@esmacayim
|
3. BÖLÜM Gözlerimi açmakta zorlandığım bir sabaha uyandım. Alarmım bas bas ötse de onu susturup akşama kadar uyumak istiyordum ama buna vaktim yoktu. İşe bırakmam gereken birkaç evrak vardı. Bunu da uyumadan önce son baktığım mailde fark ettim. Tatil günümde bile bununla uğraştığıma inanamıyordum. Aptal gibi tüm gece uyumadım. Serkan’la neredeyse sabaha kadar dizi izledik. Koca bir maldım. Ağlayarak da olsa yorganı çektim üstümden. Usulca yatağımdan doğruldum. Sabahın ilk ışıkları odamı aydınlatıyordu ama gözlerimi açmakta zorluk çekiyordum. Çıplak ayaklarım parkenin soğukluyla temas içine geçince irkilsem de onları yere sürte sürte bir gözü açık diğer kapalı bir şekilde odamdan çıktım. Banyoya adım atarken kafamın içindeki sesleri susturmaya çalışıyordum. Emre, yani olur olmadık anlarda aklıma düştüğün için yargılanmalıydın! Sabah uyandığımda aklım bile daha kendine tam gelmemişken nasıl olur da onu düşünebiliyorum, inanamıyordum. Yoktu ya. Uzun zamandır aklımın ucunda bile yoktu ama o geldiğinden beri neredeyse şu son bir haftadır onu düşünmediğim tek saniyem bile kalmamıştı. Onu iki gündür görmüyordum. Önüme çıkmamıştı hiç, ya da cama çıktığımda onun bakışını yakalayamamıştım. Kendime itiraf etmekten çekinsem da onun varlığına alışmıştım ve bu beni inanılmaz korkutuyordu. Beni kendine alıştırdıktan sonra görmezden gelecek diye çok korkuyordum ama benimle daha fazla konuşmaya çalışacak değildi. Kendine ait bir hayatı vardı. Ki zaten hastanede çalışıyor olmalıydı günlerdir. Doktor olmak pek de kolay değildi. Üniversitenin ilk yıllarında yaptığı stajlarda bile çok yorulduğunu hatırlıyordum. Kim bilir şimdi nasıldı? Lavaboda günlük işlerimi hallettikten sonra söve söve odama gittim. Neden izin günümde işe gidiyordum ki! Söylenmeye devam ederken yeşil bir kazakla krem bir mom jean çıkardım dolaptan. Saçlarımın bir kısmını yukarıda toplarken kalanı omzuma saldım. Makyajımı sonraya bırakarak ayaklarım geri geri gitse de soluğu mutfakta almak zorunda kaldım. Bugün kahvaltıyı hazırlama görevi bendeydi. İmdat diye ağlayacaktım. Neden söz vermiştim ki sanki! Kaderime bir kez daha söverken çay için tüpe su koydum. Haşhaşlı kekin harcını hazırlarken diğer taraftan yumurta haşlamak için büyük cezveyi aldım. Kahvaltılıkları tek tek dolaptan çıkardım, bardakları da masaya dizdim. Babamın sevdiği krepten de hazırladıktan sonra birkaç şey daha pişirdim ve sofra tamamen hazırdı. Tam kırk beş dakikamı almıştı ama değmişti. Beğenmeyeni camdan sallandırırdım. Yaklaşık beş dakika sonra annem mutfağa geldiğinde ve hazır sofrayı gördüğünde şaşırıp kalmıştı. Tüm gece dizi izlediğimi biliyordu. Erken uyanıp üstüne bir de kahvaltı hazırlamamı beklemiyordu. “Nazlım?” dedi uyku mahmurluğuyla yanıma gelince. “Ne zaman uyandın sen?” Yanağıma öpücük bıraktığında ona günaydın diyerek sarıldım. “1 saat oldu Zeliş Sultan.” Kaşlarımla sofrayı gösterdiğimde gülümsüyordum. “Söz verdiysek yaparız evelallah.” “Kimin kızı.” Bu söylediğine gülmüştüm. Kendini övmezse rahat edemezdi. Bu konuda kime çektiğim belli oluyordu. “Senin tabii Zelişim.” Son yumurtayı da masadaki yerine koydum. “Aman babam duymasın.” Fısıldadım kıkırdayarak. Kafasını iki yana salladığında istemsizce güldü. “Deli kız.” “Ee…” dedim ellerimi havaya kaldırıp sırtımı geriye doğru atarken. “Sofrayı ben hazırladığıma göre abimi uyandırma işi sende.” Nefesimi bıraktım bıkkınca. “Kavga edemem sabah sabah.” “Tamam tamam.” Elini teslim olurcasına kaldırdı. “Sen çayları doldur annem.” “Emrin olur kraliçem… Ha bir de…” dedim tam ilerlerken onu durdurduğumda. “Su dök uyanmazsa nolur.” “Nazlı.” Kaşlarını havaya kaldırdı çok ayıp der gibi. “Böyle mi kaldırıyorsun her gün çocuğu?” “Hayır,” dediğimde gülüyordum. Çayları doldururken bakışlarımı ona çevirdim. “Benim kendi yöntemlerim var.” Elif Abla gibi. “Ben sana sadece kesin çözüm öneriyorum. Hem az eğlenirdik, ne var yani?” Bana hayretle baktığında onun bu haline gülmeden edemedim. “Siz hiç büyümeyeceksiniz.” “Asla.” Annem abimleri kaldırmaya gittiğinde ben de hızlıca makyajımı yapmaya odama koştum. Telefondan bildirim gelince masanın yanına yaklaşıp hızlıca gelen mesaja baktım. Derin’in moralinin bozuk olduğunu ve akşam parkta görüşmek istediğini yazdığını görünce hızlıca aradım onu. “Ne oldu, neyin var?” diye sordum telaşla. “Pezevenk Can mı bir şey yaptı?” “Bu sefer kesin bitti,” dediğinde sesi ağlamaklı geliyordu. “Bıktım beni sürekli yetersiz hissettirmesinden.” “Ben onun ağzına sıçmaz mıyım!” dediğimde sesim sinirli geliyordu. Kapı zilinin çaldığını duyduğumda bir tur da ona sövdüm. Kim geliyordu sabahın köründe şu eve! Annemin bakacağına emin olduğumdan Derin’e odaklandım. “Kızım kaç kere dedim ayrıl diye, al bak görüyorsun. Şeref yoksunu herif ya!” “Tamam,” dedi, sakin olmamı bekliyordu ama zordu. “Bir şey yapma sakın, akşam konuşalım sadece, dertleşmeye ihtiyacım var.” “Şimdi geleyim istersen?” İş götümde değildi. Kuzenim benim için daha önemliydi. Evrak bekleyebilirdi. “Yok yok,” dedi, burnunu çektiğini işitmiştim. “İşim var benim şimdi. Akşam