
Selam selam selam!!!
Uzun bir aradan sonra nasılsınız? Ben eh, iyi olmaya çalışıyorum işte. Bazı sağlık sorunlarımla cebelleşip durmaktan kitaplarıma bölüm yazmaya maalesef ki zaman ayıramadım. Evde boş bulduğum her vakti uyuklamakla geçiriyordum...
Onları yazmayı özledimm... Çok seviyorum ikisini de. Ama maalesef ki bu kitabın çok da uzun bir yolu kalmadı. Kırklı bölümleri görebileceğimizi düşünmüyorum. Otuzlarda bitirmek gibi bir düşüncem var. Zaten genel bir kaosu yok kitabın.
Ara ara ileride neler yaptılar falan özel bölüm yazarım da, dediğim gibi daha fazla uzatmayacağım. Yazmam gereken belli başlı sahneler var. Onlardan sonra genel bir toparlayacağım. Bakalım...
Bölümü de parta böldüm yine ama korkmayın, kısa bir bölüm değil. Her zamanki bölüm uzunluğunda. İkinci kısmı da burada atsam neredeyse A4 formatında elli sayfayı geçecek, kitap formatında düşünemiyorum. Hem biraz da bu partta Emre ve Nazlı'yı okuyalım istedim. Bakalım neler yaptılar?
En son sarhoş olmuştuk. Sorunlarımızı konuştuk hallettik, e şimdi de doğum günümüz...
Yorumlarınızı bekliyorum.
Keyifli okumalar...

21. BÖLÜM - PART 1
“Bana böyle bir şey yapmadığımı söyle, onu demiş olamam. Hayır hayır, kesinlikle olamam. Dalga geçiyorum de, bir nisan şakası de ama onu deme nolur ya…” Oda içinde volta atmayı bırakıp yalvarır gibi bacak bacak üzerine atmış bir şekilde koltukta oturan Bensu'ya baktım. Ama o halinden gayet memnundu ve benimle eğlenmek inanılmaz hoşuna gidiyordu.
Kıkırdayarak başını iki yana salladı. “Hayır aşko,” dedi kahvesinden bir yudum daha alarak. “Tam da bu koltukta dedin hatta.”
Dün gece o kadar sarhoş olmuştum ki bir sürü şey saçmalamıştım. Onlardan biri de Emre beni Bensu'ya bıraktığında Bensu’nun evimde sevişmeyin sözlerine verdiğim cevaptı. Bensu’nun dediğine göre Emre için onunla daha evlenmedim diye söylenip durmuştum. Bunu üstüne daha da saçma sapan şeyler söylediğime inanamıyordum. Aklımı kaçırmış olmalıydım. Utandığım için yüzümü elimle kapattım. “Ama ağlayacağım ya!”
Elindeki bardağı masaya bıraktı. Ağzını yüzünü büzerek “Onunla evlenmedim ama rahat da değil orası,” diyerek taklidimi yaptığında koltuğun üzerinden yastığı kaptığım gibi suratına fırlattım ama bu onun daha da gülmesine sebep oldu. “Rahat olmasa sevişecektin yani çocukla?”
“Saçmalamaz mısın artık!” Sinirimi bozuyordu.
Ama o hiç oralı olmadı. Suratına attığım yastığı bir kenara bırakıp bana baktı. “Sen anlatsana ya, bir şeyler hatırlıyor musun? Ben gidince neler yaptınız? Sevişmediniz değil mi?”
Hâlâ papağan gibi aynı şeyi soruyordu. Aklımı kaçıracaktım. Ağlamaklı vaziyetle “Bensu!” diye uyardım ama yine oralı olmadı. Konuşmam için yüzüyle beni işaret etti.
Oflayarak nefesimi bıraktım. Onun çaprazındaki tekli gri koltuğa otururken dün geceyi düşünmeye çalıştım ama kafam kazan gibi olduğundan düşündükçe başıma ağrılar giriyordu. Dirseklerimi dizlerime yasladım. Avuç içlerimi şakaklarıma bastırdım. “Hayal meyal hatırlıyorum,” diye mırıldandım şakaklarımı ovalarken. “Özür dilediğimi hatırlıyorum, o da özür diledi sonra.” Dün gece olanlar bir film şeridi misali zihnimde akmaya başladı. Her saniye tek tek canlanıyordu. “Biraz konuştuk, sözler verdik birbirimize. Sonra…” Cümlemi bitiremeden sustum. Film şeridi en heyecanlı yerinde durduğu için gözlerim yerinden fırlayacakmış gibi açılmıştı.
Bensu devamını merak ettiğini belli eden ses tonuyla “Eee, sonra?” derken, ellerimi şakaklarımdan ayırıp ona baktım.
“Onu öptüm,” dedim bir çırpıda. Evet, bunu yapmıştım. Şak diye dudaklarına yapışmıştım. “Onu sevdiğimi söyledim ve öptüm.”
Bu durumdan keyif almış gibi “Sen şaka yapıyorsun?” dedi sırıtarak. “Sonra ne oldu, seviştiniz mi? Lütfen bana koltuklarımı yeniletmeyin.”
Hâlâ benimle uğraşmaya devam ediyordu. “Çıldırtma beni!” Sırtımdaki yastığı da yerinden alıp suratına fırlattım. Bensu yastığı havada kaptığı gibi kahkahasına kaldığı yerden devam etti. “Olmadı öyle bir şey, sarhoşum diye beni öpmeyi bıraktı zaten.”
Bu duruma şaşırmış gibi kaşları havalandı. “Enişte beye bak sen. Bir tebriğimi daha aldı bak. Dün biraz eksi toplamıştı benden ama nötrlüyor şimdi.” Elleriyle saçlarını tepeden topladığında bana muzır bir bakış attı. “Ama sen…” dedi beni işaret ederek. “Bu durumdan pek de hoşnut olmamış gibisin, ne o? Bozuldun mu öpmeyi bırakmasına?”
Suratımı buruşturdum. “Neden bozulayım? Kafam yerinde değildi o an.”
“Ha şimdi olsa öpmem diyorsun?” Bir şey diyemedim. Gözlerimi kaçırmam Bensu için bir cevaptı. “Düşündüğüne göre öpmem demiyorsun.”
“Onu seviyorum ben.”
Gülümsedi. “Biliyoruz aşko, dün beynime öyle bir kazıdın ki bunu, aksini iddia etsen bile inanmam artık.” Dünkü halimi hatırlamak bile istemiyordum. “Eee… Siz sevgili misiniz şimdi, bitti mi yani aranızdaki sorunlar?”
Bunun cevabını bilmiyordum. Dün gece doğum günümü kutladıktan ve beni uyuttuktan sonra buradan gitmişti. Bu konuda konuşmamıştık. Gerçi Emre’ye kalırsak beni yarın nikâh dairesine götürürdü. İş tamamen bende bitiyordu. O yüzden “Yani, öyle gibi olmak üzereyiz,” diyerek yanıtladım Bensu’yu. Aramızda sorun kalmadıysa bu durumu daha fazla uzatmayacaktım. “Ama yine de dünün acısını ondan çıkaracağım. Ağzıma sıçtı köpek. Bak aklıma geldikçe elimi ayağım titriyor.”
“Çıkar aşkım, hakkındır.”
“Neyse, boş ver sen şimdi Emre’yi. Ben açım. Hem sen zaten ne diye sabah sabah bana kahve içirdin ki?”
Gözlerin devirdi. “Ayıl diye.”
Ayıltmak yerine beni kusturacaktı. Sabah sabah kahve içmek midemi bulandırıyordu ve biraz daha boş mideyle durmaya devam edersem safra kusacağıma emindim. “Ayıldım ayıldım. Hadi bir şeyler yiyelim. Sonra da Derin’i arayayım. Beni bin kere aramıştır kesin. Dün olanları öğrenince çıldıracak.” İlk ona anlatmadığım için delireceğini biliyordum ama dün öyle bir şokun etkisindeydim ki olayların nasıl geliştiğinin farkında bile değildim. Meyhaneye gitmiştim ya, şaka gibiydi. Derin en çok onu götürmediğim söylenecekti ama kendisi dün ders çalışacağı için Bensu’yla dışarı çıkma planımıza uyamamıştı. Üstelik sabah da başka planları vardı. Yani benlik bir durum yoktu ama bu yine de onun benim ağzıma sıçacağı gerçeğini değiştirmiyordu.
Bensu gülerek başıyla beni onayladığında yerinden kalktı ve sehpanın üstündeki kahve bardaklarımızı aldı. O sırada ben de koltuğun üstündeki çantamdan telefonumu çıkardım. Çıkardığım gibi telefonumun çalması bir oldu.
Emre arıyordu.
Aramayı bekletmeden cevapladım. Düşünürsem utanç dolu anlarım aklıma geldiği için asla açmayacağımı biliyordum. “Efendim?” dedim merakla. Telefonumla konuştuğumu duyan Bensu, mutfağa girmeden bana dönüp başıyla kiminle konuştuğumu işaret etti. Dudaklarımı oynatarak Emre’nin adını söylediğimde sırıtarak beni onayladı, ardından mutfağa girdi.
“Günaydın güzelim.”
“Günaydın.” Başka bir şey diyememiştim. Ne diyeceğimi bilmiyordum.
“Nasılsın?” Sesi biraz temkinliydi. Vereceğim cevaptan ürküyor gibiydi. Dün geceyi hatırlayıp hatırlamadığını düşünüyor olmalıydı.
Dudak bükerek “İyiyim,” diye yanıtladım onu. “Sen nasılsın?”
Gülümsemesini işittim. “Sesini duyduğum an itibariyle çok iyiyim. Seni de çok özledim.”
Sözleri beni gülümsetti. “Özle madem.”
“Özledim zaten. Hadi aşağı gel. Bekliyorum seni.”
Gözlerim şaşkınlıkla açılırken “Ne!” diyerek cama doğru yöneldim. “Aşağıda mısın? Niye ki? Hem sen hani bugün çalışıyordun?” Camdan aşağıya baktığımda arabasını gerçekten de orada gördüm. Ama onun gerçekten de bugün çalışacağını sanıyordum. Doğum günümde çalışıp çalışmadığını öğrenmek için onların evine gittiğimde ağzını aramıştım ve o da bugün tüm gün çalışacağını söylemişti.
“Böyle bir günde çalışacak kadar kafayı sıyırmadım.”
Hâlâ durumu tam anlamadığım için “Ama sen demiştin ki…” diyecek gibi oldum ama sonra her şeyin farkına varınca kaşlarımı çattım. “Pisliksin, biliyorsun değil mi?” Beni kandırmıştı.
