
Selam selam selammm...
Uzun bir aradan sonra ben geldim! Nabersiniz?
Oldukça yoğun ve meşakkatli bir süreçten geçiyorum ve bölüm yazmaya pek vakit bulamıyorum. Daha fazla bekletmek için günlerdir klavyeyle can çekişiyoruz.
Bu kitap neyse ki dram türünde değil, yoksa benim bu kafayla hepsinin başına bir şey gelebilirdi, öyle bir ruh halindeyim ne zamandır...
Bölüm başı beni gerseler de sonlara doğru aşırı eğlendim. Hep böyle olun!! Başta bana sövmeyin tamam mı sojgjgdlfhf
Bu arada oldukça uzun bir bölüm oldu, neredeyse 11K kelime yazdım. Bölmedim de bölümü, rahatlıkla okuyun.
Neyse, daha fazla uzun tutmayacağım. Sizi bölümle baş başa bırakayım. E yorumlarınızı da bekliyorum çıtırından.
Keyifli okumalar...

20. BÖLÜM
İnsan kendini en çok hangi anlarda savunmasız hissederdi, bilmiyorum. Bildiğim tek şey; o anlar geldiğinde kaybolmak istedikleriydi. Kaybolmak ve bir süre bulunmamak.
Hayatım boyunca kendimi bu denli savunmasız hissettiğim başka bir an olmamıştı. Gözlerimin ardı kan çanağına dönerken yaşlar da ardı ardına yanağımdan aşağıya, yer çekiminin etkisiyle sıralanıyordu. Çaresizlik bir yılan zehri gibi bedenimi ısırdığında yaptığım tek şey kıvranmaktan ibaretti.
Onun değil, sanki benim kalbim sızlıyordu. Onun acısını iliklerime kadar hissediyordum ve bu konuda bir şey yapamadığım için canım çok fazla yanıyordu.
Yanmasın. Sevdiğim kimsenin canı yanmasın.
Onun canının yandığını hissettiğim her an benim içim kanıyordu.
Mayıs güneşi, gökyüzünde ağır ağır batmak için eğilirken kimsenin pek fazla gelmeyi tercih etmediği bu parkta ikimizden başka kimse yoktu. Ağaçların yaprakları ışığın altında parlıyor, hafifçe esen rüzgâr saçlarımızı dans ettiriyordu. Hava ne sıcak ne de serindi; ama benim kalbim kışa esir edilmiş gibiydi.
Emre hiçbir şey demedi. Gözlerinde geçen hüzün, zehirli bir ok gibi yüreğimin orta yerine saplandı ve ben okun ucundaki o zehrin beni biraz daha yaralamasına izin verdim.
Gerçekti. Emre Hasan amcanın oğlu değildi.
Hasan amca her zaman soğuk bir adam olmuştu, babamın bana ve abimlere yaklaştığı gibi Emre’ye yaklaştığına bir kez olsun şahit olmamıştım. Bunu her fark ettiğimde çok üzülürdüm. Çocuklar sevilmeliydi. Büyükler bunu göstermeliydi. Ama Hasan amca hiçbir çocuğa karşı sıcakkanlı yaklaşan biri değildi. Emre bu duruma üzülmesin diye onu daha çok severdim. Onunla zorla oyunlar oynardım, düşüncelerini başka yere çekmeye çalışırdım. Ben sırf o üzülmesin diye çok konuşurdum ki üzülmeye vakti olmasın.
Daha çocuktum o zamanlar. Babama “Hasan amca niye senin gibi değil?” diye sorduğumda bana verdiği cevap “Her baba sevgisini farklı gösterir, nazlı kızım,” demek olmuştu. Babam böyle bir şey söylediği için de ben de böyle olduğunu düşünmüştüm. Değilmiş ki. O adam Emre’nin gerçek babası değilmiş ki. Ondan mı bunca sene soğuk davrandı, ondan mı bunca sene okşamadı bir kere bile saçlarını? Ama çocuktu o. Çocukların ne suçu vardı ki? Anne baba olmak için kan bağına gerek yoktu. Olmamalıydı. Hiçbir sebep Emre’nin kalbini kırmasını haklı çıkarmazdı.
Emre’nin kalbi kırılmıştı. Benim kalbim ise onunkinden dökülen parçalarla çizilmişti. Gözlerime batıyorlardı. Canımı yakıyor ve daha fazla yaşın pınarlarımdan süzülmesine sebep oluyorlardı.
Emre gözlerinde hüzünle bana baktığında “Nasıl öğrendin?” diye sordu, sesi kısıktı. Bu beni biraz daha ağlattı. Üzülünce kısılırdı onun sesi bu kadar.
İnanamamış gibi "Aklım almıyor benim…" dedim, gözyaşlarıma boğulmuş sesimle. "Bu gerçek mi yani?”
Emre ellerini tekrar yüzüme doğru kaldırdı ve yaşlarımı sildi. “Ağlama, ağlayınca çirkin oluyorsun.”
Daha da ağladım. Bu durumda bile beni düşünmesi sinirlerimi bozuyordu. “Umurumda değil!” Bağırmıştım. “Beni düşünmeyi bırak artık! Şu an konu sensin! Söyle bana.” Burnumu çekip yüzüne baktım hüzünle. Sesim sonlara doğru kısılmıştı. “Ne zaman öğrendin bunu?”
Emre yaşlamı tekrar sildikten sonra gözlerini benden kaçırdı. “Çok oldu,” diye geveledi ağzının içinde, elini yavaşça yüzümden ayırırken. Ne kadar çoktu?
Dudaklarım titrerken dolu gözlerimle başımı omzuma yatırdım. “Kaç yıl?”
“On yıl.”
Bir hıçkırık daha firar etti dudaklarımın arasından. “Çok canın yanmıştır…”
On yıl çoktu. On yılın benimle geçirdiği altı yılında ben nasıl olur da anlamazdım? Belli etmiş miydi hiç? Yüzüme eğdim, saçlarım önüme düşmüştü. İç çeke çeke ağladım. Emre bir eliyle çenemi tutup kaldırırken diğer eliyle saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı.
“Senin ağlaman daha çok yakıyor canımı, Naz,” dediğinde parmaklarını yanaklarımda gezdirdi. “Üzülme. Ben bunu aşalı çok oluyor. Önemi yok tamam mı?” Gözlerime baktı, ağlama artık der gibi. “Sıkma sen canını.”
Gözümün teki seğirir gibi oldu. “Var!” dedim ağlayarak ellerini yüzümden ittirirken. “Önemi var Emre! Sıkarım da canımı! Onun yüzünden gitmişsin ya! Ya seni ben onun yüzünden görememişim bunca sene, ne demek önemi yok!”
Kaşları gergince havalandı. “Kim söyledi sana bunu?”
Histerik bir gülme kaçtı dudaklarımdan. Yüzümde gülümsemenin kırıntısı yoktu. “Şu an konu mu bu gerçekten?” Ellerim öfkeyle havalandı. “Konu benim neyi nasıl öğrendiğim mi!”
“Kim söyledi diyorum Naz? Nereden öğrendin tüm bunları?” Sesi sertti.
Sinirle saçlarımı çekiştirdim. “Duydum! Anladın mı, lanet olasıca kulaklarım istemeden de olsa kulak misafiri oldu her şeye! Keşke duymasaydım. Keşke böyle öğrenmeseydim! Keşke bunların hepsi bir yalan olsaydı! Ama değil. İnanamıyorum ya! Ben bu duyduklarıma inanamıyorum. Her şey kâbus gibi. Size geleceğim sırada annenle ba…” Yutkundum. Babası değildi. Gözlerimi kısa bir anlığına kapatıp açtıktan sonra kelimelerimi daha dikkatli seçtim. “Annenle o adamı tartışırken duydum.” Emre’nin yüzüne baktım. “Rahatladın mı şimdi? Rahatladıysan anlat artık bana her şeyi.”
Gözlerinin içinde bunu duymamdan hoşnut olmadığını belli eden bir ifade vardı. Başını belli belirsiz iki yana salladı. “Şimdi değil, Naz,” dedi ses tonunu sabit tutmaya çalışarak. “Sonra konuşalım, olur mu?” Cevap vermeme izin vermeden arkasını döndüğünde çabucak kollarından tuttum ve onu kendime doğru çevirdim.
“Hayır, şimdi konuşacağız!”
“Naz…” dedi zorlukla. “Zorlama.”
“Beni konunun dışında bırakamazsın artık!”
Kolunu yavaş ama keskin bir hareketle elimden kurtardı. “Seni konunun dışında bıraktığım yok. Sonra konuşalım diyorum.”
“Sonra konuşmak falan istem-” Lafımı bitiremedim. “Naz, bunları benden öğrenmen gerekiyordu!” diye bağırarak sözümü kesti. İrkilmiştim. Yerimden sıçrayacak gibi olsam da kendimi tutmaya çalıştım. Çok sinirliydi. “Onların çenelerini tutması gerekiyordu, bas bas bağırmamaları gerekiyordu!”
Göz pınarlarımdan birkaç damla yaş tekrar akmaya başladı. “Çok üzgünüm,” dedim çatallaşan sesimle. “Duymak istemedim, yemin ederim duymak istemedim. Keşke bunlar böyle olmasaydı.”
Emre yorgunca gözlerini kapattı. “Senin suçun yok,” dedi gözlerini açıp tekrar bana baktığında, sesi az öncekine nazaran biraz daha sakindi. “Sana yükselmek istemedim, asıl ben özür dilerim.”
Önemi yok der gibi başımı salladım. “Bana her şeyi anlat, Emre. Ne olur…” dedim yalvarır gibi. “Nasıl öğrendin, ne yaptı da gittin buralardan? Niye bana önceden söylemedin ki?”
“Öyle olması gerekti.”
Sözlerini anlamamış gibi tekrarladım. “Öyle olması gerekti.” Gözlerimden kırgınlık geçer gibi oldu. “Bu yani? Tek söyleyeceğin bu, öyle mi?”
“Öyle.” Yorgunca nefesini bıraktığında gözlerinin ardında başka bir duygunun olduğunu hissettim.
Kaşlarım çatıldı. “Neden yalan söylediğini hissediyorum?”
Emre gergince çenesini ovarken bakışlarından buradan kaçmak istediğini anlayabiliyordum. Bir şey vardı ve bana söylemiyordu. “O adamın babam olmadığını on yedi yaşımın başında, yine senin gibi onları bir kapı ardından bu konuyu tartıştıklarında öğrendim,” diye söze girdiğinde tüm kelimeleri kalbime saplanmak için siper alınmıştı ve ben hiçbirinden yara almadan kaçamamıştım. “Ben bir yaşımdayken annemle evlenmişler. Sonra da bu sokağa taşınmışlar. O günden beri de beni herkes onun oğlu olarak biliyor.” Dudaklarını ıslattı. Gözlerini özellikle bana değdirmemeye çalışıyordu. “Böyle işte,” dediğinde gözlerime baktı sonunda. “Tüm hikâye bu. Ben alıştım, artık umursamıyorum da. O yüzden Naz, sen de umursama bu konuyu.”
Duyduklarıma inanamıyordum. “Nasıl umursamam….” dedim çatallı sesimle, dudaklarım titriyordu. “Konu sensin, Emre. Ben bunu nasıl umursamam. Bana söylemeliydin. En azından bunu bana söylemeliydin. Bu yükle tek başına savaştığın için seni çok kötü dövmek istiyorum.”
“Canın sıkılmasın.”
Ellerimi göğsünün üzerine bastırdım ve “Sıkılsın ya!” dedim ağlayarak onu güçsüzce ittirdiğimde. “Sıkılsın benim canım! Seni görmedim ya ben! Dört sene bir kere bile duymadım ben senin sesini! Dört sene daha mı az sıkıldı sanki benim canım da senin canın sıkılmasın diyorsun şimdi? Böyle yaparak sıkmadın mı sen zaten benim canımı!”
“Hatalı olduğumun farkındayım.”
İstemsizce güldüm ama sahte bir gülümsemeydi bu. “Şaka mı yapıyorsun cidden, olan olmuş biten bitmiş, yıllar geçmiş, senin bir şeylerin şimdi farkına varman neyi değiştirecek!”
“Ne istiyorsun o zaman, Naz?” Bu sefer kaşlarını çatan oydu. “Olan olmuş, biten bitmiş neyi öğrenmek istiyorsun o zaman?”
“Niye gittiğini!” Çaresizce bağırdım. “Niye bana anlatmadığını, niye bunca sene beni hayatının dışında tuttuğunu?! Bunları öğrenmek istiyorum. Hakkım değil miydi? Önemsiz miydim bu kadar senin için?”
“Bazen hayat seni gitmek için zorladığında arkana dönüp bakmana izin vermez. Verirse gidemeyeceğini bilirsin. Dönüp baksaydım Naz, gidemezdim. Sana baksaydım gidemezdim.” Gözlerini kısa bir anlığına kapatıp açtı. Sözleri fazla netti. “Şimdiki aklım olsa keşke baksaydım derdim evet, bu yüzden hâlâ pişmanım ama o zaman böyle düşünmüyordum.”
“Dönüp baksaydın…” dedim zorlukla. “Seni kalmaya zorlayacağımı mı düşünürdün?” Gözlerini kaçırdı. Buna bir cevabı yoktu. Çaresizliği giyinen yüzümle yüzüne baktım. “Anlardım ki ben seni. Gel diye zorlamazdım. Ondan mı korktun, ısrar edeceğimi mi düşündün? Etmezdim ki,” dediğimde bir hıçkırık daha kaçtı dudaklarımdan. Çok üzgün hissediyordum. “Yemin ederim etmezdim. Ben gelirdim yanına.”
“Ben kaçmak istedim. Kendimi hiçbir yere ait değilmişim gibi hissediyordum.”