görüşelim.” “Peki, sen nasıl istersen. Ama kötü hissettiğin dakika arıyorsun ve uçuyorum yanına.” Güldü. “Tamam.” Nefesini bıraktı. “Akşam görüşürüz o zaman.” “Görüşelim bebeğim, çok seviyorum seni.” “Ben de seni. Kapatıyorum şimdi.” Telefonu kapattığımda burnumdan soluyordum. O Can denen yavşak heriften gram haz etmiyordum zaten. Derin’i sürekli üzüyordu. Sonra iki güzel şey söyleyip, kızı manipüle ederek kendini affettiriyordu. Topunun Allah cezasını versin ya! Derin’i ayrılması konusunda çok uyarmıştım ama ağzına sıçtığımın aşkı akıl, mantık dinlemiyordu ki. Affedip duruyordu ama bu sondu. Bundan sonra yine affederse onu eve kilitleyecektim. Yeterdi kuzenimi üzdüğü. Kendimi sakinleştirdikten sonra odamdan çıktım. Kaşlarımın çatık bir şekilde mutfağa girdiğimde gördüğüm manzarayla gözlerim faltaşı gibi açıldı diyebilirdim. Zira abartı falan olmazdı bu. Emre’nin bu saatte ne işi vardı burada? Hem de bizim soframızda? Hem de benim oturduğum yerin tam yanında? Dalga mı geçiyorsun cınım? Onu göremediğim şu iki günden sonra görmeyi beklediğim yer elbette kendi evim değildi. Sanki 4 yıl önceki hayatıma geri dönmüştüm. İtiraf etmek istemesem de onu özlemişim gibi hissediyordum. Ama bana böyle hissettirmeye hakkı yoktu. Gözüme tekrar görünmemeliydi. Bunu bana yapmamalıydı. Annem, babam, abim, Serkan ve Emre aynı sofrada oturmuş bir şeyler yiyordu. “Ee, Urfa'da görev nasıldı? Özledin mi buraları?” Urfa derken? Ne oluyordu burda? Emre gülerek kafasını salladı babama. “Özledim tabii Gökhan Amca. Buraları, sizleri, bu mahalleyi, herkesi ayrı ayrı özledim. Urfa evet, güzeldi; orada çalışmak da ama buranın yeri ayrı.” “Öyledir,” dedi babam. “Bursam bir başkadır.” “Annenler nasıllar çocuğum, sen gelince nasıl mutlu olmuşlardır şimdi. Evin tek çocuğusun ne de olsa.” “İyiler Zeliş Teyze, selamları var size. Onlar da çok istiyorlardı zaten dönmemi. Ben de kıramadım.” “Zaten ne diye önceden dönmedin ki oğlum?” diyen abime ilk defa hak verdim. “Nazlı'yı başımdan alacak kimse kalmadı. Beynimi yedi sen yokken.” Adımı duyunca ben de burdayım aloo, der gibi öksürdüm. Herkesin bakışları bana döndü. “Gün… aydın,” dedim, kaşlarım çatıktı. Serkan babamın olduğu sandalyenin karşısındaydı. Bana arkası dönüktü. Benden yana döndüğünde burada ne yaşanıyor, Emre niye burada der gibi kafamı iki yana salladım. Ben bilmem der gibi bakıyordu. Sen ne biliyorsun ki zaten! Bilse de beyni almazdı bu halde, tek gözü kapalıydı uykusuzluktan. Annem zorla uyandırmış olmalıydı. “Günaydın, çiçeğim.” Babamın yanına gidip ona arkasından sarıldım. “Canım babam.” “Günaydın, Naz.” Babama sarılır bir şekilde bakışlarım ona döndü. Annemler var diye bir şey diyemezdim, o yüzden kafa sallamakla yetindim. “Sen uyanık mıydın ya?” diye abime döndüğümde kaşlarımı kaldırdım “ne alaka,” der gibi. “Öğlene kadar uyursun sanıyordum. Malum tüm gece kafamızı şişirdiniz.” Serkan’la bana bakıp durdu. Serkan uyuklar gibi duruyordu hâlâ. “Senin o zıkkımlandığın şeyleri kim yaptı sanıyorsun, hayırsız?” Kafamı iki yana salladım sabırla. “Ben siz miyim?” Bakışlarım Serkan’la ikisi arasında dolandı. “Uyanacaksam uyanırım.” “Beni kavganıza dahil etmeyin, uykum var zaten.” Abimle Serkan’a göz devirdik. “Ne zaman yok ki senin uykun, sen bi’ sus.” “Ne haliniz varsa görün,” diyip kahvaltısına döndü. Ben de o sırada çayı doldurup yerime oturdum. Bakışlarımı Emre’den yana çevirmiyordum. Hâlâ onun neden burada olduğunu sorguluyordum. Eskiden birbirimize çok kahvaltıya giderdik ama dediğim gibi eskidendi o. Ne diye gelmişti yine? Aptal abimin çağırdığına yüzde yüz emindim. “Ben de diyorum niye bu kadar kötü bunların tadı?” Hayretle ağzımı açtım. “Anne,” dedim gözlerimi sabır dileyerek kapattığımda. “Şunun önündekileri alır mısın? Haketmiyor.” “Başladınız yine sabah sabah.” “Kızım haklı hatun,” diyen babama gülen gözlerle baktım. Beni bir sen anlıyorsun, canım babam. “Beğenmiyorsa yemesin. Ver Emre oğluma. Bak bitirmiş tabağını.” O son dediğini demeseydin iyiydi babacım ya. Emre’nin güldüğünü hissediyordum. “Şu kızı şımartmadığınız gün yok.” Sesindeki yalandan siteme elimin tersiyle çarpmak istedim. “Sus kerata, bir tane kızım var benim.” Gözlerimi deviren abime dilimi çıkardım. Diğerleri bu halimize gülüyordu sadece. “Sağ ol Gökhan amca, yeterli bu bana.” Bana döndüğünü hissediyordum. “Ellerine sağlık, Naz. Çok güzel olmuş. Özlemişim senin kahvaltılarını.” Ona dönüp kaşlarımı çattım. “Afiyet olsun,” dedim düz bir sesle. “Arada burayı hatırlayıp gelseydin özlemek zorunda kalmazdın.” Mırıldandım. Annem bana sus der gibi kaşlarını kaldırdı. Omzumu silkmekle yetindim. “Nazlı!” Sesi uyarır gibiydi. Kafamı iki yana salladım. “Ne?” “Sen bunu sallama kardeşim,” diyen abime kaşlarımı çatarak baktım. Sabah sabah bu kadar kaş çatmaktan kırışıklıklarım erken çıkacaktı. Bu çocuğun bana tek faydası yoktu ya. “Sen gittiğinden beri ayrı huysuz. Eskiden sana postalıyorduk, nasıl katlanıyordun oğlum şuna ya?” “Abi sussana ya!” Sesim sitemli çıkmıştı. Nimet olmasa önümdekini kafasına fırlatacaktım. “Kendi işine bak sen.” “Sorun