Kahkaha attı. “Çalışmıyorum deseydim sorgulardın Naz, sonra da bir sürü şey sorardın.” Kesinlikle sorardım. Plan yapıp yapmadığını öğrenene kadar onu bezdirirdim. Bazen vereceğim tepkilerimi ezbere bilmesi gerçekten de sinirlerimi bozuyordu.
“Üzülmüştüm,” dedim sitemle. “Unuttun sandım.”
“Unutmam,” dedi o da. “Böyle bir gün unutulur mu hiç Naz? 365 gün içinde en sevdiğim gün bugün. İyi ki doğdun, iyi ki varsın sen.”
Yanaklarımın ısındığını hissettim. Dudaklarımdaki tebessüm yavaş yavaş büyüdü. Onunla konuşmayı çok seviyordum. “Plan mı yaptın?”
“Aşağı gelirsen öğrenirsin.”
Kendimi baştan aşağı inceledim. Hiç dışarı çıkabilecek bir halde değildim. “Ama üstüm hiç müsait değil ki,” diye söylendim. “Kahvaltı bile yapmadım zaten.”
“Birlikte yaparız.” Bu fikri sevmiştim ama yine de halim berbattı.
“Eve de uğramam gerek. Gerçi bugün haftasonu. Abim de evdedir. Onu görürsem kesin kavga ederim. Offf! Niye bana önceden haber vermiyorsun sen?” Oda içinde dolanmaya başladım. “Bu halde asla gelmem, unut. Geri dön sen.”
Tekrardan kahkaha atmaya başladı. “Bir insan telaşlanınca bile tatlı olur mu ya?” dedi keyifli bir sesle. Ama ben onun kadar eğlenmiyordum. İlk datemiz gibi bir şey olacaktı bugün, ona da paspal bir halde çıkamazdım.
“Dalga geçme ya,” diye karşılık verdim sitemle. Dudak bükerek koltuğun yanındaki boy aynasından kendime baktım. Saçlarım birbirine girmişti. Dün gece yüzümü bile temizlemeden sızdığımdan yüzümdeki dağılmış makyaj kırıntıları üçüncü dünya savaşına hazırlanıyordu. Akan maskara kalıntılarımdan bomba yapmak gibi über ötesi bir planları vardı. “Korkunç duruyorum Emre ya. Hatta korkunç kelimesi şu an yanımda 2025 Miss World güzeli kalır, anlatabiliyor muyum acaba?! Hepsi senin yüzünden geri zekâlı, kapat şu telefonu.”
Neye uğradığını şaşırdığından kahkahası kesilir gibi oldu ama ben konuşmasına fırsat vermeden telefonu suratına kapattım ve koşar adım mutfağa gittim.
Kahvaltı hazırladığını düşündüğüm Bensu’nun mutfak masasından oturmuş mesajlaştığını görünce gözlerimi devirmeden edemedim. “Felaket berbat bir haldeyim,” dedim kapı pervazından ona doğru.
Gözlerini telefondan ayırıp başını kaldırdı ve baştan aşağı beni bir süzdü. "Savaştan çıkmış gibi desek daha doğru olur aşko.” Kafasını merakla salladı. “Ne diyor seninki?”
“Aşağıdaymış, gel diyor.”
“E git,” diyecek gibi oldu ama sonra dert yana durduğum konuyu hatırlayarak bana baktı. “Tabii bu halde değil. Şu saçlara bir çeki düzen ver. Kıyafetleri ben hallederim. Felaketten hallice makyajdan da hemen kurtul, yenisini yapalım.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ben ona git dedim,” diye mırıldandım gözlerimi kaçırarak. “Gitmiştir o.”
Gülerek başını iki yana salladı. “Hiç sanmıyorum canım. Aşağıda bekliyordur seni. Sen git hazırlan.”
Merakla kaşlarımı kaldırdım. “Öyle mi dersin?”
Yerinden kalktı. Önüme geldiği gibi “Öyle öyle,” diyerek beni banyoya doğru sürükledi. “Dün geceden sonra hiç gitmez.” Banyoya girdiğimiz gibi dolaplardan benim için bir şeyler çıkardı. “Ne lazımsa al kullan. İstersen duş da al, biraz beklesin enişte bey. İpleri verme hemen eline. Hatta bence hiç verme. Ama kendini de fazla geri çekme. Kısacası aşko…” diyerek kapıdan çıkıp bana baktı. Bir eli kapı kolundaydı. “Maskarayı çok sürüp topak topak da yapma, az sürüp sanki hiç sürmemiş gibi bir görüntü de oluşturma. Ayarında sür. Okey?” Göz kırptıktan sonra kapıyı kapatarak banyodan çıktı. Benim tek yaptığım arkasından gülmek olmuştu.
Elimde bir dizi eşyayla aynadaki halime son kez daha baktıktan sonra üzerime sinmiş olan rakı kokusundan kurtulmak için Bensu’nun fikrine uyup duşa girmeye karar verdim. Ondan önce de Bensu giyinmem için bana birkaç parça kıyafet verdi. Kıyafetlerimden kurtulduktan sonra yaklaşık on beş dakikalık kısa bir duş aldım ve kendimi kurular kurulamaz, ki normalde evde olsaydım en az yarım saat bornozla gezerdim, Bensu’nun verdiği kıyafetleri giyindim. Kendiminkileri de kaldırıp bir poşete koydum. Daha sonra ondan alırdım.
Boylarımız ve kilolarımız hemen hemen aynı olduğu için Bensu’nun verdiği ince askılı beyaz elbise üzerime tam oturmuştu. Dizlerimin biraz üzerinde biten sade ama şık bir elbiseydi. Bilerek bu rengi getirdiğini bilsem de sorun etmedim. Üzerimdeki duruşunun güzel olması şu an için yeterliydi. Dün akşam ayağımda olan büyük ihtimalle Emre tarafından ayağımdan çıkarılan beyaz sporlarımla çok güzel olacaktı. Daha sonra saçlarımı makineyle kuruladım ve onlara hafif dalgalı şekiller verdim. Bağlamayı düşünmüyordum. Emre saçlarımla oynamayı seviyordu.
Bu kadar kısa bir vakitte hazırlanmama neden olduğu ve beni acele ettirdiği için Emre’ye sövmeyi ihmal etmeyerek hafif bir makyaj yaptım. Oyalana oyalana hazırlanmak varken iki elimi bir pabuca sokmuştu. Ama yine de her şeye rağmen güzel duruyordum.
Emre’nin beni nereye götüreceğini çok merak ediyordum. Aklımdan bir sürü seçenek geçiyordu. Tüm gün baş başa mı olacaktık? Bizimkiler doğum günüm için bir şey düzenlemezlerdi, bu tamamen benden kaynaklanan bir durumdu. Son dört yıldır bir kez bile kutlamışlığım yoktu. Emre gidince onsuz doğum günü geçirmek bile benim için bir işkenceydi. Bizimkiler de bu inadımı bildiği için pes edip üstüme gelmeyi bıraktılar. Sadece mesaj atar ya da ararlardı. Evdeysek de sarılırdık ve biterdi. Yine öyle olur diye düşünüyordum.
Banyodan çıktıktan sonra kendimi salona attım. Bensu koltukta oturmuş telefondan biriyle mesajlaşıyordu. Gözlerim merakla kısıldı. Sabahtandır kiminle konuşuyordu böyle? “Sevgili mi yaptın sen?” dedim yanına yaklaşarak.
Bir anda sesimi işittiği için korktuğundan yerinde sıçrayan Bensu, “Aklımı aldın!” diyerek telefonu kapattı ve bana baktı. Sorumu cevapsız bırakıp ayağa kalktıktan sonra telefonunu arka cebine attı. Söylenmeye devam edecekti ama beni baştan aşağı süzmeye başladığı an sinirini hemen unutmuştu. Yüzünde gördüklerinden memnun olduğunu belli eden bir ifade vardı. “Fıstık gibi olmuşsun aşko!” Yanıma yaklaştığı gibi bir elimi tutup beni etrafımda döndürdü. “Elbise tam olmuş üstüne. Enişte beyi bir kenara atıp ben yürüyeceğim sana şimdi.”
Sözleri beni güldürdü. Ellerimle elbisenin kenarlarından tutup kendimi inceledim, sonra tekrar Bensu’ya baktım. “Güzel duruyorum değil mi?” Sesim de bedenim gibi kıpır kıpırdı. Yerimde duramıyordum.
Art arda başını salladı Bensu. “Çok güzelsin!” İki yanımda duran saçlarımla parmaklarıyla oynarken “Ama şu saçlarına birkaç saç aksesuarlarından takalım,” diye ekledi. “Geçen gün aldım. İnan bana çok güzel duracak.” Onu başımla onayladım. O aksesuarları ben de çok beğeniyordum. Hatta en kısa zamanda kendime almak gibi fikirlerim vardı.
Bensu onu onayladığım an beni koltuğa oturttu. Hemen ardından koşarak odasına gitti ve saniyeler içinde elinde birkaç malzemeyle geri döndü. Bir şey söyleyecek gibi olduğumda bir elini kaldırarak beni susturdu. Ben de teslim olurcasına elimi kaldırıp kendimi ona bıraktım. Bir şeyi yapacaksan en iyisini yapacağını biliyordum.
Birkaç dakika boyunca Bensu saçlarımın arasına örgüler yaptı. Dalgalarımı da bozup saçlarımı düzleştirdi. Böyle daha güzel olacağını söylediğinde sesimi çıkarmadım. Daha sonra aralara yerleştirdiği örgülere getirdiği minik gümüş aksesuarları taktı. Her saniye abartılı tepkiler veriyor ve bugün olacak her şeyi yarın ofiste tek tek ona anlatmamı istiyordu. Benden daha fazla heyecanlı olduğuna yemin edebilirdim. Onun bu tepkilerini tanımasam benden bir şeyler sakladığını düşünecektim.
Saçlarımla işi bitince beni ayağa kaldırdı. “Kızım!” dedi yerinde zıplayarak. “Çok güzel oldun, arada düzleştirsene sen şu saçları.”
Kendimi görmesem de Bensu’nun zevkine güvendiğimden “Öyle mi dersin?” dedim heyecanla.
“Olaysın aşko!” Yanağımdan öptükten sonra hemen masanın üstündeki çantamı ve telefonumu elime tutuşturdu. “Ama şimdi hemen aşağı in, biraz daha beklerse ağlayacak seninki eminim.” Elini sırtıma yerleştirir yerleştirmez beni ileriye doğru sürüklemeye başladı.
Kapının önünde geldiğimde ayakkabılarımı giydim ve Bensu'ya defalarca kez teşekkür edip sarıldıktan sonra son dakika elime tutuşturduğu kot ceketle kendimi binadan attım.
