28. Bölüm

19. Bölüm - Part 2

Esmacayım
esmacayim

Selam selam selam...

Uzuuun bir aradan sonra tekrar merhaba, nabersiniz?

Ben eh, yorucu bir dönemden geçtim diyebilirim. Önümde bir atama süreci vardı ve deli dehşet hastane araştırıyordum. Gönlüm Emre bebemle aynı yerde çalışmaktı ama orası gelmeyecek gibi. Atanırsam galiba İstanbul'a gideceğim... Emre ve Nazlı'nın şehrini terk ececek olmak bir çıtır burukluk hissi yaratsa da bazen yeni yerlere yelken açmak gerek...

Bu süreçte kendimi sosyal medyadan ve kitaplardan tamamen çektim. Yeni yeni geri dönebildim. İkisini de çok özlemişim.

Bölümü de bugüne bitirebilmem benim için çok önemliydi. Çünkü bugün günlerden 10 Mayıs ve Nazlı bebemin doğum günü. Tabii bölümde bu kısmı bir iki bölüm sonra okuyacağız ama ben yine de onun doğum gününü kutlamak istiyorum.

İyi ki doğdun Nazlı çiçeğimmm... Deli dolu hallerini o kadar seviyorum ki, iyi ki benim zihnime doğdun. Biraz bile kin tutamıyorsun. Fazla iyi niyetlisin ama kimsenin seni ezmesine de izin vermiyorsun. Belki de bana en uzak ama bir o kadar da yakın olan nadir karakterlerimden birisin. Hep mutlu yaşa...

Neyse sizi de bölümle baş başa bırakayım. Çok ama çook eğlendim. Her saniyesinde keyifle sırıttım. Full Nazlı Emre'li bir bölüm. Part 2 diye bakmayın, bir bölüm uzunluğunda. Eridim bittim geberdim.

Yorumlarınızı bekliyorum.

Keyifli okumalar...

19. BÖLÜM PART 2

Bu sabah biraz geç uyandım. İşe gitmeyecektim. Bir iki saat sonra olacak uzaktan toplantı dışında geri kalan günümde proje üzerinde çalışacaktım. Normalde evde çalışmayı planlıyordum ama hava o kadar güzeldi ki doğa ile iç içe olmak bana yeni fikirler verebileceği için dışarıya çıkmayı planladım ve yatağımdan bedenimi çıkardım.

Lavaboya gittiğimde kendime gelmek için elimi yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçaladım. Birbirine nasıl girdiğini anlamadığım saçlarıma tarak vururken başta işkence çektim ama kullandığım spreyle sonunda saçlarım biraz daha açılmıştı. Daha sonra odama geri döndüğümde soluğumu dolabımın önünde aldım. Ofise gitmeyeceğim için resmi şeyler giymem gerek yoktu, dolaptan ince askılı beyaz keten bir elbise çıkardım. Dizlerimin biraz üzerinde bitiyordu ve vücudumu sarıyordu. Bu elbisemi çok seviyordum, altına beyaz sporlarımla oldukça güzel duruyordu. Üzerime çekmek için bir kot ceket aldım ama giymedim, dışarıda hava bozarsa giymeyi planlıyordum. Daha sonra almak için onu yatağının üzerine bıraktım.

Saat onu geçiyordu. Annem beni kahvaltıya çağırdıktan sonra odamdan çıktı. Normalde topluca sabah yedi gibi kahvaltı yapardık ama bugün işe gitmediğim için bizimkiler bana ayak uydurmuştu. Abim dışında. O sabahçı olduğundan saatler önce okula gitmek için evden çıkmıştı. Geçtiğimiz üç gün boyunca moralinin iyi olmadığını görebiliyordum. Elif ablayla tartışmaları ciddi bir boyuta gelmiş gibiydi. Yoğunluğum arasından fırsat buldukça Elif ablayı birkaç kez aradım ama bu konu hakkında konuşmak istemediği için beni geçiştirdi. Abim pamuk gibi kızı bile sinir edecek bir şey yaptıysa az burnu sürtsündü yani. Her ne kadar onun üzülmesine kardeşlik bağı yüzünden dayanamasam da aralarındaki soruna karışmayacaktım.

Odamdan çıktıktan sonra mutfağa geçtim, annemle babam baş başa oturdukları masada kahvaltı ediyorlardı. Onların gülüşmeleri benim de yüzümde sıcak bir tebessüm oluşturdu. Her evlat anne ve babasını böyle görmek isterdi. Annem çayını yudumlarken “Dursun kızı vermiş,” dedi babama dedikodu vermenin heyecanıyla. Babamın yanlış duyup duymadığını anlamak ister gibi kaşları çatıldı. “Bizim kel Dursun mu?”

Annem başıyla onayladı. “Cevat ne yapmış ne etmiş sonunda almış kızı.” Gözlerim duyduğumun sözlerin şaşkınlığıyla büyüdü. Mahallenin dedikodusunu kaçırdığıma inanamıyordum! Bu saatten sonra paslandığıma emin olmuştum.

“İş bulmuş mu o hayta?” Babam eli iş tutmayan kimseyi pek sevmezdi. Cevat abi de iyidir hoştur ama sürekli aylak aylak geziyor olması fazla göze batan bir durumdu. Sevmek güzel de, evlilik başka boyuttu.

“Bulmuş bulmuş.” Annem masadaki zeytine uzanırken dedikodularına katılmak için hemen kapıdan içeri girdim. “Günaydınlar canım ailem, dedikodu sofrası kurulmuş bakıyorum.”

Her ikisini de yanağından öpüp annemin karşısındaki yerimi aldım. “Günaydın nazlı çiçeğim,” dedi babam. Beni her gördüğünde gözlerinin içi gülerdi. Yine öyleydi. Bana olan düşkünlüğü gözle görülemeyecek gibi değildi.

Annem yanındaki çaydanlıktan çayımı doldurduğunda önümdeki çatalla peynire uzandım. “Cevat abi nasıl başarmış Dursun amcayı ikna etmeyi?” diye sordum ağzım doluyken.

“Hiç bilmiyordum annem, bana da Elçin söyledi bu sabah.”

Güldüm. “Yine dedikodu vermek için sabah sabah seni mi aradı?” Annem beni onayladığında gülmeye devam ettim. Başımı öne eğip belli belirsiz sallarken çayımı yudumluyordum. “Bu kadın inanılmaz gerçekten.”

Babam sırtını sandalyesine yasladı, bu düğün işinden hiç hoşlanmamış gibi “Keltoşun kafada saç yok diye güneş geçti kesin. İnsan kızını verir mi hiç?” dedi söylenerek. Söylediklerine kahkaha atmak istedim ama kendimi tuttum. Onunla azıcık eğlenmek hiç de yanlış olmazdı.

Başımı sevecen bir şekilde omzuma yaslayıp babama bakarken yüzümdeki gülümsemeyi daha da arttırdım ve “Sen beni vermez misin?” diye sordum. Aklının ucundan bile geçirmezdi.

Babamın rengi attı. Bu konudan nefret ediyordu. Hiç tereddüt etmeden “Vermem tabii,” dedi kaşlarını çatarak. “Sen benim biricik kızımsın. Bu dünyada seni hak edecek bir tane bile herif yok.”

"Evde mi kalayım?”

“Her huyunu halandan aldın, bunu da al. Bak mis gibi babamların yanında. Sen de bizim yanımızda kal. Evlenip de ne yapacaksın?” Babam giderek geriliyordu. Konu ne zaman ben ve evliliğe gelse böyle renkten renge giriyordu. Salak Emre, bir de evlensene benimle ya demişti. Öküz herif. Bir anda öyle bir şey dediği için her aklıma geldiğinde kızarıyordum zaten. Ama bu işler öyle demekle olmuyordu. Beyefendinin işi bir hayli zordu. Önce beni, sonra babamı aşması gerekiyordu.

Annem babamı delirttiğim için sırıtarak çayını içerken ben de biraz daha eğlenmek istediğim için “Niye ya?” dedim. Yalandan kaşlarım çatıldı. “İleride birini seve-”

Lafımı bitiremedim. Babamın hareketiyle dehşete düşmüştüm. Elini anneme doğru uzatırken "Zeliş'im galiba tansiyonum çıkıyor benim," dediğinde ona inanmamış gibi baktım, keza annem de öyle. Birini sevmem ihtimalini bile kaldıramıyordu. "Bak bak," dedi eliyle yüzünü yellerken. "On altıya çıktı. Hissediyorum. Kesin on altı."

Annem elindeki bardağı masaya bıraktı. Bunalmış ifadesiyle babama baktı. “İyice çocuk oldun, Gökhan.” Babam annemin sözlerini umursamayıp oyununa devam etti, biraz daha aynı şekilde baygın bir ifadeyle durdu lakin annemin çatık kaşlarıyla ona bakmaya devam etmesi yutkunmasına neden oldu. Suratını kırıştırıp iyi be der gibi anneme uzattığı elini geri çekti.

Annem bu sefer bana döndü. “Sen de başka bir şey deme, Meral cadısından sonra her gün deliriyor zaten.”

Elimi geçiştirir gibi salladım. “Ben onun ağzının payını çok güzel verdim. Bir daha cesaret edemez.”

Babamın az önceki aygın baygın hallerinden eser yoktu. Bana bakıp sırıttı. “Babasının kızı işte.”

“Zaten seni herkese kötülemeye başlamış. Sakın oğlunuz için gitmeyin, cazgırın teki falan diyormuş herkese.” Annem bu durumdan hoşlanmadığı her halinden belliydi. Kadına bak, sen kimsin de beni kötülüyorsun, gudubet. Onun bitli oğlunu sevmedim diye kuduruyorsa bir yüz sene daha kudurmaya devam etsin. Dünyada tek erkek onun aptal oğlu kalsaydı, yine de dönüp ona bakmazdım. “Bir elime geçsin, saçını başını yolacağım onun.”

Babam bu durumdan hoşlanmışsa benziyordu. “Kedi olalı bir fareyi yakalamış,” derken keyifle çayını yudumladı. “Kimse kızımı istemeye gelmez artık.”

“Gökhan!” dedi annem uyarır gibi. “Kadın kızıma neler diyor, senin derdine bak!”

Omuz silkti babam. “Haticeye değil, neticeye bakacaksın Zeliş'im. O şeytan fitne veriyor diye diye benim Nazlım öyle olacak değil. Asıl kendi serseri oğluna baksın.” Babam masanın üzerindeki elini yumruk oldu. Melih denen ucubeden bahsetmek bile onu sinirlendirmeye yetiyordu, keza beni de. “Bir elime geçireyim onu, tüfekle mabadını delmezsem bana da Gökhan demesinler.”