değil kardeşim,” dedi, kavgamıza gülüyordu. “Haklı siteminde.” Bakışlarım hızlıca ona döndü. “Haklıyım tabii.” “Ergen.” “Kes be.” “Kafamı şişirdiniz sabah sabah.” diyen Serkan, şu an yanında olsa kafasına şaplağı yiyecekti. “Git zıbar o zaman, Serkan. Son bölüm diye diye beni de uyutmadın zaten. Hiç konuşma sen!” Gözlerini devirdi. Sıçarlardı gözüne. “Benim çocuklarımın neden tek sakin bir günü yok?” Ah annem, hep abimin suçu işte, valla ben sakindim. Yalan. “Zelişim bizim evin tuzu biberi de bu, ne yapacaksın? Bir gün kavga etmeseler vallahi boşluğa düşerim, Benim evlatlarımın ruhunda var bu.” Babam göbeğini tutarak gülüyordu. “Yani Gökhan,” dedi annem hayretler içinde. “Senin bu rahatlığın beni öldürüyor.” Emre'ye döndü sonra. “Sen kusura bakma Emre oğlum. Benim çocuklar da böyle işte.” Neyiz biz? Vebalı mı? Tımarhane kaçkını mı? Ne demek onlar da böyle? “Ne kusuru Zeliş Teyze?” Gülümsedi. “Aksine çok eğlendim. Özlemişim bu hallerinizi. Eskisi gibisiniz hâlâ, hiç yabancılık hissetmedim.” “Öyle diyorsan…” Sesi mahcup çıkmıştı. “Öyle öyle.” “Bak çocuk da sorun etmiyor,” diye konuşan babama annem ters ters baktı. “Ne geriyorsun kendini?” “Sen sus Gökhan.” “Sen iste yeter ki Zelişim.” Annem kafasını yan çevirince istemsiz gülümsemişti. Babam ne zaman ikiletmeden dediğini yapsa hemen yumuşuyordu. Adam zaten tam bir hanımcıydı. Onun gibi birini bulamazsam asla evlenmeyi düşünmüyordum. Yanımda Emre varken gerile gerile kahvaltıma devam ediyordum ki telefonum çaldı. Masanın üzerinden arayana baktım. Gördüğüm isimle kaşlarım çatılmıştı. Yine. Bu çocuk beni niye arıyordu ki şimdi? Arayan eski sevgilim Mert'ti. Ayrılalı iki haftadan fazla oluyordu. Ne diye sabahın bu saatinde kuşlar bile bokunu daha yeni yerken beni arıyordu? “Arayan kim?” diyordu abim ağzı dolu şekilde bakışlarını telefonuma kitlerken. Neyseki telefon Emre'yle benim aramdaydı. Babam göremiyordu arayanı. “Bir arkadaş,” dedim aramayı kapatırken. “Nasıl bir arkadaş?” Kafamı sorgularcasına iki yana salladım. “Sana ne?” “Ne demek bana ne? Abinim kızım ben?” “Ben sana soruyor muyum El–” dediğimde lafımı kesti hızlıca. “Haklısın bana ne?” Zaferle gülümsedim ama bana sonra görüşeceğiz seninle der gibi bakıyordu. Aman götümden aşağı kasımpaşa yani. Bi bokum yapamazdı. Telefon tekrar çaldığında sinirle soludum. “Kızım açsana, belki önemlidir.” Ah annem asla değildi, beni darlayacaktı sadece ama size eski sevgilim arıyor diyemezdim işte. “Ararım şimdi onu.” Masadan ayaklandım. “Ben doydum. Şirkete gitmem lazım.” “İzinli değil misin sen?” Abime döndüm. “öyleyim,” dedim. “Ee?” “Birkaç evrak var, acil lazımmış. Bu boktan şey de bir bende var. Beyinsizler kopyasını almamışlar. Onu vereceğim.” “Birini göndrsinler.” Bu niye benim aklıma gelmedi ki? Aptaldım ya. Koca bir aptal. Ama bunu ona belli edemezdim. En az bir hafta dalga geçerdi benimle. “Kaybederler falan,” diyerek geçiştirdim. “İşimi sağlama almalıyım.” “Sen buna akıl edemedim desene,” dedi bıyık altında sırıtırken. “Gerçi var mı sanki?” “Yok öyle bir şey.” Üste çıkmaya çalışıyordum. Ama yemezdi. “Ben garantici biriyim.” Kafasını alayla salladı. “Aynen ondan.” “Öf senle mi uğraşıcam!” Sitemle konuştuktan sonra yüzüme yerleştirdiğim gülümsemeyle annemle babamı öptüm. “Ben çıkıyorum.” “Naz…” Bakışlarım Emre'ye döndü. Efendim der gibi kafamı salladım. “Seni bırakayım istersen? Ben de çıkacağım şimdi.” “Gerek yok,” dedim hızlıca. “Ben abimin arabasını alacağım.” “Kim demiş onu?” Hevesimi söndüren abime döndüm çabucak. “Geçenki videonuzu görmedim sanma.” Bakışarı ben ve Serkan arasında gidip geliyordu. Serkan valla benim suçum yok der gibi gözünü kaçırdı. “Yok sana bir süre araba.” “Ama abi ya,” diyerek mızmızlandım. “El–” dememle lafımı kesti. “Yemezler onu canım.” “Hangi video?” diye sordu merakla babam. Şükür ki hâlâ facebookta takılan kafadandı kendisi. Araba sürerken önüme değil, video çekmek için telefona baktığımı duysa bana çok kızardı. “Hiiçç,” dedim hızlıca. “Di’mi abi?” Kaşlarımı kaldırdım havaya. “Biz hallettik, sorun değil baba.” Çenesini git der gibi kaldırdı. “Hadi güle güle.” “Gidiyor muyuz o zaman?” diyen Emre'ye sinirle döndüm. Ama annemlerin yanında diyemezdim sen kendin git diye. Dışarı çıkınca onu ekerdim. “Her şey için teşekkürler,’ dedi Emre tatlı bir gülümsemeyle. Tatlı? Sonra abime döndü. “Akşam haberleşelim.” Kafasını salladı abim. “Tamamdır kardeşim.” “Ne demek Emre oğlum, yine gel. Özlettin zaten kendini.” Lütfen gelme diye iç geçirdim. “Annenlere de selam söyle.” Kafasıyla onayladı. “Aleyküm selam.” “Ben çıkıyorum,” diyerek önden çıktım. Çantamı ve kabanımı almayı ihmal etmedim. O sırada Emre de hepsiyle tekrar vedalaştıktan sonra arkamdan geliyordu. Apartmandan çıkana kadar ikimiz de konuşmadık. Kapının önüne geldiğim an soğuk direkt olarak suratıma çarptı ve ben atkımı yine almayı unuttuğumu o an fark ediyordum. Aman ne güzel! Neyseki son dakika aldığım kabanım vardı, ona sıkı sıkı sarılıyordum. Havaların ısınmasına daha 2 ay vardı. Şubat bir an önce bitmeliydi. Soğuğu seviyordum evet ama üşümekten