Kapıdan çıktığım gibi güzel bir hava karşıladı beni. Mayıs ayının ilk zamanları hava genelde dengesiz olur; gün içinde bazen serinliği, bazen sıcaklığı kendi arasında paslaşırdı, bazen de yağış olurdu. Ama bugün benim şansım olsa gerek fazlasıyla güzel bir havayla karşı karşıyaydım. Gökyüzünde tek bir bulut tanesi bile yoktu. Umarım tüm gün böyle devam ederdi.
Ciğerlerime kalbimin bahar açmış sokaklarının neşeyle coşmasını sakinleştirmek için derin bir nefes çektikten sonra gözlerimi gökyüzünden ayırıp önüme çevirdim ve o an bana bakan bir çift ela gözle karşı karşıya kaldım.
Bensu’nun da dediği gibi Emre buradaydı.
Gitmemişti.
Bana bakıyordu. Bana çok güzel bakıyordu.
İçimde dolup taşan heyecanın etkisiyle ellerimi nereye koyacağımı bilmediğimden birini elbisenin eteğine diğerini çantanın sapına sardım ve heyecandan erimek üzere olan adımlarımla Emre’ye doğru yürümeye başladım. O da gözlerini bir saniye olsun benden çekmeden yanıma yürüyordu. Birbirimize doğru attığımız her adımda kalbim eşini bulduğunu bana söylemek ister gibi biraz daha hızlı attı.
Kendimi sakinleştirmek için Emre’yi inceledim. Üzerinde haki bir gömlek vardı. İlk iki düğmesini iliklememişti. Altına da krem tonlarında bir pantolon çekmişti. Koyu kahve saçları dağınık değildi bugün. Özenle taramış olmalıydı. Bu hali bende saçlarıyla oynama ve onları birbirine karıştırma isteği uyandırmıştı. Kolundaki siyah saati hemen fark ettim. Dört yıl önce onun kutladığım son doğum gününde aldığım hediyeydi bu. Hâlâ saklıyor olmasına şaşırmıştım. O saati almak için bütün harçlıklarımı biriktirdiğimi unutamıyordum. Orijinalini almak için haftalarca okul çıkışı ve hafta sonları arkadaşlarımla dışarı çıkmamıştım ki para harcamayayım da o saati alabileyim diye.
Karşı karşıya geldiğimizde Emre’nin yaptığı ilk şey beni kendine çekmek olmuştu. Ellerini belime doladı ve bana sıkıca, sanki hiç bırakmak istemiyormuş gibi sarıldı. Bu sefer ben de sarıldım ona. Kolları arasından hafifçe sıyrılıp parmak uçlarımda yükselerek kollarımı boynuna doladım. Çenem omzuna yaslanırken gözlerimi kapattım, kokusunu içime çektim. Onu çok özlemiştim. Ona doya doya, içimden gelerek böyle sıkıca sarılmayı çok ama çok özlemiştim.
Saçlarımın arasında dudaklarını gezdirdi, şakalarıma minik bir buse bıraktı, hemen ardından kalbimi ısıtacak kadar hafif ve bir o kadar da sıcak bir tonda “Çok özledim seni,” dedi. Tekrar öptü saçlarımı. “Çok güzelsin, hep çok güzelsin sen Naz.”
Bu sefer kaçmak istemedim. Parmaklarımı boynundan ayırırken “Ben de,” diye fısıldadım heyecanımı sesime de yansıtarak. Yanaklarına minik bir buse bırakıp geri çekildim. “Ben de çok özledim seni.” Oysa daha dün gece yan yanaydık. Ama yine de özlüyorduk şimdi birbirimizi.
Emre öpücüğün etkisiyle bir an duraksadı. Gözleri bende takılı kaldı. Hayran hayran bakıyordu. Bu hâli ben her seferinde güldürecekti. Eğer hep böyle olacaksa onu her zaman öpebilirdim.
Evet, onu öpmek için fırsat kolluyordum.
Başımı omzuma yatırıp, tatlı tatlı sırıtarak “Gidecek miyiz?” diye sordum. Zira ben konuşmasam onun saatlerce gözünü bile kırpmadan bana bakacağını biliyordum.
Sözlerimle kendine gelen Emre, elime uzanıp tuttuktan sonra parmaklarımızı kenetleyerek “Gidelim,” dedi. Sesi fazlasıyla keyifli çıkıyordu. Beni kendiyle birlikte arabaya doğru sürükledi.
Kapımı açtığında “Ne gibi planların var?” diye sordum merakla.
Birleşen ellerimizi ayırıp araca geçmemi işaret etti. Komutuna uyup koltuğa oturdum. Gözlerim hâlâ ondaydı. Sorumu “Planım yok,” diyerek yanıtladı.
İstemsizce kaşlarım çattım. Ne demek planı yoktu? O kadar boşuna mı hazırlanmıştım ben? Telefondayken aşağı inince öğrenirsin demişti ama. Aşağıda öğreneceğime göre planı olmak zorundaydı. Çünkü ben sadece birkaç saat görüşmek değil, tüm günü onunla geçirmek istiyordum.
Başka bir şey söylemedi. Tepkim hoşuna gitmiş gibi sırıtarak kapımı kapattı. Hemen ardından koşturarak aracın etrafından dolandı ve kendi yerine geçti.
Oturana kadar gözlerimi üzerinden çekmedim. Ona ne kadar sinirli bakıyorsam dayanamamış gibi bir süre sonra “Kızma hemen,” dedi gülerek, omzunun üzerinden benden yana döndüğünde. Kapıyı kapatıp aracı çalıştırdı. “Tüm gün birlikteyiz, kafamız nereye gitmek isterse oraya gideriz.”
Hiç onluk bir hareket olmadığını bildiğimden “Sen plansız iş yapmayı sevmezsin ki ama,” diye sordum, biraz daha sakinleşen sesimle. Tüm gün birlikte olacağımızı öğrenmek benim için yeterliydi.
Elini uzatıp yanağımdan bir makas aldı, sonra tekrar direksiyona döndü. “Sen varsan plana gerek yok Naz.” Araba çalıştığında sözlerinin üzerimde bıraktığı etkiden olsa gerek gülümsediğimi hissettim. Elimi yanağıma götürmemek için zor duruyordum. Böyle ansızın yaptığı hareketler hoşuma gidiyordu. “Önce kahvaltı yapalım ama. Açsındır sen.”
Hızla başımı salladım. “Kurt gibi hem de,” derken elim karnıma gitmişti.
“Seni duyuralım madem.” Hafifçe güldü. “Deniz kenarında serpme bir kahvaltıya ne dersin peki?”
Gözlerim kabaran iştahımla büyüdü. “Allah derim.” Deniz havası almayalı uzun zaman olmuştu. Çalışmaktan bir türlü vakit bulamıyordum.
“Rota Mudanya o zaman?”
Başımla onayladım. “Sonra orada gezelim mi?” Sesimde çocukça bir heves vardı. İstek dolu gözlerimi kırpıştırarak suratına baktım.
Direksiyonu çevirirken omzunun üzerinden bana döndü. “Gezelim güzelim.” Bir eli yanağımın üzerine gittiğinde içten içe ürperdiğimi hissettim. Dokunuşu bile kalbimin çılgınca atmasına yetiyordu. Sanki burada değildi ve ben bir rüyanın içine hapsolmuş gibiydim. Şayet bu bir rüyaysa ben o rüyadan asla uyanmak istemiyordum.
“Bugün senin günün,” diye ekledi sonra, sesi öyle derindi ki doğduğum için minnetle bana bakıyordu sanki. Gözlerinde yumuşak bir parıltı vardı. “Ne istersen yaparız. Nereye istersen oraya gideriz. Sen söyle yeter.”
Erimiş gibi “Yaa…” dedim. Ama hemen sonrasında bugünün doğum günüm olduğunu hatırlattığı için aklıma telefonuma bakmak geldi. Telaşlı sesimle “Derin gebertecek beni,” diyerek telefonuma uzandım. Dünden beridir konuşmuyorduk ve onu hâlâ aramamıştım. Telefonum sessizde olduğu için o aradıysa da, ki kesin aramıştır, hepsi cevapsız kalmıştı. Sinirden köpürdüğüne emindim.
Emre'nin kaşları çatıldı. Sorun mu var der gibi “Ne oldu?” diye sordu.
Telefonumu ona gösterdim. “Sessize aldım. Dünden beri Derin'le konuşmuyoruz. Gerisini tahmin et.”
Yüzü anında buruştu. Bunun ne demek olduğunu biliyordu. Ama o bu sefer farklı bir şey söyledi ve bu beni şaşırttı. “Senin yanına gelmeden önce onu apartmandan çıkarken gördüm. Senin şu arkadaş onu almaya gelmişti.”
“Caner mi?” dedim şaşkınca. Başıyla beni onayladı. “Onlar daha dün buluşmadı mı ya?” Dün ikisi buluşacaktı. Derin biraz da o yüzden ben ve Bensu’nun planını ekmişti. Caner'le çok önceden sözleşmişlerdi. Akşam da ders çalışacaktı. Gün içinde onları rahatsız etmemek için mesaj atmasam da gece de başıma gelenlerden ve kendimi bir anda meyhane köşelerinde bulmamdan dolayı atmamıştım, tamamen unutmuştum. Ne olmuştu da bugün tekrar buluşmaya karar vermişlerdi merak ediyordum. Caner'in ondan hoşlandığı bariz belliydi ama Derin cephesinde daha bir şey görülmemişti. Eve gider gitmez Derin'le tüm detayları konuşmak istiyordum. Tabii eğer o beni sağ bırakırsa.
Emre bir şeyler mırıldandı ama dinlemeden telefonun ekranını açtım. Sonra ekrana uzun uzun baktım. Biraz daha baktım. Ve biraz daha.
Şaka mıydı bu?
Ne bir arama vardı ne de bizimkilerden gelen herhangi bir mesaj. Derin’in şimdiye kıyameti koparması, ailemin de doğum günü mesajları atması lazımdı ama hiçbiri yoktu. Derin'i geçtim, derslerine yoğunlaşmış olabilirdi ama babam bile aramamıştı.
Kalbimin bir köşesinde minik sızıntılar hissettim.
Üzülmüştüm.
Emre dışında kimse hatırlamıyor muydu şimdi doğum günümü? Bensu da sabah bir şey dememişti ama biz onunla bir yıldır tanışıyorduk, bilmemesi sorun değildi ama ailem nasıl unuturdu? Tamam, kutlanmasını ben istemiyordum ama bu kadarı da olmazdı ki. Unuttuklarına inanamıyordum. Oysa bugüne kadar bir kere bile unutmamışlardı. Derin her zaman gece on iki oldu mu yanıma gelirdi, gelemiyorsa da mutlaka arardı.