“Ben sana yuva olurdum.”
“Olurdun.”
“Niye izin vermedin?”
“Kendi hayatını yaşa istedim.”
“Sensiz bir hayatı hiçbir zaman istemedim.”
Yüzü düştü. “Biliyorum.”
“Bildiğin halde beni geride bıraktın.”
“Hayatını bana göre yaşamayı bırakman gerekiyordu.” Ani itirafı beni sarstı. Böyle mi düşünüyordu? “Farkında değildin ama her şeyi bana göre planlıyordun. Hastanelerden nefret edersin sen Naz, seni kan tutar ama sırf benimle okumak için sayısal seçip tıpa hazırlanmak istedin. Seni zorla vazgeçirmeseydim eminki kazanırdın da ama sonra mutsuz olurdun. Bu sadece yaptığın onca şeyden sadece bir tanesi. Sen tüm hayatını bana göre şekillendiriyordun. Mutlu olup olmayacağına bakmıyordun. Eğer gitme sebebimi öğrenseydin yine tüm hayatını bana göre şekillendirirdin. Bunu istemedim. Sana bu kötülüğü yapamazdım. Giray kaç kez söylemek istese de bu yüzden engel oldum.”
Son cümlesine kadar her kelimesini ağlayarak dinliyordum, beni düşünerek benden kaçmış olduğu gerçeği fazla ağır geliyordu, lakin son cümlenin beynimde yarattığı depremin etkisiyle titreyen işaret parmağımı havaya kaldırdım ve yüm konuşmayı bir anda kafamdan silerek “Bir saniye bir saniye,” diyerek araya girdim. “Abim biliyor muydu?”
Emre pot kırdığının farkına vardığı için alnına vururken ben hâlâ cevap bekliyordum. Sessizliği cevaptı aslında. Giray abim de biliyordu.
“Abime söyleyip bana söylemedin yani, öyle mi? Ben senin için herhangi biriymişim ya.”
“Saçmalama istersen. Beni dinlemiyor musun sen? Hem ben…”
Onu dinlemiyordum. Lafını bitirmesine müsaade etmeden üzerime binen öfkeyle gülmeye başladım. Ne derse desin, benim de bilmem gerekirdi. “Annem ve babam da biliyor de de biraz daha güleyim,” dedim alayla ama gözünü bir anda benden kaçırmasıyla bakışlarım donup kaldı.
Biliyorlardı.
Ayakta uyutulan tek kişi bendim.
Gözlerime hayal kırıklığı perdesi inerken adımlarım geri geri gitti. “Senin hayatındaki yerimi çok güzel gösterdin bana, gerçekten sağ ol ya,” dedim arkamı dönmeden önce. Başka bir şey söylemeden ilerlemeye başladım ama saniyeler sonra Emre’nin eli kolumu sardı ve “Naz,” dedi yalvarır gibi. “Gitme böyle.”
İlerlemeyi bıraktım ama ona da dönmedim. Kırgındım. Bir yere kadar onu anlamaya çalışsam da kırılmama engel olamıyordum. Haksızlıktı. Bana söylemesi gerekirdi, böyle terk etmemesi gerekirdi. Beni düşündüğünü sanarak yaptığı davranışları saçmalıktan başka bir şey değildi. Ben anlardım onu. Başta anlayamasam da sonra anlardım.
Emre yavaşça elini kolumdan aşağı doğru sürtüp parmaklarıma uzandı. Elimi tuttuğunda ona bakmamı sağladı. “Annenlere ben söylemedim. Onların bildiğini bile yeni öğrendim. Annemden öğrenmişler.”
Başımı hafifçe kaldırıp kızaran gözlerimi gözlerine değdirdim. “Abim biliyor, ona söylemişsin ama,” dediğimde gözlerini kaçırdı. “Tamam, bir yere kadar anlarım. Senin özelin. Bana anlatmak zorunda değilsin. Benim kadar bana yakın değilmişsin demek ki. Bunu da anlarım ama bana gelip seni düşündüm diyerek beni kandırmaya çalışma sakın. Beni düşünseydin bunca zaman gelmezlik etmezdin.”
Emre’nin sözlerimden hoşnut olmamış gibi yüz kasları kasıldı. “O nasıl söz, Naz,” dedi, kırgın gibi. Diğer elimi de tutup yüzünü bana doğru eğdi. “Sen benim çocukluğumsun, nasıl yakınım olmazsın. Seni kandırmıyorum. Seni düşündüm, yemin ederim ki seni düşündüm ama yanlış kararlar verdim. O zamanlar fazla toydum, çok sinirliydim, çok kırgındım. Fevri davrandım. Köpek gibi pişmanım. Aramızdaki bağı koparmak istemedim. Bir sene sonunda bazı şeyleri yok saymaya başladığımda seni tekrar görmek için gelecektim, en azında aramızdaki buzları eritecektim. Aylarca telefonlarımı açmadın. Belki beni görürsen biraz yumuşarsın diye düşündüm…”
Duraksadı. Dudaklarını ıslattığı sırada parmaklarımızı biraz daha kenetledi. Benim tek yaptığım gözlerine bakmaktı. Sözlerinin devamını merak ediyordum.
“Ama gelmedin,” diye devam ettim onun yerine.
Onun verdiği cevap daha farklıydı. “Sen gitmiştin.” Gözlerim kısıldı. Neyden bahsediyordu? “Başka üniversiteye geçmiştin,” diye devam ettiğinde gözlerim büyüdü. Ben İstanbul’a gittiğim için mi gelmemişti? “Buradan gitmişsin, sonunda hayatını kendine göre çiziyordun. Mutluydun.”
Hızlıca araya girdim. “Değildim!” diye bağırdım ellerimi ellerinden kurtararak. “Mutlu falan değildim! Anılarımızdan kaçmak için gitmiştim, çünkü canım yanıyordu!”
Yüzü asıldı. “Bunu düşünemedim. Giray hangi okula gittiğini söylediğinde boş günümde oraya geldim ve ben de senin gibi seni uzaktan izledim, gülüyordun. Mutlu görünüyordun. O yüzden mutlusundur sandım. Yanında çok fazla arkadaşın vardı. Seni yalnız görmediğim için en azından biraz daha rahatlamıştım. Eğer hayatına tekrar girersem eskisi gibi sadece benimle arkadaşlık edeceğini ve çevrendekilerden uzaklaşacağını düşündüm. Ya da bana kızgın kalacak ve üzülecektin. Yüzündeki gülümsemeyi silmek istemedim. Seni üzmek istemedim Naz ama böyle yaparak daha çok üzdüm. Bunun da farkındayım.”
Konuşması boyunca kıpırdayamadım. Gelmiş miydi gerçekten? Beni görmek için İstanbul’a kadar gelmiş ama görmemiş miydi? İşittiğim her kelimeyi idrak etmeye çalışıyor ama başaramıyordum. Zihnim bulanıyordu. Bacaklarımın beni taşıyamadığını hissettim. Zangır zangır titriyorlardı. Bu yüzleşme fazla ağır geliyordu. “Gelmeliydin,” dedim ağlayarak. “Gelmeliydin!”
“Gelmeliydim,” diyerek tekrar etti beni, pişman bir sesle.
“Ama gelmedin.”
“Çok üzgünüm.”
“Ben de çok üzgünüm Emre. Beni düşündüğünü söyleyerek beni hayatında geri plana attığın için üzgünüm, senin için üzgünüm, yaşadıkların, bana yaşattıkların için üzgünüm. Kalbimi her seferinde kırdığın için üzgünüm…”
Adımlarım geri geri gidiyordu. Daha fazla ağlamamak için alt dudağımı ısırıp durdum ama yine de yaşlarımın akmasına engel olamadım. Emre’nin gözlerinde gördüğüm çaresizlik ve pişmanlık kırıntıları beni daha fazla ağlatıyordu. Yanıma yaklaşmak istiyor ama sinirleneceğimi bildiği için yapamıyordu. Elleri sürekli bana uzanmak için hareketleniyordu.
Emre ellerini tekrar iki yanımda titreyip duran ellerime götürüp tuttuğunda “Naz yine uzaklaşma benden,” dedi yalvarır bir tonda. Bu sefer elimi geri çekmedim. “Dikme yine aramıza duvar, lütfen.”
Başımı iki yana salladım. “O duvarları sen diktin Emre,” dedim kesik kesik nefes alırken. “Sonra bir anda döndün, bir anda girdin yine hayatıma, bir anda beni sevdiğini söyledin. Daha duvarlarımızı yıkmadan yaptın hepsini. Yine de ayak uydurmaya çalıştım, kıyamıyorum ki sana. Ne kadar sinirli ve kırgın olursam olayım kaçamıyorum ki senden, hiç kaçamadım. Ama sen her seferinde aramıza benden bir şeyler saklayarak başka duvarlar diktin. Abime de sana da çok kızgınım. Beni düşündüğünüzü söyleyerek daha da kırdınız. Ya altı yıl nasıl sakladın sen bunu benden? Bir kez olsun söyleme düşüncesi geçmedi mi aklından? Anlıyorum diyorum ama yok… Yok yani, anlayamıyorum. Ben bu durumu bir türlü anlayamıyorum. Sen o zaman bana aşık değildin ama biz yine de seninle aile gibiydik, yere düşsem sen koşardın. Bir şey olsa gelip ilk sana anlatırdım. Sen niye ilk bana gelmedin?” Acı bir gülümsemeyle devam ettim. “Sonra bile gelmedin ki…”
Gözlerini kaçırdı. Bir şey söylemek istedi, ama sustu. Yine sustu. Hep sustu. İçimde bir şey koptu. Söyleyecek bir şeyi olsa da olmasa da susmasından çok sıkılmıştım. Sorun varsa konuşsun, konuşarak çözemeyeceğimiz şey yoktu ama o itinayla susmaya devam ediyordu.
Ona kırgın bakmaya devam ettiğimde o an için aklıma gelmemesi gereken bir şey geldi ve hızlıca ellerimi ondan çektim. “O…” dedim titreyen sesimle. “O biliyor muydu?”
Kimden bahsettiğimi anlamadı. “Kim?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
İsmini bile anmak istemediğim için oldukça kısık bir sesle “Eski sevgilin,” dedim. Kelimeleri söylerken bile kalbimin sızladığını hissettim. “Ona söylemiş miydin?”
Emre’nin kaşları çatıldı. Gökçe’den bahsetmemden hoşlanmamıştı. “Hayır,” dedi kısa ve keskin.
İnanmadım. “Yalan söyleme,” dedim üzgün bir tonda. Bir zamanlar onu seviyordu. Neden söylemesin ki? Bunun düşüncesi bile midemin kasılmasına neden olmuştu.
“Şu an saçmalıyorsun, Naz.” Ses tonu gergindi. “Sana söylemediğim bir şeyi ona söylemezdim.”
“Sevgilindi sonuçta.”
“Hata olduğunu söylemiştim ve sen böyle saçmalamaya devam edeceksen daha sonra konuşalım. Kalp kıracağız çünkü.”
Yutkundum ama yine de susmadım. “Daha ne kadar kırabilirsin ki sen benim kalbimi?” Çenemle onu işaret ettim. “Söyle şimdi bana, anlattın mı ona? Bir yıl sevgili kaldınız, biliyordur hakkında bir şeyl-”
“Naz yeter!” dedi birden. “Anlatmadım diyorum, neden anlamıyorsun?!”
“Çünkü sana inanmıyorum!” diye bağırarak cevapladım onu. “Bana hiçbir zaman dürüst olmadın.”
“Sana hiçbir zaman yalan söylemedim ben.”
Kahkaha attım. “Sen bana hiçbir zaman bir şey söylemedin ki!” Ona doğru bir adım attım ve gözlerinin içine baktım. “Şimdi sana bir şey soracağım ama bana doğruyu söyleyeceksin. Susmayacaksın.”
Sabrını sınadığım için bezgince nefesini bıraksa da konuşmam için beni işaret etti. “Sor.”
Önce kendimi hazırlamak için derin bir nefes aldım ama daha sonra düşüncelerim göğsüme bıçak gibi saplandığında dudaklarımın titremesine engel olamadım. Gözlerimin önü buğulandığı sırada “O seni aldattıktan sonra mı gittin?” diye sordum. Araya girecekti ama engel oldum. “Onun için gitmedin, tamam. Buna inanıyorum. Benim merak ettiğim şey o seni aldattıktan sonra mı Hasan amcayla sorun yaşadığın.”
Kaşları çatıkken başını salladı. “Nereye varmaya çalışıyorsun?”
“Cevap ver bana!” Sesim çatallaştı, sabrım tükenmişti.
Dudaklarını birbirine bastırdı. Alt dudağını ıslattı. Bir süre sustu ama ardından “Sonraydı,” diyerek sorumu cevapladı, ona eş zamanlı olarak gözlerini benden kaçırdı. Gözlerimde yine yaşlar birikti. Sorduğuma pişman olmuş gibi hissediyordum.
“Öyle bir şey yaşanmasaydı gitmeyecektin belki,” dedim kısık sesle.
Emre aniden gözlerini bana çevirdi. Gitmesini yine o kıza bağlamıştım. Doğru ya da yanlış, cevabının ne olduğuyla ilgilenmiyordum. Şu an için böyle hissediyorum ve bu düşünce bir yangın gibi içimde büyüyerek beni yaktığında öfkemle onu söndürmeye çalıştım.
Emre'nin alnındaki damarlar belirginleşti. “Bence sonra konuşalım,” dedi burnundan soluyarak. “Sen sinirlenince ne söylediğini bilmiyorsun çünkü.”