de bir o kadar nefret ediyordum. Sokakta ilerlerken Emre “Naz,” diyerek beni durdurdu. Ona döndüm. O an ikimizin de aynı tonlarda giyinmiş olduğunu yeni fark ettim. Üstünde yeşil bir kazak, krem bir pantolon ve mont vardı. İstesek denk gelemezdik. Dışarıdan çift gibi durduğumuza emindim. Ama değildik işte. Olamazdık da. “Arabam ileride.” “Yani?” “Geçer misin?” “Seninle gelmiyorum,” diyerek yürümeye devam ettim ama kolumdan tutup beni durdurdu. “Geçer misin şu arabaya?” Sesindeki netliğe ciddiye almadım. Kızgın bir şekilde ona döndüm ama çok yakındı, öylece kalakaldım. “Üşüyeceksin.” Aramızda çok az mesafe vardı. Omuzlarına geliyordum. Yüzüne bakmak için kafamı kaldırdığımda buna çoktan pişman olmuştum bile çünkü kalbim duracak gibi oldu. Yüzünü uzun zamandır bu kadar yakından görmüyordum. Geldiği gün gördüğüm kirli sakalları daha da kısalmıştı. Yokla var arası gibi bir şeydi. Eskisi gibi yapmıştı yine. Ela gözleri, uzun kirpikleri, alnına düşen saçları ile çok fazla eski Emre gibiydi. Çok fazla 4 yıl öncesi gibiydi. “Hem,” dediğinde bana doğru bir adım daha attı. Biraz geri çekilir misin, diyordu kalbim. Kendimi kaybediyorum. “Atkını hâlâ mı unutuyorsun sen?” Ellerini usulca kaldırdığında krem atkımı tuttuğunu gördüm. Onu hangi ara almıştı? “Eldivenlerin de yok değil mi?” Kafasını umutsuzca iki yana salladı. Tuttuğu kolumu bıraktı. İki eliyle atkıyı boynuma geçirdiğinde nefesim tutuldu resmen. Nefes almayı unutmuştum. Nefes nerden alınıyordu sahi? Yutkunur gibi olduğumda atkımı boynuma doladı. Elleri saçlarımın arasında dolaşıyordu. Saçlarımı atkının altında kurtarıp onları iki yanıma saldı. Eskiden de hep yapardı bunu. Ben sürekli atkımı unuturdum. O da arkamdan atkımla peşime takılır, atkıyı taktıktan sonra yoluna devam ederdi. Keşke yine devam etseydi. “Hala…” diye bir ses işittiğimde girdiğim transtan çıktım. Kafamı iki yana sallarken bir iki adım geri attım ve başımı sesin geldiği yöne çevirdim. Kırmızı beresinin dışında kalan sarı saçlarını rüzgârda uçuştururken bana doğru paytak paytak koşan yeğenimi görünce suratıma kocaman bir gülümseme yerleşti. “Açim…” diyerek kollarımı açtım. Yere çöktüğümde koşarak boynuma sarıldı. Ellerim beline dolandığında ona kucağıma aldım çabucak. “Ben şana küştüm,” dediğinde güldüm. “Oyy,” diyerek dudağımı büzdüm. Açelya abimin kızıydı. Onu doğru düzgün göremiyordum şu son bir haftadır. Bana oldukça düşkündü ve onu ihmal ettiğime bozulmuş olmalıydı. “Affetirsin bu hala kendini hemen.” Sibel abla gülümseyerek bize doğru yaklaştı. “Kaç gündür seni sayıklıyor.” Bunu duyunca hemen prensesimin yanağına bir öpücük bıraktım. “Seni yarın gezmeye götürsem barışır mıyız?” dedim boncuk boncuk bakan mavi gözlerini incelerken. Önce düşünür gibi yaptı, sonra dudağına kocaman bir gülümseme yerleştirip kucağımda zıplamaya çalıştı. “Ebet ebet gidelim, bayışıyım.” “Söz mü? “Şöz Najlı, noluy cidelim, noluuy.” Güldüm. “Peki peki.” Sibel ablaya döndüm. “Sen nasılsın Sibel abla?” “İyiyim Nazlıcım,” dedi bakışları Emre’ye kayarken. Onun burada olduğunu tamamen unutmuştum. “Size geliyordum ben de. “Sen,” kaşlarıyla Emre’yi gösterdi hayırdır der gibi. “nereye?” “İşe uğramam gerekiyor.” Emre’yi gösterdim çenemle. “Emre de bırakacakmış.” “Aa sen bizim şu doktor Emre’sin.” şaşırmıştı. Emre gülerek kafasını olumlu anlamda salladı. “Merhaba,” dedi. “Sibel’di değil mi?” “Evet, Sibel. Tanıyamadım kusura bakma. Geldiğin duymuştum. Kaç zaman oldu? Nasılsın, nasıl gidiyor?” “İyiyim teşekkürler, alışmaya çalışıyoruz tekrar buralara.” Bana kaçamak bir bakış attı. “Sen nasılsın? Evlenmişsiniz Serdar’la, tebrik ederim.” “Evet evlendik. Bir de bir prensesimiz oldu.” Anne sıcaklığıyla kucağımdaki prensese bakıyordu. Açelya’ysa hayran hayran Emre’ye bakıyordu. “Ama asla biz çekmedi, aynı halası.” “E Allah sabır versin,” dediğinde ağzıma açık kaldı. “Emre!” dedim uyarır bir şekilde. Sibel abla bize gülüyordu. Hayır yani, neyim vardı benim? Mis gibi birisiydim. “Çim bu abiş?” diye sordu merakla Açelya. “Bu abi ablanla amcanın arkadaşı annem.” “Eski,” diye mırıldandım. “Eski arkadaşım.” Emre sabır dilercesine bana bakıyordu. Yalan mı der gibi kafa salladı. “O jaman men yeni aykadaşın olabiliy miyim abiş?” Ya ama açim niye böyle yapıyorsun sen? “Elbette,” dedi Emre. Gülümsüyordu. Ona elini uzatmak için bana doğru bir adım attı. Açi’yi acil kucağımdan indirmem gerekiyordu. Bana yaklaşmayı kesmeliydi. Kalbim vardı benim. “Ama önce bu prensesle tanışalım. Adın ne güzellik?” “Açelya.” Açi’nin bu yaşta düzgün söyleyebildiği tek kelime kendi adıydı. “Şen timsin?” “Emre benim adım. Kaç yaşında bu prenses?” “Bess,” dediğinde ellerini birbirine çaktı. Gözlerimi kocaman açtım. Sibel abla gülüyordu. “Üç yaşından beş yaşına bir hafta da mı geçtin sen Açi?” “Manane manane!” Hızlıca omzunu indirip kaldırdı. “Bes oydum işte.” “Naz…” diyerek gülüyordu Emre. “Harbi aynı sana çekmiş. Sen de böyleydin, yaşını büyütürdün sürekli.” “Seninle okula başlamak için yapıyordum bir kere onu,” diye birden çıkıştığımda ne dediğimi çok sonradan fark ettim. Hay ben