Annem elini alnına yasladı. Kısa bir anlığına hayatı sorguladığına yemin edebilirdim. Babam her tüfekten bahsettiğinde annem çıldırıyordu ama konu ne zaman ben ve ismimin yanından geçen karşı cinse gelsin, babam yine tüfek muhabbetini yaparak annemi çıldırtmaya devam ediyordu. Babamın kırmızı çizgisi bendim.

Babam kahvaltı boyunca Melih’e sövmeye devam etti. Ara ara bana bakıp evde kalmamla ilgili dahiyane fikirlerini sunduğunda annemle onun bu haline göz devirmeden edemedik. Bu konu üzerindeki ısrarını her saniye arttırdı, annem en sonunda dayanamayıp ona yükseldiğinde sonunda susmak zorunda kaldı ve bugün birlikte dışarı gidecekleri konu üzerinde konuştular.

Babam geçirdiği kalp krizinden sonra kafesine hâlâ gidememişti. Hiçbirimiz buna izin vermiyorduk. Biraz daha dinlenmesini istiyorduk ama evde biraz daha kalırsa herkese saracağını anladığımız için kendine dikkat etmesi şartıyla izin verdik. Bugün annemle birlikte önce bir kafeye uğrayacak, işler ne durumda bakacak -ki her gün gitmese bile çırağından tüm detayları gece sonunda istiyordu- Sonra annemle birlikte çarşıda biraz gezeceklerdi.

Bir saate başlayacak online toplantım, bir saat sürecekti. Toplantı dışında ofisle ilgili bugünlük başka işim kalmadığından annemler benim de onlarla gitmemi teklif ettiler ama onlara kendi planım olduğunu söyleyip reddetmek zorunda kaldım. Üstüne çalışmam gereken bir projem vardı ama başka sefere mutlaka onlarla dışarı çıkacaktım.

Annemle sofrayı topladığımız sırada tezgahın önünden bana dönüp “Nermin eşiyle Balıkesir'e gitti,” dedi. “Geldiğinde evinde gün verecekmiş, işin olmazsa senin de gelmeni istiyor.”

Masanın üstündeki tabakları aldım. Kaşlarım çatıldığında “Ne zaman gittiler ki?” diye sordum. Tabakları tezgahın üzerine koyarken aklım yine o kişiye gitmişti.

“Dün,” dedi annem bardakları makineye dizerken. “Yarın geleceklermiş.”

“Emre evde tek mi şimdi?”

Annem omzunun üzerinden bana bakıp dudaklarını büzdü. “O bugün çalışmıyor mu?”

Başımı iki yana sallarken “Yok,” dedim. “Evde bugün. Sabah gelmiş,” Emre'yle sürekli iletişimde olduğumu bildiği için bunu biliyor olmama şaşırmadı. Geldiği ilk günler her ne kadar Emre’yi terslemiş olsam da annem Emre’ye olan ilgimi iyi bilirdi, ondan istesem de uzak kalamazdım.

Yüzüme belirsiz bir hüzün yerleştiğinde “İki gündür hastanedeydi zaten, bugün de çalışsaydı düşer bayılırdı herhalde,” diye devam ettim. Aklım yine onda kalmıştı. En son hastaydı. Hazırlandığım sırada telefondan evde olduğuna dair mesaj atmıştı. Uyuduğunu düşündüğüm için sadece mesajla dönüş yaptım. Ararsam uyanacağını biliyordum, uykusu her zaman hafif olmuştu. Evde olduğunu söylediğinde biraz da olsa rahat hissettim, en azından hastalığı devam ediyorsa Nermin teyze ona iyi bakar diye düşünüyordum ama Nermin teyze evde yoktu. Emre adlı süpersalak kişisi de hâlâ hastaysa asla kendine iyi bakmazdı.

“Bak aklım kaldı şimdi sen öyle söyleyince.” Yüzü düştü annemin. O da benim kadar Emre’ye her zaman fazla düşkün olmuştu. Bir şeyler düşündü, aklına gelen fikirle gözleri parladığında “Evden çıkmadan yemek götürüversen ya çocuğa. Aç kalmasın,” dedi. “Nermin ona yemek bırakmıştır da dünden kalmıştır onlar, ben iki dakikada başka şeyler hazırlayayım. Taze taze yesin.”

Giray abim olsaydı dolabı aç, içinde ne varsa ye derdi; ben olsaydım kalk kendin hazırla derdi ama konu Emre olunca annem her zaman daha farklı yaklaşırdı. Bu sefer onunla aynı fikirde olduğum için “Olur götürürüm,” dedim çok hevesli görünmeyerek. Bu bahaneyle onu görür, nasıl olduğuna bakardım. Hasta olmasaydı bırak aç kalsın derdim de işte, gönlüm el vermiyordu. “Yemek yapmaya bile üşenir salak çocuk. Yıllardır dışarıdan yemediyse ben de bir şey bilmiyorum.”

Annem bana bakarak kaşlarını çattı. “Salak deme çocuğa.” Konu Emre olunca annemin beni satış hızı gerçekten inanılmazdı. Zaten ne zaman Emre’yle kavga etsem annem onun tarafını tutardı. Nermin teyze de her seferinde benim yanımda olurdu. Bu yüzden Emre’nin kulaklarını az çekmemişti. Ben de Emre’ye dilimi çıkarır “inşallah kepçe kulak olursun,” derdim. O da siniri geçmiş gibi gülerdi.

“Salağa salak denir annecim,” derken omuz silktim. Salak olmasaydı kendine iyi bakardı. Son tabağı da makineye attıktan sonra “Neyse ben işime döneyim,” dedim. “Babam seni bekliyor zaten, sen istersen çık. Ben yaparım bir şeyler. Zaten uyuyordur o şimdi.”

Annem başta benim uğraşmama gerek olmadığını söylemek için itiraz edecekti ama tam o sırada babam dediklerimi destekler gibi odadan “Zeliş'im!” diye bağırmasıyla bir şey diyemedi. “Çıkmıyor muyuz?”

Babam sabırsız bir adamdı. Bu huyumu ondan aldığım su götürmez bir gerçekti. Ve biraz daha kapıda beklerse söylenip duracağını biliyordum. Tecrübe ile sabitti. Annem de bunu bildiği için bezgince nefesini bırakarak “Peki o zaman,” dedi ama kararsız bakışları hâlâ üzerimde geziniyordu. “Ama unutma bak,” derken özellikle kelimeleri bastırdı. “İki gün çalışmış diyorsun. Allah bilir nasıl yorulmuştur çocuğum. Hem doğru düzgün ev yemeği de yememiştir o şimdi.” Bana olan güveni takdire şayandı. Konu Emre olunca arada işgüzarlık yaptığım için ona hak vermiyor değildim ama bu sefer öyle bir şey yapmayacaktım.

“Unutmam Zeliş Sultan, unutmam,” dedim annemin yanaklarını sıkarak. “Paşamız için yemek hazırladıktan sonra çıkarım evden.”

Daha sonra annemin yanağından öptüm ve mutfaktan çıktım. Odama geçtiğim gibi bilgisayarımı açtım. Kısa bir anlığına bakışım perdesi çekilmiş camdan dışarıya kaysa da tekrar önüme döndüm. Aklımı ona takarsam toplantıya odaklanamazdım.

Gerçi hiç aklımdan çıkmıyordu ki, onu ne yapacaktık?

Emre ne kadar salaksa ben de bir o kadar aptaldım işte.

Uyum dediğin…

***

Bir saat kadar süren online toplantıdan sonra sonunda kendimi mutfağa atabilmiştim. Annem toplantım başladığı sırada çıktığı için bana gelip bir daha sakın unutma diyememişti, yoksa kesinlikle bunu yapardı. Zaten ne zaman evden gitse bana bir şeyleri hatırlatmak için kırk kere söylerdi. Gidince de arayıp söylerdi, Nazlı bunu yapmayı unutmadın değil mi kızım diye. Benim unutkanlık seviyesini maalesef ki bilmeyen yoktu. Bir gün kendimi bir yerlerde unutacağımdan bile korkuyorlardı. Misal ben, düşüp kafamı bir yere vursam dizilerdeki gibi kesin hafızamı kaybederdim. Her şeyi unutan biri olarak başıma gelecek en trajikomik şey bu olurdu.

Dolapları açmış acaba ne yapsam diye düşünürken yemek masasının üstündeki telefonumdan bildirim sesi geldi. Masaya uzanıp çabucak telefonu aldım ve gelen mesaja baktım. Emre’dendi. Uyandığını ve iyi olduğunu yazıyordu.

Normalde olsa ilk yapacağı şey beni aramak olurdu, şimdi niye aramamıştı? Dün işten çıktığımdan beri bunu yapıyordu. Hadi hastanedeyken işi var diyordum ama şimdi evdeydi. Benim işe gittiğimi sanıyor olsa da iş yerinde olsam bile beni arardı. Artık özellikle beni aramaktan kaçındığını düşünmeye başlamıştım.

Sinir tepemden bedenime bir hız treninden aşağı iner gibi yayılmaya başlarken numarasının üstüne tıklayıp aradım. Hiç de gurur yapamayacaktım. Ne halde olduğunu merak ediyordum. Birkaç kez çaldı telefon ama açmadı. Sinir artık her yerimdeydi. Artık emindim, özellikle yapıyordu.

Öfkeyi giyinen ayaklarımla yeri döverken telefonumla birlikte anahtarımı da aldım ve kapıyı çarparak evden çıktım. Merdivenlerden inerken üstüme binen öfke, basamakları aşındıracak cinstendi. Beyinsiz herif! Bir de ona yemek yapacaktım, bok yesin.

Apartmandan çıktıktan sonra karşı apartmana doğru tam gaz yürüdüm. Tam o sırada şansıma ilk katta kalan Salih, elindeki topuyla apartmandan çıkıyordu. “Dur, kapatma,” dedim Salih’e seslenerek. Gözleri anında beni buldu, ona seslendiğimi anlayınca kapatmak üzere olduğu kapıyı çekmeyi bıraktı.

“Yukarı mı çıkacaksın, Nazlı abla?” diye sordu gülümseyerek. Kendisi benden sekiz dokuz yaş küçük olduğundan hep abla derdi. Emre ile yakınlığımızı bildiği için niye onu durdurduğumu anlamıştı.