“Ne söylediğimin gayet farkındayım,” dedim parmak uçlarımda yükselip yüzüne yaklaştığımda. Kaşlarımın arasındaki kırışıklık biraz daha belirginleşti. Öfke tüm vücudumu ele geçirmişti. Bu yüzden pişman olacağımı bile bile sarf ettim kelimelerimi. “Eğer seni aldatmasaydı beni sevmezdin, değil mi? Bana aşık falan olmazdın. Onu sevmeye devam ederdin. Karşıma da yine onunla çıkardın. Hatta bana anlatmadığını gidip ona anlatı-”
Daha fazla konuşamama tahammül edememiş gibi lafımı böldü. “Yeter dedim, Nazlı!” dedi birden. Sesi fazla yüksek olmasa da sertti, afalladım. O an için yüzümde biriken tüm duygu selleri bir anda geri çekilmişti. Dudaklarım titremeye başladı.
Nazlı.
Bana Nazlı demişti.
O bana adımın tam haliyle seslenmezdi hiç ama seslenmişti şimdi.
Bana kırılmıştı.
Göz bebeklerimin önü buğulandığı sırada “Bilerek yaptın,” dedim fısıltıyla. “Kalbini kırdığım için bilerek böyle söyledin.” Ona doğru bir adım attığım an geri çekilen o oldu. Hareket etmeyi bıraktım. Ellerim havada asılı kaldı. Benden kaçıyordu.
Elleri boynuna gitti. Havanın sıcaklığı ve aramızdaki gergin çatışma boynunu ele geçirmiş, terlemesine neden olmuştu. Çıplak boynunda elleri kendini sakinleştirmek için gezindiğinde parmağındaki ıslaklıkları görebiliyordum. Keza ben de aynı durumdaydım. “Sana şimdi konuşmayalım demiştim!” dedi sinirle ellerini boynundan ayırırken. “Kalp kıracağız demiştim!”
Ben de bağırdım. “Sen bana hiçbir şeyi söylemiyorsun ki! Konuşmuyorsun bile!”
“Ben sana hep sustum Nazlı, evet.” Yüzüme baktı.
Adımla seslenmeye devam etmesi kalbimi kırıyordu. Başımı sol omzuma eğmiş, kalbimin kırık ritmiyle konuşmaya çalışıyordum. Sesim ağlamaya ramak kalmış bir tonla titredi. “Öyle deme,” dedim neredeyse fısıldayarak ama dinlemedi, devam etti.
“Çünkü sen beni hiç dinlemedin, hiç görmedin. Bana bir kez olsun bir şeyler sormadın. Sana kaç kez anlatmak istedim ama hep erteledin. Yine de tamam dedim, sustum. Hazır hissetmiyordur dedim. O hep bekledi, biraz da sen bekle dedim. Benden duy istedim. O yüzden bugün konuşmamalıydık, zamanı değildi. Hazır değildin!”
Gözlerim büyüdü, tüylerim diken diken oldu. Boğazımdaki düğüm büyüdükçe büyüdü. “Ben seni ne zaman dinlemedim, ne zaman görmedim!” dedim kendimi savunmaya geçerken.
Emre, ellerini iki yana açıp sonra yumruk yaparcasına geri kapattı. Yüzünü bana çevirdi, gözlerinde sitemle karışık bir yangın vardı. “Geldiğimden beri, benimle ilgili neyi merak ettin?” Dudaklarını büzerek güldü. “Ben söyleyeyim… Hiçbir şeyi. Bana tek bir soru sormadın. Bana olan kızgınlığın ve kırgınlığın o kadar fazlaydı ki aramıza benim koyduğumdan bahsettiğin duvarları bu duygularınla sen diktin.”
Gözlerinin arkasındaki kırgınlıkla tekrar bana baktığında kalbimin acıdığını hissettim. “Başkasının çocuğu olduğumu öğrendin ama gerçek babam kim, merak bile etmedin. Yaşıyor mu, ölmüş mü aklımdan bile geçmedi.” Gerçekleri yüzüme tokat gibi vurduğunda gözlerimi ondan kaçırmadan duramadım. Kafamın içinde hâlâ Hasan amcanın oğluydu o. Onun başka bir babası olduğu gerçeğini uzun bir süre kabul edebilecek gibi değildim. “Beni önemsediğini söylüyorsun ama kırgınlığın devreye girince sen beni önemsemeyi de bırakıyorsun. Ben bu dört senede ne yaptım, bilmiyorsun. Bunu da bir kez olsun sormadın. Niye döndüm, sormadın. Niye gittiğimin hesabını bile sormadın sen benden. Sen sormadıkça içinde biriktirdin, şimdi de bu tartışmayı yaşıyoruz!”
Bana kırgınlığı sandığımdan fazla büyüktü. Bir adım geri attım, ayaklarım çimenlere gömüldü sanki. Her kelimesi içimde bir yerleri paramparça etti. Birkaç saniyeliğine nefes almayı unuttum. Ama tüm suçu bana yüklemesine de dayanamıyordum artık. “Her şey benim suçum mu yani?!” dedim sesimi yükselterek. Parkın yanından geçen insanlar başlarını çevirip bize kısa bakışlar attılar ama hiçbirini umursamadım. “Ben mi getirdim her şeyi bu noktaya?!”
Emre siniri bozulmuş gibi güldü. “Konuyu başka yere çekme huyun var bir de böyle. Her şey senin suçun demedim. Hatta var ya… Tek suçlu benim. O evde sığıntı gibi yaşadığımı işitmek benim suçum, aldatılmak benim suçum; gitmek, dönmek, bir kalbimin olması ve onun seni sevmesi hepsi benim suçum. Tek suçlu benim. Tamam mı,” dedi başını bir kez sallayarak. Dudakları titriyordu. “Rahatladın mı! Rahatladıysan ben gideyim artık. Başka zaman konuşalım.”
Sözleriyle birlikte içime soğuk bir ürperti yayıldı, omuzlarım çöktü. “Sığıntı gibi mi yaşadığını söyledi sana?” dedim, sesim fısıltıya dönüştü. Dudaklarım aralandı ama cümlelerin devamı gelmedi. Gözlerimi kapatıp açtım. Öfkemin küle döndüğünde kalbimin tekrar ağırlaştırdığını hissettim. “Nasıl söyleyebilir böyle bir şeyi?”
Emre güldü yine ama bu sefer acı doluydu. “Boş ver. Zaten iki dakika sonra başka bir şeye kızar, unutursun. Benimle ilgili şeyleri merak etmek pek senin tarzın değil.”
“Fazla ağır konuşuyorsun şu an,” dedim kırgınlıkla, dudaklarımı ısırarak. “Ben seni hep önemsedim.”
“Öyledir muhakkak.” Benimle daha fazla tartışmak istemiyordu. Yaşadıklarına değil, bana kırılmış gibi bakıyordu. Sinirli olduğumda ne söylediğim farkında olmuyordum ben. O an için düşündüğüm tek şey kendi duygularım oluyordu. Onu önemsiyordum, ama gözlerime perde indiğinde kendimi bile göremiyordum.
Gözlerini üzerimden ayırmadan geri çekildi. Birkaç adım attı. Kalbim eziliyordu. Yine de daha fazla birbirimizi kırmamamız gerektiğini düşündüğüm için toparlanıp, "Bir yerde oturup sakince konuşalım mı?" dedim, sesi titreyen bir çocuk gibi. Bu cümleyi bana hep o söylerdi. Şimdi ise ben söylüyordum. Rolleri değişmiştik.
“Konuşmayalım Nazlı, sonra konuşalım.”
Nazlı… Adımı hâlâ ondan duymak istediğim gibi söylemiyordu. “Nazlı demeyi bırak artık!” diye bağırdım ağlamaklı bir tonda. “Ne kadar kırıldığını göstermek istediğinin farkındayım ama yapma, böyle yapma. Kendimi kötü hissediyorum.”
“Bana sinirlendiğinde böyle söylememi isteyen sendin.”
“Söylemeyeceğini biliyordum çünkü.” Yanlış biliyormuşum. Söyleyebiliyormuş.
Tam bir şey söyleyecekti ki ikimizden başka kimsenin olmadığı parkı Emre’nin telefon sesi kapladı. Gözlerini kısıp, dudaklarını araladı ama cümlesini tamamlamadan cebindeki cihaza uzandı. Ekrana bakmadan “Ne var?” dedi gergin bir sesle, telefonu cevaplayarak.
Bir süre sessizlik oldu. Telefonun ucundaki kişiyi duyamıyordum. Emre gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Yüzü yorgundu. “Gelirim... tamam,” dedi bezgin bir ifadeyle. Ardından telefonu konuştuğu kişinin suratına kapattı. Gözlerini kaçırmadan arkasını döndü ve hızla uzaklaşmaya başladı.
“Nereye?!” diye bağırdım ardından, sesim panikle çatlamıştı. Duymazdan geldi.
Peşinden koştum, kolundan yakalayıp durdurdum. “Bir cevabı çok görüyorsun ya... inanamıyorum!”
“Hastaneye gidiyorum,” dedi donuk bir ifadeyle. “İnanıp inanmamak sana kalmış. Bu konuda da yalan söylediğimi düşünüyor olabilirsin.”
“Abartıyorsun şu an,” dedim sinirle.
“Öyle olsun.”
Sinirlerim bozulmuştu. Resmen bana trip atıyordu. “Ben süreyim bari aracı, bu sinirle kaza yaparsın sen.”
Kaşları havalandı. “Sen nasıl dönmeyi planlıyorsun?”
“Senin arabanla.”
“Peki ben nasıl eve döneceğim?”
Bunu düşünmemiştim. Yine de omuz silkerek “Otobüsle dön,” diye fikir attım ortaya. Ben hep biniyordum.
Gülecek gibi oldu ama hızlıca kendini toparladı. “Kendim giderim,” dedi soğuk sesiyle.
“İyi,” dedim bezgince. “Defol git.” Kaşlarım çatılacak gibi oldu ama yine aklımın ondan kalacağını bildiğim için “Ama varınca mesaj at,” diye devam ettim.
Bir şey demedi, kafasını sallamakla yetindi. Ardından arkasını dönüp gitti.
Emre’nin arkasından bir süre öylece bakakaldım. Gidişiyle birlikte içimde bir boşluk oluştu; sanki göğsümün tam ortasından bir şey sökülmüş gibiydi. Güneş hâlâ gökyüzünde, ama sıcak değil; sanki her şey birden solmuştu.
Kimsenin uğramayı sevmediği bu parktaki boş bir banka oturdum. Rüzgâr hafifti, yapraklar çıt sesine bile tepki veriyor gibiydi.
Başımı ellerimin arasına aldım, dizlerime kapanarak yarım saat boyunca sessizce ağladım. Yüzümden süzülen yaşları silmedim. İçimde kalan onca cümle, o gözyaşlarıyla birlikte dökülüyordu.
O gitmişti. Ben ise hâlâ oradaydım. Yarım kalan her şeyin ortasında, sessizce kalakalmıştım.
***
Bensu hayvan gibi kahkaha attığında ben elimdeki bardağı kafamdan aşağı dikiyordum. Gülmesini bir türlü kesememişti. Biraz daha gülerse kızıl saçlarını zifte boyayıp sonra tek tek yolmayı ciddi ciddi düşünecektim.
“Gülme,” dedim ağlamakla karışık bir sesle. Yine güldü.
Gülmekten nefesi kesildiğinde önündeki bardaktan sakinleşmek için bir yudum aldı. Dudaklarımı büzmüş bir şekilde ona bakarken halim ona komik gelmiş gibi tekrar bir kahkaha attı. “Adınla seslendi diye saatlerdir ağladığına inanmıyorum.”
Garsonlardan birine içeceklerimizi yenilemesi için işaret yaparken “Dalga geçme!” dedim çatallı sesimle. “Bana kırıldığı için öyle dedi, çok üzülüyorum!”
Bensu’nun suratı ciddileşti. “Anlatsana aşko artık, geldiğimizden beri yaptığın tek şey ağlamak ve bana adımla seslendi demek. Adınla seslendiyse ne olmuş?” Bakışları mekanda gezindiğinde yüzü buruştu tekrar. Buradan hoşlanmadığını her haliyle belli ediyordu. “Hem biz niye meyhanedeyiz? Kafayı bulmak istiyorsan puba falan giderdik. Ne işimiz var kızım burada?!”
Bugün Bensu’yla buluşma planı yaptığımızda buluşma yerini normal bir kafe olarak düşünüyorken olayın meyhaneye nasıl geldiği ben de anlamamıştım. Telefonda nerede buluşalım dediğinde dudaklarımın arasından bir anda buranın adı çıkmıştı. Şu an ise hiç de pişman değildim. Sağlam kafam hiçbir halta yaramıyordu. Sadece sarhoş olmak ve kafayı dağıtmak istiyordum.
Söylenmeye devam eden Bensu'ya çenemle kapıyı işaret ettim. “Gitmek istiyorsan git,” dedim, sesim mayhoş çıkmaya başlamıştı. Yeni gelen rakıyı bardağıma doldururken ellerim titriyordu. Kafam yerinde değildi, içtiğim kaçıncı bardak olduğunu da sayamamıştım.
Bensu gözlerini devirdikten sonra elimdeki bardağı çekip aldı. “Şu haline bak,” dedi bardağımı yanındaki boşluğa bırakırken. “Bu kız kim ve benim arkadaşıma ne oldu?”
“Cenazesi kalktı,” dedim içli bir hıçkırıkla gülerken. “Bir Fatiha okursun arkasından. Ama burada okuma, çarpılırız falan. Ruhum rahata eremez sonra.”
“Saçmalamaya da başladığına göre işimiz iş.” Başını iki yana salladı ama sonra tekrar güldü. Sinirleri bozulmuş gibiydi. “Hadi anlat artık, kavga mı ettiniz siz enişte beyle?”
Çatık kaşlarımla işaret parmağımı kaldırıp ona doğru uzattım ve masaya hafifçe yaklaştım. “Enişte bey deme ona, bana bağırdı, kalbimi de kırdı.” Elimi yorgunca masaya bıraktım. “Ben de ona bağırdım, çok bağırdım hatta. Kalbini kırdım. Haklı yanları vardı ama öfkemden farkına varamadım. Gözüm dönmüştü.”
Bensu önündeki bardaktan bir yudum aldıktan sonra “Ne oldu?” diye sordu merakla. “Ne yaşadınız da bu raddeye geldiniz? Aşko daha düne kadar sarmaş dolaş değil miydiniz siz?”
Gözlerim doldu. “Anlatamam,” dedim boğuk bir sesle. Bu sefer içli içli ağlıyordum. “Onun özeli. Bir tur da bunun için sinirlenip bana Nazlı der, bok herif! Onu kel bırakacağım, o saçlarını var ya tek tek yolmazsam bana da Nazlı demesinler!”
Bensu birden “Kızım sen de bir karar ver, Nazlı desinler mi demesinler mi?” diyerek kahkaha attığında gözlerimi devirmeden edemedim.
“O demesin.”
“Derse ne oluyor?”
Sabırla dilimi şaklattım. “Kızım kör müsün?” dedim kendimi işaret ederek. “Görüyorsun işte ne olduğunu.”
“İki gramlık aklın kalmıştı, onu da içince kaybettin. Niye diyorum kızım, niye!”
Sesimin ağlamaklı çıkmasına engel olamadım. “Çünkü o bana hep Naz derdi.” Artık demeyi bırakmıştı. Bir daha demeyecek miydi? Sırtımı sandalyeye yaslarken gözümün tekrar dolduğunu önümün buğulanmasıyla anlamıştım. “Çocukluğumuzdan beri bir kere Nazlı demişliği yok. Kaç kez ona sinirlendiğimde ‘bana Naz deme,’ desem de söylemeye devam etti.” Burnumu çektim. “Bana Nazlı demesini istiyorsam kalbini fena halde kırmam gerektiğini söyledi, diğer türlü Naz demeye devam edeceğini özellikle belirtti. Benim de hoşuma gidiyordu. Bir tek o seslenir bana öyle. Başkasının demesine izin vermem. Bundan iki sene önce galiba…” diye devam ettim, geçmişe dalar gibi başımı hafifçe kaldırarak.
“Bir keresinde biri bana Naz dedi diye saatlerce ağladım. Caner zor susturdu beni. Sadece Emre’den duymak istiyordum bu ismi ve o da ortalıkta yoktu. Şimdi ise sırf tartışmaya daha fazla devam etmeyeyim diye gidip bana Nazlı dedi. Dayak istiyor.” Kaşlarım çatıldı. Yine sinirlerim bozulmuştu. Tartışma uzarsa sonradan daha fazla pişman olacağım şeyler söyleyeceğimi en iyi o biliyordu. Yine de beni susturmak için çok yanlış bir yol seçmişti. “Çok fena halde dayak istiyor hem de. Kendi de bok gibi hissediyordur şu an. İkimizi de bok gibi bir halde bıraktığı için koca bir alkış kendisine.”
“Nasıl bir tartışma yaşadınız siz? Bu raddeye nasıl gelmiş olabilirsiniz?”
Burnumun direğinin sızladığını hissettim. Önümdekinden yorgunca bir çatal alırken “Ben çok kırdım onu,” dedim cam gibi çatırdayan sesimle, her parçası sesime biraz daha kesik atıyordu. “Sormadım hiçbir şey. Hep kaçtım. Hep saklandım. Merak etsem de içime attım. Gururumun altında boğuldum. Oysa çok yarası vardı içinde, ben yine de erteledim bir şeyleri. Hep kendimi düşündüm.”
Bana sitemle “Ben sana hep sustum, çünkü sen hiç dinlemedin, görmedin, bir kez olsun bir şeyler sormadın,” dediğinde o an için bir şey diyemesem de düşündükçe ne kadar da haklı olduğunun farkına varmak zamanı geri aldıramıyordu bana. Onunla ilgili merak ettiğim o kadar soru vardı ki, yine de sormamıştım. O ise bulduğu her fırsatta bana sorular sorup durmuştu.
Bensu sessizce beni dinlemeye devam ettiği sırada onun önündeki bardağıma sinsice uzandım. Elimi fark etti ama engellemedi. Buna ihtiyacımın olduğunun farkındaydı. Bir yudum aldım. Sonra gözlerimi kısmış şekilde devam ettim. “Ama o da beni kırdı. Ben bilemezdim ki, ben böyle bir şey olduğunu tahmin bile edemezdim. Benden her şeyi gizledi, beni hayatının dışında tuttu. Kendimi onun hayatında yabancı biriymişim gibi hissetmeme neden oldu. Çok ağır konuştu. Ağır konuşan da bağıran da hep ben olurdum ama bu sefer o yaptı bunu. Ben böyle yaptığımda nasıl dayanıyordu ki?” Gözlerim masada dolandı, sonra kendi halime bakıp güldüm. “Baksana bana, götü başı dağıttım resmen.”
Bensu ne diyeceğini bilmiyormuş gibi tekrardan içeceğini yudumladı. “Anlattıklarından bir bok anlamadım aşko. Neyi tahmin edemezdin, neyi gizledi bilmiyorum, bildiğim tek bir şey varsa o da bu aşk işinin ne kadar boktan olduğudur,” dedi ümitsizce başını sallayarak. Bardağını tekrar masaya bıraktı. Kaşları çatıktı. “Düştüğün hallere bak.”
Başımı masaya koydum, yüzüm soğuk tahtaya değdiğinde ağlamaya devam ettim. Geldiğimden beri ağladığım için diğer müşterilerin tuhaf bakışları benim üzerimde gezinip duruyordu. Şimdi çoğu çakırkeyif olduğundan benim halimi sorgulamayı bırakmış, kendi dertlerine dönmüşlerdi.
“Adımla seslendi, nasıl ağrıma gitti, nasıl kırgınım…” diye mırıldandım ağlamaklı sesimle. Bana Nazlı demesini aşamıyordum. Sadece beni birileriyle tanıştırırsa tam adımı söylerdi, onun dışında hep Naz derdi. Hayatı boyunca bugün ilk defa Nazlı demişti. Çok üzülüyordum.
Bensu omzunun üzerine vurarak beni sarstı. “Başlayacağım şimdi senin aşkına ama,” dedi bezgince. “Ağlamana değer mi?”
Başımı yavaşça kaldırdığımda Bensu’yla göz göze geldik. Kaşları hâlâ çatıktı. Halimi beğenmediğini her halinden görebiliyordum. “Ben onu çok seviyorum,” dedim boğuk sesimle.
“Seviyorsan aranızdaki sorunu bitir o zaman, ağlayıp durma. Ağlayacaksan da bitir bu aşkı kafanda. Kendine zarar veriyorsun resmen.”
Sarhoşluğun etkisiyle kıkırdadım. “Aşk akıl işi değil canım.” Burnumun direği sızladı yine, tekrar ağladım. “Silemem onu kafamdan.”
“Ara konuş o zaman.”
Olumsuzca başımı salladım. “Asla aramam, bana bir mesajı bile çok gördü resmen, bok kafalı!”
Hastaneye vardığında bana yazsın diye özellikle tembihlememe rağmen yazmamıştı. Başlarım onun tribine yani! Hastanedeyim yazdıktan sonra boktan tribine daha sonra devam edebilirdi. Beni merakta bırakmak hoşuna gidiyordu. Ondan dönüş alamadıkça aklımı kaçırmıştım. Bir saat geçtiği halde bir şey yazmadığında ulaşabileceğim tek kişi olan Ayça’yı aramış ve utana sıkıla Emre’ye ulaşamadığımı ve Selim hastanedeyse ondan Emre’nin hastaneye varıp varmadığını öğrenmesini istemiştim. Neyse ki Ayça beni anlayışla karşılamış ve Selim’e sormuştu.
Aramamdan yaklaşık beş dakika sonra da Ayça’dan beyefendi hazretler hastaneye vardığını öğrenmiştim, vardığı halde bana bir şey yazmamıştı. Damarlarımda kol gezen siniri bir kenara bırakmaya çalışarak Ayça’ya içten bir teşekkür ettim ve telefonu kapattıktan sonra üstüme rastgele bir şeyler giydim. aynı sinirle evden kendimi attım. Şimdi de buradaydım. Saatlerdir yaptığım gibi ağlıyordum.
Bensu bezmiş bir şekilde nefesini bıraktı. “Aramıyorsun, konuşmuyorsun. yaptığın tek şey ağlamak. Bari üstünkörü anlat olayı.”
Bardağımdan bir yudum aldıktan sonra yüzümü buruşturdum. “Ben bunun gitme sebebi çok yanlış bir şekilde öğrendim,” diye söze girdiğimde Bensu bir anda “Ne!” diyerek çığlık attı. “Neden gitmiş, anlat hemen! Affedilmeyecek bir şey mi yaptı, ondan mı böylesin?”
Başımı iki yana salladım. “Anlatamam dedim ya, onun özeli.” Derin bir of çektim. Kendim bile hâlâ gerçeği kabullenemiyordum ki. “Affedilmeyecek şeyden ziyade paramparça olacağım bir şey var ortada. Ona üzüldüm. Aklıma geldikçe mahvoluyorum. Zaten bizim tartışma sebebimiz de gitme sebebi değil. Benim bambaşka bir şeye öfkelenmem.”
Başını salladı. “Neye?”
“Bak şimdi; ben bazı gerçekleri öğrendim ya, işte ikimiz de parkta konuşmaya başladık sonra. Tabii bunun öncesinde benim ondan kaçmam, onun peşimden koşması gibi minik detaylar var ama oraları geçiyorum. Neyse işte, ben başladım konuşmaya; tabii ağlıyorum. Ona üzülmekten kendimi yedim.”
“Eee…”
“Ben ağlıyorum, o beni teselli ediyor, buraya kadar her şey normal. Her zamanki halimiz. Ama sonra gitme sebebini abimin bildiğini ama bana söylemediğini bu salak ağzından kaçırınca benim şarterler orada tamamen attı.”
Bensu olacakları tahmin etmiş gibi dudaklarını ısırdı. “Büyük batırmış, sen çocuğun içinden geçmişsindir.”
“Hem de ne geçmek. O andan sonra kendimi kaybettim resmen. Aklıma ne geldiyse saydım.” Başımı üzgünce masaya doğru eğdim. Hatırladıkça ağlayasım geliyordu. “Dilimin kemiği yok benim, öfkelendiysem karşımda kim varsa hak getire. Ağzıma geleni sayarım. Ona da bu oldu. Şimdi bile söylediklerimin yarısını hatırlamıyorum. Aklım durdu benim. Hâlâ şoku atlatamadım resmen. “ Gözlerimi kaçırdım. “En sonunda da şey dedim…”
Bensu gözlerini kıstı. “Ne dedin?” diye sordu korkarak. Benden her şeyi beklerdi.
“O kız seni aldatmasaydı beni değil hâlâ onu seveceğini ve bana anlatmadığı her şeyi ona anlatacağını söyledim sinirle.”
Bensu’nun gözleri büyüdü. “O kız ne alaka aşko, onun yüzünden gitmedi demiştin.”
“Öyle zaten.”
“E o zaman?”
“Sinirden söyledim işte.”
Bensu önündeki mezeden bir çatal alırken bana sen aklını kaçırmışsın der gibi bakıyordu. “İyi bok yedin,” dedi dayanamayarak. “Eski sevgili mevzusunu açmana ne gerek vardı? Çocuk seni seviyor işte, neyi zorluyorsun sen?”
Ben de önümdekilerden tıkındım. “Bana anlatmadığı şeyi ona anlattıysa diye korktum, ne yapayım? Zaten hayatında biri olmasını sindiremiyorum hâlâ.”
“Senin de hayatında birileri oldu, Nazlı. Haksızlık ediyorsun şu an.”
Yüzümü buruşturdum. “Sen nasıl arkadaşsın ya, benim yanımda olman gerekiyordu!”
Bensu masanın üzerinden eğilip bana doğru uzandıktan sonra eliyle alnıma vurdu. “Senin yanındayım zaten salak,” dedi bıkkın bir sesle. “Ama bu gerçekleri de unutmaman gerek. Olaylara sadece kendi pencerenden bakmamalısın. Ona bakarsan çocuğun o kız dışında sevgilisi olmadı. Ben bir ara seninkileri saymayı bırakmıştım.”
“Çok sağ ol ya,” dedim alayla. “Öyle böyle değilsin yanımda, bir de olmasan ne yapardım!”
“Gerçekler aşko.”
“Her neyse işte; ben nasıl düzeleceğim, onu söyle sen. Benim kafa gitti şu an. Düşünemiyorum. Sarhoş oldum galiba, etraf dönüyor.”
“Kalkalım, bana geçeriz. Bu gece bende kal.”
Omzumu çocuklar gibi yukarı aşağı indirdim. “Gitmek istemiyorum…” Bir kolumun dirseklerini masaya yasladıktan sonra elimi çenem yasladım. Diğer elimin baş parmağı kadehin etrafında dolanıyordu. “Biraz daha içip onu unutmak istiyorum. Bugünü unutmak istiyorum.”
Bensu içmek için dudaklarıma uzattığım bardağı elimden almak için uzandığında hızlıca kendimi yana çevirdim. “İçme artık, bayılacaksın,” dese de onu umursamayıp omuz silktim ve bardağı kafama diktim.
“Böyle bir bok düzelmeyecek, haberin olsun.”
Gözüm dolsa da burun kıvırdım. “Umurumda değil.” Tekrar boş bardağı doldurdum. “Ya bana niye anlatmadı, aklım almıyor benim,” derken bardağı bıraktım. Sol elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. “Tamam, onun için de kolay değil ama benden altı yıl nasıl saklayabildi? Bir şey olsa ilk birbirimize gelirdik, o nasıl gelmedi?”
“Konuyu bilmiyorum ama belki sana bile anlatamayacağı içindir. Seni düşünmüştür.”
Kaşlarım çatıldı. “Böyle düşünecekse düşünmesin, abime anlattıysa gayet bana da anlatabilirdi.”
Bensu birden “Belki anlatmaya çalışmıştır,” diye bir fikir ortaya attığında istemsizce kasıldığımı hissettim. Çünkü sen hiç dinlemedin, görmedin. Olabilir miydi? Denemiş ama ben görmemiş olabilir miydim?
Olmamasını ümit ederek başımı iki yana sallayıp “Sanmıyorum,” dedim. “Her gün dip dibeydik. Okula bile birlikte giderdik. Olsa anlardım. Benimle okula gitmediği gün yoktu. Sadece bir kere beni beklemeden gitti diye bir hafta ona trip atmı-” Cümlemi bitiremedim.
Hayır.
O zaman öğrenmiş olamazdı.
Hayır, hayır, hayır! Fark edememiş olamazdım.
Emre geri döndüğünde ergenliğimde yazdığım günlüğümü yıllar sonra tekrar gün yüzüne çıkardığımı kimse bilmiyordu. Onunla ilgili unuttuğum bir şey var mı diye her kelimesini özenle okumaya önem göstermiştim. Bütün günlüğüm onunla ilgiliydi. Her günüm onunlaydı. O gittiğinde günlük tutmayı bile bırakmıştım. Şimdi ise geçen haftalarda on dört yaşında yazdığım yazılar zihnimde dört dönerken onunla okula gitmediğim o günü sanki tekrar yaşıyormuşum gibi hissettim. Onunla okula gitmediğim bu anıyı sayfalar boyunca yazmıştım Emre’ye ne kadar sinirlendiğimi ve o hafta ne kadar trip attığımı tek tek satırlara dökmüştüm. Ona nedenini sormamıştım.
Ona hiçbir şey sormamıştım.
On dört yaşındaydım. On yıl geçmişti.
Sayfalarda yazdıklarım gözümün önüne geldikçe yaşlarım istemsizce ardı ardına akmaya başladı. Eğer o zaman ona sorsaydım bana anlatırdı, anlatırdı eminim. Ama benim yaptığım tek şey ona sinirlenmek olmuştu. Yine öfkemi ondan öteye koymuştum ve bu hale gelmiştik. İnanamıyordum. Fark etmediğime inanamıyordum. Umarım yanlış düşünüyordum, doğruysa bunu atlatamazdım.
Bensu uzun bir süre sessiz kalmamdan sonra, yüzünde korktuğunu belli eden ifadeyle “Hey hey, ne oldu?” diye sordu çabucak yerinden kalkarak yanıma geldiğinde. “Niye ağlıyorsun böyle?” Elleriyle saçlarımı okşadı. “Seni böyle ağlattığı için o çocuk elimde kalacak, haberin olsun. Benden aldığı bütün artılar gitti şu an.” Yüzümü kendine doğru çevirip parmaklarıyla yaşlarımı sildi. “Hiçbir erkek, senin yaşlarına değmez. Ne kadar seversen sev, tamam mı?”
Yaşlarım silindikçe bir yenisi geldi. Mekandaki dramatik, arabesk kokan müzikler bana zerre yardımcı olmuyordu. Biraz daha ağlamama neden oluyordu. Başımı iki yana salladım. “Anlatmaya çalıştıysa ve ben dinlemediysem kendimi affedemem, Bensu…” dedim boğuk sesimle. “Canım çok yanıyor.”
“Şşş…” dedi tekrar yaşlarımı silerek. “Senin bir suçun yok. Herkes her şeyi anlamak zorunda değil. Fark etmemiş olabilirsin. Altı yıl falan dedin, aşko çocuktun o zamanlar. Bunun için kendine yüklenme sakın.” Gözlerimi içine baktı. Oldukça ciddi duruyordu. “Onunla mutlu olabileceksen elini tut, önüne bak; yok ben yapamıyorum, eskide takılıp kalıyorum diyorsan da onu bir kenara bırakarak ilerleyeceksin. Kendine bu kadar yüklenmen doğru değil. Önünde uzun bir yol var ve daha çok gençsin. Bir aşk uğruna kendini hırpalamayı bırak.”
Yüzüm Bensu’nun elleri arasındayken “Onsun yapamam,” dedim başımı hafifçe iki yana sallayarak.
“Yaparsın, dört sene çok da güzel idare ettin. Yine edersin. Ama dediğim gibi, geçmişe takılmayı bırakıp önüne bakabileceksen ikinize de bir şans ver. Bakamayacaksan da bu yolda ikinizi de yıpratma.”
Başımı belli belirsiz salladığımda ne için salladığımı o an için ben de bilmiyordum. Daha sonra Bensu yerine geçti ve benim derdime ortak olmak ister gibi içeceğini kafasına dikti. Neredeyse bir saat boyunca Emre’ye söylenip durdu. Ona ben de eşlik ettim. Sonrasında kafam iyice bulanıklaşmaya başladı. Tamamen sarhoş olmuştum, artık emindim.
Ağlamayı bıraktıktan sonra yine kahkaha attım. Beş dakikadır bunu yapıp duruyordum. Bensu daha fazla içmemi söylese de içmeye devam ettim. Başımı geriye yaslayarak herkesin bana bakmasını sağlayacak kadar büyük bir kahkaha attım. Sonra başımı eğdim ve kısık kısık ağladım, sonra da çalan şarkıya eşlik ettim.
“…Kapandı yaramız deşme diyorsun,
Ayrılık her aşkın kaderi deme.
Ben böyle bir kader istemedim ki,
Boynunu büküp de kabullen deme…
Deme düşme ocağına,
Geleceksin ayağıma,
Yüzün olmaz ki bakmaya,
Yaz bunu bir kenara…”
Bardağımı havaya kaldırdıktan sonra “Aç abi sesini biraz daha,” diye bağırdığımda Bensu çabucak ellerime uzanıp bardağımı indirdi ve avuç içiyle dudaklarımı kapatmaya çalıştı.
“Sus artık, ne olur,” dedi bunalmış bir sesle. “Eve gidelim.”
Dudaklarımı Bensu’nun elinden kurtardım. “Gitmiyorum!” diyerek bağırdım, omuz silkerek. Güldüm. Sonra suratım asıldı. “O gelecek buraya, bir mesajı bile çok gördü bana. Hemen buraya gelsin! Nerede benim telefonum!” Masayı inceledim. Üzerinde duran telefonumu görünce gözlerim parladı. “Aaa, buradaymış!”
Bensu halime daha fazla tahammül edemedi. “Ara o zaman!” Telefonumu işaret etti. “Aramazsan yemin ederim ben arayacağım artık. Gelsin, düzeltsin seni. Eski arkadaşımı geri istiyorum!”
Kıkırdadım. Gözlerim kararsa da bunu umursamadım. Telefonumu kısılıp duran ve sürekli bulanıklaşan gözlerimle açtım ve birden kendimi o numarayı ararken buldum.
Emre Körü Aranıyor…
Emre Alaca
Bugün kendimi hayatım boyunca en savunmasız hissettiğim anlardan birinde bulmuş ve bununla başa çıkamamıştım. Babam sandığım adamın babam olmadığını öğrenmek bile bu denli sarsmamıştı beni, o adam beni hiç sevmemişti zaten. Babam olmamasına zaman geçtikçe alışmış ve babam olmadığı için de mutlu olmuştum. En azından beni sevmemesinin sebebi vardı. Babam olup sevmeseydi kendimi daha berbat hissederdim.
Beni sarsan şey, Naz’ın tüm bu olanları bu şekilde öğrenmesi olmuştu, hazırlıksız yakalanmıştım. İkimiz için de zor bir yüzleşme yaşamak zorunda kaldık. Bu şekilde olmaması lazımdı, her şeyi böyle saçma bir şekilde değil, benden öğrenmesi gerekiyordu. O an için ne o hazırdı ne de ben. İkimiz de söylemememiz gereken kelimeler kullanmıştık.
Çok pişmandım.
Onun kalbini tekrar kırmak istemezdim ama yapmıştım. Kendimi berbat hissediyordum.
Bana kızmaya, hesap sormaya, bozulmaya hakkı vardı, bunun farkındaydım. Dört senedir ortalıkta olmadığım için ne yapsa hakkıydı. Ama onu o an susturmasaydım, daha sonra söylediği her şey için üzülecekti. Kendine kızacaktı. Naz, sinirlendiğinde ne söylediğini bilmiyordu. Sakinleşince de pişman oluyordu. Bu konuda bunu yaşarsa daha kötü hissedeceğini biliyordum.
Ben onu çok iyi tanıyordum.
Günlerdir hiçbir şey olmamış gibi yapmaya çalıştığının farkındaydım, hiçbir şey demedim. Ona ayak uydurdum. Onunla yakın olma hissi bile benim için inanılmaz bir duyguydu. Yan yana durduğumuz her an kalbim bir başka atıyordu. Bu duyguyu hayatım boyunca bir tek onunla yaşadığımı hissettiğim o an, aslında daha önce hiç aşık olmadığımı daha iyi anladım. Aşkın adı üç harf.
Aşkın adı Naz.
Bu yüzden sinirlendim. Ondan başkası yoktu aklımda. Kendi yerine başkasını koyamazdı, bunu kendi bile yapamazdı. Buna izin vermezdim. Kendini başkalarıyla kıyaslayamayacak kadar değerliydi, bunu anlaması gerekiyordu. Bunu anlamadığı için o an tıpkı ben de onun gibi kontrolümü kaybetmiştim.
Gökçe bu hayattaki en büyük hatamdı. Eğer beni aldatmasaydı da ayrılacaktık. İlişkimiz iyi gitmiyordu. Sonlanma şeklinin böyle iğrenç bir durum olması midemi bulandırıyordu sadece. Gerisi umurumda değildi.
Benim için sadece Naz vardı, ömrümün sonuna kadar da o olacaktı. Ondan hiçbir koşulda ve şartta vazgeçmeyecektim. Aramızdaki sorunları bir şekilde atlatacaktık, buna inanıyordum. Kırılmış olmam önemli değildi. Kıran Naz’sa kırılmak da başım gözüm üstüneydi. Şu an önemli olan tek şey onun kırılmasıydı ve bunu yine ben yapmıştım.
Şimdi ne halde olduğunu tahmin bile edemiyordum. Ona Nazlı dediğim için kendini kötü hissettiğine emindim. Beni kırdığını anlamasını istememiştim ama yine de söylemiştim. Öyle demek istememiştim. Bir anda dudaklarımın arasından çıkmıştı. Kendimi fazla savunmasız hissettiğim bir andaydım. Tartışmanın daha fazla devam etmemesi için birimizin susması gerekiyordu ve ikimiz de o an için susmuyorduk. Bizi sadece bu susturabilirdi ve ben de ikimiz için de kalp kıran o hamleyi yapmıştım.
Hastaneye gelene kadar kendime sövüp durdum. Vardığımda tartışmanın ilk gerginliği üzerimden gitmişti, o an düşündüğüm tek şey Naz’ın nasıl bir halde olduğuydu. Onun için şok bir gerçekle yüz yüze kaldıktan sonra kavgamız onu berbat bir hale sokmuş olmalıydı. Çabucak aracı park edip hastaneye ilerlerken telefondan ona vardığımı yazmak için tuşlara uzandım ama ekrana dokunmamla telefonumun kapanması bir oldu.
Şarjım bitmişti.
Şansımı sikeyim!
Koşar adım binaya girdim. Hastaneye gelme sebebim ameliyattı. İbrahim’in girmesi gereken ama önemli bir işi olduğundan bana kitlediği bir ameliyat için gelmiştim. Başka zaman olsa Naz’ın yanında olduğumdan kabul etmezdim. O an benim için bu ameliyat, içinde bulunduğum tartışmadan kaçış noktam olmuştu. Eğer kalmaya devam edersem tartışma uzayacaktı, daha fazla saçmalayacak, Naz’ın kalbini daha fazla kıracaktım. Bunu biraz daha yapmaya hakkım yoktu. Kavgayı bitirmek için bir anda kendimi İbrahim'in isteğini kabul ederken bulmuştum.
Ameliyat birazdan başlayacaktı. Hemen hazırlanmam gerektiğini biliyordum ama Naz’a da mesaj atmasam delireceğine emindim. Asistan odasına koştur koştur gitmeye başladım. Telefonu şarja takıp yazdıktan sonra çabucak ameliyata yetişirim diye düşündüm ama o an yolda İbrahim’e yakalanmış ve Hikmet Hoca'nın birazdan ameliyata gireceğini söyleyerek beni aksi yöne süreklemesine müsaade etmiştim.
Gitmeden İbrahim’e telefonumu uzattım. Şarja takmasını ve Naz’a geldiğime dair bir mesaj yazmasını belirttim. Beni onayladığında biraz rahatlayarak ameliyathaneye doğru koştum.