senin düşünmeden konuşan çenene limon sıkayım Nazlı ya! Denir miydi öyle? “Açelya da Efe’yle anaokuluna gitmek için öyle yapıyor,” diyen Sibel ablaya ağlayarak bakmak istedim. Yani Sibel abla, beni bunun diline düşürüyorsun ya, çok yazıklarım olsun cidden. “Neyse ne?” dedim omuz silkerken. “Hala yeğen bizi bi’ salın.” Açelya’nın yanağına öpücük bıraktıktan sonra onu Sibel ablanın kucağına bıraktım. İşimin olduğunu söyleyerek ikisine veda ettim. Açelya gitmemi istemese de ona yarın zaten gezeceğimizi hatırlatarak üzülmesini engelledim. Onlar bizim apartmandan içeri girerken ben de el mecbur Emre'nin arabasına ilerledim. Daha doğrusu Emre sürükledi diyebilirim. Metroya binmeye de üşendiğim için çok zorlamadan arabaya bindim. O da şoför koltuğuna geçip arabayı çalıştırınca yavaş yavaş sokaktan çıktık. Yol boyunca ikimiz de susuyorduk. Arabaya binerken ineceğim yeri söylemek dışında ağzımı açıp tek kelime etmedim. O da bir şey söylemeye cesaret edemiyor gibi duruyordu. Arada kafasını benden yana çevirdiğini hissedebiliyordum ama tek bir an bile gözlerimi ona değdirmiyordum. “Naz…” dediğinde onu duymazdan geldim. “Çok sıkıldım,” diyerek radyodan rastgele bir kanal açtım ama açar açmaz pişman oldum buna. Çalan şarkıyla kendimi camdan atmak istedim. …Sözünü tutmadın ki hiç bu ara, Gelebilir miyim şu an yanına? Gecesi gündüzü ne diye başa dönüyor? Yine mi yoksun hâlâ, saat üçe geliyor Ne kadar istesem de bunu bir daha, Dönebilir miyiz biz en başına?.. Dönebilir miyiz en başına diyordu şarkı ya. Sanki tüm evren birlik olmuş benimle dalga geçiyordu. Her şey koca bir şaka olmalıydı. Hayır efendim dönemezdik falan en başına. Ben ona aşık olmuşken ve onun sevdiği biri varken onun yanında onu affetsem dahi eskisi gibi duramazdım. Kalbim izin vermezdi bir kere. Bok vardı yani. Bok vardı da koca dünyada gidip ona aşık olmuştum. İnsan mı kalmamıştı ey kalbim, başka kimse mi yoktu ya? Ben ona olan aşkımı unutamazken istesek de eskisi gibi olamazdık. Şarkı çalarken onun bakışları benle yol arasında gidip geliyordu. “Hep mi kızgın kalacaksın bana?” Konuşmadım. Yola baktım sadece. Sabır dilediğini işittim. “Naz…” Israr eden sesini umursamamaya devam ettim. Onu delirtmiş olmalıydım ki birden frene bastı. Öne doğru savrulur gibi olduğumda hızlıca nefesimi verdim, ellerini önüme doğru uzatmasaydı torpidoya yapışmam an meselesiydi. “Hayvan mısın?!” Kafamı hızlıca ona çevirirken saçlarım yüzümde savruldu. Ellerimle yüzüme yapışan telleri çektim sinirle. “Bu nasıl araç durdurmak?!” “Hep mi kızgın kalacaksın bana?” diye sordu tekrardan, az önce ona olan sinirimi umursamadı. “Hep!” dedim çeneme sinirle kaldırırken. “Cevabını aldıysan ya şimdi sür şu aracı ya da ben inip başka şekilde gideyim şu lanet olasıca iş yerine.” “Tamam.” kestirip attı. Önüne dönüp aracı çalıştırdı tekrardan. Yol boyunca bana bakmamaya çalıştı. Ortamdaki tek ses radyodan çıkan anlamsız müzikti sadece. Kafamın doluluğundan ne çaldığını bile anlayamıyordum. Bu çocuk yine beynimin içini kendiyle doldurup taşırmıştı. İş yerine yaklaştığımızı görünce durması gerektiği yeri söyledim. Arabayı durdurup bana döndü. “Bekliyorum burada.” “Gerek yok,” dedim bakışlarımı ondan kaçırırken. “Git sen, kendim gelirim.” Arabadan inmek için hareketlendim ama kolumu tuttu. İstemeyerek de olsa ona dönmek zorunda kaldım, vücudum gergindi. “Bekliyorum dedim, Naz. Uzatma.” “Emre, git.” Dişlerimin arasından konuştum. “Gitmiyorum dedim.” Sesi netti. “Emre!” “Naz!” “Gitsene ya?” “Naz…” Burnunun direğini sıktı. “Eğer uzatacaksan seninle içeri girip seninle çıkacağım.” “Öff! Bıktım senden!” dedim sinirle. “Tamam, bekle burada Allah’ın cezası!” Arabanın kapısını açtıktan sonra bedenimi çıkardım içeriden. Sinirle çantamı aldım. “Niye döndüysen zaten!” diye söylenerek kapıyı sertçe çarpıp şirkete doğru ilerledim. Arkamdan sırıttığına yüzde yüz emindim. Beni sinir etmekten küçüklüğümüzden beri haz alırdı. Aptal! Koca bir aptal! Ofise girdikten sonra iş arkadaşlarıma kısaca selam verdim. Ayaküstü bana kaçırdığım bir sürü dedikodu olduğuna dair haber veren Bensu’yu izinden gelince hepsini tek tek anlatması konusunda tembihledim ve hızlıca evrağı vermem gereken yere teslim ettim. Bir iki dakika sohbet ettim onlarla. Benim yokluğumun çok belli olduğunu söylüyorlardı. Bir haftadır kimse şen şakrak ofiste dolaşmıyordu tabii benim gibi. Ofisin neşe kaynaklarından biri olduğum yadsınamaz gerçekti. Böylelerinin yokluğu elbet aranıyordu. Telefonum çaldığını işitince bileğimdeki saate baktım. Akıllı saatimde Emre’nin aradığını gördüm. Demek numarası hâlâ aynıydı. Telefon tekrar çalınca sabır çektim. İş arkadaşlarıma gitmem gerektiğini söyleyip onlarla vedalaştıktan sonra ofisten aceleyle çıktım. Biraz daha gecikirsem Emre’nin kaçtığımı düşünüp buraya geleceğine emindim. Tam bir belaydı. Arabanın yanına yaklaştığımda artık beni ofise girmekle tehdit edemeyeceği için ona görünerek arabasının yanından geçip gittim. Kafasını geriye attı. Sinirlenmişe benziyordu. İlgi alanımda değildi sinirlenmesi, isterse de kusura baksındı yani. Bana neydi? “Senin her dediğini dinleyeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun geri zekâlı!” diye söylenerek yürüyordum. Kollarımı birbirine geçirdim. Hava buz gibiydi. Tüm vücudumun titrediğini hissediyordum. “Yani Nazlı şu gururunu sonraya bıraksaydın olmaz mıydı, donuyoruz şurada,” diye mırıldandım kendi kendime. Ama bir kere yapacağımızı yapmıştık, geri adım atacak değildik. Ellerimi birbirine sürttüm. Eldiven almadığım için de bir tur sövecektim kendime ama önce eve gitmeliydim. Yürümeye devam ettim. Kaldırımın önüne gelince kolumun üzerinde bir el hissettiğimde sinirden ağlayacak gibi oldum. “Gururundan donacaksın, Naz.” Emre’ydi. Beni kendine doğru çekti. Ona baktım. Gözleri gözlerime değdi. “Bana kızmaya devam et ama arabaya geç, lütfen.” Sesi yumuşaktı. Atarlanmaya devam edecektim ama işte o sesi öyle içime işledi ki ağzımı açamadım. Öylece gözlerine baktım usul usul. Ellerimi elleri arasına aldı, onları ısıtmaya başladı. Nefesini üfledi avuçlarıma. Ağlayacak gibi hissettim. Gözlerim doldu. Çocuktuk o zamanlar. Okula gidiyorduk. Ben yürürken soğuktan şikayet ediyordum, o da önümden ilerlerken arkadaşlarıyla yarın yapacakları futbol maçı hakkında konuşuyorlardı. Benimse ellerim donuyordu. Eldivenlerimi evde unutmuştum yine. Fark etmeden ağlamaya başladım. Çok üşümüştü çünkü avuçlarım, karıncalanıyordu artık. Emre ağladığımı işitince arkasını döndü. Ne olduğunu merak ediyordu. Arkadaşlarına önden gitmesin söyleyip yanıma geldi çabucak. “Niye ağlıyorsun, Naz,” diye sordu. “Ellerim üşüdü, Emre.” “Bunun için ağlanır mı?” Sesi meraklıydı. “Ağlanmaz mı?” Burnumu çektim. “Ağlanmaz tabii. Ben ısıtırım ellerini merak etme.” Sonra ellerimi avuçları arasına aldı. Avuçlarıma üflerken ben ona bakıyordum gözü yaşlı bir şekilde. “Ağlama bak, ısınıyor. Çantanı da bana ver.” Sırt çantamı aldıktan sonra bir süre daha ısıtmaya çalışmıştı ellerimi. Daha sonra tek elindeki eldiveni çıkarıp benim ellerime geçirdi. Diğer elimi de kendi montunun cebine koydu. “Isındın mı şimdi?” Güldüm. “Isıttın.” Aklıma düşen anıyla gözyaşlarım daha da birikti. Yanaklarımın ıslandığını hissediyordum. Emre’nin bakışları sadece üşüyen ellerimdeydi. Sitemle “Bu yaşında bile eldivenlerini unutu-” dediğinde bakışları gözlerime kaydı, gördüğü manzarayla lafını yarıda kesti. “Naz niye ağlıyorsun?” “Ellerim üşüdü, Emre,” dedim burnumu çekerken. “Bunun için ağlanır mı?” dedi o günkü gibi. “Ağlanmaz mı?” Kafasını olumsuzca iki yana salladı. “Ağlanmaz tabii. Bak ısıtıyorum şimdi.” Bir süre daha ellerimi ısıtmaya çalıştı. Arabaya geçersek daha çabuk ısınacağını ikimiz de iyi biliyorduk ama ben ona karşı istemeden de olsa bu kadar fazla gardımı indirmişken bu anı bozmak istemiyor gibiydi. Daha sonra yine eskisi gibi olacağımı biliyordu. Biliyorduk. Ben fazla inatçıydım. Fazla da kırgın. Öylece dikiliyorduk kaldırım kenarında. Yanımızda geçenleri umursamadan öylece bakıyordum ona, öylece bakıyordu avuçlarıma. “Isındın mı?” Tatlı bir tınıyla bana yönelttiği soruyla gözleri yüzümde oyalandı. Gülümsedim. “Isıttın.” “Hadi arabaya geçelim.” Elimi tuttu. Gözlerim ikimizin birleşen ellerine kaydı. Kalbimin deli gibi attığını hissediyordum. Bu çocuk kalbime fazla zarardı. Tuttuğu elimle beni arabaya doğru sürüklemeye başladı. Sesimi çıkarmadan bir adım arkasından yürüdüm. Ellerimiz ikimizin arasında hâlâ birleşik vaziyetteydi. Bana yandan bakış attığında dudağının bir köşesini kıvırdığını gördüm. Sorun çıkarmamış olmama gülüyordu. Sorun çıkaracak akıl mı bıraktın ki sanki! Ben bu çocuğa yine düşüyor olamazdım ya… İmdat kere imdat artık. Olmazdı o. Yine olmazdı. Arabanın önüne geldiğimizde benim için kapıyı açtı. İçine geçtiğimde hızlıca etrafından dolanıp kendi yerini aldı. Yaptığı ilk iş ısıtıcıları açmak oldu. Ellerimden önce kalbim ısınmıştı bu hareketine. Kalbim ona yine fazla ısınmıştı. Onu öyle seviyordu ki, unutuyordu kırgınlıklarını. “Bir yerlerde bir şey içelim ister misin? İçin ısınır.” Soran gözlerle benden yana baktı. “Hem bence artık konuşalım.” “Konuşmayalım Emre.” Gözlerimi kapattım bir iki saniyeliğine. Dudaklarımı birbirine bastırırken ağlamamam gerektiğini hatırlatıyordum kendime. “Bazı şeyleri öyle hemen konuşmayalım. İzin ver bir alışmaya çalışalım.” Derin bir nefes aldım. “İzin ver dönmüş olmanı bir idrak edeyim.” Bir şey demedi, sustu. Ne diyecekti ki zaten? Bir süre ikimiz de konuşmadık. O arabayı sürmeye devam etti. Ben de dışarı izliyordum. Ortamın sessizliğini çalan telefonum bozunca bir dizi küfür etmek istedim. Telefonu çantamdan çıkardım. Arayanı görünce kaşlarım çatıldı. Açmıyordum işte, hâlâ ne diye arıyordu bu beni? “Kim?” diye sordu merakla. “O Mert denen lavuk mu?” Ağzım açıldı şaşkınlıkla. “Sen nereden bil- Evdeyken telefonuma mı baktın sen?” “İkimizin arasına koymuştun telefonu. Görmüş olmam doğal değil mi?” “Aman,” dedim onu geçiştirerek. “Neyse ne işte.” Telefon tekrar çaldığında sabır diledim. “Kim bu Mert?” Sesi oldukça sinirli çıkmıştı. “Ne diye arıyor sabahtandır, derdi ne?” Onun sorusunu cevapsız bıraktım. Telefonu açıp kulağıma götürdüğümde bakışlarının üzerimde gezdiğini hissediyordum. “Ne var Mert?” Sesim oldukça bezmiş çıkıyordu. “Ne diye arıyorsun, açmıyorsam bilerek açmıyorumdur. Aptal mısın?” “Nazlı ben seni özledim.” Kalakaldım öylece. Mert bana hiç beni özlediğini söylemezdi. Beş ay kadar birlikteydik. Ağzından çok nadir güzel şeyler işitirdim. İlk aydan sonra beni boşlamıştı tamamen. Benim de öyle çok aşık olduğum söylenemezdi. Anlık bir hoşlantıydı sadece. Onunla vakit geçirince de karakterlerimizin birbirine uymadığını fark ettim ve bu ilişkiyi sürdürmenin anlamsız olduğunu düşündüm ki oldukça haklıydım. Çünkü bir zaman sonra ikimiz de birbirimize tahammül edemezdik. Erkenden bitirmek en iyisiydi diyerek ayrılmıştım ondan. İki mırın kırın etse de sonra kabul etmiş, daha sonra da görüşmemiştik. Hatta ortak bir arkadaşlarımızdan birinin attığı bir fotoğrafta biz ayrıldıktan bir hafta sonra başka bir kızla birlikte el ele olduğunu gördüm. E çüş, biraz zaman geçseydi bari dediğimi hatırlıyordum o sıra ama sonra sallamadım. Sonrasında da zaten Emre döndü ve Mert’i tamamen unuttum. Şimdi ise seni özledim diye arıyor olması şaşırmama neden oldu. “Ne yapayım Mert özlediysen?” Boştaki elimi sabırla yukarı kaldırdım. “Bunun için mi darlıyorsun beni sabahtandır?” “Barışamaz mıyız?” “Tabii ki barışamayız, Mert. Kapat şimdi.” “Nazlı sensiz yapamıyorum, inan.” “Yalanına sıçayım, Mert,” dedim sinirle. “Ulan ayrıldıktan sonra başkasıyla el ele fotoğrafını görmesem inanıcam bu mal mal yalandan ağlamaklı konuşmana. Boş yapma bana. Bir daha da sakın arama beni.” “Yapamadım ki,” diye konuştuğunda saçımı yolacaktım. “Mert sal beni, tamam mı, sal! Ay konuşmak istemiyorum diyorum. Bitti her şey, bitti, okey. Anlıyor musun? Bitti. Over. Rahat ver ya. Bir daha ararsan engeli basarım yemin ederim.” “Nazlı lüt-” dediğinde devamını dinleyemeden telefon birden elimden çekildi. Ellerim havada asılı kalırken gözlerim açık bir şekilde Emre’ye bakıyordum. Daha ne olduğunu idrak edemeden Emre burnundan soluyarak telefonla konuşmaya başladı. Şaşkınlıktan dudaklarım aralandı. “Mert misin ne sikimsen bir daha bu kızı arayıp rahatsız edersen ebeni bellerim. Kapat şimdi!” Arama saniyeler sonra kapanınca telefonu asabi bir şekilde elime uzattı. “Engelle şu numarayı.” Bana bakmıyordu. “Sen ne karışıyorsun ya!” diye bağırdım Mert’in de üzerimde bıraktığı sinirle. “Ben hallediyordum zaten.” “Gördük nasıl hallettiğini!” “Sana ne, Emre!” Gözlerim sinirden yerinden çıkacakmış gibi açıldı ona döndüğümde. “Sana ne ya! Sen benim işime bir karışmasana!” “Eski sevgilin değil mi?” diye sordu. Benim söylediklerimi sallamıyordu bile. “Evet, eski sevgilim.” Kafamı ne var bunda der gibi iki yana salladım. “Eskiyse niye engellemiyorsun o zaman, ya da numarası hâlâ niye duruyor?” Direksiyonu bırakıp bana baktı. O ana kadar arabayı durdurmuş olduğunun bile farkında değildim. “Her eskide kalanı engelleyip numarasını mı sileyim Emre?!” Sesim giderek şiddetleniyordu. “Evet,” diye bağırdı. “Seni rahatsız etmelerine izin verme!” “Senin numaranı da engelleyeyim o zaman!” dediğimde gözleri karardı. “Ne saçmalıyorsun sen, Naz?” “Sen de eskide kalmadın mı, Emre? Sileyim numaranı o zaman. Engelleyeyim ya da ne dersin, ha?” Konuşacaktı ama ona engel oldum. “Aaa pardon!” dedim sinirle. “Ben sende bir arama bekliyordum di’mi? Beyefendi bir gün bizi hatırlar da arar diye yıllarca bekleyelim, engellemeyelim numarasını. Eski ya, geçip gitti ya bazı şeyler, ama olsun belki yanlışlıkla aklına düşerim de arar, bekleyelim onu diyelim falan ama onun aklının ucundan bile geçmeyelim. Sonra hiçbir şey yokmuş gibi hayatımıza dönsün, işimize karışsın. Bir de pişkince sen bana sinirli misin falan desin.” Ellerimi havaya kaldırdım önüme bakarken. “Kusura bakma. Unuttum bunları. Malım ben çünkü.” “Naz yapma şunu.” Ellerini bana doğru uzattı ama ani oldum. “Ne yapma! Asıl sen yapma. Beni bi’ sal, tamam mı? Karışma hayatıma. Sen yoktun, yine olma!” “Naz ben senin hayatından çıkmam!” Sert bakışları beni buldu ama yumuşadı sonra. Pişman bir şekilde bakıyordu. “Çıkamam. Sen benim çocukluğumsun.“ Gözlerim doldu yine. Bugün ağlayıp durmaktan kafayı yemiştim. Ben uzun zamandır ağlamıyordum. O gelince yine canım yanmaya, yine ağlamaya başlamıştım. “Naz…” dedi tekrardan. “Şunu demeyi kes artık. Naz deme! Naz’ı bıraktın gittin sen Emre, Naz deme!” Arabanın kapısına uzandığımda ineceğimi fark edip kapıları kitledi. Bir hışımla ona döndüm. “Aç şunu.” Arabayı çalıştırdığımda sesimi daha da yükselttim. “Aç şunu dedim sana ya!” “Yerinde dur, Naz.” Bana bakmadan arabayı sürmeye devam etti. “Eve gidiyoruz. İkimiz de konuşmayalım. Çünkü belli, kalp kıracağız. Gideceğimiz yere gidelim, öyle in. Hava buz gibi. Üşüyeceksin dışarıda.” Gözlerim dolu şekilde önüme döndüm. Dediği gibi onunla konuşmadım. Konuşunca çok ağır konuşuyordum ben, biliyordum. Ama bu elimde olan bir şey değildi, canım yanınca can yakardım. Onun canını yaktım mı bilmiyorum ama üzülmüş gibi duruyordu. Umursamadım ya da öyle yapmaya çalıştım. Çünkü o, umursamıyorum dediğimde bile en çok umursadıklarımdandı. Susmak istedim sadece, susmak ve eve gitmek. Bir süre sonra uyku bastı. Az uyuduğum için bayılmak üzereydim. İstemsizce gözlerim daldı. Yavaş yavaş kapandığını hissettiğimde hiç fark etmeden kendimi uykunun kollarına bıraktım. ***** Gözlerime bir ağırlık çökmüştü. Anlamsız sesler işitiyordum. Ne olduğunu algılamaya çalışırken aynı zamanda gözlerimdeki yorgun perdeyi kaldırmaya çalışıyordum. Usulca gözlerimi açtığımda birkaç kez onları kırptım. Nerede olduğumun ve ne yaptığım farkında değildim. Mal gibiydim. Kafamın kendisine gelmesini bekledim önce. Daha sonra gözlerimi tamamen açtım. Sonra da bu arabada ne aradığımı düşündüm. Hayır ya hayır, onun arabasında uyuyakalmış olamazdım değil mi? Hava mı kararmıştı hem?! Şaka yapıyor olmalıydı? Kaç saattir uyumuştum ben! Hızlıca yerimden doğruldum. Üzerimde örtülü şey kenara düştü. Onun ne olduğunu ve bulunduğum vaziyeti inceleyince Emre’nin koltuğun başını rahat uyumam için indirmiş ve üzerime üşümemem için bir şeyler örtmüş olduğunu fark ettim. Beni neden kaldırmamıştı ki? Hem şu an kendisi neredeydi? Arabanın içi boştu. Burada yoktu. Bakışlarımı cama çevirdiğimde onu dışarıda biriyle konuştuğunu gördüm. Evlerimizin yakınındaki parkta durdurmuştu arabasını. Gözlerimi kısarak konuştuğu kişiye baktım. Kadın gibi duruyordu. Gökçe miydi acaba diye düşündüm. Olabilirdi. İlk geldiği günün gecesi de gelmişti buraya. 4 yıl önce sevgilisi olarak tanıtmıştı onu bana. Beraber konuşuyor olmaları hiç tuhaf değildi o yüzden. Sadece kendimi çok kötü hissediyordum. Sevgilisi vardı onun. Onu sevemezdim. Kalbime söz geçirmek zorundaydım. Ona yine alışamazdı. Olmazdı. Biz onun için sadece çocukluktan kalma bir anıydık. O başkasını severken onu özleyemezdim. Eskiye dönemezdim. Kalbim çok acırdı. Yavaşça arabanın kapısını açtığımda gözlerim dolu doluydu. Çantamı aldıktan sonra sessizce indim araçtan. Daha beni fark etmemişti. Hararetli bir şekilde bir şeyler konuşuyorlardı. Gökçe'nin eli temas etti ona. Kalbim sıkıştı. Bunu görmek istemedim. Arabanın kapısını kapatıp ilerlemek için hareketlendim. Arabanın kapısını kapatırken fazla ses çıkarmış olmalıydım ki arkam dönük ilerlerken “Naz…” diye seslendiğini işittim. Duymazdan geldim. Yoluma devam ettim. “Naz bekler misin?” Peşimden koşuyordu. Niye koşuyordu? Niye bana geliyordu? Kız arkadaşıyla kalmalıydı. “Naz…” dedi kolumu tuttuğunda. Gözlerimi bir iki saniye kapattım. Yavaşça açtığımda tekrar ona döndüm. “Ne var?” “İyi misin?” “İyiyim,” dedim kafamı sallarken. “İzin verirsen evime gideceğim.” İlerliyordum ki tekrar durdum. Sinirle ona döndüm. “Hem sen beni niye uyandırmadın? Hava karamış be hava!” “Tüm gece uyumamışsın. Uyandırmak istemedim.” “İyi halt yedin. Bir sürü işim vardı. Hem sen ne yaptın tüm gün?” Sesim dalga geçer gibi çıkmıştı. “beni mi izledin? Kaç saat geçmiş, kaç?” “Evet,” dedi sanki çok normal bir şey söylüyormuş gibi. Şaşkınlıktan dudaklarım aralandı. “Uyanmanı bekledim. Bir daha Serkan'a uyup sabahlama, uykusuz kalma böyle.” “Niye? Eskiden de senle yapardık?” Senin diline ben Nazlı, bunu hatırlatman gerekmiyordu. Hızlıca konuyu değiştirmeye çalıştım. “Hem kim sana dedi benim uyanmamı bekle diye? Uykusuzsam uykusuzum. Evime gider uyurdum. Sanki zorla beklettik, bir de bekledin diye özür mü dileyeyim?” “Lafı çarpıtma, öyle mi dedim ben?” “Evet.” “Naz,” dedi gülerken. “Tam bir baş belasısın ya. Özlemişim bu hallerini.” Gözümü devirdim. “Gidiyorum ben.” Bokum özledin. Özleseydin gelirdin diye söylendim içimden. Dışımdan söyleseydim konu uzayacaktı ve benim buna zerre vaktim yoktu. Derin'i görmem lazımdı. Arkamızda kalan Gökçe’ye kaydı bakışlarım. Çenemle onu işaret ettim. “Kızı da bekletme. İnsan bekletmeyi ne çok seviyorsun?” Sitemle konuştuktan sonra onun konuşmasına izin vermeden ilerledim. Arkamdan konuştu. Söylediği şeyle kalbim çıkacak gibi olsa da ona dönmedim. Evime doğru ilerledim. “Eskiden yaptığımız şeyi yine sadece ikimiz yapalım, olur mu Naz? Beraber izleyelim.” Emre. Kalbim çok fazla zarardın sen. BÖLÜM SONU... **** Öncelikle herkese merhaba. Nasılsınız? Nasıl buldunuz hikayemizi? Umarım sevmişsinizdir. Aklımda çook fazla tatlı sahne var yazmak istedim. Umarım bir gün okuruz beraber. Güzel yorumlarınızı benden eksik etmeyin lütfen. Nazlı ve Emre öyle birden zihnime düşen iki baş belasıydı. Hiç yoktu aklımda onları yazmak. Halihazırda yazıyor olduğum ama buralarla paylaşmadığım kurgularım da var ama onlar öne geçmek istediler. Ben de izin verdim. Onları yazmayı cidden çok sevdim. Elimden geldiğinde hızlı bölüm yazmaya çalışacağım. Şu bir hafta hastanede yoğun bi çalışma programım var ama boş anımda hızlıca bölümleri yazacağım. Nöbette olunca bölüm yazabiliyorum sıkıntı olmuyor. Bu bölümün yarısını da nöbette yazdım zaten. Gece 2den sonra çalıştığım hastane sakin oluyor ama şu birkaç gün gündüz çalışacağımdan akşam mal gibi olacağıma yüzde yüz eminim ama dediğim gibi yazmayı ihmal etmeyeceğim. Zira onları yazmak bana aşırı farklı hissetiriyor. Kendiniz iyi bakın. Yeni bölümde görüşmek üzere. |
0% |