“Bir tane salak var, onu döveceğim,” dedim sesimi sakin tutmaya çalışarak. Salih sözlerime kahkaha attı. “Yaparsın abla,” dedi bundan emin gibi. Onun yaşlarındayken sokakta dövmediğim çocuk kalmadığını bilmeyen yoktu.

Kapıdan içeri geçmek üzereyken Salih'e döndüm. “İyi oyna he,” dedim koltuk altına sıkıştırdığı siyah beyaz topunu işaret ederek. “İleride futbolcu falan olursun, bu bebeyi de eskiden tanırdım. Az ablalık yapmadım diyerek hava atarım millete.” Salih bu yaşına rağmen çok iyi top oynardı. İlçe bazında oluşturulan takıma bile girmişti. Bir ara gündeyken annesinden takım lideri olduğu duymuştum. İleride çok daha iyi yerlere geleceğinden emindim.

Salih utanmış gibi ensesini kaşırken “Sen iste yeter ki Nazlı abla,” dedi. Ardından saatine baktı, geç kalacağının farkına vardığı için “Ben gideyim artık,” diye devam etti. “Ama bir ara maçlarımıza gel lütfen, eskisi gibi gelmiyorsun.”

Gülümsedim. “Gelirim gelirim.”

Salih'e veda ettikten sonra merdivenlerden yukarı çıkmaya başladım. Az önce sinirlerim birazcık da olsa yatışmış olsa da, Emre'nin evine yaklaşan her adımımla tekrar gün yüzüne çıktı ve benim şu anlık istediğim tek şey, o aptalı bir kez daha yumruklamaktı.

Üçüncü kattaki evlerinin önüne geldim. Önce birkaç kez nefes alıp vermeye çalıştım. Sonra zile bastım. İki saniyenin yeterli bir süre olduğunu düşündükten sonra yine bastım. Beş saniye bekledim, açmayınca yine baktım. Ardından kapıya vurdum. Biraz daha açmazsa tekmeleyecektim.

Elimi kaldırmış tekrar kapıya vuruyordum ki uzaktan gelen boğuk sesini işittim. “Patlama be, patlama!” diye bağırdıktan dört saniye sonra kapının gıcırtılı sesiyle açılması ve “Alacaklı gibi niye vuruyo-” diye söze başlaması ama beni görünce bitirememesi bir oldu.

Beni beklemediği için kaşları havalandı. “Naz?”

Lakin bende işler pek yolunda değildi. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp durdum. Az önce kapıya vurmak istediğim elim havada kalmıştı, indiremiyordum. Elimi indirmek şöyle dursun, ben şu an hiçbir şey düşünemiyordum bile. Gözlerim kitlenmişti.

Emre karşımdaydı.

Üst kısmı tamamen çıplaktı.

Evet, çıplaktı.

İmdat?

Bir kaç saniye onun çıplak göğsüne baktıktan sonra kendime geldiğim gibi gözlerimi kaçırdım ve havada asılı durmaya devam eden elimi çabucak indirdim. “Niye açmıyorsun sen telefonumu?!” diye bağırdım yüzüne doğru. Daha aşağıya bakma, daha aşağıya bakma, daha aşağıya bakma.

Ama bakmak istiyordum!

Bakma! Hem kas mı yapmış o? O six packler de neydi öyle? Tamam, Nazlı. Dikkatini topla ve bakmamaya devam et.

Emre gözlerini benden kaçırdı. Bir şey demiyordu. İyice kuşkulanmaya başlamıştım. Bir şey karıştırıyordu ama ne karıştırıyordu? Kaşlarımı çatabildiğim kadar çattım ve “Konuşsana beyinsiz!” diye yükseldim ama ardından konuşmak için ağzını açmasına müsaade etmeden parmak uçlarından yükselip omzunun üzerinden evin içine bakmaya çalıştım. “Yoksa eve kız mı attın sen?” diye sordum sert bir şekilde. Anında gözleri büyüdü.

“E çüş!” dedi boğuk sesiyle. Söylediğini umursamayıp ayağımdakileri çıkardım ve onu kenara ittirerek içeri geçtim. Çıplak tenine çok kısa bir anlığına bile dokunmuş olmak içimde bir yerde kıvılcımlar oluştursa da bunu bir kenara bırakmaya çalışarak gözlerimle etrafı taradım.

Emre kapıyı kapatıp hemen arkamdan geldi. “Bana güvenmiyor musun sen?” dedi bezgince. Sesi fazla cızırtılıydı.

Oturma odasına geçtiğimde omzumun üzerinden ona döndüm. “Soru mu bu?” dedim. “Tabii ki güvenmiyorum.” Onun cinsi pek de güven vermiyordu. Sözlerimle hayrete düşmüştü ama bir şey demedi. Kıskanmış olduğumu düşündüğü için öküz gibi sırıtıyordu. Bedenimi tamamen ona çevirdim. Ellerimi belime yaslanırken “Tekrar soruyorum, eve kız mı attın?” diye yineledim sorumu.

Emre anında aramızda kalan mesafeyi kapattı. Daha ne olduğunu anlayamadan elleri belimi sararken yüzünü yüzüme eğdi ve gözlerimin içine bakarak “Artık attım,” dedi. Fısıldamıştı.

Uzaklaş! Uzaklaş! Uzaklaş!

Zihnimin verdiği tek komut buydu. Yakınlığı, dokunuşu ve bulunduğumuz konum fazla sıcaktı ve onun şu an üstünde bir şey olmaması durumu daha da karşı konulamaz bir hâle sokuyordu. Gözlerimi bedenine çevirmemek için gözlerine odaklamaya çalıştım lakin yeşile kaçan elaları bana böyle yoğun bakarken iki saniyeden uzun bakamadığımı fark ettim. Emre yine de bunu uzatabileceği kadar uzatmaya çalıştı. Başardığını inkâr edemezdim.

“Artık attım derken?” dediğimde yutkunur gibi oldum. Çok kısa bir anlık dudaklarına baktım ama hemen oradan uzaklaştım. Konumum yine gözleriydi. Gözleri niye bu kadar güzeldi? İçine çekildikçe ondan kaçamıyordum. Karadelik gibi beni kendinde tutuyordu. Kollarını arasından kaçmak için de, yüzünü yüzüme yaklaştırdığı an için de hiçbir şey yapmadım. Hareketsizce bekledim. Eğer beni öpseydi kesinlikle karşılık verecek gibi bir durumun içindeydim ama yapmadı. Sadece dudaklarıma biraz daha yaklaştı.

“Attım işte.” Yüzüyle beni işaret etti. “Hem de dünyanın en ve tek güzel kızını.”

Gözümü devirdim. Yalakalıkta zirveydi. “Laflara bak, laflara.”

“Sevdin bence.”

Cıkladım. “Sevmedim.” Yalan. Yine de sevmiştim.

Sırıttı. “Yalancı.”

Eli bel boşluğumda gezinirken artık geri çekilme vaktinin geldiğini düşünüyordum. Yoksa dudakları bu denli bana yakınken yapacağım tek şey onu öpmek olurdu. “Artık geri basar mısın?” dedim, geri çekilmesi için kaşlarımla ileriyi işaret ederken.

“Niye ki?” dedi arsızca.

“Keyfim öyle istiyor çünkü,” dedim ama geri çekilmek için de bir şey yapmadım. Asıl arsız bendim, ben.

“İstemesin bence.” Sesi yine kısıktı.

“İstesin istesin.”

Cıkladı. “Yok. İstemesin.”

“Geri bas.”

“Yapmayayım bence.”

“Niye ya?”

“Senden uzak kalamıyorum çünkü,” derken derinden söylemişti bunu ama yine de suratımı ekşitmekten geri durmadım. Sesi de hâlâ kısıktı. Niye kısıktı?

“Yalancısın,” dedim kaşlarımı çatarak. “Ne beni aradın ne de telefonumu açtın. Dünden beri de kaçıyorsun, fark etmedim sanma. Bu nasıl uzak kalamamak adi herif. Resmen beni ghostladın.”

“O ne be?” dedi kaşlarını çatarak. O kadar şey söyledim, takıldığı tek şeyin son kelimem olduğuna inanamıyordum.

Sonunda kendimi kolları arasından çektim ve bir adım geriledim. “Sosyal medya cahili olmasan bilirdin. Hiç de açıklayamam sana. Sen önce diğer söylediklerime cevap ver. Niye o telefon açılmıyor? Hem sen niye sabahtandır böyle kısık konuşuyorsun? Sinirlerimi bozdun iyice.”

“Kısık konuşuyorum çünkü sesim kısık,” dedi yine kısık sesiyle. O an benim köşeli jetonlar sonunda delikten geçebilmişti. Ona sinirlendiğimden hasta olduğunu tamamen unutmuştum.

Suratım düştü. “Bu yine de dün gece aramamana engel değil.”

“Dün akşam sesim çıkmıyordu bile, endişelenmeni istemedim. Bütün gece kafana takardın. Seni biliyorum.”

Doğru, takardım. Sırf onun için endişelenmeyeyim diye beni aramaktan kaçınmıştı. “Ama böyle de sinir oldum,” dedim üzgün sesimle. Hasta olması hoşuma gitmemişti.

“Sinir olmanı endişelenmene tercih ettiğimi biliyorsun, Naz,” dedi en içten haliyle. Bir eli önlerde duran saçlarımın arasındaki yerini aldığında parmakları tutamlarıma dolandı. “Sinirlenince sadece bana sinirleniyorsun ve bu konuda hâlâ ciddiyim, sinirlendiğin zaman ayrı bir güzel oluyorsun.” Keyifle sırıttı. “Ama endişelendiğinde kafana her şeyi takıp içinde bin tane farklı senaryo üretip duruyorsun, sonra da canını sıkıyorsun. Bu hoşuma gitmiyor, Naz. Senin canın sıkılmasın.”

Harelerimin arasından gözlerine yoğun bir şekilde bakmaya başladım. Kendi hasta olsa bile düşündüğü kişi yine bendim. Eskiden beri bunu yapıyor olması sinirimi bozuyordu. Hastaysan hasta gibi davran, kendini düşün önce. “Salaksın,” dedim dudak büzerek. “İnsan hastayken nazlanır, sen salak gibi beni düşünüyorsun.”

Sözlerim sanki aklına bir fikir getirtmiş gibi ışıldamaya başladıktan yaklaşık dört saniye sonra boşta kalan elini yine bel boşluğuma sardı ve beni kendine doğru bastırdı. “Nazlanayım dimi?” dediğinde demek istediği benim bahsettiğim şeyden oldukça uzaktı. Çenesiyle beni işaret etti. “Bak şimdi Naz'landım, Naz.”

Kelime oyununu yakalamamak zor değildi. İşini biliyordu. Ona bilerek veya bilmeyerek pas attıysam o topu asla kaçırmazdı. Yutkundum. Sınırlarımızı her kapattığında ben de düşünme eylemini zihnime kapatıyordum. Böyle yaptıkça ona karşı koyamayacağımı bildiğinden adım kadar emindim. Bilerek yapıyordu. Bilerek bana yaklaşabildiği kadar yaklaşıyor ve sınırlarımı zorluyordu.

Parmak boğumları sırtımda gezindikçe omurgalarıma kadar iç titreten bir ürperti kol gezmeye başladı. Karnımın içinde minik sıcaklıklar yavaş yavaş harlanıyordu. Her yanıma ateş basmadan bir an önce kaçmalıydım lakin ona karşı koymak oldukça zordu. Gözlerimi saatlerce öpmek istediğim dudaklarından zorlukla ayırdım. Başımı hafifçe eğdiğimde yine çıplak vücuduyla karşılaşmak oradan da gözümü kaçırmama neden oluyordu. Biraz daha bakarsam hep bakacağımı biliyordum. Arsızdım çünkü. Hem bu aptal niye böyle geziyordu?

Emre yüzünü tekrar bana doğru eğdi. Gözleri yüzümün her köşesini ezbere bilmiyormuş gibi tekrar ezberlemek istercesine tarıyordu. Son durağı dudaklarım olunca durdu, bekledi. Biraz daha bekledi. Öpmek ister gibi yaklaştı, yaklaştı ve biraz daha yaklaştı derken durdu. Hâlâ bunu yapmamak için çabalıyordu. Bana verdiği söz için kendine içten içe küfürler savunduğunu her halinden anlayabiliyordum. Biraz daha onu öpmezsem sözünü çiğneyecekmiş gibi duruyordu, bana biraz daha yaklaşması bunun en büyük kanıtıydı.

Ben ne yapıyordum peki? Hiçbir şey. Tek yaptığım şey nefesimi tutmaktı. Hareket bile edemiyordum. Ne bunu başlatacak hamleyi yapıyordum ne de karşı koyuyordum, sadece bekliyordum. Belki aksiyon gösterip onu öpsem her şey bizim için daha kolay olacaktı ama bir yandan da aramızdaki sır perdesini çekmeden kendimi tamamen ona bırakmak istemiyordum. Ama o beni öpse ona karşılık vereceğimden emin olduğum kadar da kendimi ona bırakmıştım.

Emre dudaklarıma biraz daha yaklaştı. Aralarında çok az bir mesafe kaldığında istemsiz olarak gözlerimi kapattığımı fark ettim. Lakin çok değil, birkaç saniye sonra elimdeki telefon çaldığında Emre ağzı içinde bir dolu kısık küfürler etti. Gözlerimi tekrar araladım. Hâlâ uzaklaşmamıştı. Aramızdaki bir karıştan az olan mesafe biraz bile açılmadan yerini koruyordu. “Açma,” diye fısıldadı Emre, dudaklarıma doğru. Ama onu dinlemedim. Telefon tekrar çaldığında sonunda kendime gelerek kolları arasından kaçtım ve arayanın kim olduğuna baktım.

Babamdı.

İmdat?

Adamda dedektör varmış gibi az kalsın Emre ile öpüşeceğimi hissetmişti de aramıştı sanki. Ciddi ciddi öpüşmek üzereydik, kendimi kaptırmayacağım dedikçe kendimi daha fazla kaptırdığıma inanamıyordum. Düşünme yetim tekrar zihnimi ziyaret ettiğinde Emre’den birkaç adım daha kaçıp telefonu açtım.

“Efendim babacım?”

“Toplantın bitti mi kızım?” diye sordu. Sesi oldukça keyifli çıkmıştı. Bunun en büyük sebebi de haftalar sonra dışarı çıkabilmesiydi.

“Bitti babacım. Ne oldu ki?”

“Annen telefonunu evde unutmuş, bir şey söyleyecekmiş sana da, iki dakika mutfağa geçti; gelir şimdi… Hah geldi. Annene veriyorum kızım, bir şey ihtiyacın olursa söyle, gelirken alayım.”

Şu ara canım fena halde kestane şekeri çektiğinden “Gelirken kestane şekeri alsan güzel olur aslında,” dedim babama. Baban tüm kestane şekerlerini önüme sereceği esprisini yaptıktan sonra ona veda ettim. Ardından annem telefonu babamdan aldı.

“Annem, ne yaptın yemek işini? Hallettin mi?” diye sordu. Emre tüm süre zarfında bir elini saçlarımın arasında gezdirerek bana bakıyordu. Dudaklarının kenarındaki kıvrım her saniye biraz daha yukarı çıktığını kaçamak bakışlarımdan fark edebiliyordum.

Emre elini saçlarımdan çeksin diye üstüne vurdum ama hiç de oralı olmadı. Tekrar vuracaktım ki telefonun diğer ucundan annem “Nazlı, duymuyor musun kızım? Bak unuttum deme,” dediğinde karşımdaki üstünde hâlâ bir şey olmayan bay süpersalak herif yüzünden dikkatim dağılmıştı ve annemi hattın diğer ucunda unutmuştum.

Emre’ye baktım. Şimdi anneme bu aptal benim telefonumu açmadı diye yemekleri bir kenara bırakıp evini bastım diyemezdim. Bir hafta başımı yerdi. Bıraksaydın o zaman ben yapardım diye söylenip dururdu, bana da bir süre bir şey yaptırmazdı. Asla göze alamazdım. Bu yüzden çıtırından yalan söyleme gereksinimi duyarak “Unutmadım anne,” dedim. “Yapıyorum zaten şimdi. Sonra da evden çıkacaktım.” Emre şu an onun karşısında dikilmiş hiçbir şey yapmadığımı gördüğü ve yalan söylediğimi anladığı için kaş göz işaret yaparak ne oluyor der gibi beni gösterdi ama işaret parmağımı dudaklarıma götürerek susmasını işaret ettim.

“Tamam annem, selam söyle Emre oğluma.”

“Söylerim söylerim,” dedikten sonra annemle de vedalaşıp telefonu kapattım. Telefonu kapattığım gibi Emre “Sen ne yapıyormuşsun şu an tam olarak?” diye sordu sırıtarak. İmalı imalı söylediği için onu dövmek istiyordum. Bence yemek değil, dayak yemeliydi. Daha çabuk doyacağına emindim.

Gözlerimi devirdim. “Sana yemek yapıyorum,” dediğim an gözleri böyle bir şey dememi beklemediği için şaşkınlığı giyinerek büyüdü. Saçlarımın arasındaki eli hareket etmeyi bıraktığında “Bana yemek mi yapıyorsun?” diye sordu yanlış duyup duymadığını anlamak istediği için.

“Annem annenle babanın şehir dışına gittiğini söyledi,” dediğimde gözlerini bir şeyden rahatsız olmuş gibi kaçırdığını fark ettim. Sözlerimde onu rahatsız edecek bir durum olduğunu düşünmüyordum. Yanlış anlamış olmalıydım. O yüzden devam ettim. “Konu sizden açılınca ben de anneme senin evde olduğunu söyledim. Bilirsin,” derken çocukluktan kalma alışkanlıkla gözümü devirdim. “Sana pek bir düşkündür kendisi. Aç kalmana gönlü el vermediğinden sana yemek yapma işini bana kitledi.” Bu konuda anneme kendim teklif yaptığımı ona elbette ki söylemeyecektim. Hemen şımaracağını iyi biliyordum.

Am Emre yalan söylediğimi hemen anladı. Dudakları arasında bebeyken fazla harçlık aldığımızda yüzümüze yerleşen gülümsemeden vardı. Fazla masumdu. “Zeliş teyze bunu senden istemez. Sen demişsindir. Kıyamadın tabii bana.”

Hemen inkâr ettim. “Hiç de değil. İşim gücüm var.”

İnanmışa benzemiyordu. "Hiç de işteymişsin gibi bir halin yok.” Merakla başını salladığında çıplak göğsüne gözüm kaydı ama hemen başımı kaldırıp gözlerine baktım. “Harbi sen niye işe gitmedin?”

“Asıl sen niye hâlâ karşımda böyle dikiliyorsun?” diyebildim sonunda dayanamayarak. Karşımda böyle dikilmeye devam etmesi benim için pek de iyi bir şey değildi. “Git giyin artık geri zekâlı! Hayır bir de kapıyı bile böyle açıyorsun. Ya başka biri gelseydi?” Bir anda üstüme binen sinirle çenemi dikleştirdim. “Sen yemin ederim çok fena dayak istiyorsun. Tepemden tepemden sinirler geliyor, bilerek mi yapıyorsun oğlum?”

Emre her hareketimi gözünü kırpmadan izlerken dudaklarının kenarları yanaklarına doğru tırmandı. “Duşa gireceğim sırada kapıyı kırmak gibi çok muhteşem fikirler edindiğinden üstüme bir şey almaya fırsat bulamadım Naz, kusura bakma,” derken alaycılığını üstünden atmadı. Ses tonu hâlâ kısık olsa bile ne kadar eğlendiğini açık ediyordu. “Ha, bir de…” Bana doğru yaklaştı. Yüzünü kulaklarıma doğru götürürken saç tutamlarıma değen yanakları yine içimi kıpır kıpır etmişti. “Kıskanınca da çok tatlı oluyorsun.”

Fısıltısı kulak zarımın kapısını çaldığında gözlerim büyüdü. “Hiç de kıskanmadım!” diye yükseldim, onu geriye doğru iterken. Hafif bir sendeledi ama sırıtmaya devam etti. Elimin çıplak tenine dokunuş hoşuna gitmiş gibiydi. Arsız! Dümdüz su katılmamış bir arsız!

Alaya aldı. “Aynen güzelim.”

“Ben gidiyorum ya,” dedim arkamı dönerek. İki dakika da binbir çeşit ruh haline girmeme neden olup bir de ayarlarımla oynamıştı. Onu hem dövmek, hem öpmek, hem üst üste yumruklamak hem de ona sıkıca sarılmak istiyordum.

Evet. Delirdiğime emindim.

Emre kargaya benzeyen kısık sesiyle gülmeye çalışarak arkamdan geldi. Kapı kolunu açtığımda adımlarını hızlandırdı ve daha aralamama fırsat bile vermeden tek eliyle açılan kısmı kapattı. “Bana yemek yapacaktın?” dedi sorar gibi. “Nereye kaçıyorsun?”