Mutsuz bir ifadeyle suratımı astım. “Şaka gibi,” diye mırıldandım ve hemen ardından telefonumu gelişine torpidonun üzerine fırlattım. Keyfim kaçmıştı.
Emre göz ucuyla bana baktı, yine aynı merakıyla “Bir sorun mu var?” diye sordu ama ona cevap vermedim. Kollarımı birbirine kenetleyip camdan dışarıya bakmaya başladım. Birkaç kez daha seslense de nafileydi. En sonunda dayanamadı, derin bir iç çekip aracı bir kenara çekti.
Bir eliyle çenemi tuttu, yüzümü kendisine çevirdi. “Biri rahatsız edecek bir şey mi yazdı?” diye sordu sonra hemen, gerildiğini her halinden anlayabiliyordum. Sürekli telefonda rahatsız edildiğime tanık olduğundan yine öyle bir şey olduğunu sanıyordu ama değildi.
Dudaklarımı üzgünce büzerek “Kimse bir şey yazmadı,” diye yanıtladım onu.
“Ee,” dedi o da başını sallayarak. “Sorun ne o zaman?”
Çenemi tutan ellerini kendimden uzaklaştırırken yüzüm buruşmuştu. “Söyledim ya.” Bezgin bir şekilde suratına baktım. “Kimse bir şey yazmadı.”
Yine anlamamıştı. “Bu bir sorun mu?” diye soruyordu hâlâ saf saf.
Başımda ağrılar dolaşıyormuş gibi iki elimin topuklarını şakaklarıma bastırdım. “Ay Emre, sus ne olur. Tepemden tepemden sinir yüklenmesi geliyor şu an. Tam bir kas kafalısın!”
Gülmeye başladı. “Ben?” dedi kendini göstererek. “Kas kafalıyım, öyle mi?”
“Öylesin.” Oldukça nettim.
Diliyle alt dudağını ıslattı, sonra parmaklarını saçlarımın arasına götürdü. Saçlarımla oynamayı seviyordu. “Peki o zaman…” dedi yaramaz bir gülüşle. Saç tutamlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken gözlerimin içine baktı. “Bu kas kafalı seni biraz neşelendirsin o zaman.”
“O nasıl olacakmış?” diye merakla sorarken kaşlarım havalandı.
Başıyla arka tarafı işaret etti. “Sen bir arkaya bak.”
Dokunuşu hoşuma gittiği için kaçan keyfim yavaş yavaş yok olmuştu. Dudaklarıma minik bir tebessüm yerleşirken dediğini yaptım ve arkaya baktım. Gözlerime gördüğü manzara karşısında bir anda açıldı, hızlıca ona döndüm.
“Ya bu ne?” Neşeyle şakıdım. Arka koltukta benim için alınmış kocaman bir ayıcık oturuyordu, yanında da pembe kurdeleli bir kutu vardı. Gözlerim ayıcığa kaydı. Büyük ayıcıkları sevdiğim biliyordu. Yıllar önce onu aldığı başka bir ayıcığı hâlâ odamda saklardım.
Ben arkadaki kutuya uzanırken Emre birden bana yaklaştı ve yanağıma öpücük bıraktı. Çok hazırlıksız yakalanmıştım. Tenime dokunan dudakları içimde minik kıvılcımlar oluşturdu. “Gül sen hep böyle.” Kutuyu alıp utangaç bir şekilde ona baktım. Bana öyle bakarsan nasıl somurtabilirdim ki?
Kutuyu işaret ettim. “Açayım mı?”
Gülerek başıyla onayladı. “Aç madem.”
Kısık ve kuşkulu gözlerle ona baktım. “Açarsam içinde suratıma yumruk atan bir el çıkmaz değil mi?”
Emre hayrete düşmüş gibi kaşlarını kaldırdı. “Neden öyle bir şey yapayım ben, Naz?”
Omuz silktim. “Neden yapmayasın?”
“Onu genelde sen yaparsın ve yaptın da,” derken belli belirsiz güldü. Evet, yapmıştım. On dokuzuncu yaş gününde böyle tatlı bir sürprizle karşı karşıya kaldığında o ânı gören herkes Emre’nin yumruk yiyen haline gülmüştü. Beni sinir ettiği için böyle bir ikinci hediye ona güzel ders olmuştu.
Dudak bükerek “İntikam almak için yapmış olma ihtimalin var,” dedim.
Bu onu yine güldürdü. “Başıma bela alacak kadar canıma susamadım.”
“Açıyorum o zaman.”
“Aç.”
Komutuna uyup pembe kutuyu açmaya başladım. Oldukça büyüktü. Kalın kurdeleyi dikkatlice çözdüm. Kutunun kapağını yavaşça kaldırırken içimde tatlı bir gerginlik vardı. Gözümün biri kapalı, diğeriyse merakla kutuyu süzülüyordu. Saniyeler içinde gördüklerim sayesinde gözlerime yerleşen gülümsemeyle Emre’ye döndüm.
“Yumruk atan el yok.” Hınzırca ona baktım. Gözünü devirmeden edemedi.
Kutunun içinde küçük küçük çok fazla şey vardı. Önce kalpli büyük kutuyu çıkardım. Bunu daha önce görmüş gibiydim. Tahmin ettiğim şey mi acaba diye düşünürken merakla kutunun kapağını açmamla dans eden bir peri kızını görmem bir oldu, hemen ardından aracın içini çok tatlı bir müzik sesi kapladı. Bu bir müzik kutusuydu. Hem de içinde makyaj seti olan özel tasarım bir müzik kutusuydu. Benim almayı çok istediğim ve bu ay manyak para harcadığım için bir sonraki maaşa almayı planladığım o setti. Buna inanamıyordum!
“Bunu ne zamandır almak istiyordum!” dedim gülümseyen gözlerimi ona çevirerek.
Tebessüm etti. “Biliyorum.”
Gözlerim şaşkınlıkla açıldı. “Telepati yoluyla mı öğrendin çocuk, nereden biliyorsun?”
Tepkime kıkırdayarak başını iki yana salladı. “Ayça'nın ağzını aradım,” dedi sonra. “Onun kliniğinde konuşmuşsunuz, o da bana hangisi olduğunu gösterdi.”
Şimdi hatırlamıştım. Kliniğinin tasarımı bitince kahve eşliğinde ondan bundan konuştuk derken konu çok sonra makyaj malzemelerine gelmişti. Ayça'yla da bu set hakkında o zaman konuşmuştuk. Emre’nin bunu gidip ondan öğrenmesini beklemiyordum. Her detayı düşünmüştü.
“Çok güzel bu, çok teşekkür ederim.”
“Teşekkür etme, gülümse yeter.” Tebessüm edip kutuyu işaret etti. “Diğerlerine de baksana.”
Hevesle başımı salladım. Kutunun içinde çok fazla şey vardı. Bu sefer kar küresini çıkardım ve uzun uzun inceledim. Başta normal bir kar küresi sanırken gördüğüm detaylarla dumura uğramış gibi tekrar ona döndüm. “E bu biziz,” dedim küreyi ona göstererek. Çocukluğumuza ait minyatür vardı. İkimiz de bankta el ele oturuyorduk. Benim üstümde kırmızı kabanım, kırmızı botlarım ve kırmızı berem vardı. O da siyah pantolon ve beyaz bir kazak giymişti. Yanımızda da minik bir ağaç duruyordu. İnanılmaz tatlı bir şeydi. Bayılmıştım.
Çenesiyle küreyi işaret etti. “Sevdin mi?”
“Deli misin sen! Aşık oldum!”
Başını bana doğru eğdi. “Ben de sana,” derken yüzüme baktı. Eli yine saçlarıma gitti, nefes alış verişleri iç çeker gibiydi.
Ne demek istediğini anlasam da sırf söylesin diye “Sen de bana ne?” diye sordum.
Küreyi tutan ellerimden birine usulca uzandı ve dudaklarına doğru götürdükten sonra “Aşık oldum,” diyerek parmaklarımın sırtına minik bir buse bıraktı. “Çok seviyorum seni.”
Beklentiyle yüzüne baktım. “Hep sever misin?”
Yüzünde ciddi bir ifade oluştu. “Hep severim,” dedi yemin eder gibi. “Hep de seveceğim.” Sözleri aracın içine açık camdan saçlarımı hafifçe uçuran rüzgâr gibi düştü.
“Bir daha hiç gitme, olur mu?” Sesim titredi. Gitmeyeceğini bilsem bile hâlâ gider diye korkuyordum. Yüzüm asılır gibi olduğunda Emre hemen çenemi tuttu. Baş parmağıyla yüzümü kendine çevirdi. “Bir daha hiç gitmem. Sensiz asla.”
Ona söyleyemediklerim aklımın köşesinde gezinirken “Peki ben bir gün gidersem?” diye sordum. Çünkü böyle bir ihtimal vardı.
Ben gitmekten bahsettiğim için ters bir tepki beklerken o beni rahatlatmak ister gibi gülümsedi. “Ben de gelirim peşinden.”
“Ya gelemeyeceğin bir yerse?”
“O zaman da beklerim seni. Ama mutsuzsan bir saniye düşünmem, zorlarım koşulları. Yine gelirim yanına. Benim önceliğim senin mutluluğun Naz. Gerisi mühim değil.”
Aramız yeni yeni toparlanmışken benim gidecek olma ihtimalim aramızı yine açacak diye korkuyordum ama onun sözleri içimi bir nebze de olsa rahatlatmıştı. Elimdeki küreyi kutuya yerleştirdim ve anın getirdiği etkiyle kollarımı boynuna doladım. “Seni seviyorum,” dedim en içten halimle.
Gülümsediğini işittim. Şakaklarıma öpücük bırakıp bir elini belime sardı. Aracın içinde rahat sarılamasak da bir süre böyle kaldık. Sonra o “Naz…” diye fısıldadı çekinir gibi. Hımlar bir ses çıkardığımda devam etti. “Biz… İyiyiz artık değil mi? Aramız yani.”
Kollarımı usulca boynunda ayırdıktan sonra tekrar yerime tünedim. “Bugünlük iyiyiz, evet.” Başımı yana eğilip tatlı tatlı sırıttım. Kindar biri değildim ama onu biraz süründürecektim.
Kaşları çatıldı. “Nasıl bugünlük? Yarın yine kaçacak mısın benden?”
“Kaçmak demeyelim de…” Onu sinir etmek için harfleri biraz uzattım. Baş parmağım ve işaret parmağım arasına mesafe bırakarak “Birazcık trip atacağım sana,” dedim tüm sevimliliğimle.
“Niye?”
Bu sefer ben kaşlarımı çattım. “Ne demek niye? Sen dün ağzıma sıçtığını unuttun galiba. Evet, konuyu çözdük, daha sonra seninle her şeyi tüm detayıyla konuşacağım da zaten. Sadece bugün için mutlu olalım istiyorum. Hiçbir sorun olmadan, kavga gürültü olmadan seninle eğlenmek istiyorum.”
Dün olanları hatırladığında bir süre sessizliğe gömüldü. Yüzü düşmüştü ama sonra tekrar bana baktı. “Üzgünüm,” dedi gerçekten üzgün bir sesle. “Seni kırmak istemedim. Çok özür dilerim.”
İçten bir gülümseme yerleştirdim dudaklarıma. “Bunu biliyorum ve ben de çok özür diliyorum senden, hem de her şey için. Ki zaten ben daha fazla saçmalayayım diye saçmaladığının farkındayım. Ama biraz fazla saçmaladın. Bana seni hiç düşünmediğimi hissettirdin Emre. Bu hoş değildi.”
“Biliyorum,” dedi hemen. “O an savunmasız hissettim. Her şeyi bu şekilde öğrenmiş olman beni hazırlıksız yakaladı Naz. Ben geldiğimden beri seninle yapacağım konuşmayı kafamda kurmaya çalıştım ve her seferinde tökezledim. Sonra da böyle oldu işte.” Yorgunca nefesini bıraktı. Bir yerde de tüm bu olanların sürekli bu konuyu konuşmayı ertelediğim için olduğunun farkındaydım. O yüzden çok fazla üstüne gitmemeye çalışıyordum.
“Dün yanından uzaklaştığım an ne kadar saçmaladığımın farkına vardım,” diye devam etti ellerime uzanıp tutarak. “Geri dönmeyi çok istedim ama ameliyata girmem gerektiği için gelemedim. Seni öyle bıraktığım için hâlâ çok kızgınım kendime.”
Ellerimi küser gibi kendime çektim. “Ondan bir mesajı çok gördün bana? Bari mesaj atsaydın Emre, en azından dün öyle sarhoş olup saçmalamazdım.”
“Şarjım bitti, yemin ederim şarja takıp yazacaktım. Ama sonra İbrahim geri zekâlısı beni ameliyata sürükledi. Telefonu şarja takıp sana vardığıma dair mesaj atsın istemiştim ama yazmayı unutmuş beyinsiz. Ameliyattan çıkınca gördüm. Sonra da sen aradın zaten.”
Ağzım açık kalmış bir şekilde Emre’ye baktım. “Yani bana bozulduğun için bilerek görmezlikten gelmedin?”
Bana aklımı kaçırmışım gibi baktı. “Naz seni bir daha habersiz bırakacak bir aptallık yapmam ben. Konu ne olursa olsun, istersen tüm gün tartışalım ama ben yine günün sonunda sana sarılırım. Senden bir saniye bile uzak kalmak istemiyorken seni görmezden gelmek aklımın ucundan bile geçmez.”
Dünkü halim aklıma geldiği için utandığımdan kucağımdaki kutunun kenarlarını parmaklarımla sıktım. Ağlamaklı bir tonda “Boşu boşuna o kadar içtiğime inanamıyorum,” diye söylendim. “İbrahim gözüme bile görünmesin. Onu gördüğüm ilk yerde Parga’ya sürgün edeceğim.”
Son söylediğim Emre’ye kahkaha attırdı. “Ama çok tatlıydın,” dedi gülmeye devam ederken.
Yüzüm buruştu. “Hiç sanmıyorum. Masaya çıkıp tepinmediğim kalmıştı.”
“Yani biraz uçuk kaçık şeyler yaptığın doğru.” Bana bakarken gözlerini kıstı. Eğlendiğini görebiliyordum.
İfademi sertleştirerek “Emre!” diye sesimi yükselttim. Anında teslim olur gibi elini kaldırdı. “Tamam tamam.” Hemen sonra yanağıma uzandı ve her ikisini de sıktı. Benimle uğraşmayı seviyordu. “Yine de çok tatlıydın. Arada kafayı bul böyle.”
İki elini de yüzümden uzaklaştırdım ve burun kıvırarak geri çekildim. “Seni döverim çocuk.”
“Beni sev ya, sev sen beni.”
O kadar tatlı bakıyordu ki gülmeden edemedim. İki dakika sinirli duramıyordum. “Seviyorum zaten.”
“Hep sev.”
Düşünür gibi yapıp başımı hafifçe yana yatırdım. “Bakarız.”
“Bana bak.”
“Ya ne alaka şimdi bu,” dedim gülerek.
Omuz silkti. “İşime nasıl geliyorsa öyle.”
“Fırsatçı.”
Yana doğru hafifçe eğildi ve çenesiyle beni gösterdi. “Sana aşık bir fırsatçı.”
“Salaksın ya.” Bu sefer ben onun yanaklarını sıktım ve minik bir kahkaha attım. Çocuk gibi sevilmek hoşuna gitmiş gibi sırıttı. Dudağına değen bileklerime öpücük bıraktı. “Ama artık gidelim, ben açım,” diye devam ederken ondan uzaklaştım ve sırtımı koltuğa yasladım. Elim şakaklarıma gitti. Parmaklarımla orayı ovuştururken “Ay bak açlıktan beynim durdu şu an,” dedim.
“Gidelim madem.” Aracı tekrar çalıştırırken, gülerek halime baktı. Gözlerinde hâlâ az önceki muzip sırıtış vardı. “Peki son bir şey soracağım.”
Motor sesinden sonra araç hareket ettiğinde “Sor,” diyerek yanıtladım onu.
“Ne kadar sürer şu tribin, ona göre plan yapayım.”
Bozguna uğramış gibi yüzüne baktım. “Şaka gibisin şu an.” Plan yapacağım diyordu ya, inanamıyordum. Başımı ümitsizce iki yana salladım. Araç hareket ettiğinden saçlarım uçuyordu. Yüzüme yayılan telleri ayırırken Emre’nin gözleri hâlâ üzerimdeydi.
“Sen söylesene şunu.”
Son telleri de gözümden kurtardıktan sonra “Keyfime bağlı,” diye geveledim ama uzun bir süre dayanamayacağımı biliyordum. Sadece şu proje bitene kadar kafam karışmasın diye odağımı ondan uzaklaştıracaktım.
Ama Emre böyle düşündüğümü bilmediğinden “Sıçtım o zaman,” dedi isyan eder gibi.
“Eee…” dedim sırtımı koltuğa biraz daha yaslayıp kutuyu tekrar açarken. “Onu beni manipüle etmeye kalkışmadan önce düşünecektin. Biraz burnun sürtsün ki ileride tekrar böyle bir şey yapmadan önce o anları hatırla da kork. Çünkü bunu ikinci kez yaparsan sana olan sevgim umurumda bile olmaz Emre, haberin olsun. Dünkü olayda kendim de hatalıyım diye çok bir şey demiyorum ama başkasına müsamaha göstermem.”
Bilerek o şekilde davranmak istemediğini bilsem de kendime olan bir saygım vardı. İkinci kez böyle bir davranışı kabul etmezdim. Kendimi ilk defa o kadar kötü hissetmiştim. Sözlerinde haklı olsa bile bunu ifade etme şekli çok yanlıştı, şimdilik o halini kendisinin de dediği gibi o anki psikolojisi veriyordum. Ben de hatalıydım çünkü. Sürekli kaçmasaydım, o konuşmak istediğinde erteleyip durmasaydım konu belki de bu kadar ilerlemeyecekti. İkimiz de hatalarımızdan ders alarak önümüze bakmayı öğrenecektik.
“Bir ikincisi olursa senden önce ben affetmem kendimi.”
Memnun olmuş gibi gülümsedim. “Aferin.”
Tekrar teyit etmek için “Bugün iyiyiz ama, değil mi?” diye sordu gözlerini kısarak. Direksiyonu çevirip köşeyi dönünce bana baktı.
Dudaklarımı birbirine bastırdım, düşünür gibi yaptıktan sonra başımı sallayıp, “Evvet,” diye kelimeyi bastırarak onu onayladım.
“Kavga yok?” Başımı iki yana salladım. “Bağırıp çağırıp sonra da çekip gitmek yok?” Başımı yine iki yana salladım. Ben böyle mi yapıyorum, diye sinirlenip triplenmeyecektim çünkü tam olarak böyle yapıyordum. Memnun olmuş gibi güldükten sonra “Bugün bitmesin diye zamanı durduracağım o zaman,” diye devam etti.
Parmaklarımla alnımı ovalarken, “Salak ya,” diye mırıldandım gülerek. “Bana aşık olunca çok tatlı bir şeye dönüştün sen, haberin olsun.”
Gözlerinin içi gülümsedi. “Öyle mi dersin?” Kıkırdayarak başımla onayladığımda kutunun üzerindeki elime uzanıp tuttu. “Ben hep aşık olurum sana ama sen hep en tatlı olan olacaksın Naz.” Gözleri yoldayken tekrar elimin sırtına öpücük bıraktı.
Yanaklarımda yanardağ vardı sanki. Isı her saniye biraz daha artarken kalbimde kelebeklerin uçuştuğunu hissettim. Onu taklit ederek “Öyle mi dersin?” dedim ben de.
“Öyle derim.”
Güldüm. “De madem.”
Bir süre sonra deniz uzaktan görüş alanıma girmişti, sonunda geleceğimiz yere yaklaştığımızı fark eden midem zafer çanlarını çalıyordu. Biraz daha beklerse guruldayacağına emindim. Açken ben ben değildim.
Kalan yol boyunca bol bol sohbet ettik. Ben ona ofisteki durumlarımı, o da bana hastanede neler yaptıklarını anlattı. O anlattıkça pür dikkat yüzünü inceledim. Az uyuduğu her halinden belliydi. Ama hiç sorun etmiyordu. Yorgun haliyle bile oldukça yakışıklı görünüyordu.
Daha asistanlık sürecinde olduğundan hocalarının oldukça kök söktürdüğünden bahsetti ama bu Emre’nin umurunda olan bir durum değildi. Kendisi her zaman çalışmayı seven biri olmuştu. Diğer arkadaşları ondan önce orada çalışsa bile Emre şimdiden kendini belli edecek biriydi. Hem zeki hem fazla azimli hem de çalışkan bir kişiliği vardı. Dikkat çekmemesi mümkün değildi.
Uzun zaman sonra ilk kez ona burada olmadığı zamanlar neler yaptığını sordum. Hayatının her detayını fazlasıyla merak ediyordum. Söylediğine göre üniversitesi bitince ilk işi askerliği aradan çıkarmak olmuş, ki ben buna fazlasıyla sevindim. Bir de asker yolu gözleyemezdim. Dört yıl yeteri kadar beklemiştim.
Askerliği Şanlıurfa'da yaptığını söylediği an onun buraya geldiği ilk günlere gittim. Abim onu bize çağırmıştı, Serkan da bizdeydi ve topluca kahvaltı yapıyorduk. Mutfağa girdiğimde ve onu masada eskiden oturduğu yerde gördüğümden hareket edememiş, babamın “Urfa nasıl geçti?” sorusuna kulak misafiri olmuştum. O zamandan beri de ne kadar merak etsem de bu konuyu açıp ona sormamıştım. Çünkü ona her zerremle kırgındım.
Bana tüm her şeyi anlatmasını istedim. Konuşacak çok fazla konumuz birikmişti. Ben de üniversite için İstanbul'a geçince az gezmemiştim. Her şeyi dinlemek ve anlatmak istiyordum.
Sonra Urfa'daki askerlik görevi bitince, ki onda da doktor olduğu için hastanede çalışmış, meslekteki zorunlu görevini de yine o şehirde tamamladığından bahsetti. Eğer zorunlu görevi olmasaydı çoktan buraya döneceğini söylediğinde üzüldüğüm için iç çeksem de yine can kulağıyla onu dinlemeye devam ettim. Artık buradaydı, bir daha da gitmeyecekti. Bu şimdilik tek tesellimdi.
Doktorların girdiği sınavı kazandıktan sonra da buradaki hastaneyi tercih vermiş, söylediğine göre de altı yıl asistanlık yapacakmış. Yani en az altı yıl hiçbir yere kıpırdayamazdı.
Derken çoktan kahvaltı için bir mekana gelmiştik ve daha konuşmamız bitmemişti. Onunla sohbet etmeyi o kadar seviyordum ki zamanın nasıl geçtiğini, buraya nasıl vardığımızın farkına bile varamamıştım. İnsan sohbet edebileceği biriyle birlikte olmalıydı ve ben onun kadar kimseyle bu denli fazla konuşabileceğimi sanmıyordum.
Araçtan indik. Ceketlerimizi yanımıza almamıştık. Hava hâlâ oldukça güzeldi. El ele, maviye boyanmış iki katlı şirin binaya doğru yürüdük. Bina deniz kokuyordu sanki. İçeri girer girmez ahşap basamaklardan yukarı çıktık. Üst katta denizi gören bir masa bulduğumda gözlerim parladı. Hemen oraya geçtim.
Emre elimi bırakıp oturmam için sandalyemi çekti. Ona teşekkür ettikten sonra gülümseyerek yerime tünedim ve çantamı yanımdaki boş sandalyeye koydum. Hemen sonra Emre de karşıma geçti. Garsonlardan birine iki kişilik serpme bir kahvaltı istediğimizi söyledikten sonra garsonun gitmesiyle saçımın uçlarıyla oynamaya başladı.
Saçlarımdaki aksesuarları işaret ederken “Çok yakışmış bunlar saçına,” diye mırıldandı tatlı bir tınıyla. “Hep taksana.”
Saçlarımın diğer yanındaki tutamlarına da ben uzandım. Ona göstermek için uzatırken “Di’mi?” dedim neşeyle. “Ben de çok beğendim. Bunlar Bensu’nun ama en kısa zamanda ben de alacağım kendime.”
Elimi saçlarımdan aldı ve kendine çekti. “Alırız,” dedi avuç içimi öperek. Kısılan gözleriyle bana baktı. Öyle bir bakıyordu ki gözlerini benden bir saniye ayırmak istemediğini anlayabiliyordum. O da benim gibi bu anın gerçekliğini sorguluyor muydu? Her şey bana hâlâ içinde kaybolduğum ama bir kez olsun bulunmayı dilemeyeceğim bir rüyaymış gibi geliyordu.
Saçımı tuttuğu diğer elini de tuttum. Şimdi iki elimiz de masanın üzerinde birleşmiş bir vaziyetteydi. “Emre…” dedim gözlerinin derinliklerine bakarak.
Dudaklarının iki kenarı biraz daha yukarı yükseldi ve “Söyle güzelim?” dedi. Parmaklarıyla ellerimi okşuyordu.
“Ben…” Bu sefer mutluluktan buğulandı gözlerim. Elini kendime çektim ve yanaklarıma götürdüm. İstediğimi anlamış gibi avuç içlerini açtı. Her iki eli de yanağıma yaslandığında ben de ellerimle onun ellerinin üstünü kapattım. “Seni seviyorum.” İçimden gelerek söyledim sözlerimi. Artık kaçmak da kelimelerimi kendime saklamak da istemiyordum. Ben onunla mutlu olmak istiyordum. Ona doya doya onu sevdiğimi söylemek istiyordum.
Gözlerini birkaç kez kırpıştırdı Emre. Doğru duyup duymadığını anlamak ister gibi başını iki yana sallarken zorlukla yutkundu. Sonra dudaklarında içimi gıdıklayan yeni bir gülümseme belirdi. Onu hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Başını öne doğru eğdi. Yanağımdaki parmakları sanki gerçek olup olmadığını algılamak istermiş gibi yüzümü okşuyordu. “Ben de seni seviyorum…” Sesinde aşk vardı. “Her şeyden ve herkesten çok.”
Şımarık bir şekilde gülümsedim. “Sev bir zahmet.” Bu hallerimi her zaman sevmişti, o yüzden onun yanında şımarmayı çok seviyordum.
Yanağımın üzerindeki ellerini yavaşça çektim ve masanın üstündeki telefonuma uzanıp ona gösterdim. “Fotoğraf çekelim mi?”
Sorumu başıyla onayladıktan sonra benim telefonumu es geçerek kendininkini çıkardı. “Benden çekelim, sen beğenmediğin her şeyi siliyorsun.”
Yüzüm buruşturmuş ona bakıyordum. “Ben öyle bir şey yapmıyorum.” Bir kaşı havalandı. “Yapmıyorum dedim,” diye direttim ama hâlâ aynı ifadeyle bana bakıyordu. Sonun dayanamadım ve pes ederek telefonumu masaya bıraktım. “Tamam, siliyorum ama hepsini değil. Abartma yani. Sadece güzel çıkmadıklarımı siliyorum, o kadar.”
Burnumun ucuna fiske vurup kısaca gülümsedi. Tereddüt etmeden “Güzel çıkmadığın fotoğraf yok,” dedi. Fazlasıyla netti.
“Var,” diye direttim. “Abartma sen de.”
“Sen kendini benim gözümden görseydin böyle konuşmazdın, Naz.”
Sözleri her ne kadar içimde bir yerde kıpırtılar oluştursa da yine Nazlı’lığımı yapıp “Ama kendi gözümle görüyorum. Yani neymiş, varmış,” diyerek inadımı devam ettirdim.
“O yüzden de ne yapıyormuşuz…” Harfleri uzattı. Ben odağımı ona vermişken onun telefonu hangi ara açıp hangi ara yüzüme tuttuğunu fark edememiştim. “Benim telefonumla çekiyormuşuz.” Art arda deklanşöre basma sesi geldi. Ona fotoğraf çekelim dediğim saniyeye pişman olmak üzereydim.
Çatık kaşlarımla ona doğru uzandım ve “Ya Emre yapma şunu,” diye söylendim ama beni dinlemedi. İnatla birkaç fotoğraf daha çekti. “Ya bak, saçını başını yolacağım ama şimdi, her seferinde bunu yapıyorsun!”
Kahkaha attı, aynı zamanda başka fotoğraflar çekti. Pes ederek sırtımı geriye yasladım. Bütün telefonunu benim abuk subuk hallerimle kaplamaya fazlasıyla istekliydi. Biraz daha somurtuk halimi çektikten sonra telefonu indirdi. “Sen de fazla meraklısın saçımı yolmaya.”
“Seni kel bırakacağım. Görürsün.”
“Kıyamazsın bana.”
Kaşlarım havalandı. “Öyle mi dersin?”
Anında başını iki yana salladı. “Vazgeçtim, vicdansızsın sen. Kesin yaparsın.”
Sırıtışım yüzümde büyürken bu sefer ben telefonumu kaldırıp onu çekmeye başladım. Ama o benim aksime huysuzluk çıkarmıyor, gözünü kırpmadan beni izliyordu. Sonra telefonu çevirdim ve ikimizin olduğu birkaç selfie çektim.
Bir süre sonra kahvaltımız gelmişti. O kadar açtım ki hangisini yiyeceğime şaşırmayı bırakıp önümde olan ilk şeyi ağzıma tıkamaya başladım. Keyfim yerindeyken yapmayı en sevdiğim şey kesinlikle yemek yemekti ve açsam hiçbir şeyi gözüm görmezdi. Ama bunun bana yol su elektrik olarak geri döneceğini elbette ki biliyordum, o yüzden projem biter bitmez spora başlayacaktım. Diğer türlü yüz kiloyu geçme ihtimalim yüksekti.
Emre benim aksime daha sakin yiyordu. Her lokmasında bana bakıp gülümsedi. Yemek yerken birkaç kez daha fotoğrafımı çekti, ağzıma kendi çatalıyla bir şeyler tıkıştırdı. Her birini afiyetle yedim, sonrasında onu kendi elimle doyurdum. Uzun zamandır yaptığım en güzel kahvaltılardan biriydi.
Kahvaltımızı bitirdikten sonra Emre ödemeyi yaptı ve el ele mekândan çıktık. Bugün doğum günüm olduğu için tüm ödemeleri elbette ki ona kitleyecektim, kendisinin fikri de bu yöndeydi zaten ama başka sefere de ben onu dışarı çıkarmayı düşünüyordum.
Dışarı çıktıktan sonra arabaya binmedik. Hava o kadar güzeldi ki tüm yolu yürümek istemiştim. Emre de fikrimi sevince beni kendiyle birlikte sürükledi. Sahil boyunca el ele yürüdük. Parmaklarını her saniye biraz daha parmaklarıma kenetliyordu. Bırakırsa kaçacağım düşünüyorsa yanılıyordu. Tüm gün ensesinde gezmek gibi süper ötesi bir fikrim vardı.
Bir gözüm Emre'deyken deniz havasını içime çektim. Hafta sonu olduğu için ortam biraz kalabalıktı. Etraf balık tutan insanlar, bizim gibi el ele yürüyen çiftler, arkadaş gruplarının olduğu kalabalıklar, yalnız yürüyen insanlar ve sokak satıcılarıyla doluydu. Herkes kendi halindeydi.
Renkli evlerin olduğu Mudanya binalarının olduğu sokağa girdik. Buraya gelen herkesin bu evlerin önünde, denize çıkan ara sokaklarında mutlaka fotoğrafı olurdu. Bizim uzun zamandır burada çekilmiş fotoğrafımız yoktu. Bunu hemen düzeltmek için Emre’yi her adımımızda durdurup fotoğraf çektim. Yoldan geçen birilerinden bizi çekmesini rica ettim. Her fotoğrafta Emre’nin eli belimdeydi. Yüzü bana dönüktü. Güneşi kıskandıracak kadar sıcak ve parlak bir gülümsemeyle vardı dudaklarında. Ayağımda topuklularım olmadığı için onun omuzuna geliyordum. Sarıldığımızda ise çenesi başıma tam oturuyordu.