Günlük kıyafetlerimden kurulduktan sonra ellerimi cerrahi teknikle yıkadım ve ameliyathane kapısından içeri geçtim. Hemşire önlüğümü giydirirken aklım hâlâ Naz’daydı. İstanbul’a onu görmeye gittiğimi ona söylediğimde yüzünün aldığı hayal kırıklığından mütevellit duyguyu bir türlü gözümün önünden silemiyordum. Yanına gitseydim her şey nasıl olurdu bilmiyordum, hiçbir zaman da bilemeyecektim. Eğer okulunu değiştirmeseydi onu görmeye sık sık gelirdim bu şehre. Aramızdaki bağı tekrar sağlamlaştırmak için uğraşırdım ama o gidince kendine yeni bir hayat kurmak istediğini düşündüm. Benden bağımsız bir hayatta daha mutlu olabileceği düşüncesi beni onun yanına gitmekten uzaklaştırdı. Benim gittiğim âna kadar tüm hayatını bana göre şekillendirmesi bir yerden sonra kendimi kötü hissetmeme neden oluyordu. Eğer kendine yeni bir düzen kurduysa bunu onun elinden almayacaktım.
Bilemezdim ki. Onun bana aşık olduğunu bilemezdim. Onun her bakışını yorumlayabilen ben, nasıl olur da beni sevdiğini anlayamamıştım? Ona geçen yıla kadar en yakın arkadaşım gözüyle bakıyordum. Sürekli yan yanaydık, dip dibeydik. Ben onlara giderdim, o benim yanıma gelirdi. Her şeyi birlikte yapardık. Karşı cins gözüyle bir kez olsun bakmamıştım. Eğer baksaydım, çoktan aşık olurdum. Bazı şeyler belki o zaman daha farklı sonuçlanırdı. Böyle olmazdı.
Eldivenimi taktığım sırada Hikmet Hoca ameliyathane kapısından içeri girdi. Anestezi ekibi hastayı uyuturken Hikmet Hoca da önlüğünü giyiyordu. Beni gördüğünde neden burada olduğumu sorgular bir bakış atsa da bir şey demedi. Ameliyata başlamak için eline bistüriyi aldı. Bana baktığında aklımın başka bir yerde olduğunu fark etmesi “Ameliyata gelmeyeceksen, bedenini de çıkar içeriden,” demesine neden oldu. Bana karşı her zaman sıcakkanlı olan adam bile böyle soğuk bir tavır sergilediyse bir yerde yanlış yaptığımı anlamamak zor değildi. Ki normalde işe başladığımda tüm odağım hastalar olurdu. İlk defa böyle bir şey yaşadığım için kendimden utandım. Ardından özür dileyerek dikkatimi toparladım ve kendimi sadece ameliyata verdim.
Ameliyat boyunca bir daha aynı durumu yaşamadım. Hikmet Hoca’yı iyi asiste etmiştim. Ameliyat bitiminde Hikmet Hoca da bunu kanıtlamak ister gibi iyi iş çıkardığımı söyledikten sonra son dikişleri bana bırakarak ameliyathaneden çıktı. Dikişler bittikten sonra nenim de başka bir işim kalmadı. Anestezi ekibi hastayı uyandırırken ben de üzerimdekilerden kurtuldum. Gözetim için yoğun bakıma alınan hastayı gördükten sonra hemen asistan odasına geri döndüm. Telefonumu şarjda görmek rahat bir nefes vermemi sağladı. Buraya gelene kadar nefesimi tutmuş olduğumu yeni fark ediyordum. İbrahim’in bunu unutmadığına sevinmiştim. Son günlerde aklı beş karış havadaydı.
Ardından mesajları açtım. Naz sinirli olsa bile mesaj attıysam bir yanıt verirdi ama hiçbir şey görememek kaşlarımın çatılmasına neden oldu.
Ona atılmış bir mesaj bile yoktu.
İşte şimdi bitmiştim.
“Senin ben olmayan aklını sikeyim,” dedim sinirle ekrana bakarken. Naz’ın şu an kafasında neler kurduğunu tahmin bile edemiyordum. Delirmiş olmalıydı.
Kapı açıldığı sırada “Sen bir daha elime düşme İbrahim,” diye söyleniyordum ki “Ne kadar da sevgi dolusun kardeşim,” diyerek içeri girdi Levent. Üzerinde beyaz önlüğü vardı.
Kapıyı kapattığında onun bilgisi vardır diye söylediklerini es geçerek direkt sormam gereken soruyu yönelttim. “Ne işi vardı o piçin? O an sinirimden soramadım.”
Levent böyle bir şey dememi beklemediğinden odayı kaplayacak kadar büyük bir kahkaha attı. “Ben de diyorum, bu çocuk gelmeyi nasıl kabul etti diye. İbo reis date'e çıktı aga, bir kızla buluşacaktı.”
Kaşlarım çatıldı. Beni bunun için çağırmış olamazdı. “Umarım dalga geçiyorsundur, yoksa ben onu yakaladığımda ebesini si-” Cümlemi bitiremeden elimdeki telefon çaldı.
Güzelim arıyor…
Gözlerim başka bir kurtuluş yolu arar gibi kapandı ama yoku. “Bittim ben.”
Levent kimin aradığını merak ettiği için telefona uzandı ve yazılan ismi görünce hayvani bir şekilde sırıttı. “Vay… Güzelim falan…”derken kafasını salladı. “Ne oldu, ikna edebildin mi sonunda müstakbel yengemizi?”
“Ne iknası!” dedim sinirle. “Belamı sikecek şimdi.”
Levent’in kaşları hafifçe havalandı. “Ne yaptın lan!”
Ona cevap vermeyi es geçtim. Derin bir nefes aldığım gibi biraz daha açmazsam kapanacak telefonu cevaplandırdım. “Efendim,” dememe kalmadan “Görüyor musun köpeği, açmaya bile tenezzül etmiyor…” diyen sesini işittim. Sesi bir tuhaftı. Konuşurken harfleri yutuyordu.
“Naz…” dedim geçip bir koltuğa otururken.
Naz’ın sesi alaycıydı. Açtığımı fark etmişti. “Yanlış kişiyi aradım görüyor musun Bensuu… Naz diyor bana…” Kıkırdadı. “O kim oluyor tam olarak?” Bu sözü banaydı. “Birkaç saat önce kalbinin üstünden geçtiğiniz kişiden mi bahsediyorsunuz?”
Sarhoş olmuş gibiydi.
Çatık kaşlarla “Sen sarhoş musun, Naz?” diye sordum.
Çabucak “Değilim,” diyerek yanıtladı beni, ardından hıçkırdı. “Yani Naz sarhoş değil…” Uzun bir süre sırıttı. Sonra sesi kısıldı. Ağlıyor gibiydi. “Ama Nazlı galiba sarhoş.”
“Neredesin sen?” Bensu diye birinden bahsetmişti. Kızıl saçlı arkadaşıyla birlikte olmalıydı.
“Sana ne! Sen bana mesaj bile atmayan bir pisliksin. Sevmiyorum seni artık!” İç çektiğimi işittim. “Kendime başka sevgili bulacağım!”
Düşüncesi bile tüylerimi ürpertmişti. Yerimden çabucak ayaklandım. Kaşlarımın çatıldığını gören Levent ne olduğunu sormak için kaş göz işareti yaptığı sırada onu yok sayarak “Öyle bir şey olmayacak,” dedim bir hışımla. “Sen neredesin, onu söyle.”
“Sen öyle san. Koluma başkasını takacağım.”
“Naz. Sinirleniyorum bak.”
Güldü. “Sabahtan beri az sinirlendin zaten.”
“Neredesin?”
“Sana ne!”
“Yanında kim var?”
“Ondan da sana ne!”
“Naz!”
“Yanlış kişiyi aradınız diyorum! Naz diye biri yok burada!”
İleri geri sinirle volta atarken sonunda “Ver şunu bana,” diyerek onun elinden telefonu aldı bir başkası. “İçme artık diyorum şunu! Alo! Emre misin nesin sen de, enişte bey dedik bağrımıza bastık. Kızı getirdiğin hallere bak! Gel de al bunu buradan.”
“Versene bana ya! Bir şey diyeceğim!” Naz zorla ondan telefonu almaya çalışıyor gibiydi. Büyük bir kargaşa sesi işitiyordum. Arkadan da tuhaf tuhaf müzik sesleri geliyordu.
Bensu telefonu Naz’dan uzaklaştırmaya çalıştığı için sesi uzaktan geliyordu. “Bir dur yerinde Nazlı!”
“Neredesiniz siz?” diyerek araya girdim. O sırada Naz kendi kendine bağırarak bir şeyler söylüyordu. “O buraya gelecek, sözlerini yiyecek, paşa paşa dönecek ardından!”
“Özlüce'de bir meyhanedeyiz.”
Gözlerim büyüdü. “Meyhane mi?” İnanamıyordum.
“Ben de inanamıyorum burada olduğumuza, sonra sorgular mısın? Arap Şükrü’ye götürecekti beni, zor ikna ettim buraya! O yüzden çabuk gel! Adresi atıyorum şimdi.”
Afallamış şekilde “Tamam,” dedim. “Bekliyorum.”
Telefon suratıma kapandı.
Birkaç saniye boş gözlerle ekrana baktım. Levent beni dürtmeseydi biraz daha bakacağıma emindim. “Ne meyhanesi oğlum?” dedi merakla.
“Naz,” dedim kafamı kaldırıp ona bakarken. Gözlerimde hâlâ aynı şaşkınlık vardı. “Meyhaneye gitmiş.”
Levent bir anda “Ne!” diyerek kahkaha attı. “Çilingir sofrası mı kurmuş? Bizi niye davet etmedi lan? Şu ara tam ihtiyacım olan şey...”
Ona göz devirip “Şu İbrahim denen sik beyinliyi ara, çabuk gelsin,” dedim. “Zaten başka bir ameliyat yok. Siz idare edersiniz. İzin günümde ne bokuma geldim zaten onu da anlamıyorum.” Masanın üzerindeki son dakika İbrahim’e verdiğim arabamın anahtarını aldım. “Neyse ben gidiyorum. Beni yarın sakın aramayın, arayan olursa elimde kalır.”
“Yarın seninkinin doğum günüydü değil mi, beynimizi yedin kaç gündür. Korkma aramayız.”
“Evet doğum günü.”
Gece yarısına bir buçuk saat kadar bir zaman vardı ve Naz yirmi dördüne girecekti. Onun yeni yaşına bu şekilde girmesini istemiyordum. Levent’e başka bir şey söylemeden hızlıca odadan çıktım.
Asansörden inip hastaneden çıkana, oradan arabama geçene kadar meyhaneye gitme fikrinin aklına nasıl gelmiş olduğunu merak edip durdum. Bu kızın yapacaklarına akıl sır erdirmek bazen gerçekten imkansız olabiliyordu.
Naz. Nazlı değildi. Nazın kendisiydi. Başımın en ve tek tatlı belasıydı.
Nazlı Aladağ
Bir kuş. İki kuş. Üç kuş. Mini mini bir kuş konmuştur. Üçü de başımda dönüp durmuştur.
Böyle değildi sanki bu şarkı ya.
O zaman niye başımın üstünden üç tane kuş dönüyormuş gibi hissediyordum? Sanırım iki dakika önce ayağa kalkmak isterken başımı masaya çarptığım için oluyordu hepsi. Kafa travması geçiriyordum!
Bensu başımı ovarak “Yerinde dur dedim sana,” diye söylendi bilmem kaçıncı kez. “Gelecek işte, az sabret.”
“Gelecek gelecek de, bana bağırmaya gelecek,” dedim ağlamaklı bir sesle. “Gelmesin, vazgeçtim. Gitsin başka Naz bulsun kendine.” Gözlerimi kocaman açtım. “Bulursa onu gebertirim! Başkasına Naz diyemez!”
“Birincisi kimse sana bağıramaz, kapı gibi arkadaşın burada. İkincisi de sen de bir karar ver artık, iki saattir Naz demesin bir daha deyip duruyorsun. Beynimi yedin. Seninkinin gelince yapacağı ilk iş bana rapor yazmak olsun lütfen. Üç günlük izin istiyorum. Diğer türlü bu geceyi atlatamayacağım gibi.”
Dişlerimi göstererek sırıttım. “Benimki dimi…” Bensu ellerini saçlarımdan çekerken gözlerini devirdi. “Benimki geliyor, o da biliyor…”
“Sus artık ne olur.” Etrafına baktı. Herkes bana bakıyordu. “Senin yüzünden atılacağız şimdi. Gel, kapıda bekleyelim bari!”
Yerimden kalkmaya çalıştım. “Hayır!” derken tekrar yerime çöktüm. “O gelecek!”
“Geliyor zaten.”
Etrafa göz gezdirdim hemen. “Hani nerede?”
“Yolda dedim ya!”
Dudaklarım büzüldü. Gelmeyecekti. Bensu sussun diye öyle demişti. Kırılmıştı bana. Beni bir daha görmek istemezse ne yapacağımı bilmiyordum.
“Afrika’dan mı geliyor, nasıl yol bu!” Beş parmağımı açıp diğer elimle her birini “Asya, Avrupa, Amerika, Afrika,... Neydi neydi… Hah! Antartika!” diyerek ayırdım. Çatık kaşlarla sorgular biçimde Bensu’ya baktım. “Başka ne vardı?”
Bensu benimle daha fazla uğraşmak istemediği için eliyle alnına vurup karşımdaki yerine tekrar tünedi. “Şimdi de coğrafyaya başladık, mükemmel gerçekten! Beş dakika öncede gezegen sayıyordun ve fark etmedim sanma, Plüton’u da aldın aralarına. Plüton bir gezegen değil!” Sinirden güldüğünde ben de sarhoşluğun getirdiği etkiyle güldüm. Onu çıldırtmıştım.
Çocuk gibi omuzlarımı indirip kaldırdım. “Plüton’un suçu ne!”
“Gezegen olmaması!”
Başımı omzuna yatırıp dudak büktüm. “Neden değil?”
“Git onu da bilim insanlarına sor Nazlı, yeter ya! Bir daha sakın sarhoş olma sen, lütfen!”
Sırttım. “Sarhoş değilim ki…”
Başını ümitsizce salladı. “İyi ki değilsin, bir de olsaydın…” Dudaklarını ıslattığı sırada başını yan çevirdi. O an gözlerinin içinin parladığına yemin edebilirdim. Gözlerinde evren mi vardı? Bilim insanları bunu hemen araştırmalıydı! “Sonunda!” dedi bana dönerek. Baktığı yeri işaret etti. “Al, geldi. Lütfen artık onun başını ye. Beni rahat bırak.”
Elimi çeneme yaslayıp “Kim geldi?” dediğimde birden yanı başımda dev bir cüsse hissettim. Kısık gözlerle elimi çenemden ayırmadan başımı hafifçe kaldırıp yan baktım ve uğraşacak yeni birini bulduğum için yüzüme büyük bir gülümseme yerleştirdim ama sonra hızlıca onu sildim. “Yanlış gelmiş,” dedim önüme dönerek. “Naz diye biri yok.”
Bensu elini göğsünün üzerine koyarak “Aşko ben gidip ücreti ödüyorum,” dedi, bakışları Emre’yle benim aramda gidip geliyordu. “Siz ikiniz de ne yapıyorsanız yapın, tamam mı?”
Bir şey dememe fırsat bırakmadan Bensu çabucak yanımızdan ayrıldı. Yanımdaki “Naz,” deyip dursa da omuz silkerek ona bakmamaya devam ettim. Önümde diz çöküp boyumuzu eşitlediğinde başımı aksi yöne çevirdim. Bu sefer çenemi tutup yüzümü kendine çevirdi. Göz göze geldiğimiz sırada bakışlarında saatler öncesinden çok farklı bir ifade olduğunu gördüm.
Öfke yoktu, kırgınlık yoktu, sevgi vardı.
“Konuşmuyorum ben seninle,” dedim çenemle ileriyi işaret ederek. “Git.”
“Sen gelirsen giderim.”
Sustum. Gözlerim hâlâ kısıktı ve şimdi ondan bir tane daha görüyordum. “Yanındaki kim?” diye sordum biraz daha ona yaklaşarak. Emre istemsizce yanına baktı. “Kimse yok,” dese de ısrarımı sürdürdüm. “Var işte! Hatta senden daha yakışıklı!” Aynılardı. “Onu istiyorum ben. O bana bağırmaz!”
İki Emre’nin de kaşları da aynı anda çatıldı. Vazgeçtim. Öbürü de bağırırdı. “Başkasını isteyemezsin!” Sözlerine sırıtırken başımı geriye yatırdım.
“İsterim,” dedim eğlenerek.
Ama o eğlenmiyordu. “İzin vermiyorum.”
“Senden izin istemiyorum. Ben bana Naz diyecek başkasını bulurum.”
Eliyle burun kemerini sıktı. “Özür dilerim, tamam mı,” dese de sakin bir sesle, onu duymazdan geldim. “Öyle söylemek istemedim. Birden çıktı ağzımdan.”
Kaşlarım alayla havandı. “Aynen canım.”
Emre gözlerini masada gezdirdi. Boş içecekleri fark ettiği her saniye kaşları biraz daha çatılıyordu. “Ne kadar içtin sen?” diye sorduğunda sol işaret parmağımı dudağımın üzerine götürüp düşünür gibi yaptım. “Bilmem,” dedim dudak bükerek. Sonra sırıttım. “Çok içtim galiba, kafamda kuşlar uçuyor.”
“Bana sinirliysen gel kafamı kır, bu kadar içmeye ne gerek vardı?”
Burnumu kırıştırdım. “İçi boş, kırılmaz.”
Sırıttığını işittim. “Seninle dolu, ondan yapamadın.”
Parmaklarım yavaşça havalandı ve şakağının üzerinde gezindi. Minik dokunuşlarım arttıkça kaşlarım çatılıyordu. Parmaklarımı şakaklarından ayırdım ve elimin tersiyle kapı çalar gibi kafasına üzerine vurdum. Sesi duymak için biraz daha yaklaştım. Tekrar vurduğumda Emre sessizce bekledi, ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyordu. Bir kez daha vurdum ve yine ses duymayınca “E boş bu,” dedim çatık kaşlarla. “Ses yok.”
Geri çekildim. Emre’ni hayrete düşmüş şekilde bana bakmasını umursamadım. “Gerçi boş teneke dolu çalardı değil mi?” diye sorarken oldukça ciddiydim. “Ses olmadığına göre dolu olmalı.” Rahatlamış şekilde nefesimi bıraktım. “İyi bari, boş kafayla sana hasta emanet edilmezdi yoksa.”
Emre birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. “Şaka yapıyorsun değil mi?”
Başımı iki yana salladım. Benim yerime “İnan bana yapmıyor,” diyerek Bensu konuştu. Hemen karşımda dikildi. “Yine nasıl bir şey yapmaya kalktı?”
Emre inanamamış gibi “Kapı çalar gibi kafamı çaldı, Ses gelmediği için de az önce içinin dolu olduğuna karar verdi,” dediğinde Bensu kahkaha attı. Onun için bu söylediğim oldukça normal geliyordu.
“Bardakla yaptığı dertleşme faslından sonra hiçbir şeye şaşırmıyorum artık.”
Bardak içi boş diye üzülmüştü! Ben de kalbim dolu diye üzülüyordum. O yüzden dertleşmemizde hiçbir sorun görememiştim ama onlar bunu anlamıyordu. Yanaklarımı şişirerek Bensu’ya baktım. Öyle gördüğüm için “Senden de iki tane var,” dedim ama Bensu bu söylediğimden hoşlanmamış gibi çabucak araya girdi.
“Ne münasebet!”
Yine de direttim. “Var işte,” dedim yanındaki kızıl kafayı işaret ederek.
İki Bensu da saçlarını geriye doğru savurdu. “Benden bir tane daha yok aşko.”
Emre bezmiş bir şekilde koluma dokundu. “Artık gidebilir miyiz?”
“Güle güle sana.”
Kaşlarını çattı. “Sen de geliyorsun.”
“Hiç de gelmiyorum.”
Bensu araya girdi. “Dinlemesene şunu,” dedi benim için. Arkasını dönüp sandalyenin üstündeki çantasını aldı. “Onu dinlersek sabaha kadar burada kalırız.”
Emre Bensu’yu başıyla onayladı. Ben ne demek istediğini bu kafayla tam olarak anlayamadığım için bir şey demesem de saniyeler sonra birden kendimi Emre’nin kucağında bulduğumda şaşkın bakışlarla ikisine baktım. “Oha uçuyorum!”
“Kanatların var ruhunda aşko.”
Emre halime yandan bir gülüş atarak yürüdüğünde ben de Bensu’nun aklıma soktuğu şarkının nakaratını söyledim. “Karanlıkta yanabilirim, boşlukta durabilirim. Düşmem ben, kanatlarım var ruhumdaaa!”
Bensu masadan birkaç eşyamızı daha alarak bizim peşimizden geldi. Çıkışa gelene kadar Emre’nin kucağında uçuyormuş gibi ayaklarımı salladım. İnmek için kanatlarımı sallamaya çalıştım ama bir şey hissetmedim. “E ama ben inemiyorum, bozuk bu kanatlar,” desem de ikisi de bana bir şey söylemedi. Yüzümü buruşturdum. “Siz de bozuksunuz. İkinizi de geri dönüşüme atıp sizden başka bir tane alacağım.”
Bensu gözünü devirdi. “Sabah kendine geldiğinde bu halini konuşmayı zevkle bekliyor olacağım.”
Onu Emre cevapladı. “Hiçbir şey hatırlamıyormuş gibi yapacak.”
“Ben kendimdeyim zaten!”
Emre’nin ağzının kenarında hafif bir gülümseme belirdi. “Görebiliyorum güzelim.” Halimden hoşnutmuş gibi duruyordu. Sanki her halimi seviyormuş gibi bakması kalbimde minik kıpırtılar oluştursa da hiçbir tepki vermedim. Onun bana böyle içi gidiyormuş gibi bakmasını seviyordum. Bir daha kavga ettiğimizdeki gibi bakarsa toparlanamam gibi hissediyordum.
Bensu’ya yandan bir bakış attı. “Naz böyle eve gidemez,” dedi ne yapacağını bilmiyormuş gibi. Halimde hiç de bir şey yoktu. Yine de babam beni böyle görürse kalpten gidermiş gibi geliyordu.
“Bende kalacak zaten,” diyerek yanıtladı onu Bensu. “Annesine mesaj attım.”
Emre rahatlamış gibi başını salladı. “Neyle geldiniz?”
“Benim arabamla.” Çenesiyle ileriyi işaret etti. “Ben önden gideyim, sen de onunla arkamdan gel. Diğer türlü ben onu bu halde eve sokamam. Apartmanı başıma indirir.”
Emre bunu yapacağımdan eminmiş gibi “Tam onluk hareket,” dese de ikisini de ciddiye almadım. Hâlâ hissetmediğim kanatlarıma aşağı inmesi için iç sesimle komut vermeye çalışıyordum.
Daha sonra Emre beni arabasına doğru götürdü. Bensu yanımızdan ayrılacağı sırada “Çantamı aldın mı!” diye bağırdım Emre’nin omzundan ona doğru. “Servet ödedim ona! Çantamı istiyorum.”
Bensu elindeki çantamı kaldırdı. “Aldım, Nazlı. Aldım. Sus ve o araca bin artık!” Arkasını dönüp gitti. Emre’yle baş başa kaldık. Bana bakıp gülümsedi ve ilerlemeye devam etti.
“İnanılmaz tatlısın şu an.”
Sırıttım. “Ben hep tatlıyım.”
“Öylesin.”
“Beni seviyor musun?” Merakla yüzüne baktım.
İç çeker gibi “Çok…” dediğinde istemsizce kalbimin kıpır kıpır olduğunu hissettim.
“Ya…” Elimle saçımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. “Ben de seviyorum seni.”
Emre bir anda ilerlemeyi bıraktı. Gözlerini birkaç kez kırpıştırarak “Ne dedin?” diye sordu doğru duyup duymadığından emin olmak ister gibi. Neyine şaşırdığını anlamamıştım.
“Seni seviyorum dedim. Ne var bunda?”
Belimdeki eli kıpırdandı. Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında “İlk defa sesli bir şekilde söyledin bunu,” dedi fısıldar gibi. Dudaklarından çıkan nefes tenimi okşuyordu. “Sen hep sarhoş olsana ya.”
Dudak büktüm. “Sarhoş muyum ki?”
“Değil misin?” Kaşları havalandı.
Sırıttım. “Öyleyim galiba.”
O an birden bir korna sesi geldiğinde yerimden sıçrayacak gibi oldum. Neyse ki Emre beni tutuyordu. “Hey siz!” dedi tanıdık ses. Emre arkasını döndüğünde Bensu’yla göz göze geldik. “Romantizminizi başka zaman yaşayın, evime gitmek istiyorum artık.”
Emre gözünü devirdi. “Arkadaşım an itibariyle kara listemde.” Bensu’nun ânı bozmasından hoşlanmamışa benziyordu.
Omuz silktim. “Merak etme, sen de onun kara listesindesin. Bütün gece sana sövdü.”
Emre bu konuda bir şey demedi. Beni yavaşça yere indirdikten sonra dengemi sağladığıma emin olduğu gibi arabanın kapısını açtı ve ön koltuğa oturmama yardımcı oldu. Kapımı kapatır kapatmaz aracın etrafından dönerek kendi yerini aldı. Kemerimi takacak bir kafada olmadığımı bildiği için bana yaklaşıp benimkini taktı. Kendisininkini de taktıktan sonra aracı çalıştırdı.
Yol boyunca elerim sürekli arabanın üzerindeki tuşlara gidip durdu. “Bundan istiyorum,” dedim neyi gösterdiğimi bile bilmeden. Emre bir eliyle direksiyonu çevirirken diğer eliyle beni durdurmaya çalışıyordu. “Alırız Naz, rahat dur lütfen.”
“Tamam,” dedim sırıtır gibi. Sonra başka bir tuşa bastım. “Bu da çok güzel. Bunu da al.”
Emre beni durdurmak için uğraştıkça bu hareketime devam edeceğimi anladığında ne halin varsa gör der gibi beni bıraktı. O beni durdurmayınca tuşlarla oynamak sıkıcı geldiği için ben de geri çekildim. “Emre…” dedim ona bakarak, oldukça merakı bir sesle.
Omzunun üzerinden bana baktı. “Efendim güzelim?”
“Ben bir uzaylı olsaydım… Yine de beni sever miydin?”
Boş boş baktı Emre. “Bu nereden çıktı?”
“Cevap ver!”
“Sen uzaylı olsaydın biz tanışmazdık.”
Kaşlarımı çattım. “Yani sevmezdin.”
“Öyle bir şey demedim.”
“Peki solucan olsam sever miydin?”
Sorularıma anlam veremiyordu. “Sen niye solucan oluyorsun?”
“Neden mantıklı cevaplar arıyorsun!” Suratımı buruşturdum. “Severdim diyecektin! Ama doğru, sen sevmiyorsun artık beni.” Gözlerim dolmaya başlar gibi oldu. “Bağırdın da zaten bana, unuttum sanma. Konuşmuyorum seninle bir daha.”
Gözlerini kaçırır gibi oldu. “Özür dilerim.”
Yüzüm düşer gibi olsa da hiçbir şey olmamış gibi kendimi toparladım. “Emre?” dedim yine, sorar gibi. Yüzümde yine gülümseme vardı.
“Efendim güzelim?”
“Güzel miyim gerçekten?”
Kırmızı ışıkta durduğuna yüzünü bana doğru eğdi. “Çok güzelsin,” derken sanki bu dünyadaki en güzel kadın benmişim gibi söyledi bunu. Bir eli saçlarıma uzandı. Parmaklarımı saçlarımda gezinirken gözümü kapatma isteğiyle dolup taşsam da yapmadım.
“Yeşil yandı.”
Anlamamış gibi bana baktı.
Çenemle lambayı işaret ettim. “Yeşil yandı yeşil!” Neyi ima ettiğimi anladığında gülerek önüne döndü. Ama eli hâlâ saçlarımın üzerindeydi. Yüzümü buruşturarak elini saçlarından uzaklaştırdım. “Benden yanmadı o yeşil ışık, uzaklaş.”
“Sen hep kırmızı yan.”
Başımı merakla yan yatırdım. “Niye?”
“Hep sende kalırım.”
“Yeşil yaksak gideceksin yani?”
Araç düz yolda ilerlemeye ettiğinde onun bakışları benim üzerimdeydi. “Hiçbir koşulda gitmem.”
Sözlerine inanmak istedim. “Söz mü?”
“Söz.”
“Gökkuşağına dokunana kadar kalacaksın değil mi?” Çocukken söylediğim masumluk vardı üzerimde. Evet dese inanacaktım.
Ama o farklı bir cevap verdi. “Gökkuşağına dokunsam bile kalacağım.”
***
Gözlerim kapalı bir şekilde havada süzüldüğümü hissettim. Uykunun kollarına kendimi ne zaman bıraktığımı bilmiyordum ama şu an bulunduğum tanıdık kolun uykuya ait olmadığına emindim.
“Kaçıncı kat?” diye fısıldadı erkeksi ses.
“Üç,” dedi bir başka ses. “Ne zaman uyudu?”
“Birkaç dakika önce.”
Asansör sesi işittim. Sonra yine beni taşıyan beden hareket etti. Sonra durdu. Birkaç saniye içinde üçüncü kat denen sesi işittiğimde kapı açılma sesi de arkasından geldi. O süre zarfında kimse konuşmadı. Yine hareketlenme oldu. Bir kilit sesinden sonra çelik bir kapı açıldı.
“Buyur,” dedi kadın sesi, Bensu'ydu bu. İçeri geçti beni taşıyan kişi. Birkaç saniye geçtikten sonra tekrar durdu ve beni yumuşak bir şeyin üzerine bıraktı.
“Ne yaptın bilmiyorum ama onu bir daha böyle görürsem seni fena benzetirim,” dedi tehditkâr bir ses. “Gözlerindeki ışığı söndürmeye hakkın yok. Dünyanın en tatlı insanıdır Nazlı. Ne kadar deli dolu olsa da fazla saf ve temiz kalpli birisidir. Onu kırmana izin vermem, duydun mu?”
“Onu bana anlatma. Benden daha iyi kimse tanıyamaz onu.”
Güldü Bensu. “Belli, kaç saattir ağladı senin yüzünden. Bu gece de senin eserin, bunu unutma. Bütün gece kendini suçlayıp durdu, ne yaşadınız bilmiyorum ama onun çocuk halini suçlamasına sebep olduğunu bil.”
“Nasıl yani?”
Yine güldü Bensu. “Onu çok iyi tanıyorsun ya, kendin çöz.”
Uzandığım yerde kıpırdanmaya başladım. Bir el saçlarımda geziniyordu. Ele uzandım ve tanıdık teni parmaklarım arasında gezdirdim. “Gitme,” diye fısıltı çıktı dudaklarımın arasından. Gözlerimi usul usul araladım. Tepemde aşık olduğum yüz dikiliyordu. Tüm içtenliğimle ona gülümsememi gönderdim.
“Ben odama geçiyorum,” dedi Bensu. Ardından Emre'yle beni işaret etti. “Siz ikiniz de… Sakın evimde sevişmeye kalkmayın.”
Anında gözlerim açıldı. “Ama onunla evlenmedim ki daha…” dedim uykulu ve sarhoş bir sesle. “Hem burası çok rahatsız edici.”
Bensu kahkaha attı. “Sabah sana bu söylediklerini hatırlatmak için can atıyorum! Yüzündeki ifadeyi görmek için tüm servetimi ortaya koyabilirim!”
“Sen fakirsin.”
“Benim arabam var. asıl sen fakirsin.”
Gerçek bir arkadaştı. “Sokakta koyacak yer yok diye almadım!”
“Aynen.”
“Defol.”
“Burası benim evim!” Bunu tamamen unutmuştum.
Emre araya girdi. “Tartışmayı bırakacak mısınız?”
Bensu’yla aynı anda konuştuk. “Sen karışma!”
Kural bir: Bir kadın tartışmasına asla girmeyeceksin. Günün sonunda kadınlar bir olur, olay da senin başına patlardı. Emre bunu fark ettiği gibi çenesini kapadı.
Daha sonra Bensu odasına gitti. Benim kafam hâlâ kendinde değildi. Sabah başımın fena halde ağrıyacağını iyi bilsem de şu an bunu umursayacak bir kafada değildim. Tek istediğim şu an için yanımdaki adamla konuşmaktı.
Emre’nin yanıma oturmasını sağladım. Ellerinden tuttum ve hafifçe yerimden doğrularak dirseklerimi dizine yasladım. “Özür dilerim,” dedim yüzümü yüzüne yaklaştırarak. “Seni fark etmediğim için.”
Böyle bir şey söylememi beklemediği için bir süre şaşkın gözlerle bana baktı. Ardından başını iki yana sallayıp “Asıl ben özür dilerim,” dedi. “Seni kırmak isteyeceğim son şey bile olamaz.”
Başımla onayladım. “Biliyorum.” Ellerim avuçları arasında gezindi. “Konuşmaya devam edersem daha kötü şeyler söyleyeceğimi, sonra da bunun için kendime kızacağımı bildiğin için söyledin öyle.” Parmaklarım parmakları arasında gezindi. “Ama yine de kırıldın bana, bunun farkındaydım.”
Çabucak “Önemi yok,” dese de “Var,” diyerek araya girdim. “Senin kalbinin de önemi var.”
“Abine ben söylemedim.” Nefesini bıraktı, yorgundu bakışları. “O adamla son tartışmamı duydu, öyle öğrendi. Duymasaydı sana söylemeden ona da söylemezdim.”
Gözlerimde büyük bir pişmanlık yer edindi. Ona bağırıp çağırmayı bıraksaydım, dinleseydim bu raddeye gelmeyecektik. “Bana anlatmaya çalıştın ama,” dedim daha da pişman bir şekilde gözlerine bakarken. “değil mi?”
Ne demeye çalıştığımı anlamak ister gibi gözlerimi kıstı. “Yıllar önce, sana trip attığım o hafta öğrendin değil mi? Okula o yüzden bensiz gittin. Bende aptal gibi sormak yerine sana bağırıp çağırdım.”
Gözlerini kaçırdı Emre. Bir şeylerin bu kadar çabuk farkına varacağımı beklemiyordu. “Çocuktun. Anlamaman normaldi Naz. Kendini sakın suçlama.”
“Ama sen de çocuktun. Nasıl baş ettin bir başına?” Sesim titredi.
Bir elimi bıraktı ve saçlarımı okşamaya başladı. “Sen hep benim yanımdaydın. O bir haftadan sonra yine bana güldüğünde ben her şeyi unuttum.”
“Ben üzülmeyeyim diye öyle söylüyorsun.”
Parmakları yanaklarıma doğru uzandı. Bir süre orada oyalandı. “Kendini suçlama. Senin hiçbir suçun yok. Ben bugün biraz saçmaladım. Ben anlatmasam nasıl bileceksin? Senin sormanı beklemeden de her şeyi sana anlatabilirdim. Sorgulamazdın. Sadece üzülme istedim. Ama yine de üzdüm seni. Beni affedebilecek misin?”
Başımı yorgunca salladım. Ben onu çoktan affetmiştim. Ne yaparsam yapayım ondan uzak kalamayacağıma emin olduğumda yapmıştım bunu. Onun bir daha benden gitmesini istemiyordum.
Parmağımı kaldırıp uyarı dolu bir şekilde ona uzattım. “Bir daha bana bir şey söylemezlik yapmak yok.” İtiraz etmesine müsaade etmeden kaşlarımı çattım. “İşin ucunda benim üzülmem bile olsa bana her şeyi söyleyeceksin.”
“Sen de bana söyleyeceksin.”
Tebessüm ettim. “İşime gelir.”
Bilmez miyim der gibi sırıttı. “Seni seviyorum.”
Bu sefer hafif ayık kafayla söyledim ben de ona bunu. “Ben de seni seviyorum.”
Biraz daha ona yaklaştım. Yüzümüzün arasında yalnızca ince bir mesafe kalmıştı. O mesafeyi her saniye biraz daha azaltıyordum. Emre hareket etmeden durdu. Elimi yanağına götürdüm. Onun eli benim yanağımda gezinmeye devam ederken, benim elim de onun yüzünü keşfediyordu. Diğer elimiz birbirine kenetliydi. Yüzümü her saniye biraz daha ona yaklaştırıyordum. Uzun zamandır yapmak istediğim şeyi isteyen yanımı bu kez susturmak için çabalamadım.
Emre, sonunda hareketsiz kalmayı bıraktı. Yüzünü bana doğru eğdi. Saniyeler sonra, o hamleyi yapan ben oldum. Dudaklarımı Emre’nin dudaklarıyla buluşturdum.
Önce ürkek bir temas vardı aramızda. Birkaç saniye ikimiz de bu anın gerçek olup olmadığını sorguluyor gibiydik; dudaklarımızı kıpırdatmadan öylece kaldık. Sonra ilk hamleyi yapan o oldu. Dudaklarını benim dudaklarımın üzerinde hareket ettirmeye başladı. Ona eşlik ettim. Sanki uzun zamandır buna ihtiyacım varmış gibi, fazla özlem içeren bir tutkuyla karşılık veriyordum ona.
Ortamın loşluğu beni biraz daha cezbetti. Nefeslerimiz birbirine karışmaya başladı. Dudaklarımızı bir saniye bile ayırmadan öpüşmeye devam ettik. Kalbim göğüs kafesimden çıkacakmış gibi atıyor, sanki tutulduğu kişininkine sarılmak için çırpınıyordu. Keza onunki de aynı durumdaydı.
Parmaklarım kendi iradem dışında hareket ediyormuş gibi saçlarında gezinmeye başladı. Teni avuçlarım arasında yanıyormuş gibiydi. Parmak uçlarım saçlarından boynuna kadar uzandı.
Emre birleşen ellerimizi ayırdı ve öpüşümüzü daha da derinleştirmek için iki eliyle de yüzümü avuçları arasına aldı. Parmakları yanağımın her köşesinde geziniyordu ve dokunduğu her şey cayır cayır yanıyordu.
Ben devam etmek isterken Emre dudaklarını usulca benden ayırdı ama aramıza fazla mesafe açmadan alnını alnıma yasladı. “Kendinde değilsin,” dedi nefes nefese. Devam etmek istese de kendini dizginlemek için uğraşıyordu. Alnımızı ayırıp dudaklarına bir öpücük daha bıraktım.
“Kendimdeyim,” dedim fısıltılı bir tonda.
“Duralım.”
“Şimdi durursan bir daha öpmem seni.”
Dudaklarını birbirine bastırdı. Hâlâ muallakta olsa da alnını tekrar alnıma yasladı. “Buna da ayık kafayla karar verirsin, Naz. Ama şimdi duralım.”
İstemeye istemeye “Peki,” diyebildim. Daha fazla zorlamayacaktım.
Emre yavaşça benden uzaklaştı, cebindeki telefonu çıkarıp saate baktığımda ben de göz ucuyla bakmıştım.
Saat 00.15'i gösteriyordu.
Gülümsemesi dudağının her köşesinde yayıldı. Telefonun ekranını kapattıktan sonra her iki eliyle de tekrar yüzümü avuçları arasına aldı, dudaklarını alnımın üzerine kapattığında neden böyle bir şey yaptığını o an için anlamadığımdan üzerimdeki şaşkınlıkla ona bakmaya çalıştım. Nefesi saçlarımın arasında dolaştı. Sonra alnıma minik bir buse bıraktı, sonra da burnumun ucunu öptü ve yavaşça geri çekildi. Yüzünde ona tekrar aşık olmamı sağlayacak sıcak bir gülümseme vardı. O gülünce benim de gülümsemem istemsiz olarak büyümüştü.
Derken bir anda beklemediğim bir şey yaptı. Unuttuğunu sandığım şeyi aslında hiç unutmadığını bana beş kelimesiyle hatırlattı.
“İyi ki hayatıma doğdun, Naz.”
Ve ben, Nazlı Aladağ. Ona yirmi dört yaşıma girdiğim bu gecede bir kez daha aşık oldum.
BÖLÜM SONU...
***
Beklemiyordunuz dimiii... Ben de beklemiyordum. Bir anda öpüştüler, gece gece şok oldum jgfdlgjdfhlfhhfh
Gayet uzun bir bölüm oldu, bu sefer bölmedim de.
Nasıl buldunuz?
Nazlı bebemin sarhoş halleri bana kahkaha attırdı, lütfen hep sarhoş ol dkgjdklgfdh
Sarhoş olunca daha bir cesur davranıyor. Emre'nin de bunu istediğine yemin edebilirim. Kanıtlarım da dslgkdşfh
Kendi aralarında bir şeyleri çözdüler, bakalım bundan sonra nasıl davranacaklar? Önümüzde de bir doğum günü var. Nazlı uzun zaman sonra doğum gününü kutlayacak.
Diğer bölümde tekrar görüşelim.
Esen kalın...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 16.56k Okunma |
1.3k Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |