker evladım. Alisa resmen onun tahtını elinden almak için bir yıldır aptalca şeyler yapıyor. İnsanlar bu durumda neler olduğunu sorgulamaz mı?" "Elbet buna da bir çözüm buluruz." "Oğlum, aklını mi yitirdin? Gitmişsin en tehlikeli, en göze çarpan şeyi yapmayı seçmişsin ve karşımıza bir planım var diye çıkıyorsun." "Lena, sorun ettiğin şeyi anlayabiliyorum ama diyorum ya, ona da bir çözüm buluruz, zor değil." Lena biraz sakinleşmek için olsa gerek, susup, nefeslerini düzene sokmaya çalıştı. Sonra yerinden kalkıp odadaki camı açtı ve temiz havanın içeri girmesine müsaade etti. Endişe dolu bakışlarla bir süre dışarıyı izledikten sonra yeniden Aren'e döndü. "Peki, bildiğini, doğru olduğunu düşündüğün şeyi yap." Birkaç dakikada fikrini ne değiştirmişti bilmiyorum. Aren ise onun bu ani karar değişikliğini hiç yadırgamadı. Aren'in bakışları üzerime değince, "Akşama kadar buradayız. Akşam olunca yeni bir yolculuk bizi bekliyor," dedi. "Benim için sorun yok." Lena yeniden yanıma oturmuştu. İçindeki sıkıntı tüm bedenine yayılmış vaziyetteydi. Bir müddet duyduğumuz tek şey Lena'nın sıkıntılı dolu nefesleriydi. Sanki bu sıkıntıyla baş edemiyormuş gibi dayanamayarak yerinden kalktı. "Sabahın erken saatlerinde direkt yola çıkmışsınızdır, ben size kahvaltı hazırlayayım." İlk başta, dakikalar önce açtığı camı kapattı. Ardından mutfak olduğunu tahmin ettiğim yere giderken, ondan duymaya çok alışık olduğum şeyleri tekrardan söyledi. "Umalım ki, her şey yolunda gitsin. "
Havanın yavaş yavaş kararmasıyla birlikte yeniden yollara düşmüştük. Aren planının detayları hakkında fazla bilgi vermese de sabah yaptığımız kahvaltıda, Atlas diye bahsettiği kişinin, bu bölgenin asıl yöneticisi, yani kralı olduğunu söylemişti. Bir hükümdarın karşısına daha sebebini bilmediğimiz bir durumdan ötürü çıkacak olmamız bana çok mantıklı gelmese de, Aren'in konuşmalarından anladığım kadarıyla, bu yönetici ile aralarında ast üst ilişkisi yoktu. Yıldızlar kararan gökyüzünde yerlerini almıştı bile. Yolculuğun hemen bitmesini, bu bölgenin efendisi ile hemen görüşmeyi, sorunun nedenini hemen bulmayı ve o soruna hemen bir çözüm bulup bir an önce kendi evrenime dönmeyi istiyordum; sabırsızdım. Aren'in de yüksek kademede bulunduğunu tahmin etmek zor değildi ama tüm güçleri elinde tutan birine danışmak, sorunun hemen çözüleceği hissini veriyordu bana. O nedenle içimde her şeyin son bulma ihtimalinin vermiş olduğu heyecan vardı. "Alisa..." Kısa bir müddet sözlerini devam ettirmedi. Soru işaretleriyle doluydu, görebiliyordum. "Eğer planlarımın aksi bir durum yaşanır ve her şey daha kötü bir hâle gelirse şimdiden özür dilerim." "En fazla ne olabilir ki?" Sorduğum soru, onun zihninde onlarca, belki de yüzlerce senaryonun oluşmasını sağladı ve ben herbirini onun gözlerine bakarken gördüm. Anladım ki, nice felaket yaşanabilirdi. "En azından denemiş oluruz Aren." Geri kalan sürede ikimiz de yalnızca susmuştuk. Karanlık gecede ışıkların aydınlattığı yapıyı görünce anlamıştım, gelmiştik. Orman hâlâ uzayip giderken sağa dönmüştük ve yolun sonundaki köprü, bizi doğrudan sarayın önüne ulaştırmıştı. Bir hükümdara yakışır büyüklükteki sarayın her bir köşesinde bulunan muhafızların sayısı gözümü korkutacak kadar fazlaydı. Arabadan indiğimde, yüreğimdeki korkudan dolayı yalnızca Aren'in yani sıra sürüklenmiş, öyle ki, dönüp nasıl bir yerde olduğumu inceleyememiştim bile. Sarayın kapısının önüne geldiğimizde, muhafızlar bizim geleceğimizi biliyor olsalar gerek, bizi durdurup sorguya çekmemiştiler. İçeri girdiğimizde Aren, ezbere bildiği bir yolda yürüyormuş gibi emin adımlar atıyordu. Hangi yöne gittiğimize bir an dahi olsun bakmamıştım. Üzerinde kırmızı bir kılıç sembolünün bulunduğu odanın kapısına geldiğimizde, kapının önündeki muhafız bizler için kapıyı açmış ve ardından hiç beklemeden geri kapatmıştı. Her hâlinden çalışma odası olduğu anlaşılan bu geniş odanın ortasındaki masada bizi biri bekliyordu. Genç görüntüsüne rağmen koyu kahve saçlarına birkaç tutam beyazlık yerleşmişti. Yanakları hafiften çökmüştü. Yeşilin oldukça açık tonuna sahip gözleri doğrudan bizi buldu. Ben ne yapacağını bilmez bir vaziyetteydim ama benim aksime Aren hiç gergin görünmüyordu. Bölgenin yöneticisi olduğunu düşündüğüm bu genç adam, Aren'i gördüğüne sevinmiş gibi duruyordu ama bana değen bakışları için aynı şey geçerli değildi. Aren'in ardından yürürken, odadaki bazı nesnelerin üstünde, kapıdaki sembolün aynısının bulunduğunu fark etmiştim. "Geliş sebebinizi Alisa'nın yersiz itirazını geri çekecek olmasına bağlamıştım ama belli ki, yanılmışım." Ses tonu iğneleyiciydi. "Atlas, seninle Alisa'nın saçma itirazı hakkında başka zaman yeniden konuşabiliriz. Şimdi daha önemli bir sorunumuz var." Aren masanın önünde bulunan deri koltuklardan birine oturmuş ve bakışlarıyla beni yanına davet etmişti. Tüm bu yabancılığın ortasında bir nebze tanıdığım tek şeyin Aren olması gerekçesiyle onun yanına geçip oturdum. Atlas oturduğu yerden kalkmış ve tam karşımızdaki koltuğa oturmuştu. Bunu neden yaptığını daha müsait bir anda, zihnimde, kendi kendime sorgulayacaktım. "Seni dinliyorum." Aren'in bu durumu nasıl açıklayacağı merak ettiğim bir husustu. Sonuçta karşımızda bir yönetici vardı ama o bunu hiç umursamıyor gibiydi, hatta öyle ki, şu ana dek Aren'i en rahat gördüğüm an buydu. Belli ki özel hayatlarında oldukça samimilerdi. Yine de ne olursa olsun olayı dillendirirken zorlandı, bunu gizlemek için ise hiçbir şey yapmadı. "Gerçekten çok aptalca bir durum." İsyan eder gibi söylediği cümlesinin hemen ardından, "Nasıl oldu henüz bilmiyoruz ama Alisa ortalarda yok," dedi. Tercih ettiği sözler benim kaşlarımı çatmama, Atlas'ın bakışlarının ise bana dönmesine sebep olmuştu. "Ben pekâlâ Alisa'yı görebiliyorum." "Ah, evet! Bu da Alisa ama bizim Alisa değil." Bakışlarım Aren'e dönünce, "Alisa, bana öyle bakma, yeteri kadar gerginim," dedi. "Neler olduğunu düzgünce anlatacak mısın Aren?" Aren'in konuşmasına fırsat vermeden, "Bu evrendeki Alisa ile ben bir şekilde yer değiştirdik. Henüz buna neyin sebep olduğunu bilmiyoruz," diye söze atıldım. Belli ki, Aren'i geren şey; karşısında efendisinin olması değil, karşı karşıya kaldığımız sorunun çözülmeyecek gibi duran hâliydi. Durumun vahimliğinin daha yeni farkına varmıyordu ama sanki çıkmaz sokağın sonuna yenice gelebilmişti. "Peki, bundan emin miyiz?" Atlas'ın ne demek istediğini anlamamıştım fakat Aren, onun ima ettiği şeyin gayet farkında gibiydi. "Alisa bu durumda bizlere oyun oynamaz. Ayrıca onun bizim tanıdığımız Alisa olmadığı gayet açık değil mi?" "Ben, söz konusu Alisa olunca senin kadar emin olamıyorum." "Bize yardım edecek misin yoksa önce benim bu evrendeki Alisa olmadığımdan emin olman mı gerekiyor?" Hafif sinirli çıkan sesim, Atlas'ın, "Mesela bu, tam olarak Alisa'nın söyleyeceği bir cümleydi," demesine sebep oldu. "Atlas, Alisa'nın bir oyun oynadığını hiç sanmıyorum. Onun iki gün önceki hâlini görseydin sen de böyle düşünmezdin." Aren, Atlas'ı ikna etmek için cümleler sarf ettikten sonra bana döndü, "Sen de biraz sakin olur musun? Sabahki kahvaltıda yöneticinin karşısına çıkmamız konusunda oldukça endişeli görünüyorken şimdi onun karşısında, karşında bir kral yokmuş gibi rahat davranıyorsun," dedi. "O sizin kralınız, benim değil." Atlas yerinden kalkarken, "Gerçekten bir insan her evrende bu kadar aynı olmamalı," dedi. Onların bu tavırları tuhafıma giderken, kendime sabretmem gerektiğini hatırlattım. Belli ki, bir süre birbirimize tahammül etmek zorundaydık. "Toplantı gerçekleşmeden önce bir şeyler yapmalıyız. Alisa'nın fikrinden vazgeçmeyeceğinin herkes farkında. Aptal gibi düşman taklidi falan mı yapacaksınız?" "Önce yaşanan durumun sebebini öğrenmemiz daha mantıklı olmaz mı Aren?" "Öğrenelim tabii ama bana kalırsa toplantı daha büyük bir sorun teşkil ediyor." Aren kısa bir süre duraksadıktan sonra sözlerine, "Eğer Alisa itirazını geri çekmezse yeni bir seçim yapılacak ve seçimden sonra ortalığın karışacağı büyük bir gerçek. O zaman bu sorunla ilgilenmemiz mümkün olmaz. Toplantıda bir anlaşmaya varılmalı," diyerek devam etti. Atlas eline aldığı kâğıt parçalarıyla masasına geçti. Oturduğu yerde elindeki kâğıtlarla ilgilenirken, "Alisa ile anlaşmaya varmamız imkânsız," dedi. "Ayrıca tam seçim zamanı yaklaşırken bu durumun yaşanması tesadüf olamaz. Belli ki, birileri kendilerince bir plan yapmış," diye devam etti sözlerine. "Biz buraya gelirken, birilerinin dikkatini çoktan çekmişizdir. Büyük ihtimalle, senin yine Alisa'yı ikna etmeye çalıştığını düşünüyorlardır. Alisa toplantıda itirazını geri çekerse senin onu ikna edebildiğini düşünürler." "Ben zaten bir yıldır Alisa'yı ikna etmeye çalışıyorum. Ne oldu da şimdi Alisa ikna oldu diye düşünmez mi insanlar? Eğer hâlâ farkına varmadıysan ben söyleyeyim Aren, kuzenin oldukça doyumsuz ve inatçı." "O zaman sen de onun karşı koyamayacağı bir teklif yap. Bak Atlas, yönetimi kaybedersen yaşanacağını çok iyi bildiğin şeylerin yanı sıra yanımdaki kız öldürülecek, umarım bunun farkındasındır. Bu kız saçma bir doğa olayı sonucunda buraya gelmedi, eminim ki bunu sen de anlamışsındır." Duyduğum sözler sonrasında dönüp Aren'e baktım. Aren dehşete düşmüş ifadem karşısında, "Alisa bizim dünyamıza hoşgeldin. Diğer krallıklarla bile iyi anlaşan sizlerin aksinize biz, daha kendi içimizde anlaşamıyoruz," dedi. "Aren, kızı durduk yere germe." "Durduk yere mi? Bu olayın sonunda ne olacağını düşünüyorsunuz siz? Ya bu kız ölecek ya da kendi evrenine geri dönecek, başka seçenek yok. Bunu her kim yaptıysa tek amacı Alisa'dan kurtulmak, bunu anlamak çok da zor değil." Atlas, önündeki kâğıt parçalarıyla uğraşmayı kesip, "Tamam, o zaman, biz de onu kendi evrenine geri göndeririz. Biraz sakin ol Aren. Hem kuzenin için endişeleniyorsun hem de bu kızı korumak zorunda hissediyorsun, anlıyorum ama kaygın ve korkun, senin yalnızca yanlış karar vermeni sağlar. Biraz sakinleş," dedi. Aren oturduğu yerden kalktı. "Ben hava almaya çıkıyorum. Sen de gelmek ister misin Alisa?" diye sordu. Biraz yalnız kalmanın ona iyi geleceğini düşünerek, "Hayır, ben gelmeyeceğim, sen çık," dedim. O, odadan çıkana kadar arkasından ona baktım. Sahip olduğu korkularını biraz anlamış ama daha fazlasının olduğunu düşünmeden edememiştim. "Aren'in söylediği şeylere kulak asma. O fazla stresli." "Ama sonuçta boşuna stres yapmıyor, değil mi?" "Stres yapmakta gayet haklı ama stresin dozunu ayarlayamıyor olmakta haksız." Korku dolu düşüncelerimin, zihnimdeki adım seslerini duymazdan gelmeye çalışarak, "Bir planın var mı?" diye sordum. "Önce sen bir şeyler anlatmaya ne dersin? Buraya gelmeden hemen önce kendi evreninde yaşanan ilginç bir olaya şahit oldun mu?" "Hayır, her şey olması gerektiği gibiydi." Buraya geldiğim ilk gün, Aren'in de buna benzer bir soru sorduğunu hatırlayınca, "Bu neyi ifade ediyor ki?" diye sordum. "Buna birinin sebep olup olmadığından emin olmaya çalışıyorum." Sessiz geçen dakikalardan sonra Atlas yüzünü bana döndü ve, "Aren ile yalnız konuşmamın bir sakıncası var mı?" diye sordu. "Hayır, yok." "O hâlde görevliler seni ağırlarken biz Aren ile biraz konuşalım." Birkaç dakika sonra görevlilerden biri beni farklı bir odaya yönlendirmiş ve ikramda bulunmuştu ama kendini yavaşça belli eden stresim, bir şeyler yemem konusunda bana müsaade etmemişti. Oturduğum odada, o ikisinin ne konuştuğunu merak ederek zaman geçirmeye çalıştım. Aren'in sesli bir şekilde ölme ihtimalimi dile getirmesi, her hatırladığımda tüylerimi diken diken yapıyor, yorgunluğumu zaman geçtikçe ortaya çıkarıyordu. Ne hissetmem gerektiğini bilmediğim bir noktadaydım. Yalnızca yüreğimin korkuyla çarpma sesini duyabiliyordum. Aldığım nefesler bana yetmiyor, yeni bir oksijen kaynağına ihtiyaç duyuyordum. Yabancılığım beni yalnızlığa; yalnızlığım yorgunluğa, yorgunluğum inançsızlığa, inançsızlığım kedere doğru sürüklüyordu. "Eğer ikramları beğenmediyseniz yenilerini getirelim, Efendim." Sarayın çalışanının sesi beni kendime getirirken, "Gerek yok. Ben dışarı çıkacağım, Aren'e siz haber verirsiniz," dedim. "Tabii ki Efendim. Buyurun, size eşlik edeyim." Ben ayağa kalkınca, önümden sakince ilerlemeye başladı. Eğer bana eşlik etmeyi teklif etmeseydi büyük ihtimalle ya geri yerime oturacaktım ya da sarayın dış kapısını aramaya çalışırken tüm görevlilerin dikkatini çekecektim. Koca sarayın içinde gözüme çarpan onlarca detay, yorgunluğum sebebiyle, benimle göz göze gelmeden, kenarımdan süzülüp gidiyor, geride önemsiz bir ayrıntı gibi kalıyordu. Dış kapı görüş alanımıza girdiğinde, önünde bulunan muhafızlar benim için kapıyı açmış ve geçmemi beklemişti. Sonunda temiz havaya kavuştuğumda, dış kapıdan çıkınca karşıma çıkan merdiveni minik adımlarla inmeye başladım. Muhafızların dikkatini çeker miyim, onların dikkatini çekmem bir soruna yol açar mı diye endişelenmeden, bakışlarımı etrafta ve daha sonra uçsuz bucaksız gökyüzünde acele etmeden, soluklanarak gezdirdim. Küçük parlak noktalar yerli yerinde duruyordu, onların bir yere gittiği yoktu. Nitekim ay da aynı şekilde olması gerektiği yerdeydi ama yerinde olmayan onlarca şey vardı. Kendi diyarımda sevdiklerimden uzakta olduğum zamanlarda, onlarla aynı gökyüzüne baktığımı hatırlayıp, içimdeki sıkıntıları yok sayabiliyordum ama artık aynı gökyüzünün altında değildik. Geri dönememe ihtimalim, yıldızlarla birlikte, o çok sevdiğim gökyüzünde parıl parıl parlıyordu; onu görmezden gelmek artık mümkün değildi. Omzuma dokunan elle beraber irkildim. Arkamı döndüğümde gördüğüm tanıdık yüz özür diler gibi bakıyordu. "Her şey yolunda mı?" "Evet, dalmışım sadece." "Öyleyse hadi, eve dönüyoruz." Yan yana at arabasına doğru ilerlemeye başladık. Ona Atlas ile ne konuştuklarını sormak istiyor ama bir yandan da çekiniyordum. Artık bir rutin hâline gelen yolculuğumuz yeniden başladığında, sıkıntıların peşimi bırakmayacağını bildiğimden, "Ne konuştunuz onunla?" diye, sınırları aştığını hissettiğim soruyu sordum. O, bu sorumdan rahatsız olmuş gözükmüyordu. "Bir hafta sonra toplantı yapılacak. Atlas, toplantıya katılması gereken herkese haber göndertecek." "Peki, toplantıda ne olacak? Ne yapmamız gerekiyor ya da benim bir şey yapmam gerekiyor mu?" "Bunları konuşmak için bolca vaktimiz var. O yüzden, yarın konuşmaya ne dersin? Nefesimi sesli bir şekilde verdim ve onu, "Pakâlâ, yarın konuşalım," diye cevapladım. "Ama başka konular hakkında soru sormak istersen seve seve cevaplarım, tabii eğer sen de benim sorularımı cevaplarsan." Karanlığa bulanmış bir zaman diliminde, onun bu, kafa dağıtmak için iyi olduğunu düşündüğüm şartını kabul ettim. "Sormak istediğim soruların çoğunluğu senin, doğal olarak, cevaplamak istemeyeceğin sorulardan oluşuyor. O yüzden yalnızca beni ilgilendiren konularla alakalı sorular sormaya çalışacağım. Eğer ben ölürsem Alisa'nın bu evrene geri dönme ihtimali var mı?" Sorum ağırdı, biliyorum; birden sormuş olmam da acımasızcaydı, onu da biliyorum ama ruhum, belki de kendini hızlıca tüketmek istediği için, bu sorunun cevabını duymak istiyordu. "Aslında bu soru da çok cevaplamak istediğim bir soru değil ama bilmeye hakkın var. Hayır, yok. Eğer sen ölürsen Alisa bu evrene asla geri dönemez. Aynı şekilde Alisa orada ölürse sen de kendi evrenine asla dönemezsin." Duyduklarım, duymak istediklerimden çok farklıydı. Öyle ki, bir an söylediklerini algılayamadım. "Nasıl? İyi de neden?" "Hayatın işleyişi bu şekilde, yapabileceğimiz bir şey yok. Yalnızca şöyle bir durum var; bu söylediğim bu evren için kesinlikle geçerli ama senin evrenin için geçerli mi emin değiliz ama geçerli olma ihtimali oldukça yüksek." "Bir saniye, sen o yüzden benim evrenimde Alisa'yı koruyabilecek birinin olup olmadığını sorguladın, değil mi?" "Evet." "Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?" "Aslında emin değiliz, geçmişte yaşananlar böyle bir yargıya varmamızı sağladı. Alisa ölse bile senin kendi evrenine dönme ihtimalin var ama aynısını Alisa için söyleyemiyorum." "Hiçbir şey anlayamıyorum. Bu nasıl mümkün olabilir ki?" "Aslında yapılan büyünün gücü buna yetiyor demem daha mantıklı olacak. Eminim ki, her türlü iki kişiyi de kendi evrenine döndürecek bir büyü vardır ama sonucu ne doğurur bilemiyoruz. Ayrıca önce o büyüyü bulmamız gerekecek. Şu anda bizim bildiğimiz ve ulaşabildiğimiz büyü, yalnızca iki evrende de hayatta olan aynı bedenlerin yer değiştirmesini sağlıyor." "İyi de benim dünyamda büyü yok." "Biliyorum, o yüzden o büyüyü bizim yapmamız gerekecek. Alisa'nın kendini korumak dışında yapabileceği hiçbir şey yok." Kafama dank eden şeyle ona döndüm, "Her büyünün bir sonucu olduğunu söylüyorsunuz. Buna rağmen büyüyü yapacak mıyız?" diye sordum. "Başka seçeneğimiz yok." "Ya başınıza çok büyük felaketler gelirse ne olacak?" "Bu bizim sorunumuz. Senin düşünmen gereken bir durum yok ortada." "Ama bu bencillik olmaz mı?" "Alisa daha büyünün işe yarayacağını bile bilmiyoruz. Sen yalnızca kendin için endişelen ve yalnızca kendini düşün çünkü kuzenimin orada yapmasını istediğim şeyler de bundan ibaret." Onun davranışları, başlarına bir belanın gelmesinden ziyade kuzenine veya bana bir şey olmasından korktuğunu belli ediyordu. Üstüne söylediği tüm bu kelimeler bu bilgiyi zihnime âdeta kazıdı. "Biraz bencilliğin kimseye zararı olmaz, aksine seni hayatta tutar." "Bunu her kim yaptıysa ve amacı Alisa'ya zarar vermekse beni çoktan öldürmüş olması gerekmez miydi?" "Kimse düşmanını, saldırı bekler vaziyetteyken, birden öldürmez." "En doğru anı mı bekliyor?" Büyük bir tedirginlikle sorduğum soru, gecenin karanlığına bir sis gibi karışıp gitti. "Eğer bir düşman varsa, izleniyor olduğumuzu bil. Bizim adımlarımız onun gerisinden geliyor. Bu yüzden her an tetikte olmamız şart." Bakışlarım kapkara ormanın görebildiğim yerlerini taradı. Havada uçan kuşlar artık gözüme masum görünmüyordu. |
0% |