Bizi çekenlere teşekkür ettikten sonra dar sokağın her iki yanında da sıra sıra dizilmiş dükkanları inceledik. Düş kapanı satan dükkanın önünde durunca onların fotoğraflarını çekmeye başladım. O sırada Emre elimi bırakıp dükkana girdi. Ben tenteye asılmış birkaç süsün daha fotoğrafını çekmeye devam ederken Emre elinde minik bir poşetle yanıma geri geldiğinde telefonumu indirip ona baktım. Poşeti bana uzattı. İçinde beyaz tüylerle çevrili bir düş kapanı vardı. Bana almıştı. Fotoğraf çekerken gözümün en çok ona gittiğini fark etmiş olmalıydı.
Bu tatlı hareketinden ötürü parmak uçlarımda yükselip ona sıkıca sarıldım. Ona sarıldığımda hep yaptığı gibi otomatik olarak eli de belime gitmişti. Kulağına fısıldayarak teşekkür ettim. Birkaç saniye öyle durduk. Geri çekilmeden önce yanağına minik bir öpücük bırakmayı da ihmal etmedim.
Bu sefer dalıp dalıp gitmek yerine başını hafifçe yüzüme doğru eğdi. Yüzümüz arasında çok az bir mesafe kaldığında nefesimi tuttuğumu poşeti sıkmaya başladıktan sonra fark etmiştim. Dudaklarımdan öpecek sandım ama öyle yapmadı. Yanağıma uzandı ve benim yaptığım gibi minik bir buse bıraktı.
Onu dudaklarından öpmeden beni öyle öpmeyeceğini anladım. Dün sarhoş olduğum için yaptığım hareketimi ayık halimle yapmadan kendi yapmayacaktı. Gözlerinde bunu görmüştüm.
Geri çekildiğinde gözlerimi kaçırdım. Bir şey demedi. Eğlenir gibi kıkırdayarak elime tekrar uzandı ve beni kendiyle sürükledi. Kızarmış yanaklarımla arkasından pıtı pıtı yürümek dışında yaptığım tek şey utanmaktı. Ortada utanılacak bir şey yoktu ama ben neden böyle olduğumu anlamıyordum. Onu durdurup delicesine öpme isteği içimi doldurup taşırmışken utanmak da neyin nesiydi?
Sokaklarda yürümeye devam ettik. Birkaç dükkana daha girdik. Sokak kenarında duran boy aynasından fotoğraf çekildik. Kağıt helva yedik. Benim çay aşkım tetiklendiği için dükkanlardan birinde durup çay içtik. Pamuk şeker satan birini görünce hemen ikimize de beyaz olanlarından aldı. Ama Emre kendininkini bir kenara bırakmış, durup durup benimkinden yemişti. Bunu her yaptığında elinin tersine vurdum ama bana mısın demedi. Beni sinir etmek en sevdiği şey olduğu için bilerek daha sık yaptı. Sonra ağzıma kendi pamuk şekerinden tıkadı. Dudağımın her köşesine dağıttığı için yüzüm yapış yapış olmuştu. Ondan intikam almak için ben de aynısını ona yaptım. Parmak uçlarımda yükselerek yolun ortasında zorla ağzına pamuk şeker tıkadım. Güldü ve ağzını kocaman açarak hepsini yedi. Sonra da parmağımı öperek elimi de yapış yapış yaptı.
Sahil kenarına dizilmiş bankaların olduğu yere geçtik. Ondan önce bulduğumuz bir lavabodan elimizi yüzümüzü temizlemiştik. Dışarıda hafif esen bir rüzgâr vardı ama sorun teşkil edecek bir kuvvette değildi. Aksine yüzümü okşuyordu.
Banka oturduğum sırada yamacıma oturan Emre birden banka uzandı ve başını dizime yasladı. “Ne yapıyorsun?” dedim gülerek, aynı zamanda ellerimi de sanki bu hareketi beklermiş gibi saçlarına götürdüm.
Gözlerini bana dikti. “Sana bakıyorum.”
“Hmmm…” Cilveyle konuştum. “Bak bakalım.”
“Sen de bana bak.”
Ellerim hâlâ saçlarında geziniyordu. Ona bakarken güldüm hafifçe. “Bakıyorum ya.” O da güldü ama “Hep bak,” derken oldukça ciddiydi.
Başımla onayladım onu. “Hep bakarım.” Hep bakardım. Onu daima severdim. Tek isteğim onun da beni daima sevmesiydi. Hep böyle baksın, böyle güzel gülsün ve baktıkça içi gitsin. Böyle güzel sevsin. Çok şey isteyip istemediğimi bilmiyordum ama ondan tek isteğim buydu.
“Çok güzel bakıyorsun.” Saçları arasında olmayan elimi kucağına götürdü ve parmaklarımla oynadı.
Gözlerimi kıstım. “Güzel gözlerim var çünkü,” dedim saçlarımı savurarak.
“Sen güzelsin.”
Kızaracak gibi olduğumu hissettiğim an bu histen kurtulma için hemen “Biliyorum,” dedim. “Müthiş harika genlerim var.”
Emre hafif bir tebessüm etti. “Ben…” derken sesindeki burukluğu hemen hissettim. Gözleri bu sefer bende değildi, boşluğa dalmış gibiydi. “Babama benziyorum sanırım.”
Sözleriyle eş oranda gözlerim doldu. Hasan amcadan bahsetmiyordu. Gerçek babasından bahsediyordu ve ben onunla alakalı çok fazla şey merak ediyordum. O üzülmesin, bugün mutlu olalım diye bu konuyu bugün açmak istememiştim aslında. Ama eğer bu konuya girdiyse konuşacak, içinde biriktirdiklerini onunla birlikte kendi sırtımda taşıyacaktım.
Onu rahatlatmak için parmaklarımı biraz daha saçlarında gezdirdim. “Sen… onu hiç gördün mü?”
Gözlerini bana çevirdi. Parmaklarımla oynayan elleri hareket etmeyi bırakmıştı. “Hayır,” dedi başını olumsuzca sallayarak. Sesi o kadar kısıktı ki, üzüntüsünü belle etmemeye çalıştıkça daha çok üzüldüğünü anlayabiliyordum. “Yani gördüm de… sadece fotoğrafta.”
Sormaya korktuğum o soruyu “Peki o…” diye başladım ama devamını getiremedim. Korkuyordum.
Ama Emre ne sormak istediğimi anladı. “Evet,” dedi solmuş bir sesle. “Öldü.”
Sanki kalbimin orta yerine bıçak saplanmış gibi bir acı hissettim. Hazırda bekleyen yaşlarım gözlerimde biriktikten sonra taşmaya başladığında ve yanaklarımı ıslattığında “Çok… çok üzgünüm…” diyebildim zorlukla.
Emre parmakları arasındaki elimi dudağına götürüp öptü. “Ben de üzgünüm ama ölümün çaresi yok, Naz. En azından beni bırakıp gitmedi diye seviniyorum. Diğer türlüsü daha kötü olurdu.”
Dün bütün gün sarhoş olurken bunu da düşünmüştüm. Eğer öz babası Emre’yi terk etmiş olsaydı çok zor toparlanırdı. Ne kadar dışarıdan güçlü görünmeye, üzüldüğünü belli etmemeye ve sürekli gülümsemeye çalışsa da onun kalbinin içindeki masumluğu ben çok iyi biliyordum. Hassastı biriydi Emre. Hasan amca ona çocukken sevgi göstermediğinde çok üzülürdü ama hep gizlemeye çalışırdı bunu. Yine de ben anlardım, sessizleşirdi çünkü. Emre üzülünce hiç konuşmazdı, köşesine çekilirdi. Herkes çocukluğundan beri onun için uslu bir çocuk dese de o aslında üzgün bir çocuktu. Çocuklar üzülünce susardı.
Sırf bu yüzden çok konuştum ben. O kadar çok konuşup onu bunalttım ki bir süre sonra beni susturmak için kendi konuşmak zorunda kaldı. Gün geçtikçe, zaman ilerledikçe artık eskisi gibi hüzün sarmıyordu çehresini. Daha çok gülümsüyordu. Daha çok konuşuyordu. Daha mutluydu.
Şimdi ise gözlerinde özlem görüyordum. Babasını şahsen görmese de onu özleyen minik bir Emre vardı harelerinde. Tüm hikâye nasıldı bilmiyorum ama keşke Hasan amca ondan sevgisini çok görmeseydi. Bir kere de olsa okşasaydı saçlarını. O zaman bu denli üzülmezdi Emre'nin yaralı kalbi, gitmezdi hiç belki. Ona fazlalık gibi hissetirmeye hakkı yoktu. Kimsenin böyle bir hakkı yoktu. Ama o adam hâlâ da arsızca Emre geldi diye sorun çıkarmaya devam ediyordu. Zaten onun bu fevri tavırları yüzünden her şeyi böyle pattadak öğrenmiştim.
Parmaklarım Emre’nin saçlarından yanaklarına doğru uzandı. “Ben ne zaman istersen senin yanında olacağım,” dedim yemin edercesine. “Söz veriyorum.”
Yanağının üzerindeki elimin üstüne ellerini götürdü. İki eliyle de elimi sararken “Sen iyi ki varsın, Naz,” dedi. Elimi dudaklarına götürüp avuç içime öpücük bıraktı. “İyi ki doğmuşsun, iyi ki hayatımdasın. “
“Sen de öyle.” Eli elimin üzerindeyken yanaklarını okşadım. “Baban hakkında…” dedim sonra tereddütle. “Onun hakkında biraz daha konuşmak ister misin? Dinlerim ben seni.”
Tebessüm etti. Ama buruktu gülüşü. “Bugün mutlu olmak istiyordun. Başka zaman da konuşabiliriz.”
Başımı çabucak iki yana salladım. “Seni dinlemek beni üzmez, Emre. Hiçbir zaman da üzmedi. Sen konuşmak istemezsin belki diye öyle dedim. Ama istiyorsan her saniyeni dinlerim. Zaten her şeyi merak ediyorum.”
Sözlerimin onu ne kadar mutlu ettiğini görebiliyordum. Biri tarafından dinlenmeye çok ihtiyacı vardı. “Babam doktordu,” diye söze girdiğinde böyle bir giriş beklemediğim için büyüttüğüm gözlerimi gözlerine diktim.
“Hadi canım!” Bunu beklemiyordum. “Ondan mı doktor olmak istedin?”
Başını olumsuzca iki yana salladı. “Baştan beri isteğim buydu. Ama sonra onun da doktor olduğunu öğrenince daha da tutuldum mesleğime. Sence benimle gurur duyar mıydı, Naz?”
Sesinin kırılmış tonunun kalbime battığını hissettim. Gözlerim usul usul doldu. “Duyardı tabii,” dedim yanaklarını okşayarak. “Göğsünü kabarta kabarta gezerdi sokakta.”
“Öyle mi dersin?”
Başımla onayladım onu. “Öyle derim… Peki başka ne biliyorsun onunla ilgili?”
Gözleri boşluğa dalar gibi oldu. “Ses tonu neye benziyor bilmiyorum. Gülünce, üzülünce veyahut sinirlenince yüzü nasıl şekil alır bilmiyorum. Karakteri ve tavrı hakkında da pek bir bilgim yok. Sadece fotoğrafı var elimde…” Ne diyeceğimi bilemedim. Anlaması bile zor bir şeydi bu.
“Bir babaannem varmış. Onunla da üç sene önce tanıştım… Annem…” derken duraksadı. Devamını anlatmadan önce durulmak istediğini, kendine biraz zaman vermek istediğin anladım. O yüzden onu zorlamadım. Yaptığım tek şey sakinleşmesini beklerken yanağını okşamaktı.
“Annem o adamla evlenince Bolu’dan bu şehre taşınmış. Anneannemle dedem evlendirmiş onu. Ben o zamanlar daha bir yaşındaymışım. Babaannem bir şey dememiş ama annemle de farklı şehre geçtiği için görüşmemiş bir daha. Başlarda telefon konuşmaları olmuş, beni sormuş, fotoğraflarımı istemiş. Zaman geçince onlar da azalmış… Varlığını öğrendiğimde başta yanına gidemedim. Ne diyecektim ki? Ben senin yıllardır görmeye bile tenezzül etmediğin torununum mu? Her şey üst üste üstüme üstüme geliyordu. Her geçen gün o evde biraz daha kavga edip duruyordum. Annem de sürekli arada kalmaktan yorulmuştu. Onu daha fazla zor duruma sokmak istemediğimi için bu şehirden gitmeye karar verdim. Sonra bir yıl kadar zaman geçti. Seni görmüyordum, özlemiştim ama arayamıyordum bile. Annem de yoktu. Geri de gelemiyordum. Derken bir gün annemden bir telefon geldi…”
Sesi giderek kısılmıştı. Anlattıkları kalbimi o kadar kırıyordu ki ona gittiği için kızamıyordum bile. Yaşadıklarını anlamaya çalışmak bile beni bu denli kahrediyorken onun halini düşünemiyordum. Sessizce devamını anlatmasını bekledim. Gözleri bende değildi. Ağladığımı görürse susacak ve ağlamamam için sözler sarf edecekti. Kendi hikâyesini bir kenara bırakacaktı. Bunun olmasını istemediğim için tutmadığı elimin tersiyle ona fark ettirmeden yaşlarımı sildim.
“Telefonda dedi ki…” diye devam etti sonra. Bana baktı. Gözleri dolmak üzereydi. “Hastaymış babaannem. Bir halam varmış, o arayıp söylemiş. O adamı babam sanırken anne tarafım dışında hiçbir akrabam yoktu. O adam biliyorsun ki, tek çocuktu. Ebeveynleri de ölmüştü. Ama o babam değilmiş ve benim babamın annesiyle kardeşi varmış. Seninle aynı yaşta bir kuzenim bile varmış, inanabiliyor musun?” derken siniri bozulmuş gibi güldü.
“Neyse işte… Halam babaannemin beni görmek istediğini söylemiş anneme. Başta gitmeyecektim ama sonra içimden bir his gitmemi söyledi. Ben de annemin verdiği adresle Bolu’ya gittim… Evlerinin önüne geldiğimde tuhaf bir his vardı içimde.”
“Tanıdık mıydı?” diye sordum uzun zaman sonra sessizliğimi bozarak.
Gözlerini bana çevirdi yine. “Evet,” dedi buruk bir sesle başını sallarken. “Hiç gitmedim ama sanki hep gitmişim gibi bir his vardı, anlayamadım. Oysa yabancı hissetmem gerekmez miydi Naz?”
Elimi saçlarının arasına götürüp karıştırdığımda yüzümde yarım bir gülümseme vardı. “Gelmez bazen. Kalp hisseder. Senin kalbin de babanı hissetmiş Emre. Eğer yaşasaydı, orada büyüyecektin. O evde koşturacaktın. Kalbin bunu hissetmiş.”
“Ama ben hiç orada yaşamak istemişim gibi hissetmedim.”
Merakla yüzüne baktım. “Neden ki?”
“Sen varsın çünkü.” Tereddüt etmeden söyledi bunu. “Sensiz bir çocukluk düşünemezdim.”
Dudaklarım titredi. Hiç bu açıdan düşünmemiştim. Eğer Hasan amcayla Nermin Teyze evlenip Bursa'ya taşınmasalardı Emre'yi hiç tanıyamayacaktım. Bu yüzden “Annenle Hasan amca evlendiği için üzgün müsün peki?” diye sordum. “Evlenmelerini istemediğin zamanlar oldu mu?”
Gözlerini benden kaçırdığında “Bazen istemediğim zamanlar oldu, yalan yok,” diye mırıldandı. Ardından bana baktı. “Ama sonra sen geldin aklıma. Giray, Serdar, annen, baban… Sizinle çok güzel bir hayatım oldu. Sissiz…” Eli yanağıma uzandı. “Hele de sensiz bir hayat düşünemezdim.”
“Ama belki o zaman daha güzel bir hayatın olurdu. Üzülmezdin bu kadar. Mutlu bir çocukluğun geçirirdin.”
Başını iki yana salladı. “Sensiz güzel bir hayat istemem. Zaten sensiz hayatım eksik olurdu Naz, güzel olmazdı. Hem ben mutsuz bir çocukluk geçirmedim ki. Sen doğduktan sonra hayatımın en güzel günlerini geçirdim. O günleri hiçbir şeye değişmezdim. Bu sebepten bugüne her zaman minnet duyacağım..." Yanağımı okşadı. "İyi ki doğdun hayatıma sen Naz.”
Sözleriyle birlikte saçları arasında gezinen parmaklarım hareket etmeyi bıraktı. Çok güzel laflar ediyordu. Kalbimi nasıl hızlandıracağını çok iyi biliyordu. Her saniye biraz daha ve biraz daha eridiğimi hissediyordum. “Ama böyle dersen ağlarım ki ben…”
Eğlenir gibi konuştu. “Ağlama, ağlayınca çirkin oluyorsun.”
Omzunun üstüne vurdum. “Sensin çirkin,” dedim söylenir gibi.
Kısa bir kahkaha attı. Sonra “Peki benim çirkin,” dedi o da her zamanki gibi. Eli hâlâ yüzümdeyken biraz daha okşadı yanaklarımı. Elalarını bir saniye olsun yüzümden çekmedi.
“Seni çok seviyorum.”
Az önceki sitemli ifadem soldu, onun yerine sarhoş bir gülümseme yerleşti dudaklarıma. Hâlâ dizimin üzerinde uzandığından yüzüne doğru eğildim. Aramızda çok az bir mesafe bıraktıktan sonra yanağına uzandım ve minik bir buse bıraktım.
“Ben de çok seviyorum seni.”
Geri çekileceğim sırada yanağımdaki eliyle boynumu tutup doğrulmama engel oldu. Dokunuşu içimi gıdıklamıştı. Gözlerine baktım. Çok güzeldi gözleri. Hipnoz ediciydi ve ben onları inceledikçe aramızdaki varla yok arasındaki mesafe yutkunamama sebep olmuştu.
“Ne oldu?” diye fısıldadım dudaklarına doğru.
Onun bakışları da dudaklarımdaydı. Önüme düşen saçlarım yüzünde geziniyordu ama bundan rahatsız olmuşa benzemiyordu. “Sana yakından bakmak istedim.”
“Ama boynum tutulur böyle.” Ne diyordum ben? Öküzlükte zirve gerçekten.
Dudaklarının kenarında çok tatlı bir gülümseme belirdi. “Tutulmasın o zaman boynun.” Başını hafifçe kaldırıp yanağımı öptükten sonra beni serbest bıraktı. Elim yanağıma gidecek gibi olduğunda kendime engel oldum.
“Ama ben niye utandım ki şimdi?” diye söylendim kendi kendime ağzımın içinde.
Emre güldü. Elini yüzüme götürdükten sonra burnumu sıktı. “Çok tatlısın.”
“Burnumu bıraksana ya!” Hâlâ sıkmaya devam ettiği için sesim robot gibi çıkıyordu. “Bak seni yere fırlatırım.”
“Üzülürsün sonra.” Burnumu bıraktıktan sonra bu sefer yanağımı sıktı. Başımı geriye yatırıp elinin üstüne vurdum.
“Hayatta üzülmem.”
Yüzüme dikkatle baktı, gevşeyen parmakları yanağımda gezdikten sonra çeneme gitti. Çenemi eğip ona bakmamı sağladı. “Çok güzelsin,” dedi bu sefer. Kalbim hızlandı. Sanki kuş vardı göğüs kafesimde. Kaçmak ister gibi çırpınıyordu. “Bana bakıyorsun, gülüyorsun. Kaçmıyorsun da. Rüyadaymışım gibi sanki Naz.”
Her ne kadar ben de onun gibi hissetsem de “Rüya olamayacak kadar gerçeğim bir kere,” dedim alaycı bir tonda. Alnının ortasına art arda dokundum. “Şimdi kalk bakalım koca adam.”
Komutumla çabucak yerinden doğruldu. “Hay hay,” diyerek ayağa kalkmam için bana elini uzattı. Yüzümden silmeyi bir saniye olsun düşünmediğim gülümsememle elini tuttum. Birlikte sahil boyunca yürümeye devam ettik.
BÖLÜM SONU...
Ay sizi yerim ter yer yerimmmm!!!
Nasıl buldunuz bölümü?
Bu bölüm sadece sırıttım ya, özlemişim onları.
Nazlı da kendini rahat bıraktı ama arada kendinin de dediği gibi Nazlılık yapmaktan vazgeçmiyor.
Bir saniye kavga etmeden bir gün geçirdiler ve gün daha bitmedi. Kalan kısmını da daha sonra yazıp bitireceğim.
Bu arada... Geçenlerde doğduğumda bana Nazlı ismini koymayı düşündüklerini öğrendim. Sonra vazgeçmişler... Ben kendi bebeme koymuşum. Tesadüfün böylesi...
Diğer bölümde görüşmek üzere.
Esen kalın...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 16.56k Okunma |
1.3k Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |