Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6. Bölüm

@ervaerdal

En nihayetinde beklediğimiz o gün gelmişti. Şehrin sokaklarında yankılanan cıvıltılar ta buradan duyulabiliyordu. Az kalmıştı, evime artık dönebilecektim. İçimde bunun heyecanı vardı. Bunun yanı sıra oluşabilecek aksiliklerin telaşını da yüreğimde taşıyordum ama kendi yuvama duyduğum hasret nihayetinde sona erecek, korku daha fazla yüreğimi kasıp kavurmayacaktı. Gecelerin aksine şu an gökyüzünde keder bulutları süzülmüyordu. Güneşin doğuşuyla gecenin o derin kasveti göğü terk etmişti ama geri dönecekti. Bu diyarın havası keder taşıyor, insanlar havayı soludukça buhrana tutuluyordu.

Kutlamaya bedenen hazırken kendimi manen hazır hissetmiyordum. Olası tehlikelerin farkındaydım ve bu farkındalık beni içten içe yiyordu. Gerçek hiç olmadığı kadar korkutuyordu beni. Bana biçilmiş muhtemel sonların arasında, hiç bilmediğim bir diyarın topraklarında umutsuzca ölmek de bulunuyor olabilirdi. Tutunduğum tek dal yanımda beni korumak için bulunan bedenlerin varlığıydı.

Atlas nihayetinde bahçeye çıktığında düşüncelerimi bir kenara savuşturdum ve beni bekleyen şeye kendimi hazırladım. Atlas, onu bekleyen faytona bindiğinde, süvarilerin bir kısmı biz hareket etmeden önce önümüzden ilerlemeye başladı. Şehrin göbeğine inen yolda araç salına salına ilerledi. Şehir, onu gördüğümden bu yana ilk kez hayat dolu gözüküyordu. Gördüğüm insanların mutluluğu, dinginliği bu sefer sahte değildi ya da zorunluluktan da değildi. Bu sefer onların gözlerinde, bedenlerine tutunmaya çalışan bir umut taneciği yoktu çünkü bu sefer umuda ihtiyaçları yoktu; bugün, herkes yalnızca eğlencenin peşindeydi. Bu görüntü nedense hoşuma gitmişti.

"Herkes gerçekten de mutlu gözüküyor," dedim. "Şehre hayat, insanlara can gelmiş gibi. Bence insanlarınızın ara sıra hayatın gerçeklerinden uzaklaşıp eğlenmeye ihtiyacı var."

"Onların hiç eğlenmediğini kim söylüyor?" diye sordu.

"Bakışları gerçeği yeteri kadar ele veriyor," dedim. "Bir başkasının söylemesine ihtiyaç yok. Hem biraz eğlenmek kimseye zarar vermez. Yoksa sen eğlenmeyi sevmiyor musun? Sen sevmiyorsun diye başkalarının arzu ve ihtiyaçlarını kısıtlama hakkına sahip değilsin."

"Hey!" dedi. Bugün keyfi oldukça yerindeydi. "Kendi kendine yargıya varmamalısın. Sevmediğimi söylemedim ve ayrıca, eğer eğlenceden uzak kalıyorsalar bu onların kendi tercihidir."

"Oysa hiç kendi istekleri doğrultusunda eğlenceden uzak kalan bir halk gibi görünmüyor onlar," dedim. Kafamın içinde biriken onlarca soru vardı ama o soruların cevaba ulaşacağı zaman yakında gelecekti; şimdi keyif kaçırmanın sırası değildi. "Geceye kadar sürecek mi eğlence?"

"Evet ama biz o vakte kadar durmayacağız," dedi Atlas. "Senin biraz merakını gidermene müsaade edeceğim. Bu esnada diğerlerine görünmüş oluruz. Sonra doğrudan yola çıkacağız. Hâlâ kimliği belirsiz bir düşman var etrafta. Eminim ki, kutlamada bizi gözetliyor olacaktır."

"Onun amacını merak ettiğim kadar saldırmak için neyi beklediğini de merak ediyorum. Sonuçta kurbanı elinden kayıp gidebilir, bunu riske atması manasız geliyor bana."

"Asıl risk hızlı hareket etmekte," dedi. "Zeki bir düşman, ani ve saldırgan hareketlerle kurbanını korkutmak istemez. O yüzden en çok yakınımızdakilere dikkat etmeliyiz. Adamlarım tüm gün boyunca Kunter ve Ural'ı gözetliyor olacak."

"Diğerlerine güvenin tam mı peki?"

"Diğerleri?" dedi, sorar vaziyette. "Eğer Perla ve Pamir'den bahsediyorsan onlar kontrolüm altında, her hareketlerinden haberim var. Ama eğer ailemden bahsediyorsan adamlarım onları da gözetliyor, endişelenme."

"Peki ya Lena, Timun Bey ve Aren, onları da gözetliyor mu adamların?"

"Elbette," dedi. "Bilen herkesi gözetliyoruz. Yalnızca beni gözetleyen birisi yok. Çok istiyorsan beni kolaçan etmesi için bir koruyucu ruh yapmayı öğretebilirim sana."

"Şımarık," dedim sessizce.

"Gerçekten Aren'den şüpheleniyor musun?"

"Hayır," dedim tereddütsüzce. "Ama önlem almakta fayda olduğunu düşünüyorum, yanılıyor muyum?"

Fayton yavaşlamaya başladığında muhabbetimiz kesildi. Merkezde, etrafı küçük heykellerle kaplı çeşmenin önünde durduk. Araçtan indiğim esnada çeşmeyi çevreleyen minik heykellerin peri bedenlerine ait olduğunu fark ettim. Minik heykellerin konduğu tabelada, bölgenin adı, Sien Qa yazıyordu. Çeşmeyi geride bırakıp şehri birbirine bağlayan, kimisinde yiyeceklerin, kimisinde türlü türlü eşyaların bulunduğu tezgâhlarla donatılmış sokakların arasında ilerlemeye başladık. Bu esnada, "Böyle düşünmeye devam et," dedi Atlas. İnsan kalabalığının gittikçe yoğunlaştığı sokaktan ilerlemek yerine birbirine bağlanan, diğerlerine nazaran daha dar olan sokaklara geçiş yaptık. "Kendi içinde herkese karşı bir şüphe olsun."

"Yoksa sen de mi şüphenin insanı dinç tuttuğunu düşünüyorsun?" diye sordum.

"Hayır," dedi hiç beklemeden. "Öyle düşünmüyorum. Yalnızca, herkesten şüphe duymanın, güvende kalmanı sağlayacak en önemli etkenlerden biri olduğunu çok iyi biliyorum."

"Sanırım yollarımız yine ayrılıyor. Herkesten şüphe duymak, herkese fazlaca güvenmek gibi faydasız bir eylem. Yani, en azından ben öyle olduğunu düşünüyorum."

"Aslında, bu sefer, düşündüğünün aksine yollarımız ayrılmıyor. Aynı noktadayız ama içinde bulunduğun durumda güvende kalabilmenin yolu herkesten şüphe duymak," dedi. "Bilirsin, bazı anlarda en belirgin doğrularımız en büyük hatalarımıza dönüşebilir. Dediğin gibi, önlem almakta fayda var."

Yorgun kalbim zihnimi köreltti ve bir cevap vermeme engel oldu. Artık düşünmek bile fazlasıyla yoruyordu bedenimi. İlerlediğimiz dar sokak bizi yeniden merkezin geniş alanına çıkardı. Metrelerce ileride, şehrin diğer tarafına erişen, yeşil göle taç görevi gören taş köprü artık görüş alanıma girmişti.

"Atlas, bu kutlamaya sebep olan bölgede yaşanan bazı köklü değişimlerin başımıza gelen olayla bir ilgisi olabilir mi yoksa hepsi yalnızca bir tesadüf mü?"

"Bana kalırsa, doğrudan yaşananlarla ilgili bir durum," dedi. "O günden bu yana bölgede düzelmeler meydana gelmeye başladı. Düşündüğümde, her şeyin gittikçe sarpa sarması gerekiyorken, bölgede yıllardır var olan sorunların yavaş yavaş, kendiliğinden çözülmeye başladığını fark ediyorum. Bunun öylesine bir şey olduğunu sanmıyorum ama bunun tam olarak ne anlama geldiğini de bilmiyorum. Yağmurun bile o günden sonra devamlı ve düzenli yağmaya başlaması bir tesadüf olamaz."

"İlk günlerde, bugünün aksine, yağan yağmurun iyiye işaret olduğunu anlayamamıştım. O şiddetli yağmurları başıma gelen felaketin bir yansıması sanmıştım."

"Nasıl bir yerde olduğunu bilmiyordun," dedi sakince. "Hâliyle, o yerin neye ihtiyacı olduğunu da bilmiyordun."

Etrafımızdan onlarca insan geçiyordu ama kimsenin umurunda değilmişiz gibiydi. Kimse, diğer günlerin aksine, dönüp bize bakmıyordu. Herkes, sıradan ama aynı zamanda değerli bir anın içindeymiş gibi zamanın ve eğlencenin tadını çıkarıyordu. Birilerinin gözlerini üzerimde hissetmediğim için üzerimde huzura karışmış büyük bir rahatlık vardı.

"Kutlama, ilerleyen saatlerde, bölgenin karşı kısmında yapılacak," dedi. "Biraz etrafta dolandıktan sonra oraya geçelim. Yolculuk için enerjiye ihtiyacın olacak, fazla yormamalısın bedenini."

"Perla nerede?" diye sordum.

"Onun henüz buraya geldiğini sanmıyorum."

"Bu kötü oldu işte," dedim. Etrafa hızlıca bakındıktan sonra çaresizce Atlas'a döndüm. "Ben tezgâhları dolaşıp alabileceğim küçük bir eşya var mı diye bakınacağım ve görünüşe göre sen de bana eşlik edeceksin."

"Bir şey mi alacaksın?" diye sordu. Onaylayan bakışlarımı görünce ise, "Neden?" diye yeni bir soru yöneltti.

"Hatıra kalması için buraya ait birkaç eşya götürmek istiyorum."

"Ne güzel," dedi. Beni alaya aldığını belli etmekten çekinmemişti. "Peki hangi parayla almayı planlıyorsun?"

"Tahmin edersin ki, yanımda para yok ama neyse ki sen varsın."

"Beni cüzdanın olarak görmen ne hoş!"

Kendimi gülmekten alıkoyamadım. "Hediyeleşme kültürümüz de yok anlaşılan. Ayrıca, eminim ki, etrafta kraliçelerine hediye vermek için can atan birileri vardır."

Onu geride bırakarak, sıra sıra dizilmiş tezgâhların arasında dolaşmaya başladım. Bu anlar bana kendi diyarımı anımsattığından olsa gerek içimde derin bir dinginlik vardı. Öylesine yürüyordum ve ne statüm insanlarla arama bir duvar örüyordu ne de etrafımı saran tehlike güvenliğim için ördüğüm duvarları yıkıyordu. Normal olan bu değildi ama sanki her şey olağan akışında ilerliyordu. Ruhumda hissettiğim ferahlık uzun zaman sonunda özgür kalabilmiş yüreğimin heyecanla çarpmasını sağlıyordu. Çok derinlerde bir yerlerde ise özlemin yarattığı o keskin sızıyı hâlâ hissedebiliyordum. Her ne kadar düşünmemeye çalışsam da ailemin yaşadığı korku, acı ve telaş bedenime nüfuz ediyordu. Tek avuntum bu acının bir dibi olduğunu hissedebiliyor oluşumdu; o dibi görecektik ve geriye acıdan bir iz kalmayacaktı. O zamana kadar ise yüreğimdeki engin boşlukla hayatıma devam etmem gerekecekti.

Tüm eksikliklerin, boşlukların, yanlışların yanı sıra, şimdiye kadar farkına varmadığım eksik bir nokta yavaş yavaş tamamlanıyor, bugüne dek hissettiğim bir boşluğun yeri doluyor ve tüm yanlışların içinden bir doğru doğuyordu. Zihnimdeki bu karmaşa, şu an için, çözebileceğim bir bilmece değildi. Hissettiğim bu karmaşıklık, içine sürüklendiğim ve içerisinde süzüldüğüm boşluğun zihnimdeki bir yansıması olabilirdi. Zihnimdeki o boşluk, sonsuzdu ama kendi içinde sınırları olan bir sonsuzlukta yer alıyordu. Düşüncelerim o sonsuz boşlukta durmaksızın süzülüyordu ama zihnimin kendi kendine yarattığı sınırlara, ara sıra, çarpmaktan kaçınamıyordu. Zaman geçtikçe, zihnin ve kalbin içinde aynı anda barınan düşünce ve hislerin birbiriyle çelişebileceğini fark ediyordum. Bedenimin iki ayrı merkezinde aynı anda konforu ve stresi hissedebiliyordum; tıpkı aynı anda özgürlüğü ve esareti hissedebildiğim gibi.

Kaderin bize çizdiği sınırlar içinde özgür hissetmek ne kadar mümkünse, şu anda, gizemli bir kutunun kapağını açarken de o kadar özgür hissediyordum. İnsan göremediği sınırları esnetebilir miydi? Cevap, henüz, zihnimde belirmiyordu ama bu eyleme karşı duyduğum arzu oldukça belirgindi.

Yüreğimdeki hayat ağacının dallarındaki yapraklardan biri yavaşça sararıp kurudu, sonra ise yine yavaşça tutunduğu bedenden kopup yüreğimi terk etti; oysa bırakın kasırgayı, hafif bir rüzgâr bile esmiyordu yüreğimde. Hissettiğim bu şey neydi bilmiyorum ama aidiyetsizlik sandığım şey, sanıyordum ki, benim tek gerçekliğim idi.

Çevreye göz atma ihtiyacı hissettim. Bakışlarım, köprünün bulunduğu gölde biraz fazla oyalandı. Titrek bir nefes aldım ve tezgâhların arasında dolaşmaya devam ettim. Bedenimi sarıp sarmalayan, adını koyamadığım bir his odağımı dağıtıyordu. Kendime işkence ediyormuş gibi hissediyordum. Daha fazla dayanamadım ve arkama, sessiz adımlarla beni takip eden Atlas'a doğru döndüm. "Karşıya geçebiliriz artık." Onun bir tepki vermesini beklemeden ters yöne doğru ilerlemeye başladım. Biraz aceleci ama kendinden emin adımlarımın hedefi köprüydü. Köprüye oldukça yaklaştığımda adımlarımı yavaşlattım ve Atlas'ın yanıma gelmesini bekledim. Kutlamanın yapılacağı alana gidene dek bana öncülük etmesini bekliyordum ama o, beklentimin aksine yanıma geldiğinde durdu. "Bir şeyler alacağını sanıyordum," dedi. Hem bakışları hem de sesi, aldığım kararın sebebini sorgular hâldeydi.

"Fikrimi değiştirdim," dedim. "Zaten yanıma alacağım bir çiçek varken başka şeylerin arayışına girmenin gereksiz olduğuna karar verdim."

Sözlerim onu tatmin etmemiş olsa bile olayın aslını sorgulama gereği duymadı ve önüme geçip köprüye doğru ilerledi. Onun peşi sıra ben de ilerledim. Bedenimde hissettiğim tuhaflıklar beni ziyadesiyle rahatsız ediyordu. Zihnimi ele geçiren garipliklere anlam veremiyor, öte yandan onları görmezden gelmeye çalışıyordum. Taş köprüye geçiş yaptığımızda rahatsız edici bir çınlama sesi kulağıma doldu ve hızımı daha da yavaşlattım. Atlas, adımlarımın yavaşladığını hissetmiş ve bana ayak uydurarak o da hızını yavaşlatmıştı. Köprüden ilerledikçe tiz ses şiddetini iyice arttırmıştı. Atlas'a, "Bu ses nereden geliyor?" diye sordum.

Atlas, olduğu yerden doğruca bana döndü. "Ne sesi?" diye sordu. İnsanlara şöyle bir baktığımda, herkesin ortada bir sorun yokmuşçasına eğlencelerine devam ettiğini gördüm. "Çınlama sesini duymadın mı?" diye sordum. Kendimi sorgulamama gerek bile yoktu çünkü o ürkütücü ses hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. Atlas, "Gel şöyle," diyerek kolumu tuttu ve köprünün karşısına geçene dek kolumu bırakmadı. Bu esnada, gölün derinliklerinden fısıltı dolu sesler işittim. Birbirine karışan derin ve boğuk sesler âdeta bana sesleniyordu ama kulağıma dolan hiçbir kelime tanıdık gelmiyordu. Nihayetinde köprü geride kaldığında bir meşe ağacının altında durduk. Bedenimi ağacın gövdesine yasladım. Gölden uzaklaştıkça hem çınlamanın hem de fısıltıların sesi gittikçe azalmıştı. Aklıma doluşan düşünceler korkumu tetikliyordu. "Gölün dibinden sesler işittim, bu normal mi? Yapılan büyünün bir etkisi olabilir mi?"

"Ne tür sesler işittin?" diye sordu. "Bir insan sesi miydi? Söylenen kelimeleri anlayabildin mi?"

"Önce bir çınlama sonrasında ise fısıltılar duydum ama fısıltılar çok karmaşıktı, ne dendiğini anlayamadım," dedim. "Bir insan sesine benziyordu ama aynı zamanda ses çok boğuktu."

Atlas sıkıntı dolu bir nefes verdi. "Perla kutlamanın yapılacağı alana geçmiştir, hızlıca oraya gidelim. Belki onun bir bilgisi vardır," dedi. "Daha önce böyle bir olaya rast gelmedim. Büyünün etkilerinden biri olabilir, bunun yanı sıra çok farklı bir mesele de olabilir. Bildiğim birkaç neden var ama yine de emin değilim. Kutlamanın ortasında saldırı düzenleneceğini hiç sanmıyorum. Sen yanımdan ayrılma, yeter."

Yalnızca, "Tamam," diyebildim. Yeniden kutlama alanına gitmek üzere harekete geçtik. Tezgâhların bulunduğu kısma göre bölgenin bu tarafı daha az kalabalıktı. Bu da kutlamanın henüz başlamayacağının bir göstergesiydi. Perla, o zamana kadar kafamızdaki soru işaretlerini giderebilirdi umarım. Dakikalarca gölün etrafından ilerlemiş ve sonunda kutlamanın yapılacağı o geniş bahçeye varabilmiştik. Gözlerim yalnızca Perla'yı bulabilmek umuduyla etrafı tarıyordu. Metrelerce ötede, yan yana dizilmiş çardakların birinde, Perla'yı Pamir ile beraber otururken gördüm. Aynı manzara Atlas'ın da görüş alanına girmişti. Hiç beklemeden onların yanına ilerledik. Bizi ilk fark eden Pamir oldu. Bir sorun olduğunu anlamış olacak ki, bizi görür görmez ayaklandı. Onun peşi sıra Perla da bizi fark etmiş ve Pamir'den ayrı olarak, yerinden kalkar kalkmaz bize doğru gelmeye başlamıştı. "Yine ne oldu?" diye sordu. Sorunların ortaya çıkardığı memnuniyetsizliğini göstermekten çekinmemişti.

"Ne bu memnuniyetsizlik Perla?"

"Memnuniyetsiz biri varsa o da, birkaç gün içinde buradan gidecek olmasına rağmen hâlâ sıkıntılı ruh hâlinden kurtulamayan Alisa'dan başkası değil."

Endişeli bakışları, bu sefer ne gibi bir sorunla karşı karşıya kaldığımızı merak ettiğini ele veriyordu. Benim de merak ettiğim onlarca şey olduğundan, lafı hiç dolandırmadan, "Gölün içinden gaipten sesler duymam ne kadar normal?" diye soruverdim.

"Gaipten sesler duymak ne zaman normal kabul edilir oldu ki?" dedi Perla. "Ne tür bir sesti? Biri seninle iletişime geçmeye çalışıyor gibi miydi yoksa duydukların rastgele söylenen kelimelerden mi ibaretti?"

"O kadarını anlayamadım," dedim ve çardağın içine geçip oturdum. "Yalnızca ne dediği anlaşılmayan boğuk bir sesti. Bir de öncesinde rahatız edici bir çınlama sesi duydum."

Atlas çardağın içine geçerken, "Sesin özellikle gölden gelmesi bir anlam ifade ediyor mu?" diye sordu Perla'ya.

"Bazı büyülerde, su birikintileri aracılığıyla büyünün etkisi arttırılıp kişinin bilincinin zayıflaması amaçlanıyor ama bunun yanı sıra, su birikintileri kullanılarak büyü etkisinde olan kişiyi uyarma amacıyla yapılan masum büyüler de mevcut," diye yanıtladı Perla. "Eğer duyduğun sesler rahatsız edici bir tonda ise yüksek ihtimalle birisi, ki bu kişi büyüyü yapan kişinin ta kendisi olsa gerek, büyünün zararlı etkisini arttırmaya çalışıyor demek oluyor."

"Duyduğum sesin pek masumane bir tonda olduğunu söyleyemem," dedim. "Rahatsız edici ve ürkünç bir havası vardı. En azından bana öyle hissettirdi."

"Aman ne güzel!" dedi Perla. "Çok sevgili düşmanımız yaptığı büyüyü yeterli bulmamış olacak ki bize yeni sürprizler yapmak istemiş."

"Atladığın bir nokta var Perla," dedi Pamir. "Çok ender rastlanan bir durum olsa da, işi biten koruyucu ruhların ruhları bazen ait oldukları Tines Nehri'ne değil de başka su birikintilerine hapsoluyor ya da bizzat sahipleri tarafından hapsediliyor." Bakışları bana döndü. "Duyduğun o sesler, göle hapsolmuş koruyucu ruhlara ait olabilir ama dediğim gibi çok nadir rastlanan bir durumdur bu."

"Sulara hapsolan koruyucu ruhların seslerini yalnızca sahipleri duyabiliyor diye biliyordum ben," dedi Atlas.

"Belki de onlar, bizim evrenimizdeki Alisa'nın koruyucu ruhlarıdır," dedi Perla. Çardağın önünde dikilmeyi bırakıp, eski yerine tekrardan oturdu. "Ama Alisa neden yarattığı koruyucu ruhları ait oldukları nehre değil de buradaki Farin Gölü'ne hapsetmiş olsun ki?"

"Koruyucu ruhlarla işiniz bitince onları sulara mı hapsediyorsunuz?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Evet, onlarla işimiz bitince onları geldikleri yere geri gönderiyoruz ama Pamir'in de dediği gibi, bazıları işi biten koruyucu ruhları başka sulara hapsetmeyi tercih ediyor," dedi Perla.

"Peki neden ses çıkartıyorlar? Ait oldukları yere dönmek istedikleri için mi?"

"Aynen öyle," dedi Perla. "Duyduğun sesler, gerçekten de, Alisa'nın göle hapsettiği koruyucu ruhlara ait olabilir ama o sesin seni rahatsız ettiğini söyledin. Eğer sesler koruyucu ruhlara aitse seslerin ürkütücü olması çok manasız. Efendilerine karşı besledikleri kırgınlıklardan ötürü sesleri yardıma muhtaç ve üzgün çıkabilir ama seslerin korkunç bir tınıya sahip olması hiç normal değil. Yüksek ihtimalle, seslerin koruyucu ruhlarla bir ilgisi yok. Bunun yapılan büyünün bir başka etkisi olduğunu düşünüyorum."

Koruyucu ruhların herhangi bir şey hissettiğini bilmiyordum. Onları, yalnızca, onları yaratan efendilerine sonsuza dek hizmet eden yaratıklardan ibaret sanıyordum. Vakti gelince yok olduklarını bilmemekle beraber çürüyen ruhlarını ait olmadıkları bir yere tutsak eden sahiplerine karşı kırgınlık duyabiliyor oluşlarından da habersizdim. Aslına bakarsan onlar da bizim gibi iradeleri dışında, bir amaca hizmet etmeleri için yaratılan canlılardı; bizim hissettiğimiz öfke ve kırgınlıkları ruhlarında taşımaları şaşırılacak bir durum değildi. Kararmış bir kayanın ardına saklanmanın manası yoktu; yeri gelince bizler de bizi yaratan varlığa karşı, pekâlâ, isyankâr olabiliyorduk. Asıl merak ettiğim kısım ise insanların, bir dönem kendilerine hizmet eden koruyucu ruhlarını ait oldukları yere göndermek yerine başka yerlere hapsetmesinin ardında yatan sebepti.

"Yani bu meselenin arkasında da hâlihazırda aradığımız kişi yer alıyor, öyle mi?" diye sordum.

"Evet, tahminimce öyle," diye cevapladı Perla. "Senin bu konuyla daha fazla kafanı yormana lüzum yok. En geç birkaç gün sonra buradaki maceran sona erecek. Geri kalanıyla biz ilgileniriz, sen kendi güvenliğini sağlamakla uğraş."

Bana mı öyle gelmişti bilmiyorum ama sanki, onun sesinde bir burukluk barınıyordu. Onun ruh hâlini çözmeye çalışırken gözlerinde yer edinmiş kaygılarla yüzleştim. Bu kaygı, zihninde canlanan senaryolardan mı kaynaklanıyordu yoksa onu rahatsız eden başka şeyler mi vardı? O, çoktan bakışlarımı fark etmiş ama beni kandırmak için role girmeyi reddetmişti; kaygıları hâlâ yerli yerinde durmaya devam etmişti. Bakışları hâlâ benim üzerimdeyken, "Alisa, etrafta biraz dolaşalım mı?" diye sordu.

Hiç sorgulamadan, "Olur, dolaşalım," dedim ve yerimden kalktım. Perla'nın peşine takılmadan önce Atlas'a bakma gereği duydum. Yaşantımıza yenice dahil olan soruna rağmen endişeli görünmüyordu. Onun her daim soğukkanlılığını koruyabilmesi fazlaca özendiğim bir durumdu çünkü benim kalbim çoktan dahil olduğu yarışı kaybetmişti. Perla'nın yanına vardığımda adımlarımız birbirini taklit etmeye başladı. "Sen iyi misin? Sanki çözemediğin bir sorun var gibi gözüküyor," dedim.

"Yalnızca, olayların nasıl ilerleyeceğine dair endişelerim var. Koca bir bilinmezliğin içindeyiz ve hâliyle, bu beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Sen nasılsın peki? Az kaldı, sonunda dönebileceksin kendi diyarına."

"Benim de endişelerim var açıkçası," dedim. "Ne kadar odaklanmamaya çalışsam da içimde kötü bir his var. Ayrıca dürüst olmam gerekirse ailemi çok özledim ama nedense buradan gideceğim için içimde bir burukluk var."

Anlayışla tebessüm etti. "Çok uzun zaman olmadı ama yine de kısa süreliğine bile olsa buradaki hayat senin normalin olmuştu. Bu normalliğin içinden ayrılacak olmak, yüreğindeki bazı hislerin uyanmasına sebep oluyor olabilir. Ayrıca o burukluğu ben de taşıyorum sanırım. Bazı anlar başka şartlar altında seninle tanışsaydık nasıl olurdu diye düşünüyorum. Her şey bir yana, sonuçta arkadaşımın farklı bir evrendeki hâlisin; bu, seni kendi arkadaşım gibi görmeme sebep oluyor. Ayrıca farklı bir evrenden gelmiş bir yabancısın. Sana kendi diyarımı gezdirmeyi de çok isterdim. Belki de yaşadığım burukluk bu isteğimin gerçekleşmeyecek olmasından kaynaklanıyordur."

"Biliyor musun Perla, buraları keşfetmek benim de arzularımdan biriydi ama gördüklerimle yetinmek zorundayım," dedim. "İçerisine düştüğüm gerçekliği düşünmek bazen çok tuhaf hissettiriyor. Sanki her şey bir rüya gibi; uyandığımda, bana kendimi eksik hissettirecek bir rüya."

Farkında olmadan attığımız adımlar bizi bahçenin iç kısımlarına kadar getirmişti. Az ileride, bir insan topluluğunun etrafını sardığı devasa boyuttaki Hales Çiçeği'ni gördüm. Hales Çiçeklerinin yalnızca Helris Ağacı'nın gövdesinde bulunduğunu sanıyordum. Gördüğüm bu tablo beni fazlasıyla şaşırttı. "O bir Hales Çiçeği değil mi? diye sordum.

"Evet, evet, bir Hales Çiçeği. Şifa çiçeğidir kendisi, çok nadiren çiçek açar."

"Bunları biliyorum ama bu çiçeğin yalnızca Helris Ağacı'nın gövdesinde bulunduğunu sanıyordum."

"Aslında öyle zaten," dedi Perla. "Bu diyarda yalnızca bu Hales Çiçeği bir Helris Ağacı'nın köklerine dayalı ve bağlı değil. Bu da, bu çiçeği daha da kıymetli kılıyor. Ormanların farklı bölgelerindeki Hales Çiçeklerinin ara sıra çiçek açtığına şahitlik etmiş olsam bile bu çiçeğin, ömrühayatımda bir kere bile çiçek açtığına tanıklık etmedim. Çok uzun yıllardır yapraklarını açmamaya ant içmiş bir tomurcuk kendisi."

"Bunca yıldır hiç çiçek açmamış olmasının özel bir nedeni var mı?"

"Bu diyardaki her bitki şifalıdır; yani buradaki bitkiler, doğanın kendi gücünden ve şifasından beslenir. Doğada yaşanan aksilikler, ki bunlar büyülerin yarattığı aksiliklerdir, doğadan beslenen bitkilerin küsmesine neden oluyor. En azından halk bunu böyle yorumluyor. Son yıllarda yapılmaması gereken çok fazla büyü yapıldı ve bu yüzden doğanın kendini toparlamaya çalıştığını düşünüyoruz. Doğa, kendisinden koparılan parçaları tamamlayana dek insanlığa nimet vermeyi reddediyor."

"Perla, doğayı bu derece yoran büyüleri kimin yaptığını öğrenmenin bir yolu yok mu?"

"Aslında var ama zaten geçmişte yapılan büyülerin kimler tarafından yapıldığını biliyoruz; doğa, çoktan, hepsinden intikamını aldı. Peşimizden bizi bir kara bulut gibi kovalayan bu büyüyü kimin yaptığını da çok kolay olmasa bile öğrenebiliriz ama bunu büyüyle öğrenmememiz gerekiyor çünkü bunu yapmak için de doğadan büyük bir parçayı koparmamız gerekiyor," dedi. "Başka bir yöntem daha var aslında. Her yapılan büyü, Ruberya adında bir cismin oluşmasını sağlıyor. Bu Ruberyalar sayesinde yapılan büyü ve büyüyü yapan kişinin kimliği hakkında detaylı bilgilere ulaşabiliyoruz. Ruberyalar ise şehrin güneyindeki Rebusa Ormanı'nda oluşuyor. Orman Ruberyalarla kaplı. Bu düşmanın kimliğini açığa çıkaran Ruberya'yı bulmak imkânsız gibi bir şey."

"Ruberyalar mı?" diye sordum. "Ne Aren ne de Atlas bundan bahsetmişti."

Hales Çiçeği'nin etrafında biriken gruba yaklaştıkça, onları etki altına alan konunun büyülü dumanı bizim de etrafımızı sarmaya başlamıştı. Şaşkınlıkla Perla'ya baktım. Onun hâlinin geri kalan gruptan hiçbir farkı yoktu. "Bu nasıl olabilir?" dedi şaşkınlıkla. Bir süre sonra şaşkınlığı yerini mutluluğa bıraktı. Beni kolumdan çekiştirerek çiçeğe doğru iyice yaklaştı. Üzerimdeki görünmezlik kalkanı etkisini yitirmişti. Bizi gören halk ağır adımlarla geriye çekilmiş ve çiçeğin yanına yaklaşabilmemiz için bize alan açmıştı. Bizi çevreleyen grubun şaşkın ama neşeli, bir o kadar da umuda bulanmış seslerini rahatça duyabiliyordum. Perla'nın, ömrü boyunca çiçek açtığını göremediği Hales Çiçeği koca kırmızı yapraklarını azar azar aralamaya başlamıştı.

"Bir hafta içinde yapraklarını tamamen açacağına inanıyorum," dedi Perla. "Çok ilginç." Sonrasında etraftaki kalabalığı hatırlamış olacak ki takındığı tavrı değiştirdi, daha rahat görünmeye çalıştı. "Doğa, alınan kararın yüceliğinden ötürü bizi ödüllendiriyor olsa gerek." Neşeli çıkarmaya çalıştığı sesi etrafımızdaki insanları kaldırabilmişti ama ben, cümlelerin altında gizlenen tedirginliği hissedebiliyordum. "Kraliçem, isterseniz gezintimize devam edelim." Ona ayak uydurarak kalabalığın arasından sıyrıldım. İnsanlardan yeterince uzaklaştığımızda, "Her geçen gün bilmediğim şeylerin ne denli fazla olduğunu fark ediyorum. Bana kalsa bu çiçeğin bir daha hiç açmayacağını, kendimden oldukça emin bir şekilde söylerdim. Özellikle de böyle bir anın içinde yapraklarını özgür bırakmasının imkânsız olduğunu iddia ederdim ama görüyorum ki, zihnimde yer edinen bilgiler, tecrübelerimle birleştiğinde bile, hayattaki engin doğrulara ulaşabilmem için yetersiz kalıyor," dedi.

"Bunun senin edindiğin bilgi ve tecrübelerin az olmasından kaynaklandığını düşünmüyorum," dedim. "Ne yaparsak yapalım, her daim bilmediğimiz yüzlerce şey olacak. Tüm gerçeklere erişmek imkânsız. Öte yandan Hales Çiçeği'nin bu şartlar altında nasıl çiçek açabildiğini deli gibi merak ediyorum."

Perla az ilerideki geri dönüş yoluna saptı ve böylece, adımlarımızı çardakların bulunduğu kısma doğru yöneltmiş olduk. "Başımıza üşüşen onca belaya karşı doğanın kendini yenileyebiliyor olmasını aklım almıyor," dedi. "Sanki atladığımız bir nokta var gibi; çözüme ulaşmamızı zorlaştıran, gözden kaçırdığımız çok önemli bir nokta. Alisa, aslında sen olayların dışında bulunuyorsun. Dışarıdan bakan birisi olarak gözüne çarpan şeyler var mı? Belki senin yabancılığın bize doğru yolu gösterebilir."

Dikkatlice düşünmeye başladım. Buraya gelişimden bu yana yaşadığımız ve yaşanılan olaylar kafamın içinde ağır ağır, yeniden canlandı. Gözüme çarpan, kafamdaki en büyük soru işaretini oluşturan olay; bölgenin şifacısının, o odanın içinde yalnızca üç kişi olmamıza rağmen, düşmanın da o odanın içinde bulunduğu söylemiş olması. Bu da demek oluyordu ki, düşman ya üçümüzden biriydi ya da o odada bizim görmediğimiz birisi daha vardı.

"Bölgenin şifacısına gittiğimiz gün şifacının sözleri aklımı bayağı karıştırmıştı ve hâlâ karıştırmaya devam ediyor," dedim. "Düşmanın o odanın içinde bulunduğunu söylemişti ama odada şifacı, Atlas ve benden başka kimse yoktu ya da ben öyle olduğunu sanıyorum."

"Öncelikle," dedi, "şifacı seçeneğini aklından sil çünkü kendisinin büyülenmiş olma ihtimali hiç yok, güven bana. Atlas'a gelecek olursak ben kendimden bile şüphe ederim ama ondan asla şüphe etmem. Bence o seçeneği de aklından silmelisin. Belki, senin rol yaptığını ve söylediğin şeylerin yalan olduğunu, senin hâlâ bu evrendeki Alisa olduğunu düşünenler olabilir aramızda ama ben bu ihtimali hiçbir zaman zihnimde barındırmadım ama senin zihnini bulandıran bir büyünün yapılmış olma ihtimali de var. Belki de, gerçekten sen bizim tanıdığımız Alisa'sın ama yapılan büyü yüzünden öyle olmadığını düşünüyorsundur."

O gün şifacıdan şüphelenmiş olsam bile artık bu, benim için seçenekler arasında yer almıyordu. Ben çoktan şifacıyı şüpheliler listemden çıkarmıştım. Bu konudaki tek dayanağım ise çevremdeki herkesin onun aradığımız düşman olamayacağını söylemeseydi. Onlara güvenmekten başka çarem yoktu. Nitekim kendi diyarlarındaki kurallara benden daha fazla hâkimdiler. Atlas ise tıpkı en yakınımda barınan diğer kişiler gibi hiçbir zaman o listede yer almamıştı. Şu noktada kendimden şüphe etmem gerekiyordu sanırım ama ben, kendimden de şüphe duyamıyordum.

"Ama kendi hayatımı pekâlâ hatırlayabiliyorum," diye itiraz ettim. "Bu da mı yapılan büyünün etkilerinden bir tanesi?"

"Ben böyle bir büyünün varlığından haberdar değilim ama bu, kulağa hiç imkânsız gelmiyor."

Perla, Pamir ile Aren'i benden önce fark etti. "İşte oradalar," diyerek eliyle ileriyi işaret etti. Onların yanında Atlas'ı göremeyince etrafıma bakınma ihtiyacı hissettim ama onu hiçbir yerde göremedim. Göğün en tepesine yerleşmiş güneş, etrafa saçtığı parlaklık yüzünden görüş alanımızı kısıtlıyordu. Ağaçların gölgesi bizi güneş ışınlarından korumaya çalışıyordu ama onların bedenleri güneşe engel olamayacak kadar narindi. Aren'in yüzünde beni gördüğünde samimi bir tebessüm meydana geldi. "Hâlâ etrafta gezinme derdinde olduğunuza inanamıyorum."

"Gördüğümüz şeye de inanamayacaksın!" dedi Perla. "Bahçedeki Hales Çiçeği yavaş yavaş yapraklarını salmaya başlamış."

"Yok artık!" Hemen sonra, ne dediğini fark eden Pamir, "Yani, son günlerde bölgemizde fazlasıyla alışagelmedik olay yaşanıyor," diye ekleme yaptı.

Perla, onun bu hâline güldü ve sevgilisinin yanına doğru sokuldu. "İşin ilginç kısmı; bir kara bulutun bizi kovalıyor olduğu şu günlerde doğanın kendini toparlamaya başladığını görüyoruz."

"Anlaşılan gözden kaçırdığımız bazı şeyler var," diyerek araya girdi Aren. "Nedense son zamanlarda yaşanan her şeyin Alisa'ya yapılan büyüyle bir ilgisi olduğunu düşünüyorum."

Perla, "İyi de öyle olsaydı doğa kendini yenilemek yerine gittikçe çürürdü," diyerek Aren'e karşı geldi.

"Aren haklı," dedi Pamir. "Çok önemli bir noktayı gözden kaçırdığımız ortada. Sonuçta olayların rastgele bir biçimde meydana gelmediğini biliyoruz. Yaşananlar tesadüfün ötesinde."

"Bir büyü yapıldığına emin olmasak bunun doğanın bir oyunu olduğunu dile getirirdim," dedi Perla. "Ayrıyeten Alisa şifacının sözlerini şüpheli buluyormuş. Yani, gerçekliğinden endişe etmekten ziyade aradığımız cevabın şifacının sözlerinde olduğunu düşünüyor."

"Bölgenin şifacısının yalan söylemeyeceğine beni siz inandırdınız. O nedenle, onun sözleri bir anahtar olabilirmiş gibi geliyor," diyerek Perla'yı tasdikledim. "Aradığımız kişinin o odanın içinde olduğunu söylemişti. Odaklanmamız gereken en önemli yer burası. Bir de benim korkunç bir büyünün etkisi altında olduğumu söylemişti. Bu sözlerinden yola çıkarak, Alisa'ya yapılan büyüden benim de etkilenmiş olabileceğim sonucuna ulaşamaz mıyız?"

"Elbette, böyle bir sonuca varmak mümkün," dedi Perla. "Ancak Alisa'ya yapılan büyüden senin de etkilenmiş olman mümkün mü, orasını bilemiyorum."

"Biraz sonra şüphelendiğiniz kişinin Atlas olduğunu açıklayacak gibisiniz," dedi Aren. "Varmak istediğiniz nokta ne, hiç anlayamıyorum."

"Bir şey ima etmeye çalışmıyoruz Aren, sakin ol," dedim. "Yalnızca, şifacının sözlerine odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum."

"Şifacının evinin içinde herhangi bir hayvan gördünüz mü?" diye araya girdi Pamir.

"Bahçede fazlaca karga vardı ama evin içinde bir hayvan gördüğümü hatırlamıyorum."

"Bir hayvan aracılığıyla birini gözetlemek, büyü yapan kişilerin vazgeçilmez bir silahıdır," dedi Pamir. "Belki de düşman şifacının evine bir hayvan yardımıyla girmeyi başardı. Şayet böyle bir durum söz konusu ise üçünüz hakkında daha fazla şüphelenip kafa yormaya gerek yok."

"En azından yakın çevremizdekiler arasında şifacıdan, Atlas'tan ya da Alisa'dan kuşkulanan birisi yok ki," dedi Perla. "Ama hayvan konusunda haklısın Pamir. Alisa, o günü birazcık daha detaylı düşünmeye çalış. Bu arada Atlas nerede? Belki o güne dair onun dikkatini çeken başka detaylar vardır."

"Nerede gittiğini söylemedi ama kutlama yapılana kadar dönmüş olacağını söyleyip aramızdan ayrıldı," dedi Pamir.

"Kutlama birazdan başlayacaktır, alana doğru gitmeye başlasak iyi olur," dedi Aren.

Aren'in sözlerinden sonra hepimiz kutlamanın yapılacağı alana doğru yürümeye başladık. Pamir ve Perla birkaç metre önümüzden yürüyordu. Yanı başımda benimle birlikte yol alan Aren ile bir süredir konuşamamıştık. Onun açısından işlerin nasıl ilerlediğini merak ediyordum. "Her şey nasıl gidiyor? Bir süredir Lena'yla da konuşamıyorum. O gün yaptığımız toplantıdan sonra Timun Bey ile de hiç karşılaşmadım. En son öğrendiklerinden ötürü kötü bir ruh hâlindeydi, hâlâ öyle mi?"

"Açıkçası Lena ve amcamın nasıl olduğunu pek bilmiyorum ama her ikisinin de öğrendikleri şeyleri sindirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu, onların yaşadığı en kötü olay değil, inan bana."

Hem Lena'nın hem de Timun Bey'in gerçekleri öğrendiğinde verdikleri tepki, Aren'in sözleri ile fazlasıyla çelişiyordu. Bu konunun üzerinde fazla durmayarak, "Sen nasılsın peki?" diye sordum.

"Şu durumda, başkalarının nasıl olduğunu düşünmen çok enteresan," dedi Aren. "Çok merak ediyorsan ben iyiyim. Asıl sen nasılsın? Heyecanlı mısın? Seni birazcık tanıyabildiysem heyecanlanmaktan ziyade endişeleniyorsundur, değil mi? Eminim ki içinde, heyecanın vermiş olduğu kelebekleri değil de korkunun vermiş olduğu kurtçukları besliyorsundur."

"Evet, öyle ve anlaşılan bu durum seni eğlendiriyor gibi duruyor."

"Eğlendirmiyor Alisa, hayrete sokuyor," dedi Aren. "Acaba gitmeden önce sana, kuşkularını giderecek bir büyü mü yapsak?"

"Büyülerle başımız beladayken hâlâ büyü yapma derdinde misin?"

"Evet ama bu hepimize fayda sağlayacak bir büyü."

"Korkunç bir mizah anlayışın var," dedim. "Sanarsın sürekli endişelerimden bahsederek başınızı ağrıtıyorum."

Çok sesli olmayan bir kahkaha attı. "Bizim başımızı ağrıtmıyorsun ama bahse girerim ki, düşüncelerinle kendi başını fazlaca ağrıtıyorsundur."

Tamamı bitkilerle sarılı, üzerinde Leris Bahçesi yazan, kubbeli duvarın oluşturduğu geçitten geçtiğimizde kutlama alanı gözlerimizin önüne serildi. Alana girdiğimizde Pamir ve Perla yanımızdan ayrıldı. Onların gidişini seyrederken, "Sen de bizimle gelecek misin?" diye sordum Aren'e. Alana yavaş yavaş doluşan insanlar hâllerinden gayet memnun görünüyordu. Onların memnuniyetlerinin temeli, elbette ki, yaşadıkları toprakların gitgide iyileşmesine dayanıyordu.

"Henüz ben de bilmiyorum," dedi Aren. "Şartlara ve bir de Atlas'ın nasıl uygun gördüğüne bağlı. O, her an, olan bitene göz kulak olmam için burada kalmam gerektiğini söyleyebilir."

Bahçenin dört bir yanına dağılmış insanların fısıltıları kulağıma doluyordu. O fısıltılarda, sonunda huzura kavuşmuş olmanın getirdiği saf bir neşe nefes alıyordu. Bahçenin kuzeyinde bulunan Hales Çiçeği'nin açmaya başladığı herkesçe duyulmuştu ve umut yoksunluğunda kandırılmaya müsait hasarlı bedenler, bunun sebebini, benim yönetimin başına geçmemin Tanrı katında değeri olan bir karar olduğuna yoruyordu. İnsanların bu avuntusunu, benim gibi Aren de çoktan fark etmişti ve yine benim gibi bu durumdan oldukça rahatsız olmuştu. "Alisa döndüğünde, insanların ona karşı beslediği saygı karşısında hayretlere düşecektir."

"İnsanları kandırmanın ve yüreklerinde barındırdıkları hisleri değiştirmenin bu kadar kolay olması çok korkutucu," dedim. "Bir gün gerçeği öğrenme şansına sahip olduklarında, sandıklarından çok farklı olan gerçek karşısında ne hissedeceklerini merak ediyorum doğrusu."

"Emin ol, içlerinden birkaçı doğru olmadığını bile bile hâlâ aynı düşünceyi savunmaya devam edecektir. Sanırım, bazıları, bir yalan tarafından avutulmayı gerçekle yüzleşmeye tercih ediyor."

"Kendimi bu kandırmacanın bir parçası gibi hissediyorum," diye itiraf ettim. "Onların bu yalanda avuntu bulmasının sebeplerinden biri de biziz. Kendi gerekçelerimiz olduğunun farkındayım ama göz göre göre birilerini kandırdığımız da acı bir gerçek gibi ortada yatıyor."

"Sana karşı çıkmayacağım," dedi. Sesine gerçeğin dinginliği karışmıştı. "Ama kabul etmeliyiz ki, bazı düşünceler hastalıklı ve zehirli. Onlardan korunmak için yalana başvurmakta bir sakınca görmüyorum."

Bahçenin bir bölümünde, koca bir çınar ağacının her iki yanında, ikramlıkları sunmak için hilal biçiminde bir alan oluşturulmuştu. Ağacın önünde boş bir alan daha bırakılmış ve o alanda dans gösterisi çoktan başlamıştı. Aren, her şeyi görme ve keşfetme merakıma saygı duyarak tüm alanı benimle beraber yavaş yavaş geziyor, bazı anlarda bana öncülük ediyordu. Halktan insanların gizlenmeye gerek duyulmayan duru sevinci görülmeye değerdi. Hatta bu sevincin şehre en yakışan şey olduğunu söylemek yalan olmazdı çünkü şehir, geldim geleli ilk kez hayat doluydu.

İnsanların, karşıma çıkıp keşfimi bölmemelerinin sebebi, bana saygı duyuyor olmaları değil de benden çekiniyor olmalarıydı, bunun pekâlâ bilincindeydim. Bu kalabalığın arasındaki insanların yalnızca birkaçı karşımıza çıkmış ve bizi durdurmuştu. Amaçları ise özenle hazırladıkları ikramları bize sunmaktı. İçimdeki heyecan ve tedirginlik bir şeyler yememe müsaade etmiyordu. O yüzden, onların tekliflerini kibar olduğunu düşündüğüm bir şekilde reddetmiştim.

Pamir, aniden karşımıza çıkınca durmak zorunda kaldık. Çenesine uzanan, Perla'nınkilerle aynı renk saçları, öğle güneşinin altında canlılığını daha çok belli ediyordu. "Perla göl kenarında bizi bekliyor. Siz yola koyulmadan önce sana vermesi gereken birkaç eşya varmış."

Perla'nın vereceği şeyleri tahmin edebiliyordum. Yolculuk esnasında ihtiyacım olabilecek birkaç büyü kesesi vereceğine emindim. Aren kararsızca etrafına bakınıp, "Pamir sen Alisa'ya eşlik eder misin? Benim, öncesinde Atlas'ı bulmam gerekiyor," dedi.

"Tabii, biz sizi göl kıyısında bekliyor olacağız," dedi Pamir ve gideceğimiz yönü başıyla işaret etti. Ona ayak uydurmadan önce her şeyin yolunda olup olmadığını anlamak için Aren'e baktım. Yüz ifadesinde herhangi bir sorun varmış gibi gözükmüyordu. Bu, beni tam anlamıyla rahatlatmasa bile önüme dönüp Pamir'in bana yolu göstermesini bekledim. Pamir aceleci olmayan adımlarla, bizi göl kıyısına doğru götürmeye başladı. Bir süre sessizliğin içinde ilerledik ama sonrasında bu sessizlik beni rahatsız ettiğinden bir konu açma gereği duydum. Bu esnada, henüz çıkış yapamadığımız bahçenin sağ tarafındaki topluluğun arasında, günler öncesinde gördüğüm o maskeli kişiyi yeniden gördüm. Pamir'e doğru, heyecanla, "Bu o!" dedim. Pamir ilk başta ne olduğunu anlayamadı. Ona, sağ taraftaki topluluğu işaret edeceğim sırada, maskeli kişinin artık orada olmadığını gördüm.

"Ne oldu?" diye soran Pamir'in aklı fazlasıyla karışmış görünüyordu. "Bir sorun mu var?"

"Her neyse," diye söylendim sessizce. "Yolumuza devam edelim biz."

Yeniden ilerlemeye başladığımızda gözlerim, onu yeniden görebilmek adına etrafta hızlı hızlı dolanıyordu. O, buralarda bir yerdeydi. Birkaç saniye içinde gözden kaybolmuş olması akıl alır bir durum değildi. En sonunda pes edip yürüdüğümüz yola odaklanmaya başladım. Bahçe artık geride kaldığında aklım hâlâ maskeli kişideydi. Ara sıra dönüp geriye doğru bakınıyordum ama onu etrafta göremiyordum. En nihayetinde görüş alanımıza yanındaki beyaz atla dikilen Perla girdi. Bizi gördüğünde heyecanlı heyecanlı elini salladı.

Onun yanına vardığımızda, "Kraliçemize özel hazırladığım birkaç önemli eşya vardı, umarım kabul ederler," dedi.

Tatlı bir tebessüm yüzümdeki yerini aldı. Yüksek ihtimalle, bu saatten sonra Perla'yı görme ihtimalim olmayacaktı. Bana acı acı gülümseyen gerçek yüzümdeki tatlı tebessümü, kendisi gibi acılara bürüdü. "Aslında, günler öncesinde hazırlamış olduğun büyü keseleri bitmiş değil, onlarla idare edebilirdim."

"Yok daha neler!" dedi Perla. "Onlarla iki saat anca dayanırsın. Hem, büyü kesesi vereceğimi nereden bildin?"

"Tahmin etmesi pek zor bir şey değildi Perla."

"Anlaşılan Kraliçe'yi şaşırtmak gün geçtikçe zorlaşıyor," dedi Perla. Belindeki keselerden birini aldı. "Neyse ki, sürpriz konusunda bu bölgede üstüme yoktur." Elindeki keseyi bana uzattı. Keseyi yavaşça elime aldığımda, Perla, "Hadi, hadi!" dedi sabırsızca. "Çabuk aç. Bakalım beğenecek misin?"

Kesenin içinden çıkan küçük kutuyu bekletmeden açtım. Kutunun içinden çıkan kolyenin ucundaki, kare kristalin içine sıkıştırılmış Lerink Çiçeği tüm ihtişamıyla benimle buluştu. Kolyeyi elime aldım. "Bu da nereden çıktı böyle?"

Perla elimdeki keseyi ve kolyenin kutusunu Pamir'in eline tutuşturdu. Sonrasında kolyeyi de elimden alıp dikkatlice boynuma taktı. Beni kendisine çevirdi. "Çok güzel oldu!" diye âdeta bağırdı. Onun bu hâlleri beni gülümsetti. "Nereden aklına geldi bu?"

Yüzünde hin bir tebessüm peydahlandı. "Kolye fikri tamamen bana aitti. Atlas, sadece, kolyenin ucuna Lerink Çiçeği eklememi önerdi. Yani, gördüğün üzere, bu güzel fikrin asıl sahibi benim."

"İnsanların fikirlerinin üzerine oturmakta üstüne yok Perla," dedi Pamir.

"Sizden kalan bir hatıra olarak bunu sonsuza dek saklayacağım," dedim. "Keşke benim de size verebileceğim bir şeyim olsaydı."

"Senin, kendi dünyana sapasağlam dönmen bizler için yeterli olacaktır," dedi Perla. "Hem ayrıca, burada, bize seni hatırlatacak birçok şey bulunuyor."

Perla beline yerleştirdiği diğer keseleri de uzattı bana. "Atlas bunların ne işe yaradığını gayet iyi biliyor. Karşınıza çıkabilecek her türlü sorun için bir şeyler hazırlamaya çalıştım, ki umarım hiçbirini kullanmak zorunda kalmazsınız."

"Bu arada Atlas nerede?" diye sordum. Yola çıkacaktık ama o, hâlâ ortalıklarda görünmüyordu. Perla gözlerini direkt Pamir'e dikti. Pamir, kendisinden bir cevap beklediğimizi anlayınca, "Bu yolculuğa özel birkaç tane koruyucu ruh yaratmak için yanımızdan ayrılmıştı. Muhafızlardan hiçbiri, güvenlik açısından sorun oluşturmaması adına, size eşlik etmeyecek. O yüzden birkaç koruyucu ruha ihtiyacınız var," diye açıklama yaptı.

"Bu arada," diye söze atıldı Perla, "bu yolculuğunda sana bu güzel at eşlik edecek." Perla'nın birkaç adım gerisinde uslu uslu dikilen ata bakışlarım değdi. "En azından yolculuk eğlenceli geçecek gibi duruyor."

"Bu, Pamir'in atlarından bir tanesi," dedi Perla. Hemen ardından Pamir, "Oldukça uyumludur, bir sorun çıkarmayacağına eminim," dedi.

"Benden ziyade atını rahatlatsan daha iyi olur Pamir. Sonuçta, onu bir yabancının eline teslim ediyorsun."

"Uzun yolculuklara fazlasıyla alışkın, telkin edilmeye ihtiyacı yok. Seninle de oldukça iyi anlaşacağına eminim."

"Bir adı var mı?" diye sordum. Bu esnada atın yanına yaklaştım ve hafif hafif başını okşadım. Fazlasıyla arkadaş canlısı duruyordu.

"Evet, adı Reyl," dedi Pamir.

Ben daha ağzımı açamadan, Perla, "İşte geliyorlar," diyerek söze atıldı. Atlas ve Aren, arkalarındaki dört atlı koruyucu ruhla beraber bulunduğumuz yere doğru geliyordu. Yanı başımızda durduklarında, ikisi de atlarından tek bir hamleyle indiler. Ruh koruyucular atların üzerinde dikilmeye devam etti.

"Hazır mısın?" diye sordu Atlas. Onu, sadece başımla onaylamakla yetindim. Perla, boynuma taktığı kolyeyi Aren'e gösterip, "Ne yazık ki, yine senden önce davrandım Aren. Nasıl gözüküyor, çok güzel değil mi? Ayrıca Alisa'ya da fazlasıyla yakıştı," dedi.

Aren'in yüzünde silik bir tebessüm meydana geldi. "Alisa'nın bu günleri hatırlamak isteyeceğini pek sanmıyorum ama evet, güzelmiş."

Veda vakti gelince, Perla herkesten önce davrandı ve sıkıca sarıldı bana. "Umarım her şey yolunda gider ve evine dönebilirsin. O zamana dek Atlas'ın sana göz kulak olacağına inanıyorum."

Onun sarılışına aynı sıkılıkta karşılık verdim. Ondan ayrıldığımda, bu sefer de Pamir ile sarıldık. Bu esnada, Perla; Atlas'a, dikkatli olmamız konusunda tembihatta bulunuyordu. Son olarak Aren ile de sarıldım. Nedendir bilinmez, yüreğimde bir şeyler cız ediyordu. Ona, Lena'nın gelip gelmeyeceğini sormak istedim ama sonrasında çekindiğim için vazgeçtim ama sanki, o bunu anlamış gibi, "Amcama ve Lena'ya gelmemeleri gerektiğini ben söyledim. Amcam değil ama Lena çok fazla sorun çıkaracak gibi duruyordu ve kendimce, böyle bir önlem almayı uygun gördüm. Umarım bunu sorun etmezsin," dedi. Başımı anlayışla salladım. "En doğrusuna yalnızca sen karar verebilirsin Aren. Benim için sorun yok."

Geri çekildim ve beni bekleyen Atlas'ın yanına yöneldim. Ata binmeden hemen önce, onlara son kez veda etmek adına, "Tekrardan her şey için teşekkürler. Yardımlarınız, varlığını sonsuza dek zihnimde sürdürecek," dedim. Nihayetinde, Atlas gibi ben de, beni bekleyen ata bindim ve hiç beklemeden yola koyulan Atlas'ın arkasından atımı sürmeye başlayıp, üç bedeni de arkamda bıraktım.

Tepede asılı duran güneşin bedenimi yaktığı gibi içimde birikmiş bazı hisler de yüreğimi yaktı. Bunun yalnızca bir veda olduğu için yüreğimi ağrıttığını düşündüm. Koruyucu ruhlardan ikisi en öne geçip gideceğimiz yolun rotasını bizler için çizmeye başladılar. Göz açıp kapayıncaya dek bölgeyi geride bıraktık. Güneş; bedenlerimizle eş zamanlı hareket ediyordu ve bizim, bölgeyi geride bıraktığımız gibi o da gündüzü geride bırakmış ve göğü, dipsiz bucaksız bir karanlığa gömmüştü.

Loading...
0%