Arkam ona dönüktü. “Zıkkım ye!”

“Ama hastayım ben.”

“Geberebilirsin!”

“Gebereyim mi gerçekten?”

Sustum. Sinirlerimi bozmakta üstüne yoktu. Tabii ki gebermesindi.

Aramızda çok az mesafe bıraktığını ensemi delip geçen ürpertilerle hissedebiliyordum. Bu yüzden ona dönemezdim. Dönersem yine yakınlığımız yüzünden çekimine kapılacağımdan emindim. “Zıkkımlanmak istiyorsan gözüme görünme o zaman,” dedim onu uyararak.

Güldü. “Duşa geçiyorum o zaman,” derken tepemdeki elini geri çekti. Rahat bir şekilde nefesimi bıraktım.

Arkamı döndüm. Artık yüz yüze gelmiştik ama aramızdaki mesafe fazla yakın değildi. “Ateşin var mı?” diye sordum, beni sinir ettiği için unuttuğum soruyu sonunda yöneltebilerek. Beni endişelendirmemek için mi yoksa gerçekten doğru mu söyledi bilmiyorum ama başını iki yana sallayarak “Yok,” dedi. Ama ona güvenmediğim için aramızdaki mesafeyi azaltarak ona yaklaşan bu sefer ben oldum. Elim alnına yasladım ve sıcak olup olmadığına baktım. Elimin hem tersini hem düzünü alnının her tarafında gezdirdim. Gözlerim kısıldı. Fazla sıcak değildi.

“İkna oldun mu?” diye sordu Emre, güldüğünde. Olmuştum ama yine de ona söylemeden arkamı dönüp mutfaklarına doğru yürüdüm. Sesi berbat bir haldeydi. Nane limon kaynatsam iyi olurdu.

Ben mutfağa girdiğimde Emre çoktan banyoya çekilmişti. Bu aptala yemek yapıp acilen kaçmam gerekiyordu, çünkü her saniye ona biraz daha yakın olmak istiyordum. Lakin şimdi sırası değildi. İki gün önce hiçbir şey yokmuş gibi mutlu olmak istediğimden bazı şeyler yok saydım ama biraz daha yok saymaya devam edersem sınırlarımı geçeceğimden emindim, kendime bu konuda mercimek tanesi kadar güvenim yoktu.

Emrelerin evinin her yerini iyi bilirdim. Dolaplarda almak istediğim ne varsa çıkardım. Emre mercimek çorbası severdi ama onu yapmak zamanımı çok fazla alacağından şu an uğraşamazdım. O kadar vaktim yoktu. Domates çorbasını da severdi zaten.

Domates çorbası için domatesleri doğrarken aynı zamanda bir yandan nane limon kaynatıyordum. Domatesleri biraz da sos için ayarladım çünkü makarna yapacaktım. Yemek yapmak için saatlerim yoktu. Aramıza yıllar girmesine sebep olan bir beyinsiz olduğundan makarnalarımı uzun zamandır yemiyordu. Eskiden çok severdi, soslarıma ne kattığımı sorardı hep. Şu an bile bunu düşündüğüm ve yıllar öncesine gittiğim için onu çok fena dövmek istiyordum.

Beni niye bırakmıştı ki?

Kalbim yine üzüldü.

Yirmi dakika kadar süre sonra işimin çoğu kısmını hallettim, elim hızlıydı. Aynı zamanda odaların olduğu taraftan ses geliyordu. Beyinsiz herif duştan çıkmış olmalıydı. Keşke biraz daha kalsaydı da yemeğini bitirip ona görünmeden kaçsaydım ama daha vakti vardı.

Çorbayı karıştırırken bir yandan da açtığım şarkıya eşlik ediyordum. Müzik dinleyerek yemek yapmak dünyanın en kafayı dağıtan şeylerinden biriydi. Her yemek yaptığımda mutlaka arkadan bir şeyler açardım.

Çalan şarkı bittiğinde yeni bir parça sevdi ve ben bunu çok severdim. Eşlik etmeden duramadım. “Ne kadar uğraşsan da, beni korkutmaya çalışsan da, senden ayrılmam kolay değil yaaar…”

Elimdeki kepçe çorba içinde dans ederken ben de yerimde kıpırdanıyordum. Birden bir şey oldu. Hareket etmeyi bıraktım. Ellerim durdu. Gözlerim büyüdü. Kalbimde kelebekler kanat çırptı, onları sakinleştirmek için nefesimi tuttum ama daha da çırpındılar.

Peki ne mi oldu?

Birden bir kol, usulca ama kararlı bir şekilde arkamdan belime dolandı. Nefesim bir şeye takılmış gibi kesildiğinde elinin sıcaklığı da elbisemin altından bile tenime ulaşıp içimi kavuruyordu. Diğer eli saçlarımı nazikçe tek omzuma topladı; parmak uçları boynumda gezindiği anda tüylerim diken diken oldu. Dokunuşu fazla fazla sıcaktı. Tanıdıktı ama hâlâ yakıcıydı.

Emre, yavaşça eğilip çenesini omuz girintime yasladı. Islak saçlarından süzülen birkaç damla, çıplak omzuma düşse de hareket etmedim. Soğuk olmaları gerekirken, dokundukları yerde içimi daha da ısıttılar. Nefes almayı unutmuştum. Hatırladıkça daha da unutuyordum. Nefes almayı kendime hatırlatmaya çalıştıkça daha da tutuyor gibiydim.

Göğsü, sırtıma yaslandığında aramızda kalan son birkaç santimlik mesafe tamamen yok olmuştu. Nefesi tenimde geziniyordu, hissettikçe ürperiyordum. Sırtıma vuran kalp atışları, kalbimin kapısını açmam için uyarıyor gibiydi. Parmakları karnımda sıkıca duruyor, başparmağıyla fark ettirmeden ufak daireler çiziyordu. Yumuşak ama kesin. Sahiplenici ama nazik.

Derken Emre kulaklarıma doğru yaklaştı ve mutfağı saran tek ses olan şarkıya, kulağımın hemen yanında eşlik etti. “Olsun be güzelim olsun, aşkın sağı solu belli olmaz,” dedi hasta olsa bile hâlâ şarkı söylediğinde güzel çıkan sesiyle. “Ben aklımı senle bozdum, hiç kimseyle işim olmaz…”

Sesi kulaklarımdan girip tüm damarlarıma yayılmış gibi vücudumun titremesine sebep olduğunda hiçbir şey diyemedim. Hiçbir tepki de veremedim. Yanağıma yaklaştı, minik bir buse bıraktıktan sonra arsız gülüşüyle "Ben aklımı sende bozdum kızım," diyerek geri çekildi.

Aradığınız aklıma şu anda ulaşılamıyor.

Sonunda benden uzaklaştığında tuttuğum tüm nefesi aralıklı aralıklı verdim. “Senin aklın mı var ki?” dedim çorbayı karıştırmaya devam ederek. İstemesem de az önceki fazla yakınlığından ve öpüşünden dolayı sesim titremişti. Engel olamadım.

Hemen yanımda bitti. “Sayende yok,” dedi bunu söylemekten gurur duyar gibi. Omzumun üzerinden ona bakmamak için çabalıyordum. Dibimde dikilip bana bakması yemek yapmamı engelliyordu. “Var mı yapacağım bir şey?” diye sorduğunda sonunda dayanamayıp ona döndüm. “Sen mi?” dedim alayla kaşlarımı kaldırırken. “Yemek yapmayı bile bilmiyorsun sen.”

Kabul etmesini beklediğim için yüzümde kurduğum alaycı sırıtış “Yo, biliyorum,” demesiyle bir anda silindi. Ne demek biliyordu? Ne zamandan beri?

İnanmadığım için kaşlarım havalandı. “Uydurma,” dedim. Ama ısrarını sürdürdü. “Uydurmuyorum,” dedi gülerek. “Evde tek kalınca bir süre sonra yapmayı öğreniyorsun.”

Ben bun da bilmiyordum.

Ben onunla ilgili birçok şeyi bilmiyordum.

Ben onunla ilgili bir şeyler bilmediğim için çok üzülüyordum.

Yüzüm düştü. Önüme döndüm. Onunla ilgili çok şeyi kaçırdığımın farkına varmak canımı sıkmıştı ve bana senin canın sıkılmasın diyen o, yine benim canımı sıkan kişi olmuştu. “Madem biliyorsun, ne diye sana yemek yapıyorum ben? Kölen mi var?” diye söylendim üzüntünün getirdiği sinirle.

Çorba olduğu için tüpün altını kapattım. Makarna ve sosu çoktan hazırdı. Bir yandan da ona nane limon kaynatılmış şekilde hazırda bekliyordu. Burada başka işim kalmamıştı. Tezgahın üzerindeki telefonuma uzandım ve müziği kapattım.

Emre söylediğime herhangi bir tepki vermedi. Sadece susuyor ve beni izliyordu. Beni incelediğini fark edebiliyordum. Derken bir anda çenemi tuttuğunda kasıldım, parmaklarını hafifçe çenemde gezdirdikten sonra yüzümü kendine doğru çevirdi. Az önce alaycılığı ve eğlenen tavırları yüzünde yoktu. Kaşları çatık ve bir o kadar sorgulayıcıydı. Bana daha net bakmak için yüzünü eğerken “Niye suratın asıldı senin?” diye sordu. Gözlerimi ondan kaçırdım ama çenesiyle tekrar ona bakmamı sağladı. “Ne oldu, Naz?”

Dudaklarımın titremek için erkede beklediğini hissettiğim an hızlıca başımı yan yatırıp ondan uzaklaştım. “Yemeğin hazır, kendin doldurursun artık. Onu da benden bekleme bir zahmet,” dedim arkamı dönüp ilerlemeden önce. “Neyse başka işim de kalmadı benim, evime gidiyorum.” Emre’ye bakmadan hızlı adımlarla mutfaktan çıktım. Peşimden bana seslendiğini ve geldiğini işitsem de durmadım. Dış kapının önüne geldim. Kapı kolunu tutup indirmemle yine kapıyı sıkıca kapatması bir oldu.

Bir eli kapının üstündeyken hızlıca ona döndüm ve yüzümü ona bakmak için kaldırıp kaşlarımı çatabildiğim kadar çattım. “Derdin ne?” dedim dişlerimin arasından öfkeyle. “Çek elini, evime gideceğim dedim.”

“Asıl senin derdin ne?” dedi o da ama benden daha sakin bir halde. “Neyin var, niye yüzün düştü, niye birden böyle davranıyorsun? Bir şey mi yaptım? Sorun yemekse bir dahakine ben sana yaparım.”

Sakinleşmek için dudaklarımı ısırdım. Ardından tekrar gözlerine baktım ve “Sorun sensin,” dedim bir çırpıda. Lafı dolandırmayacaktım.

Anlamadı. “Ben miyim?” diye sorduğunda ne olduğunu anlamaya çalıştı.

“Evet, sensin.” Öfkeden çok kırgınlık vardı üstümde. “Sorun seninle ilgili hiçbir şeyi artık bilmiyor olmam. Kalbim kırılıyor benim Emre. Çok kırılıyor hem de…” Gözlerinden geçen ifade, neden böyle davrandığımı artık anladığını gösteriyordu; zira onları kaçırması buna en büyük örnekti. “Hayatında neler değişti bilmiyorum. Sevip sevmediğin şeyler değişti mi bilmiyorum. Yıllarca neler yaptın bilmiyorum. Bu sadece basit bir yemek meselesi değil, bu çok daha fazlasının olduğunu gösteren şeylerden biri. Ben bu duruma gerçekten çok ama çok üzülüyorum. Ben tüm bu olanlara çok kırılıyorum. Ne zaman yokmuş gibi yapmaya çalışsam bir sözünle hatırlıyorum her şeyi ve kurtulamıyorum bu düşüncelerden. Sana sarılmak istiyorum ama bunu bile yapamıyorum ben Emre. Ben tüm bu olanları gerçekten aşamıyorum, kalbimdeki kırıklara söz geçiremiyorum.”

Ne zaman ben bağırsam o hep biraz sakin olan taraf olurdu ki kavga büyümesin daha fazla diye. Şimdi ne ben bağırıyordum ne de o bir şey yapabiliyordu. Kısık isyanıma karşı nasıl bir tepki vermesi gerektiğini kestiremiyordu. Sinirli olduğumda sinirimle baş edebiliyordu ama kırgın olduğumda altında kaldığını hissediyordu. Şimdi bakışlarının arasından geçen pişmanlık hissi de tam da bundan ibaretti.

Bir insan belki de en çok zamanı geri almak isterdi ama bir insan belki de en çok zamana elini süremezdi. İkimiz de bu andan ibarettik.

Emre kaçırdığı gözlerini tekrar gözlerimle buluşturduğunda “İster misin?” dedi fısıltıyla. Duraksadı. Ne demek istediğini anlamıyordum. Yüzüme baktı ve istek dolu bir tebessüm etti. “Yeniden tanışmayı.”

“Ama tanışmak bir kere olur,” dedim masum masum.

“Biz istersek iki kez de olur.” Israrcıydı sesi. “Zamanı geri alamam, Naz. Bunu ne kadar istesem de yapamam. Ama senden artık uzak da kalamam. Yeniden tanışsak, olmaz mı?”

Dudak büzdüm. “Bilmiyorum,” dedim kısık sesle. Ona hayır bile diyemiyordum. Evet diyemesem bile hayır da diyemiyordum. Emre benim kriptonitimdi.

“Peki bir şeyleri konuşmak ister misin?” dediğinde neyden bahsettiğini hemen anlamış ve gözlerimi ondan kaçırmıştım. Hazır değildim. Şimdi değildi, biraz daha zaman istiyordum, ona bunun nedenin şimdi söyleyemezdim ama zaman istediğimi anlasın istiyordum.

Eli saçlarımın arasına gitti. İstediğimi anlamıştı, bu yüzden konuyu değiştirmeyi tercih etti. “Gitmek dışında…” Sesi derindendi. Ona baktım. Saçları hâlâ ıslaktı. Bu kaşlarımı çatmama neden oldu. “Gitmek dışında ne istersin o zaman, merak ettiğimiz soruları birbirimize soralım mı? Mesela ben bugün neden işe gitmediğini merak ediyorum. Seninle ilgili çok şey merak ediyorum. Öğrenmeme izin verir misin?”

Başımı masumca sallarken dudaklarımı büktüm ve “Saçını kurutalım,” dedim. Ondan kaçamıyordum. Ne olursa olsun ben ondan asla kaçamazdım. Kin tutamazdım, reddedemezdim, hemen yumuşardım. “Kurutma makinesini getir bana.”

Tebessüm etti. “Sen mi yapacaksın?”

“Sen beceriksizsin.”

“Sen yapacaksan ben hep beceriksiz olabilirim.”

“Boş yapma da getir şu makineyi, içerideyim ben.”

Yanından geçtim ve onu arkamda bırakarak oturma odasına geçtim. Yaklaşık bir dakika sonra Emre elinde saç kurutma makinesiyle yanıma yaklaştı. Yüzündeki gülümseme ona yakışıyordu. Önümde durduğunda o uzatmadan makineyi elinden aldım. Koltuğa geçip oturdum, ona da önüme çökmesini işaret ettim. İkiletmeden dediğimi yaptı. Ben koltukta ayaklarımı bağdaş yapmış otururken, o da hemen önümde sırtı bana dönük olacak şekilde oturuyordu.

Makinenin fişini arkamdaki prize taktım. Düğmesine basmamla gürültülü bir ses çıkarması bir oldu. Sıcak mod ayarlı şekilde makineyi Emre’nin saçına götürdüm. Islak saçları arasında ellerimi gezdirirken makineyle de ısıtıyordum. Saçlarına dokunmayı özlemiştim. Yıllardır dokunmuyor olmak içimde yine buruk bir yara oluştursa da tekrar bu dokunma hissine kapılmak sanki o yaraya merhem sürüyor gibiydi.

Emre bir şey demedi. Benim üzgün olduğumu bildiğinden arsız esprileri şu an ortalıkta dolanmıyordu. Saçlarını kurutmak istememin bile bir kaçış olduğunun farkındaydı. Bir şeyleri yok saymaya çalışarak yine kendimi kandırmak istiyordum ve bunu başarıyordum da. Bu yüzdendi belki “Online toplantım vardı, ondan işe gitmedim bugün,” diyerek yanıtladım kapının önünde sorduğu soruyu. Yerinde kıpırdandı. Onu cevaplayacağımı beklemiyordu. Yüzünü göremesem de mutlu hissettiğine emindim. O mutlu olunca ben de mutlu oluyordum.

“Dışarı mı çıkacaktın peki?” diye sordu, makinenin sesini bastırarak. “Evde kalsaydın eşofmanlarını asla çıkarmazdın.”

Gözümü devirdim. “Her şeyi de bil.”

“Konu sensen, bilirim.”

Ben bilmiyordum ama. “Evet, dışarı çıkacaktım,” diyerek yanıtladım onu. “Bilgisayarımla parkta çalışacaktım ama bir tane koca bebek hasta diye tüm işlerim aksadı.”

Güldü. “Burada çalış,” diyerek fikir sundu. Ama hemen “Olmaz,” diyerek reddettim onu. Çalıştığım projeyi şu an ona söyleyemezdim. “Dikkatimin dağılmaması lazım.”

“Dikkatini mi dağıtıyorum?” Eğlenir gibi konuştu.

Bu kez inkâr mekanizmamı devreye sokmadım. “Dikkatimi dağıtıyorsun,” dedim onu onaylayarak. İtirafımla sanki nefesini tutmuş gibi hareket etmeyi bıraktı.

Başka bir şey demeden elimdeki makineyi saçları arasında gezdirmeye devam ettim. İşim bitmişti aslında, saçları yeterince kurumuştu ama elimi saçları üzerinden çekmek istemediğim için bu bahaneye sığınmaya devam etmek ediyordum. Saçları çok güzel kokuyordu, yumuşacıktı ve fazla dokunulasıydı. Fazla benim için gibiydi. Gibi de değil, öyleydi. Emre en çok ve tek, benim içindi.

Bir insanda aşkı gördüyseniz belki de en çok ona kıyamaz ve gardınızı alamazdınız. Benim durumum da tam olarak böyleydi. Evet, bir insan en çok sevdiğine kırılırdı, bundandı zaten en çok ona kırılmam. Bundandı bu hayatta bir tek ona paramparça olmam. Ama yine de en çok ondan kaçtığım halde yine ona tutuluyordum. Aşk bir fırtınaya dönüştüğünde ben onun yağmurlarında sırılsıklam oluyordum.

Aşkın adı dört harf.

Aşk ondan kaçmaktı.

Aşk ona sarılmaktı.

Ve aşk, onda kalmaktı.

İkimiz de saçları arasındaki elimi çekmemi istemiyor gibiydik ama o hastaydı ve bir şeyler yiyip içmesi gerekiyordu. Bu yüzden makineyi durdurup koltuğun üstüne bıraktım. “Kalk bakalım koca adam,” dedim omzunun üzerine dokunarak. “Yemeğini ye.”

Emre oturduğu yerden başını geriye doğru attı ve bacaklarımın üzerine yatırdı. Gözlerimiz buluştuğunda gülümsemesini görmek beni de gülümsetmek üzereydi. “Biraz daha saçlarımı sevsen ya.”

Yine inkâr mekanizmamı açtım. “Sevmedim saçlarını.” Sevmiştim.

“Yalancı.”

Kaşlarımı çattım. “Sensin yalancı, pişman etme beni!”

“Bari öp, öyle kalkayım,” dedi bana tersten bakmaya devam ederken. Başını konumu çok rahatmış gibi öyle duruyordu ama boynunun tutulduğuna emindim.

“Her elimi verdiğimde kolumu istemeyi bırakman gerekiyor artık,” dedim huysuzca.

O da huysuzdu. “Ben seni hep yanımda istiyorum ama.”

“O biraz zor,” derken elim yine saçlarına gitti. İstemsizce sanki avuç içlerim gitmek istediği yeri biliyormuş gibi davranıyordu.

Kaşlarını çattı. “O niye?”

“Ne niye?”

“Ben seninle evleneceğim.” Saçları arasında tekrar gezinmeye başlayan ellerim aniden durdu. Yine yapıyordu bunu. Pat diye söylüyordu.

“Sen benim sevgilim bile değilsin,” dedim alayla, alnının ortasına saçlarında gezinmeyen avucumla vurarak.

Alnının üstündeki elimi tutup kendine çekti. “O da olur güzelim,” dedi tuttuğu elimi öperek. Sonra birden beni kendine doğru çekti, öne doğru eğilmek zorunda kaldım. Yüzlerimiz yaklaştığın an yutkundum. Gözlerim tam dudaklarına baktığı için bir an onları öpme dürtüsüyle kapılsam da tekrar gözlerine odaklandım ama onun da bakışları tıpkı benim az önceki halim gibi dudaklarımın üzerindeydi.

Ardından gözlerime baktı ve iç çeker gibi “Seni seviyorum,” dedi. Fazla derinden, fazla net, fazla seviyormuş gibiydi sesinin her bir tınısı. İçime işledikçe kendimden geçtim. Az kalsın onu öpecek kadar kendimden geçmek gibi bir şeydi bu, ki bundandı dudaklarına biraz daha yaklaşmam. Sonra hızlıca kendime geldim. Ellerimi elinden çektim ve çabucak başını kucağımdan kaldırarak ayaklandım.

Ter basmıştı. Çekimine kapılmaya devam ettikçe içimde bir yerde kıvılcımlar beni alev alev yakıyordu. Gözlerimle etrafı taradım. Emre’den hariç her yana bakmaya çalışıyordum. Emre bunun farkındaymış gibi oturduğu yerden doğruldu ve yanıma yaklaştı. “Hadi gel,” dedi elimi tutarak, beni sürüklediğinde. “Yemek yiyelim.”

İki adım gerisinde onun beni sürüklemesiyle peşinden ilerledim. Ne elimi çektim ne de başka bir şey dedim. Mutfağa geldiğimizde beni yemek masasın yanına götürdü ve “Sen otur,” diyerek sandalyemi çekti. “Servisler benden.”

“Hastasın sen,” dedim, oturmasını işaret ederek. “Ben hallederim.”

“Abartma Naz, ölmüyorum ya.”

Kaşlarımı çattım. Sözlerini sevmemiştim. “Şunu bir daha dersen seni gebertirim,” dedim üstten üstten. Sonra çektiği sandalyeye yüzümden silmediğim sinirimle oturdum. Emre aptalı sinirlenmem hoşuna gitmiş gibi yanağımdan makas alarak yemekleri doldurmaya başladı. Yukarılardan tabak aldıktan sonra önce makarnaları koydu, sonra kaselere çorba koyarak masaya dizdi. Aslında salata da yapacaktım ama beni sinir ettiğinden tamamen unutmuştum.

Çatal kaşık ve bardakları da yerleştirdikten sonra Emre hemen çaprazıma oturdu. “Ellerine sağlık,” dedi bana bakarak. “Çok güzel kokuyor.”

Yemeğini işaret ettim. “Afiyet olsun.”

Bir süre ikimiz de sessizce yemek yerken Emre “İşlerin nasıl gidiyor?” diye sordu. “Uludağ’daki işin ne zaman açılacak?”

Tam emin olmadığım için dudak büktüm. “Yani… Sene sonu gibi düşünüyorlar. Büyük bir açılış partisi mi ne vereceklermiş. Poyraz Beycim geçen ayki toplantıda öyle demişti.”

Emre’nin kaşları havalandı. “Poyraz Beycim?”

Ne var bunda der gibi başımı salladım. “Otel sahibi.”

“Beycim falan? Deme öyle.”

Sırıttım. “Niye? Kıskandın mı?”

Tereddüt etmedi. “Evet.”

“Çorbamı içerken kaşığın üstünden ona baktım. “Adam evli, üstelik Serdar abimle aynı yaşta. Bayılma yani.”

Daha fazla kaşlarını çattı. Elindeki çatalı bırakırken “Yaşına kadar biliyoruz bakıyorum?” dedi homurdanarak.

“Adam bir dönem crushımızdı, bilelim bir zahmet.” Yüzümde zafer kazanmış bir gülümseme peydâh oldu. Sözlerim onu daha da çıldırtıyordu. “Naz!” dedi ağladı ağlayacak ses tonuyla.

Hiçbir şey olmamış gibi “Ne?" dedim onu yanıtlayarak, başımı salladığımda.

“Kıskanıyorum.”

Başımı omzuna yatırıp sırıttım. “Kudur.”

Sabır çekti. “Bu herif açılışa sizi de davet edecek mi?” diye sordu hayır dememi ister gibi. Biraz daha delirsin istediğim için “Evet,” diyerek yanıtladım onu yüzümde büyük bir gülümsemeyle. Bir zahmet çağırsındı da zaten. O projeye az beyin patlatmamıştım.

“O zaman ben de geliyorum,” diye atladı hemen.

Kaşlarım havalandı. “Kim demiş?”

Netti Emre. “Ben diyorum.”

Güldüm. “De madem.” Aslında onunla gitme fikri güzel olurdu. Sene sonuna çok vardı zaten. O zamana kadar onu süründürebilirdim. Bu fikre bayılmıştım!

“Dedim madem ve seninle geleceğim.” Uyarı dolu bakışlarla bana baktı. “İtirazlar kabul edilmemek üzere reddedilmiştir.”

“Aynen canım,” dedim eğlenerek.

Emre ansızın sırıtmaya başladı. “Aynen ne?”

Gözlerimi devirmeden edemedim. Onu o anlamda dememiştim. Tamam, gerçekten canımdı ama bunu ona söylemeyecektim. “Fırsatçısın biliyorsun değil mi?”

“Konu sensen, her şey olurum, Naz.” Gözlerime baktı. “Ama en çok aşık olurum.”

Gözlerimi kaçırdım. “Ol madem.”

“Oldum zaten.”

Ona bakmadım ama yüzümdeki gülümseme yine de büyüdü. Ardından tekrar ona baktım. Aklıma bir anda gelen şeyle yüzümdeki gülümsemeyi sildim ve konuyu değiştirerek kısık ve meraklı bakışlarımla “Peki sen?” dedim sorarcasına. “Ne zaman çalışacaksın yine? Yarınla birlikte iki gün de işte misin?”

Hayır desin. Hayır desin. Hayır desin!

Gözlerini kısa bir anlığna kaçırdı. “Bugün evdeyim zaten, yarın sabahtan gideceğim. Diğer gün de tüm gün nöbetim.”

Yüzüm düştü. “Tüm gün mü?” Ama o gün…

“Evet,” dedi ne var bunda der gibi. Çok şey vardı. “Tüm gün.”

“Peki madem,” derken sesimdeki üzüntü kırıntılarını saklayamadım. O gün 10 Mayıs’tı ve benim doğum günümdü. O ise tüm gün çalışacağını söylüyordu. Benimle ilgili her şeyi bildiğini söylerken şov yaptığı nasıl da belliydi. Resmen doğum günümü unutmuştu. Oysa ben o gitti diye dört yıldır doğum günlerimi bile kutlayamıyordum.

Sesimdeki üzüntüyü bile fark etmeden yemeğine devam etti. Zıkkım yesin. Hatta boğazında kalsın!

***

Saat öğlen beşe gelirken ofisten çıkmış, eve doğru yol alıyordum. Yolculuğum ve düşünme saatim aynı vakte denk gelince başımı metro camına yasladım ve kucağımdaki bilgisayara sarılarak derin düşüncelerle savaş verdim ve tabii ki o kazanıyordu. Projeyle ilgili hâlâ ne yapacağıma karar verememiştim. Bu gidişle hiçbir haltı kazanamayacaktım.

Dün Emre’yle yemek yedikten sonra bulaşıkları makineye dizdim, sonrada projeye odaklanmak yerine eve gitmek yerine oturdum onunla bir şeyler izledim. Film arasında ona zorla içirdiğim nane limona sürekli yüzünü buruşturdu. İçmemek için inat edince ballı zencefil de içirdim, ona da bir dizi söylendi. Eskiden de böyleydi, hastayken ona zorla yaptırdığım her şeye bebek gibi söylenirdi. Gerçek anlamda koca bebekti.

Peki şimdi nasıl mıydı? Sesi gayet iyiydi. Yatıp kalkıp bana dua etmeliydi. Ben olmasaydım kısık sesiyle ortalıkta gezmeye devam ederdi. Gerçi ben dün onlara gitmeseydim koca mal benim telefonlarımı açmamaya devam edecekti, bundan emindim. Konu benim endişelenmem olunca öfkemi umursamıyordu. Onun için bile endişelenmemi istemiyordu.

Metrodan inince eve doğru yürüdüm. Bir elimde bilgisayar çantam varken diğer elimle de telefondan maillere bakıyordum. Tanıdık kaldırımlarda ilerlediğimden pek önüme bakmıyordum.

“Kız Nazlı?” diye seslendi biri. Ayşe teyzenin sesiydi bu. Adımlarımı durdurdum ve yolun karşısına baktım. Ayşe Teyze ekürileriyle oturmuş yine çekirdek çitliyordu. Bugün babaannem aralarında yoktu. Halamla çarşıya çıkacaktı. Ayşe teyze ona baktığımda kaşlarını çattı. “Nerelerdesin kız, hiç yoksun ortalıkta?”

“Çalışıyorum be gençler,” dedim bilgisayar çantamı asık suratla onlara gösterdiğimde. “Süründürüyorlar beni.”

“Aferin aferin,” dedi Zekiye teyze hemen yanından. “Çalış böyle kuzum. Ele muhtaç olma.”

Zekiye teyzenin yanındaki Gülnihal teyze atladı hemen söze. “Kız seni abin ne zaman evleniyur? Elif kizum da pek bir cüzeldur da.” Abim ve Elif abla Semih’in düğününe el ele gidip bir de dans ettiklerinden artık herkes aralarındaki ilişkiyi biliyordu.

“Ne bileyim Gülnihal çiçeğim, abime kalsa, oho…” dedim elimi sallayarak ama aslında demek istediğim abim bu gidişle zor evlenirdi. Düğünde az kalsın kavga çıkaracağı için Elif abla delirmişti, dün gece Derin anlatmıştı. Elif ablayı zar zor konuşturmuş. Hadi ilk konuyu benim için olduğundan Elif abla bir yere kadar tolerans göstermiş ama bu sefer de abim sinirinden millete sataşmış, başkasının düğününde olay çıkarmasını hoş bulmuyordu. Kimsenin başkasının özel günün mahvetmeye hakkı yoktu. Ki ben de böyle düşündüğüm için o gün çekip gitmiştim. Olayın ertesi günü abim sözümü dinleyip çiçekle Elif ablanın yanına gitmiş. Elif abla da affedecekmiş zaten onu ama abim Elif ablayı okula gelen yeni bir öğretmenden kıskanınca adama ileri geri saymış, Elif abla biraz daha delirmiş. Adam meğer evliymiş. O gün bugündür abime kendine çeki düzen vermezse konuşmamaya devam edeceğini söylemiş. Yine de salak abimi çok seviyordu, bunu gözlerinde görebiliyordum.

Ayşe teyzenin yüzünde imalı bir sırıtış vardı. “Abinden önce seni veririz artık,” dediğinde gözleri kısa bir anlığına Emrelerin evine kayar gibi oldu. İmdat? Fark etmiş olamazlardı değil mi? Gerçi onlar mahallede ben hariç herkesi satarlardı da babam duyarsa adamın gireceği bunalımı düşünemiyordum.

Elimi istemem der gibi kaldırdım. “Ben almayayım,” dedim. “Zaten kariyer yapacağım.”

“İkisini de yaparsın sen kız, böyle uzun boylu biri pek bir yakışırdı yanına. Sonra bak, kaptırırsın çocuğu da hastanelik olursun maazallah. Yanlış doktorlara gitme.”

Anlamışlardı.

İmaya bak, bu kadın giderek kendini aşıyordu. Bundan aylar önce bana ve ona kardeş kardeş takılıyordunuz derken neredeydi bu cin bakışları? Resmen o dönem psikolojimi bozmuştu. Ama şimdi düşününce o gün de zihnim o kadar Emre başkasını seviyora odaklıydı ki ima yapılsa bile anlayamazdım. Kendime göre yorumlardım. O gün de bunu yapmış olmalıydı. Kardeş kardeş derken bilerek o kelimeyi kullandığını daha yeni fark ediyordum. O kız ne ayak öğrenmek istiyordu sadece. Başından beri benim Emre’yi sevdiğimin farkındaydı. Gerçekten inanamıyordum!

Ayşe teyzeleri geçiştirdikten sonra onlara veda ederek koşar adım evime gittim. Biraz daha kalsaydım her şeyi öteceğimden emindim. Boşboğazlık ruhumda vardı.

Apartmandan içeri geçip kendi katıma çıktığımda zile bastım. Kapıyı annem açtı. Tam içeri girmek için ayakkabılarımı çıkaracaktım ki beni durdurdu. “Ay kızım, şunu bir Nermin teyzenlere götürsene. İçli köfte yaptım, sever Emre oğlum.”

“Ya anne ya,” diye söylendim. Hiç halim yoktu. Biraz dinlenip dışarı çıkacaktım. Bugün Bensu’yla sözleşmiştik. Derin de gelecekti ama son dakika işi çıkmıştı.

Annem elimdeki bilgisayar çantamı aldı ve sırıtarak tabağı boştaki elimin arasına tutuşturdu. “Hadi güzel kızım. Hadi annesinin bir tanesi. İşim var benim.”

Böyle deyince kıyamıyordum işte. Oflayarak telefonumu cebime attıktan sonra “Peki peki,” dedim, Tabağı sıkıca tuttum. Bu Emre’yi bir gün dövecektim. Evde olmadığı halde onun için uğraşıyordum.

Apartmandan indim ve karşı daireye doğru yürüdüm. Tam Emrelerin ziline basacaktım ki apartmanın kapısı açıldı ve ikinci katta kalan Sevda abla dışarı çıktı. Onunla ayak üstü selamlaştıktan sonra hızlıca merdivenlerden çıktım ve Emrelerin evine doğru yol aldım.

Üçüncü kata yaklaştığım her adımımla bağırış sesleri işitiyordum ve her yaklaştığımda ses giderek daha da artıyordu. Çatık ve kısık kaşlarımla adımlarımı yavaşlattım ve Emrelerin kapısının önünde durdum. Ses onlardan geliyordu. Nermin teyze ve Hasan amca kavga ediyordu. Onlar tartışırken zillerine basmam doğru olmazdı. Bu yüzden arkamı döndüm ve geri dönmek için hareketlendim lakin istemeden kulak misafiri olduğum sözler, ayaklarıma asfalt dökmüş kadar ağırdı. Ayağımı hareket ettiremedim.

Yanlış duymuş olmalıydım. Ellerim titremeye başlamıştı. Böyle bir şey gerçek olamazdı. Hayır! Hayır! Hayır!

“Senin oğlun,” demişti Hasan amca. “Benim değil. O çocuk benim oğlum değil!” Nasıl değildi? Sinirlendiği için öyle demişti değil mi? Emre’ye çocukken de çok kızardı, ona her kızdığında Hasan amcaya bağırırdım. Hasan amca da beni sevdiği için başka bir şey demez, çekip giderdi. Ama Emre’den özür dilemezdi, çok üzülürdüm.

“Evet, benim oğlum!" dedi Nermin teyze fazla yüksek sesle. Sesinde kırgınlık vardı. “Ve ben oğluma yıllardır senin yüzünden hasret kaldım, bak Hasan, seni bir kez uyarıyorum. Bir daha oğlum hakkında tek bir kötü kelime bile edersen yirmi beş yıllık eşimsin demem boşarım seni. Sonra oğlum dua alır çeker giderim buradan, yüzümü bile göremezsin!”

Aklımı kaçırmak üzereydim. Ne demek Hasan amca yüzünden yıllardır hasret kaldım? Emre onun yüzünden mi gitmişti? Bu gerçek olamazdı. Hayır hayır, bu çok fazlaydı, çok ağırdı. Kabul demezdim bunu.

Gözlerimin önü bulanıklaşmaya başladığında elimin titremesine de mani olamadım. Nermin teyze ve hasan amca yirmi beş yıldır evliydiler ama Emre yirmi altı yaşındaydı, yakında yirmi yedi olacaktı. Emre onun yüzünden gitmişti. Emre bu gerçeği biliyor muydu?

Tartışma devam ediyordu ama söylenen kelimeleri üzerime binen yük yüzünden algılayamıyordum. Kalbim bir mengeneye sıkışmış gibi sızlıyordu ve sanki hiç geçmeyecekmiş gibiydi. Bu sözleri duyduğum için saatlerce ağlamak istiyordum, keşke öğrenmeseydim. Keşke böyle öğrenmeseydim.

Adımlarımı ağırlıkla evin tersi yönünde hareket ettirmeye çalıştım ama yapamıyordum. Adım atmayı bırak, nefes bile alamıyordum. Kendimi Emre yerine koymak bile çok kötüydü. Çok çok çok kötüydü. Ya o biliyorsa, nasıl dayanmıştı?

Kendimi daha fazla tutamadım. Yaşlar, çağlayandan akar gibi yanağımı ziyaret etti. Biri gidince bir yenisi geliyordu. Aklım almıyordu benim. Akıl alınacak şey değildi. Benim oğlum değil sözler bir çivi gibi beynime batıyordu. Bu gerçeği kabul etmedikçe biraz biraz çakıyordu.

Merdivenlerden indiğim sırada aşağıdan gelen bedeni görmemle elimdeki tabağı düşürmem bir oldu. Emre beni daha görmemişti ama kırılan tabak sesiyle gözleri hızlıca beni buldu. İlk fark ettiği şey ağlıyor olmamdı, kaşlarını çattı ve ikişer ikişer çıktığı basamakları yanımda bitirdi.

“Naz ne oldu, niye ağlıyorsun?” dedi endişe dolu sesiyle. Kolumu tutmak için uzandı lakin ona bu fırsatı veremeden kırılan camların üstünden geçtim ve koşarak aşağı indim.

Emre’nin peşimden geldiğini ve bana seslendiğini işitebiliyordum ama ona cevap vermeden hıçkırıklar içinde sokağın ortasında koşmaya devam ettim. Parka gidene kadar peşimden gelmeye ve bana seslenmeye devam etti ama durmadım. Durursam daha çok ağlardım.

Pilim tükendiğinde Emre bana yetişti ve kolumu tuttuğu gibi beni kendine çevirdi. Elleriyle yüzümü avuçları arasına aldı. Gözleri beni incelediği her saniye endişeyi kat kat giyiniyordu. Beni böyle dehşete düşmüş şekilde ağlayarak görmek onu korkutmuştu. Nedenini merak ediyordu. Peki ben ona nasıl derdim nedeni sensin diye?

Emre'nin parmak uçları yüzümün her köşesinde gezindi. Defalarca kez ismimi seslense de ağlamaktan ona cevap veremedim. “Naz, ne oldu Allah aşkına? Ne bu halin? Bir şey de artık. Biri mi bir şey dedi, biri mi bir şey yaptı? Bak korkutuyorsun beni.”

“Emre…” dedim hıçkırıklarımı susturmaya çalışarak, sesim titremişti. İsmini söylemek ağlamamı daha da arttırmıştı.

Emre anlatmam için başını salladı. “Söyle güzelim, neyin var?”

“Emre…” dedim tekrar ağlayarak. “Ben… ben bunu…”

“Sen ne?” dedi sorgular gibi ama biraz daha ağladığımda hızlıca parmak uçlarıyla yaşlarımı sildi. “Ağlama gözünü seveyim. Dayanamıyorum seni böyle görmeye.”

“Sen…” Gözlerine baktım. Dudaklarım birbirine bastırdım. İçimdeki ağlamalar bu sefer dudaklarımı titreştirdi. “Sen Hasan amcanın…"Yutkundum. "Sen Hasan amcanın oğlu değil misin?”

Emre’nin elleri bir anda yüzümden ayrıldı.

Duyduklarım gerçekti ve o bunu biliyordu.

Emre Hasan amcanın öz oğlu değildi.

BÖLÜM SONU...

***

Ne oldu ki şimdiii...

Bölüm boyunca eğlendim dedikten sonra son sahnede bombayı patlatırken benim arsızlık... Nazlı bebem doğum gününde yapmak istemezdim ama denk geldi napayım. Ama dua et, doğum günün olan bölümde öğrenmedin bu da bir şey dkgjsdlhfl

Ama yalan yok, ciddi ciddi eğlendim bu bölüm. İkisi de çok tatlıydı. Nazlı kızsa bile kıyamıyor. Saç kurutma kısmına ayrı düştüm. Kafamı karıştırıyorsun itirafı, tensel temaslar, Emre ve fire vermeden yürümeleri... Eşek herif.

Emre oğluşumun Poyraz oğluşumuu kıskanması dkjgsdkgjd Nazlı diyor adam evli evlii!!! İleride otel açılış partisi verirsek dört bebeme ortak sahne yazma perileri...

Neyse efenimler, bakalım bu gerçeklere nasıl tepki verecekler. Yeni bölüm diğer kitabımın bölümünü yazdıktan sonra yazarım da atanana kadar işe başladım, anca akşam nöbeti günlerimde veya boş izin günlerimde yazabilirim.

Umarım beğenmişsinizdir. Diğer bölümde görüşelim.

Esen kalın.

Bölüm : 10.05.2025 23:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...