@esmacayim
|
Merhabalaarrr!!! Nazlı ve Emre dolu bir bölüm getirdim size. Umarım beğenirsiniz. Keyifli okumalar...
5. BÖLÜM İnsanoğlu unutan bir varlıktı. Unutmazsa şayet bazı şeyleri, yaşayamazdı. Aklında, kalbinde canlanan o anlarla can çekişip dururdu, nefes dahi alamazdı. Zihnini rahat bırakmazdı onu üzen hatıraların her bir zerresi. Unutamasaydı şayet unutulması gerekeni, varlığı bir virüs gibi yayılırdı her yerine. Her güne nefretle uyanırdı. Her güne özlemle uyanırdı, Her güne daha bir yalnız uyanırdı. İnsanoğluydu bu. Unutmak zorundaydı. Onu unutmuştum. Gerçekten unutmuştum. Gerçekten unuttuğumu sanmıştım. Buraya gelmeseydi şayet hayatıma onsuz devam edecek kadar unuttuğumu sanmıştım varlığını. Büyümüştüm. Zaman geçmişti. Üzülmüş, ağlamış, canımın yanmalarına şahit olmuş ama zaman geçtikçe yokluğuna alışmıştım. Hayat bu ya, vardı işte bir telaşı. İnsandık ya kapılıp gitmiştik o telaşına, kapılıp gitmiştik o yokuşuna, o zorluğuna. Hayattı bu, alıştırırdı bir süre sonra olmayanın yokluğuna. Alışmıştım. Dönmüştü geri. Alıştığım yokluğunu devirmişti tek bir bakışıyla. Şimdi ise devrilen tabularımın altında can çekişiyordum. Unuttum diyordu tabularım, aslında sevmiyordum, sadece alışkanlıktı bu diyordu. Ama onun bir bakışıyla bir anda takılıp yokluğun acısını hissediyordu. Kalp acı çekendi. Kalp unuttum dediğinin varlığını hep hissedendi. Kalp aklın oyununa gelmezdi. Unuttum dediğini onu görünce her anını her zerrende tekrar hissettirendi. Kalpti bu, attığı kişiyi gördüğü ilk an saklandığı o göğüs kafesinin içinde tekrar yeşerendi. Kaçamamıştım ondan. Uzak durmak istedikçe daha da yaklaşmıştım. Onu sabah reddettiğim halde yine buradaydım, yine gelmiştim yanına. Yine düşmüştü aklıma. Yine eskisi gibi hissetmiştim. İnsandım, unuttum sanmıştım ama yanılmıştım. Kaçtığım duygulara yine kapılmıştım. Ona yine kapılmıştım. Arabadan indiğimde bakışlarım ilk onu aradı. Göremeyince arabayı kilitleyip futbol sahasına doğru ilerlemeye başladım. Kızlar da peşimden geldi. Sahaya vardığımızda gözlerim hızlıca bulmuştu onu. Top ayağında koşuyordu sahanın ortasında. Saçları alnına düşmüş, terden ıslanmış gibi duruyordu. Gözümü kırpmadan izlemeye başladım onu. Abimler, Serkan, Emre ve tanımadığım iki kişi daha yeşil forma giymişken diğer takım turuncu giymişti. Benim gözüm sadece ondaydı. Kızların beni çekiştirmesiyle hep beraber onları rahat izleyebileceğimiz boş bir yere geçip oturduk. “Seninki hangisi?” diye sordu Sedef munzur bir ifadeyle omzuma vururken. Ona gözlerimi devirdim. Nereden benimki oluyordu? O hiç benim olmamıştı ki. “Şu topu sürükleyen.” Derin çenesiyle Emre'yi işaret ediyordu. Bakışlarımı onlardan çekip oyuna odaklandım. “Allah var gideri var şimdi. Sevmesek de hakkını yemeyelim.” “Manyak yakışıklı bir şeymiş yalnız. Uzaktan böyleyse yakından nasıldır Allah bilir?” “Öf bi susun,” diye yükseldim maça odaklanırken. “Bir şey izliyoruz şurada.” Emre mal mal oynuyordu. Aklında bir şey olunca oyuna odaklanamazdı eskiden. Yine ne olmuştu bu çocuğa? Dayanamayıp yerimden ayaklandım. Yüksek sesle “Emre sen de şu topu düzgün oynasana ya! Paslandın mı oğlum?!” diye konuşunca birden tüm bakışlar bana doğru döndü. Anın heyecanıyla ne yaptığımı daha yeni fark ediyordum. Kesecektim şimdi bileklerimi. Emre hareket etmeyi bıraktı. Bana doğru döndü hızlıca. Top ayağından kayıp gitti. Diğerleri de oynamayı bıraktı. Giray abim, Serdar abim ve Serkan da sesimi duyunca bize odaklandı. Giray abimin bakışları yanımdaki Elif ablaya kayınca yüzüne bir sırıtma yerleşti. Hoşuna gitmişti anlaşılan onun gelmesi. E gitsindi bi zahmet. Elif ablanın geleceğini bilmiyordu. Yoldayken öğrendiğime göre Elif ablaya sadece maç oynayacaklarını ve oynayacakları yerin neresi olduğunu mesaj atmıştı. Elif abla da sürpriz yapıp buraya gelmek istemişti. Biz de gelince en azından dışarıdan absürt durmaz şimdilik diye yolda bana teşekkür bile etmişti. “Ne bakıyorsunuz?” diye konuştum ellerimi havaya kaldırırken. “Oynasanıza.” “Kız ne yaptın?” diye konuştu Elif abla şaşkın bir şekilde. Böyle bağırmamı beklemiyor olsa gerekti. Ben de beklemiyordum. “Beyni durdu onun boşverin.” Derin sen iflah olmazsın der gibi kafasını iki yana sallıyordu. “Tamam susun, utanıyorum şu an.” “Salaksın,” dedi Sedef halime gülerken. Daha sonra onlara döndük, hepsi oynamaya devam ediyordu. Emre bu sefer düzgün oynuyordu. Giray abime pas attığında abim topu hemen yakalayıp kaleye doğru koşmaya başladı. Serkan da onunla birlikte kaleye koşuyordu. Heyecanla onları izliyordum. Onları futbol oynarken görmeyeli uzun zaman olmuştu. Özlemiştim yalan yok. Abim attığı sert şutla topu iki direğin arasından geçirince Elif abla birden yerinden fırladı heyecanla. Durduğu yerde ellerini birbirine geçirmiş sırıtıyordu. Onun bu haline gülümsemeden edemedim. Sedef'in bakışları da ablasına kayıyordu. Onu mutlu gördüğüne seviniyordu. Ailesi öldüğünden beri hiç tam anlamıyla mutlu olamamıştı Elif abla. Umarım mutluluğu daim olurdu. “Yapıyorsun bu sporu abi!” diye bağırdım yerimden kalkarken. Abimin bakışları bize döndü. Sırıtıyordu. Bizim tarafa doğru koşarken göz kırptı, tam bir salaktı. Top Serkan’ın ayağındaydı. Salak salak hareket ediyordu. Top her an gitti gidecekti. Öyle de oldu. Birkaç saniye sonra rakip takım topu ayağından alınca “Aptal Serkan düzgün oynasana,” diye ayaklandı Derin. Yani haksız sayılmazdı şimdi. Eskiye nazaran biraz daha iyi oynasa da hâlâ kötüydü. Kaçırıyordu tüm topları. Pes etmeyip topun peşine koştu. En sonunda kaybettiği topu geri alıp ona doğru koşan Emre'ye doğru pas atınca “Bu kızı niye getirdiniz?” diye bağırarak söylendi Derin için. Derin onu tınlamadı. “Hâlâ boktan oynuyor,” dedi bize dönerek mırıldandığında. Emre ayağındaki topla kaleye doğru koşarken yerimde ayaklandım heyecanla. Gözlerimi dahi kırpmadan onu izliyordum. Rakip takımdan kişiler yanına doğru koşuyordu ama asla topu ayağından kaçırmıyordu. Serdar abim ona doğru koşunca pas attı. Abim topu yakalayıp kaleye doğru koşmaya devam etti. “Hadi abii!” diye bağırdım anın heyecanıyla. Onu engellemek için gelen rakip takımı görünce “Pas at pas att!” diye yükseldim. “Emre boşta!” Kaleye çok yaklaşmışlardı. Abim sert bi şutla Emre’ye doğru topu atınca Emre yukarıdan gelen topu kafasıyla direklerin arasından geçirdi. Gözlerimi kocaman açarak yerimde zıplamaya başladım. “Gollll!!!” Gözlerimin parladığına yemin edebilirdim. “Harikasın Emre!” Derin halime inanamıyordu. Koluma vurup sen cidden iflah olmazsın gibisinden bir şeyler söylüyordu ama onu dinlemiyordum. Eskiden de onları izlerken kendimden geçiyordum. Emre’nin bakışları bana doğru döndü. Koşarken gözlerini üzerimden çekmedi hiç. Neşeli halime, onu tezahürat etmeme, eskisi gibi davranmama gülümsüyordu. O gülümsemeye devam ettikçe ben mal mal izliyordum onu. “Nazlı’yı kaybettik geçmiş olsun,” diye konuştu Sedef keyif aldığını belli ettiği sesiyle. Derin ise bu halime homurdanıyordu. “Yıllar sonra yine aynı kişi yüzünden hem de.” Hiçbirine cevap vermedim. Sadece maça odaklandım. Yer yer yükseldim, yer yer heyecanlandım. Arada bir kalbim durdu gibi oldu ama neyseki sağ atlattım. Maç boyunca inanılmaz keyif aldım. Abilerimi, Emre’yi hatta Serkan’ı bile tezahürat ettim oyun boyunca. Bir süre sonra kızlar da bana eşlik etti. Derin de anın heyecanından Serkan ve Emre’yi bile tezahürat etmişti. Elif abla da sürekli Giray abimi izliyordu. Sedef ise sadece eğleniyordu. Maç bitmişti. Karşı takım da oldukça iyi olduğundan bayağı çekişmeli geçmişti ama oyunun sonunda kazanan elbette ki biz olmuştuk. Benim gelip izlediğim maçı kaybetseler dilimden düşmeyeceklerini biliyorlardı. Oyun sonunda iki takım da tokalaştıktıktan sonra dağılmaya başladılar. Biz de onlara doğru ilerliyorduk. Eskiden olsa ilk gideceğim yer tabii ki Emre’nin yanı olurdu ama bu sefer öyle yapmadım. Maç boyunca anın heyecanından, kendimi tutamamamdan onu desteklesem de gerçek hayata döndüğümde ondan uzak durmaya çalışmaya devam edecektim. Öyle yumuşayamazdım. “Abicim,” diyerek koşar adım Serdar abimin yanına gittim. Bana kollarını açtığında sıkıca sarıldım ona. “Harikaydınız.” Emre’nin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Ona gideceğimi bekliyordu. Hep ona gideceğimi bekliyordu. “Sen hayırdır, ne zamandır gelmiyordun bizi izlemeye?” diye sordu bana sarılırken gülümseyen sesiyle. Kollarımı ondan çektiğimde ters ters bakıyordum. “Gelmek de suç olmuş,” diye söylendim. “Kızlarla takılıyorduk, sonra da buraya gelelim dedik.” “Lafı başka yere çekmeyi ne çok seviyorsun Nazlım ya. Öyle mi dedim? Gelin tabii.” Sırıttım. Ben de böyleydim işte, katlanacaklardı. “Tebrikler Serdar abi, güzel oynadınız,” dedi Derin yanıma yaklaşırken. “Valla kalpten gidiyordum bir ara. “Sağ ol Derin’im.” “Bize tebrik yok tabii,” diye söylendi Serkan kenardan kenardan. “Sen önce oynamayı öğren, salak.” “Senin tebriğine mi kaldık? Hem sen gidip ders çalışssaydın ya, ne işin var burada?” Derin ellerini belinde birleştirdi. “Sana mı soracağım be!” “Bunlar yine başladılar,” diye söylendi Giray abim gözlerini devirerek. Ona hak vermiyor değildim. Yiyeceklerdi gece boyunca yine birbirlerini. O ikisini boşverip munzur bakışlarını Elif ablaya çevirdi. “Siz de hoş geldiniz, Elif.” Elif abla gülümsedi. Yanakları pembeleşti bile diyebilirdim. Ay yiyecektim şimdi onu. “Hoş bulduk, Giray. Tebrikler bu arada, keyifli bir oyundu.” “Sağ ol, hep bekleriz.” Abim biraz daha böyle bakmaya devam ederse herkes her şeyi anlayacaktı. Gözlerinin içi gülüyordu. Ben onun bu yaşına kadar kimseye böyle baktığını görmemiştim hiç. İçi gidiyordu sanki. Acaba biri de benim için böyle olacak mıydı? Hiç sanmıyordum. Olmayan bahtıma tüküreyim ya. “Naz,” dedi Emre bana doğru bir adım atarken. “İyi ki geldin.” O sırada Giray abim Elif ablayla sohbete dalmıştı. Sedef de Serdar abimle konuşuyordu. İkisi de aynı yerde çalıştıklarından iş muhabbetine girmişlerdi. Serkan ve Derin’se birbirleriyle tartışıyordu. Nefesimi bırakıp Emre’ye odaklandım. “Senin için gelmedim.” Külliyen yalandı. Bizzat onun için gelmiştim. “Olsun,” dedi gülümseyerek. “Geldin ya.” Neden böyle şeyler söylüyordu ki, kalbime zoru mu vardı? Tutuluyordu işte, onun bana arkadaşça olan her yaklaşımına kalbim çok başka tutuluyordu. Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Kafamdaki bereyi düzelttim ama bir saniye bile gözlerimi ondan yana dikmedim. Çünkü ne diyeceğimi bilmediğim anlardaydım. “Yürüyelim mi biraz?” Gözlerimi yerden kaldırıp ona diktim. “Olur,” dedim usulca. “Yürüyelim.” Konuşacağımız ne varsa konuşmalıydık. Abimlere Emre’yle biraz yürüyeceğimi söyleyip onunla parka doğru ilerlemeye başladım. Emre değil de bir başkası olsa bu saatte onunla yalnız yürümeme asla izin vermezdi ikisi de. Ama Emre’yi çocukluğmuzdan beri tanırdık, ona güvenleri tamdı. Zaten eskiden beri ben bir tek onun yanındayken sorun çıkarmıyorlardı. Diğer tüm erkekleri yanımdan püskürtüyorlardı. Yürümeye devam ederken bir süre ikimiz de sustuk. Ben ondan yana bakmasam da o benden yana bakıyor gibi hissediyordum. Ne yapacağımı bilmiyor gibi atkımın uçlarına sarıldım. Onunla ne konuşacaktım? Oysa bitmezdi ki benim eskiden onunla konuşmalarım. Ben her şeyi konuşurdum eskiden onunla. Şimdi ise öylece kalakalmış gibi hissediyordum. “İzlerken eğlendin mi?”diye sordu sessizliği bozmak adına. “Eğlendim.” dediğimde gülümsedim. “Güzel oyundu. Başta bi’ mal gibi oynuyordun ama sonra toparladın neyse ki.” “Seni duyunca…” diye söze girince duraksadı. “Sesin beni kendime getirdi. Kafam pek yerinde değildi bu gece.” Söylediği şey kalbimi gülümsetse de aklımı kurcalamaya devam ediyordu. Bana eskisi gibi davranıyor oluşu aklımı çok fazla bulandırıyordu. Niye gitti diye söylenmeye başlıyordu o zaman kafamın içi. Böyle davranmaya devam edecekse, eskisi gibi olacaksa niye gitti? Gittiyse niye iletişimi kesti tamamen? Her şey böyle normale dönecek kadar basit miydi ki onun için? Bilmiyorum, belki de ona aşık olduğum için abartıyordum bazı şeyleri ama aşık olmasaydım da böyle davranırdım gibi geliyordu. Aşık olmasaydım da böyle düşünürdüm. Çünkü o Emre'ydi. Ben onunla büyümüştüm. Onun yeri bende çok ayrıydı. Ona cevap vermeyişim derin bir nefes almasına sebep oldu. Mesafeli oluşumdan hoşlanmıyordu ama hak ediyordu. “Naz…” dediğinde durdum. Ona döndüm. “dönemez miyiz eskiye?” Yutkundum. Ellerim ceplerimi bulurken bakışlarım gözlerinde oyalanıyordu. “Konuşamaz mıyız eskisi gibi.” “Emre ben seni tanımıyorum ki.” Nefesimi bıraktım yorgunca. “Nasıl konuşayım eskisi gibi?” Anlamıyormuş gibi bana baktı. “Ben hâlâ aynı benim.” Dudaklarımı yalayıp ıslattım. Bir iki saniye öylece durdum. Konuşmak için kendime zaman tanıdım. Hazır hissettiğimde nefesimi bırakıp dudaklarımı araladım. “Bilmiyorum işte Emre. Dört yıl geçti. İnsanlar değişebilir. Fikirleri değişebilir. Sevip sevmediği şeyler değişebilir. Sen hiç aramadı ki. İletişimi kestin tamamen. Sende neler değişti hiç bilmiyorum ben. Bunca yıl neler yaptın hiç bilmiyorum. Sen de beni tanımıyorsun.” “Naz aynıyım ki ben. Değişmedim hiç. Sen de aynısın işte, Naz’sın.” Benden yana birkaç adım attı ama uzaklaştım ondan. “Hâlâ o çocuk ruhlu, lafını esirgemeyen, dik başlı Naz’sın.” “Değilim.” Nefesimi bıraktım hüzünle. “Değiştim ben. Sen gidince duruldum. Her şeyi koşup anlatacak birini bulamadım. ben Emre. Eskiden her şeyi sana anlatıyordum. Sen bu dört yılda beni hiç dinlemedin ki. Sen bu dört yılda bana hiç Naz demedin ki.” Gözlerim kaçırdım ondan. O ise gözlerin dahi kırpmadan beni dinliyordu. “Sen eskiden benim her hareketimi bilirdin. Her söylemek istediğim şeyi daha ben söylemeden anlardın. Emre sen benim çocukluğumdun. Sen gittin sonra. Aramadın Emre. Aylarca ben senden bir telefon bekledim ama sen hiç aramadın. Öylece bıraktın çocukluğumuzu. Sonra ben büyüdüm. Sonra da değiştim.” “Naz,” dedi yorgun bir tonda. Sesi pişmanmış gibi çıkıyordu. “Haklısın. Kızmakta çok haklısın. Giderken sana söylemek istedim ama çok ani oldu her şey. Arayamadım. Müsait olduğum ilk an aramak istedim. Aradım da ama açmadın. Giray’dan öğrenmişsin temelli gittiğimi. Bana kızgın olduğunu söyledi. Sonra yine aradım ama sen hiç açmadın. Bana hâlâ kızgın olduğunu düşünüp bir daha arayamadım. Zaten derslerim yoğundu. Hayatın telaşına kapıldım.” “Kapıldın ve unuttun,” diye devam ettirdim lafını kırgın bir ifadeyle. “Hayatın telaşına kapıldın ve beni tamamen unuttun.” Gözlerimi gözlerine diktim. Bu söylediği kalbimi çok kırdı. Beni unutmuştu ya. Yıllar sonra ne yapıyor acaba diye düşündüğü bir Naz yokmuş hiç aklında. Öylece silinmişim hatıralarından. Öylece yok olmuşum. “Hayat bu ya, var işte herkes için bir telaşı. İnsansın ya kapılıp gitmişsin sen de o telaşına.” Ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Gözlerim dolmuş gibi hissediyordum. “Hayat bu, alıştırır bir süre sonra bırakıp gittiğinin yokluğuna. Alışmışsın sen de.” Elimin tersiyle akan yaşlarımı sildim. Biraz sakinleştikten sonra devam ettim. “Kızgındım haklısın ama daha sonra bir arama bekledim ben senden. Ama sen unutmuşsun zaten beni.” “Unutmadım Naz, aramak iste-” Lafını böldüm. “Ama aramadın.” “Aramadım,” diye onayladı beni. “Üzgünüm.” Gözleri yüzümde oyalanmaya devam ediyordu. “Sen niye hiç aramadın? Arayıp öfkeni yüzüme vurmalıydın.” Ona hayretle baktım. Ben mi aramamıştım onu? Bunu nasıl derdi? “Ben aramadım?!” diye yükseldim. “Ben aradım Emre. Sen buraya gelmedin ama ben Ankara’ya da geldim. Sen açmadın. Sen aramayı öylece kapattın. Kim arıyor diye bakmadın bile.” Bedeni kaskatı kesildi. Söylediğim şeye şaşırmış gibi bakıyordu. “Ankara’ya mı geldin?” “Geldim,” dedim kafamı sallarken. “Ne zaman geldin? Ne zaman aradın?” Şaşkındı hâla. “Sen gittikten sonraki yıl geldim,” dediğimde kalbim sanki o güne gitti. Sonra da canı yandı. Emre’nin Bursa'yı terk ettiğini abimden işittim. Ara tatil gelmek üzereydi. Abime Emre gelmeyecek mi diye sorduğumda “O temelli gitti buralardan,” lafı sanki beni beynimden vurulmuşa döndürdü. Ne demek temelli gitti? O Emre’ydi. Bana her şeyi söylerdi. Nasıl giderdi? Gittiyse nasıl veda etmezdi? Ben değersiz miydim ki onun için? Yalan mıydı çocukluğumuz? Deli gibi ağladığımı hatırlıyorum sonra. Günlerce ağlamıştım. Sonra o aramıştı ama açmamıştım. Çünkü çok kızgındım. Eğer açmazsam gelir, benimle kendi konuşur, her şeyi anlatır diye beklemiştim ama o hiç gelmemişti. Ben de üzülmeye devam etmiştim. Kaç kez elim telefonda numarasının üstünde gezdi hatırlamıyordum. Kaç kez aramak istemiştim onu ama yapamamıştım. Sonra oturup ağlamıştım. O benim sadece çocukluğum değildi. O aynı zamanda benim aşık olduğum kişiydi. Aradan bir yıl geçti sonra. Her geçen gün aklıma düşüp duruyordu. Durgunlaşmıştım. Az konuşuyordum. Kimseyle şakalaşmıyordum. Gülmüyordum. Kimseyle uğraşmıyordum. Onu özlüyordum. Bakışlarım bir sene boyunca odamın karşısındaki cama kaydı benim. Ben bir sene boyunca o camı izledim. Bir gün açılır belki diye bekledim ama o cam hiç açılmadı. Dayanamadım sonra bu halime. İstanbul’a yatay geçiş yaptım. Onunla dolu bu sokakta kalmak istemedim. En azından farklı yerde olmak onu unutturur sandım ama olmadı. Çıkmıyordu ki hiç aklımdan. Sonra bir delilik yaptım. Yurt arkadaşlarımla dertleştiğim bir gecede yine aklıma düştüğünde Ankara’ya bilet aldım. Sabahına da otobüse binip yanına gittim. Kaldığı yeri söylemişti çok eskiden. Çıkmamıştı hiç aklımdan. Onla ilgili şeyleri unutmazdım ben zaten kolay kolay. Önce kaldığı yere gidip zile bastım ama evde değildi. Sonra staj yaptığı hastaneye gittim. Onu hastanenin bahçesinde gördüğüm o ilk an deli gibi ağladığımı hatırlıyorum. Çok özlemiştim. Onu o kadar çok özlemiştim ki. Koşmak istemiştim. Ona koşmak, kocaman sarılmak, neden gittin demek istemiştim ama yapamamıştım. Ona doğru bir adım atmak isterken karşısındaki insanlarla gülüştüğünü gördüm. Ben bir sene boyunca ölü gibiydim oysa. Sonra bir kızın ona temas ederken konuştuğunu fark ettim, adımlarım durdu tekrardan. Deli gibi ağlamak istedim. Canım yansa da konuşmak istedim. Sonra telefonuma uzandım. Elim adının üzerinde titriyordu. Bir iki dakika bekledim, kendimi hazır hissettiğimde aradım onu. Çaldı, çaldı, çaldı. Açmadı. Yine aradım. Yine çaldı. Yine açmadı. Arayan kim diye bile bakmadan telefonu kapattı ve sohbetine geri döndü. Ben ise öylece ağladım. Sonra ne işim var ki burada dedim. Arkamı dönüp gittim. Hayatıma döndüm. O beni unutmuş bile çoktan dedim. Sen niye onun için bu kadar dertleniyorsun dedim. Onu kalbimin bir köşesine sakladım. Unutmaya çalıştım. Hayatıma baktım. “Aradım sonra seni.” dedim acı hatıradan uzaklaşmaya çalışırken “Konuşmak istedim. En azından neden gittin diye sormak istedim. Hiç mi hatrım yoktu da bir haber verme gereksinimi duymadın demek istedim. Ama sen telefona dahi bakmadan suratıma kapattın. Yanındaki arkadaşlarınla güle oynaya konuşmaya devam ettin. Ben…” dedim nefesimi verirken. “ben öylece çekip gittim. Neden geldim ki dedim. O seni unutmuş bile dedim. Hiç arayıp sormadı bile, yüzsüz müsün kızım sen dedim. O günden sonra da seni kafamda sildim. Hayatıma devam ettim. Sen de zaten o günden sonra yine aramadın beni. Sen kendi yolunda giderken ben de kendi yoluma gittim.” Ben konuştuğum süre zarfınca ağzını dahi açıp tek kelime etmedi. Ne diyebilecekti ki zaten. Öylece baktı bana, öyle pişman, öyle geri almak istermiş gibi geçmişi… Değiştiremezdi ama hiçbir şeyi. “Nasıl açmam,” diye söylendi kendi kendine. “Nasıl görmem…” Ellerime uzandı. Onları tutarken pişmanca gözlerini gözlerime dikti. “Naz çok özür dilerim. Gözlerim dolu dolu birleşen ellerimize baktım. “Gerçekten çok özür dilerim. Sikik herifin tekiyim. Allah da benim belamı versin. Lütfen izin ver affettireyim kendimi.” Ellerimi ondan çektim. İlerlemek istedim ama kolumu tuttu. “Lütfen,” diye mırıldandı. “Emre…” “Naz bak ben aptalın tekiyim. Geçen şu dört yılda birkaç kez geldim buraya ama sen yoktun. Okul değiştirmişin.” “Geldin mi?” diye sordum şaşkınlıkla. Bunu hiç bilmiyordum. Kimse söylememişti bunu bana. “Evet geldim,” dedi kafasıyla onaylayarak. “Sonra geri döndüm. Hiç aramadım çünkü beni artık unutmuşsundur sandım. Ararsam kızarsın sandım. Buraya tamamen geri dönerken belki bana olan kızgınlığın geçmiştir artık diye düşündüm. Aptallık ettim. Lütfen izin ver affettireyim kendimi, izin ver eskisi gibi olalım. Çocuk Naz ve Emre olalım yine.” “Sana eskisi gibi yakın olamam ki ben Emre.” Sesim kırgındı. Gözlerine baktım yavaşça. “Düştüğümde geleceğim ilk kişi sen olamazsın artık. Aklıma bir şey geldiğinde koşup ilk sana soramam, ilk sana anlatamam. Ben ilk sana koşup ‘Emre benim bir derdim var’ diyemem. Ben bunları sensiz yapmayı öğrendim, sen öğrettirdin.” Bir adım attım ona doğru. Derin bir nefes aldıktan sonra gözlerinin en içine bakarak konuşmaya devam ettim. “Arasaydın Emre, açardım. Açardım çünkü seni özlemiştim. Geldiğini bilseydim atlar gelirdim yanına, görürdüm seni. Eski ben yapamazdı belki evet ama beni bıraktığında geride kalan ben yapardı bunu. Sen beni eskiden tanırdın ama gittiğinde geride bıraktığın beni tanımıyorsun hiç. O yüzden benden sana karşı eski Naz olmamı bekleme.” “Hiç mi affedemezsin? Benim tüm vefasızlığıma rağmen sen çocukluğumuzun hatrına hiç mi bir şans veremezsin, Hiç mi izin veremezsin tanımadığım yanlarını öğrenmeme.” “Zamana ihtiyacım var, Emre. Zaman alıştırır belki. Zaman belki unutturur sana olan kırgınlığımı ama işte daha geldiğine bile alışamadım ki ben hâlâ.” Biraz sustu. Gözlerini kapattı birkaç saniyeliğine. Nefesini bıraktığında gözlerini açıp gözlerime dikti. "Unutma Red,” dediğinde kaşlarımı kaldırdım. “umut iyi bir şeydir, belki de en iyisi. Ve iyi şeyler asla ölmez." Esaretin Bedeli filminden bir replik söylemişti. Az önceki hırçınlığıma ve kırgınlığıma karşın istemsiz bir gülümseme kaçtı dudaklarımın arasından. Ona sinirli ve kırgın kalma sürem bu kadardı işte. Ne yapsa, ne dese hemen yumuşuyordum. Benim umudum var diyordu. Bir gün beni affedeceğine dair umudum var diyordu. Ona onun yaptığı gibi bizim, ikimizin dilinden cevap verdim. “Bir şeye değer veriyorsan savaşırsın, duvara toslar yıkarsın. Kaybetmenin ne olduğunu bilmelisin. Kabullenirsen, kaybedersin.” İkimizin de çocukken izlediği bir çizgi dizi vardı, Tenten. Bundan neredeyse 14 yıl önce onun animasyonu çıkınca beraber izlemiştik deli gibi defalarca. O animasyondan bir alıntı yaptım. Ardından çantama uzanıp belki veririm diye yanıma aldığım atkısını çıkardım. Atkıyı avuçları arasına bıraktıktan sonra onu geride bırakarak abimlere doğru ilerledim. Beni durdurmadı. Arkamdan yürüdü öylece. Ne demek istediğimi anlamıştı, hep anlardı. Öylece sustuk. Öylece yürüdük. Öylece geceyi dinledik… **** Yağmur sonrası güneş açmıştı. Hava kışın sonlarında olmasından dolayı hâlâ soğuk olsa da güneş ışınları her yeri ışıl ışıl aydınlatmış, gökyüzüne çocukları hayran bırakacak bir gökkuşağı hediye etmişti. Küçük kız üzerinde kırmızı kabanı, siyah pantolunu, sırtına saldığı dalgalı saçlarının arasından geçirdiği kırmızı beresi ve parlak kırmızı botlarıyla gözünü dahi kırpmadan onu izliyordu. Aklını deli gibi kurcalıyordu o renk cümbüşünün nasıl gökyüzünde durduğu. “Acaba yukarı çıksam ya da ona doğru yürüsem yaklaşabilir miyim, yaklaşabilirsem onun üzerinden kayabilir miyim? Çünkü çok güzel,” diye hayal kuruyordu. Küçük kız gökyüzünü izlemeye devam ederken sırtında Ben 10'li çantasıyla okuldan gelip kızın kafasını kaldırmış bir yeri izlerken gören ve onun ne yaptığını merak eden çocuk, sorgulayıcı bakışlarıyla yanına yaklaşmaya başladı. Üzerinde beyaz yakalı mavi bir önlük, bacaklarını saran siyah bir kumaş pantolon ve siyah bir mont vardı. Yakası boynunda yamuk duruyordu. Bu yakayı takmaktan hep nefret ederdi. “Ne yapıyorsun, Naz?” Nazlı hızlıca kafasını sesin geldiği yere çevirdi. Sonunda beklediği kişi okuldan gelmişti. Kollarını açmış ona doğru koşuyordu. “Emreee…” diye bağırdı neşeyle. Her iki elini çocuğun beline sararken “gökyüzü kaydırağına bakıyordum. Çok güzel değil mi?” dedi hararetli hararetli. “Oraya gidelim mi? Nolur gidelim Emre, nolur,” Oraya gitmeyi çok istiyordu. Belki yaklaşabilirse ona dokanilirdi bile, bu inanılmaz olurdu. “Naz bir dur. Çantam ağır,” dediğinde kızdan uzaklaştı Emre. “Asılma üstüme.” Sesi sert çıkmıştı. Bugün çok fazla kitap götürmesine neden olacak dersleri vardı ve çantası omzunu oldukça zorluyordu. Pazartesi günlerinden nefret ediyordu. Emre'nin onu uzaklaştırması Nazlı'nın suratının düşmesine sebep oldu. Oysa onu bekliyordu ne zamandır. Ellerini arkasında birleştirip dudağını büzmeye başladı. “Peki,” diye mırıldandı ağladı ağlayacağı sesiyle. Onun bu halini gören Emre kafasını hayretle iki yana salladı. Bu kız onu çıldırtacaktı. “Naz, çantamı bırakayım, yanına geleceğim hemen. Üzülme,” dedi çantasını bir kere daha kollarında gevşemeye çalışırken. “Hem üzülünce çirkin oluyorsun.” Yalan söylüyordu. Naz her haliyle tatlı oluyordu. Hele üzülüp ağlayınca yanakları al al oluyor, Emre'nin de onun yanaklarını sıkası geliyordu. Sadece böyle söyleyerek onun ağlamasını engellemeye çalışıyordu. Nazlı'nın çirkin oluyorsun lafından nefret ettiğini bilirdi. Emre onunla ilgili her şeyi bilirdi. Nazlı hızlıca burnunu çekip elinin tersiyle akmaya hazırlanan gözyaşlarını sildi. “Ağlamıyorum bir kere!” diye yükseldi sinirle. “Hem sensin çirkin!” Emre onun bu haline gülerek kafasını iki yana salladı. Bu kız lafı başka yere çekmekte bir numaraydı. “Peki benim çirkin. Bekle geliyorum hemen.” Nazlı kollarını birleştirip çatık kaşlarla ona baktı. Sol ayağının ucunu sinirle indirip kaldırıyordu. “Gelme. Küstüm ben sana.” “Niye küstün şimdi?” “Çünkü bana kızdın! Ben sana bir şey anlatıyordum. Beni dinlemedin bile!” “Ben sana kızmadım,” dedi Emre yumuşak bir sesle. Bu kız anlaşılan yine alıngan gününde diye düşündü. “Sadece çantam çok ağır bırakıp geleceğim dedim. Sonra söz, hepsini dinleyeceğim.” Nazlı üzgün suratla Emre'nin çantasına uzandı. Ona olan küslüğü hemen geçmişti, ki zaten ona hiç küs kalamazdı. “Çok mu ağır, Emre? Yorulduysan ben taşıyayım mı?” Emre onun bu söylediğine güldü. “Yoruldum ama sen taşıma, belin ağrır. Bekle burda, eve bırakıp gelirim ben şimdi.” “Tamam,” dedi gülerek. “Hadi bırak gel. Bekliyorum. Kaçmasın kaydırak.” Emre koşar adım eve gitti. Eğer onu fazla bekletirse burnundan getireceğini biliyordu. Nazlı da onu beklediği yerde suların üstünden atlayıp, kendi etrafında dönerek sayı sayıyordu. Emre'yi beklerken hep sayı sayardı. Eğer üçten fazla yüze kadar sayarsa ve o gelmezse ona kızardı. Emre ona yüze kadar saymayı öğrettiği için çok pişmandı bu yüzden. “95, 96, 97…” “Geldim,” dedi Emre soluk soluğa. Ellerinde montunu tutmuş sırtını eğerek dizlerine yaslanıyordu. Eve girdiği gibi çantasını odasına bırakmış, hızlıca okul kıyafetlerinden kurtulup siyah kazak ve pantolon giyinmiş ve montunu eline alarak aşağı inmişti. “Kaç tane yüz saydın?” Nazlı yanına koştu hızlıca. Gülüyordu. “İkincisi bitmeden geldin!” Ellerini birbirine çarpıp yerinde zıpladı üst üste. “Ama yoruldun diye yavaş saydım bu sefer. Bu kıyağımı unutma.” “Unutmam,” dedi Emre gülerken montunu giyindiğinde. “Sen ne anlatacaktın?” Nazlı Emre’nin kollarına yapışıp onu sokağın ortasına çekti ve yerinde zıplayarak işaret parmağıyla gökyüzünü işaret etti. “Bak Emre, bak. Gökyüzü kaydırağı. Bunu gösterecektim.” Ellerini arkasında birleştirdi ve iki yanına sallandı adı gibi nazlı nazlı. “beni oraya götür, nolur. Dokunmak istiyorum.” “Ama oraya gidemeyiz ki.” Emre gülmek istemişti. Her seferinde gökkuşağına gitmek istiyordu Nazlı. Emre de her seferinde gidemeyeceklerini söylüyordu ama Nazlı onu dinlemiyordu. “Lütfen gidelim. Lütfen lüüütfeeennn…” Emre'nin montunun eteklerini tutmuş gözlerini kabul etmesi için defalarca açıp kapatıyordu. Çünkü Nazlı bu hareketine Emre'nin dayanamayacağını iyi biliyordu. Hemen yumuşuyordu. Bu Nazlı'nın en büyük kozuydu. “Naz, gökkuşağına yaklaşamayız ki. Sen yürüdükçe o yine aynı senin yürüdüğün kadar uzaklaşacak.” “Ama nedeenn?” Sesi üzgündü. Emre'nin montunu bırakıp dudaklarını büzdü. “Onu daha yakından görmek istiyordum ben.” “Naz,” dedi Emre açıklama yapmak için soluğunu verirken. “gökkuşağı sadece bir ışık. Ona dokunamayız.” “Işık mı?” gözleri şaşkınlıktan kocaman açıldı. “Ama bu çok saçma Emree…” “Öğretmenimiz geçen gün derste anlattı. Sana da senin anlayacağın gibi anlatayım mı?” Nazlı Emre’nin bu söylediğine hızlıca kafasını aşağı yukarı salladı. Emre’nin okulda öğrendiklerini ona anlatmasını çok seviyordu. Bir sonraki sene kendi de okula gidecekti ve Emre'ye öğrendiği her şeyi anlatacaktı o da. “Anlat anlat anlattt!” Emre Nazlı’nın elini tutup onu apartmanın yanına doğru çekti. “Sokağın ortasında durmayalım.” Apartmanın önündeki yağmurun ıslatmadığı kuru bir kaldırıma geçip oturdular. Daha sonra Emre Nazlı’nın merak ettiği şeyi hevesle anlatmaya başladı. “Bak şimdi,” dediğinde Nazlı dirseklerini dizlerine yasladı, ellerini çenesinde birleştirip ona baktı gülümseyerek. “Gökkuşağı yağmur damlalarından geçen güneş ışığıyla oluşuyor.” “Çok saçma amaa…” “Değil Naz, bi’ dinle.” “Tamam,” dedi Nazlı dudaklarına sahte bir fermuar çekerken. “Anlat hadii.” “Güneş ışınlarını bize hep beyaz gibi geliyor di’mi?” diye sorduğunda Nazlı kafasını olumlu anlamda salladı hızlıca. “Ama içinde bir sürü renk varmış. Hem de yedi tane. Saklanıyorlarmış.” Nazlı’nın gözleri şaşkınlıktan kocaman açılmıştı ama susacağına dair söz verdiği için dinlemeye devam etti. “İşte yağmur yağınca bu ışıkların yönü yağmur damlasına çarpınca değişiyor. Sonra ışıklarla yağmur beraber dans ediyorlar. Renkler de bu dansı fırsat bilerek sırayla saklandığı yerden kaçıyorlar, şimdiki gibi de gökyüzünü süslüyorlar.” Elleriyle gökyüzündeki gökkuşağını gösterdi “Ona da gökkuşağı diyoruz. Anladın mı?” Nazlı ellerini birbirine çarptı neşeyle. “Anladımm!!” Kollarını Emre’nin boynuna sardı. Biraz sarıldıktan sonra ondan ayrılıp bakışlarını gökyüzüne çevirdi. “Yağmur iyi ki var. Yoksa salak güneşin sakladığı güzel renkleri göremeyecektik.” “Her güzel şey görünmemeli bence, Naz. Yoksa sıradanlaşırlar.” Ellerini montunun cebine koyup gökyüzüne baktı. “Her gün gökkuşağı görsen sıkılmaz mısın?” Önce düşündü Nazlı. Sonra kafasını olumsuzca iki yana salladı. “Sıkılmam.” “Sıkılırsın Naz.” “Sıkılmam dedim, Emre.” Kaşlarını çattı sinirle. “Hem seni de her gün görüyorum. Sıkılıyor muyum?” “Sıkılıyor musun?” Gözlerini devirdi. “Tabii ki hayır.” “Ya bir gün sıkılırsan?” diye sordu merakla Emre. O hiç sıkılmazdı Naz’ından. “Sıkılmam.” “Emin misin?” “Eminim.” Emindi Naz. Ömrünün sonuna kadar görmek istediği kişilerden biriydi Emre onun için. Peki o neydi onun için? “Sen benden sıkılır mısın Emre?” Merakla baktı ona. “Sıkılmam tabii.” Kendinden emindi sesi. “Söz ver.” Serçe parmağını kaldırıp uzattı ona. Bu onların kendi nazarlarında söz verme şekliydi. Emre onun bu hareketine gülümsedi. Nazlı için bu söz verme hareketinin çok önemli olduğunu biliyordu. Serçe parmağını onunkiyle birleştirip “Söz,” dedi hızlıca. “Gökkuşağına dokunana kadar yanımda olacaksın tamam mı?” “Gökkuşağına dokunana kadar yanında olacağım.” Ardından ikisi de neşeyle başparmaklarını birleştirdiler. Lakin verdikleri söz bozulmuştu. Nazlı gökkuşağına dokanamadığı halde Emre ondan gitmişti. **** Günlerden pazardı. Abimlerin maç gecesinden sonra neredeyse bir hafta geçti. O gün Emre’yle olan konuşmamızdan sonra ikimiz de kalabalığın arasına karıştık ve günün geri kalanını konuşmadan tamamladık. Bana alan tanıyor gibiydi. Biraz sindirmeliydim, biraz sindirmeliydi. Serkan maçın ertesi günü İstanbul’a geri döndü. Ben ise Serkan gittikten sonraki gün yoğun iş hayatıma tekrar başladım. İzin günlerimden sonraki günden sonra şu geçirdiğim bir hafta burnumdan gelmişti. Deli gibi çalışmıştım. Bugün ise hafta sonu tatili sayesinde evdeydim ve biraz da olsa dinlenebiliyordum. Gün içinde yağmur yağmış ama ardından dinmişti. Şubatı bitirmiş, sonunda bahar aylarına kucak açmıştık. İlkbahar mevsimlerden en sevdiğimdi. Bunun şerefine dışarıya çıkacaktım ki Açelya’nın beni esir alması yüzünden gidememiştim. Beni özlediği için yanıma geldiğinden onu kıramıyordum. “Hala men şıkıldım,” dediğinde ona döndüm. Odamda oturmuş kaç saattir animasyon izliyorduk. “Ben de sıkıldım Açi.” Sesim bıkkın çıkmıştı. “Dışayı çıtalım mı, noluy?” “Nereye gidelim peki?” Dışarı çıkmak bana da iyi geleceğinden kabul etmiştim hemen. “Dedeme cidelim mi?” Sonra düşünür gibi yaptı. “Lunapayta da cidebiliyiz.” Sonra yine düşündü. “Ya daa haybanat bahtesine.” “Açi…” dedim inanamazcasına. “Her bir sonrakinde farklı seviyede arttırıyorsun mekanı.” Yatağımın üzerinde ayaklanıp zıplamaya başladı. “Cidelim, cidelim cidelim…” “Sen kim çektin böyle ya?” “Şana,” dediğinde gülmeden edemedim. “Doğru,” dediğimde kafamı iki yana salladım. “ bana.” Bilgisayarı kapatıp yerimden kalktım. “Hadi git, anneme söyle montunu giydirsin. Ben de giyinip geliyorum. Sonra gidelim.” Yatağın ucuna doğru yaklaştı neşeyle. “Halalayın bi’ tayesii!!” dedi elini boynuma sarmaya çalıştığında. Yanağına uzanıp kocaman öptüm. “Zaten bir tane halan var yalaka.” Bu söylediğime kıkırdayıp yataktan indi ve koşar adım oturma odasına doğru gitti. Ben de dolabıma yaklaşıp giyecek bir şeyler baktım. Siyah bir kazak, siyah dar bir pantolon giydikten sonra kazağımın ön kısımlarını pantolonun arasına sokup siyah metal tokalı kemerimi taktım. Kürklü siyah deri kabanımı ve siyah çantamı aldığımda aynanın karşısına geçip kendimi inceledim. Baştan aşağı siyaha bürünmüştüm. Güzel göründüğümü düşünüyordum. Saçlarıma kalın dalgalı maşa yapmayı karar verdim. Makyaj malzemelerim ve maşamla birlikte soluğu banyoda aldım. Totalde on beş dakika uğraştığım saçlarımdan sonra bir on beş dakika da makyajıma harcamıştım. Bu en az harcadığım sürelerden biriydi. Normalde daha uzun sürerdi ama Açelya saniye başı lavabo kapısını tıklattığından elimi çabuk tutmaya çalışıyordum. Sabırsızlığı bile bana benziyordu, inanılmazdı gerçekten. Son kez dudaklarıma geçirdiğim bordo rujumu çantama attıktan sonra sonunda hazırdım. Banyodan çıktım ve beni bekleyip duran küçük cimcimenin yanına gittim. “Hadi gidelim Açi,” dedim kapının pervazından ona seslenirken. Üzerinde kırmızı bir kaban vardı. Sarı saçlarını benimkileri gibi salıktı. Bakışları hızlıca bana kaydığında neşeyle yanıma koştu. “Şonundaa…” “Nereye gideceksiniz, Nazlı?” diye sordu Sibel abla merakla bana dönerken. Annemle karşılıklı oturmuş kahve içiyorlardı. Omuz silktim dudaklarımı büzerken. “Hiç bilmiyorum, yolda karar veririz. Açi bir sürü şey saydı.” “Biyyikte takılıcaz, biji ayamayın tamam mı?” Gözlerini uyarır gibi anneme ve Sibel ablaya diktiğinde üçümüz de onun bu haline gülmeye başladık. “Şuna bak ya,” yaşından büyük laflar ediyordu. “Bak şu cimcimeye?” dedi annem, kahve fincanını sehpaya bıraktı gülerken. “Büyümüş de takılıyormuş halasıyla.” “Ebet babaayye, büyüdüm ben.” Parmak uçlarında yükselirken, ellerini kaldırarak boyunun üstüne uzatıyordu. “Tocamaan oldum.” “Oyy kuzum benim, sağlıkla büyü sen hep.” “Hadi biz çıkalım,” dedim kapıdan uzaklaşırken. “Bir şey olursa ararsınız.” “Halanın elini bırakma kızım tamam mı?” Sibel ablanın minik uyarısına Açelya kafasını aşağı yukarı salladı gülerek. “Tamam ayye.” Açelya’yla onlara veda ederek evden çıktık. Ben siyah uzun botlarımı giyerken Açelya’ya da siyah pantolonu üzerine kırmızı botlarını giydirdim. Ellerini tutarak merdivenlerden inmeye başladık. Apartmandan çıkana kadar Açelya’ya bir sürü uyarı geçiyordum. Elimi sakın bırakma, kendi başına bir yere gitmeye kalkma, sözümü dinlemezsen bir daha seni dışarı çıkarmam gibisinden söyememden nefret ettiği her şeyi tek tek saydım. Hoşnutsuz homurtular çıkarsa da onu dışarı çıkardığım için hepsini kabul etmek zorunda kaldı. Apartmandan çıktığımızda “Najlı dışayıda yemek yeşek oluy mu?” diye sordu boncuk gözlerini bana dikerek, benden cevap almak için adımlarını durdurdu. “Noluy yiyelim noluuyyy!” Sibel abla dışarıdan yemek yemesine çok nadir izin verdiğinden onu her dışarı çıkardığımda böyle isteklerde bulunuyordu bana. Ben de kıyamadığımdan alıyordum. Tek kaşımı kaldırıp ona baktım. “Uslu bir kız olursan neden olmasın.” “Oluyum,” dediğinde yerinde zıplamaya başladı. Onun bu haline güldüm. Birkaç defa daha zıpladı. Bakışları karşı apartmana kaydığında zıplaması kesildi. Yüzüne çok farklı bir gülümseme yerleşti. Ne gördüğüne bakmak için kafamı çeviriyordum ki “Emye abişş!” demesiyle öylece kalakaldım. Kafamı çevirmekten vazgeçtim. Onunla o geceden sonra bir daha denk gelmemiştik. Ben ofis işleriyle cebelleşirken o da tüm hafta nöbetlemiş diye duydum Giray abimden. İş yoğunluğundan onu geçtiğimiz şu bir hafta pek düşünmemiştim. O gece olan konuşmamızı kendi zihnimde döndürüp durmamıştım. Eğer yapsaydım tüm hafta deli gibi ağlayacağımı biliyordum. İşe gitmek bedenimi yorsa da zihin sağlığım için çok iyi olmuştu. “Açelya,” dediğinde gözlerimi kapattım birkaç saniyeliğine. Sesini duymayı özlediğimi fark ettiğim için kafamı duvarlara vurmak istiyordum. Neden özlüyordum ki sesini? Adımlarının bize doğru yaklaştığını hissediyordum. Yapma işte şunu, gelme. Kalbimin sen yaklaştıkça deli gibi attığının farkında değilsin bile sen. Gelme. “Merhaba Naz,” dedi karşıma dikildiğinde. Sesi biraz çekingen çıkmıştı. Kafamı çevirip ona bakmak zorunda kaldım. “Merhaba Emre.” En güzel gülümsemesi yine yüzündeydi. Ela gözleri ışıl ışıldı. Hafif bir kirli sakalı vardı. Baştan sona benim gibi siyaha bürünmüştü. Yine fark etmeden uyumlu giyinmiştik. “Nasılsın?” “İyiyim. Sen?” Sesim oldukça düzdü. Mesafeli olmaya çalışıyordum elimden geldikçe. “İyi ben de,” dediğinde gülümsedi. Bakışlarını Açelya’ya çevirince dizlerini kırıp boyunu kısalttı. “Sen nasılsın peki güzellik?” “Hayitayım Emye abiş!” Ellerini arkasından birleştirdi daha sonra. Bedenini iki yana sallarken gözlerini kırpıp duruyordu. “Güzel olmuş muyum derçekten?” Emre ellerini tuttu. “Çok güzel olmuşsun hem de,” dedi tatlı bir tınıyla. Baştan aşağı onu inceledi. “Halanın da küçükken bu renk kabanıyla botları vardı, biliyor musun?” Söylediği şeyle bedenim kaskatı kesildi. Eskiye gider gibi hissettiğimde gözlerim kendiliğinden dolmaya başladı. “Hiç çıkarmak istemezdi onları.” Açelya kafasını benden yana yukarı çevirdiğinde dolu gözlerle gülümsedim ona. “Sana bana benzediğini söylemiştim,” dedim kıkırdayarak. “İyi ti şana benziyoyum Najlı.” Ona öpücük attım. “Tabii ki bana benzeyeceksin. Abilerime benzeseydin seni yeğenlikten reddederdim.” “Amcama benzemem tabii ti. Çok uytucu o,” dediğinde gözlerini devirdi. “Aynı zamanda gıcık,” diye ekledim. “Saçlayımı çetiyo bajen.” Kaşları çatılmıştı. “En çok halamı seviyoyum diyoyum diye.” “Kıskanç işte. Hem merak etme benimkini de çekiyor hâlâ. Tam bir salak.” “Onu biyyikte dövelim mi eve delince?” “Bana uyar.” Güldüm. O da güldü. Üçüncü bi gülme sesi daha gelince ikimiz de Emre’ye döndük. “Dedikleri kadar sana benziyormuş cidden,” dediğinde gülümseyerek Açelya’ya baktım. Minik meleğimdi o. “Mimiklerinize kadar aynısınız.” “Öyleyiz.” Nefesimi bıraktım. “Neyse biz gidelim artık.” “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorarak ayaklandı. “Najlı’yla gezicez Emye abiş, şen de gelşene,” diyen Açelya’ya bir hışımla bakışlarımı çevirdim. Neden böyle şeyler söylüyorsun Açim ya, olmaz ama. Hiç olmaz. Yapılmaz bu bana. Emre benden yana döndü. Gelmek istiyordu. Geçen hafta da bir şeyler yapalım demişti sürekli ama her seferinde sessiz kalmıştım. “Halanla anlaşmıştık aslında birlikte dışarı çıkarız diye,” dediğinde kaşlarımı çattım hızlıca. “Ne zaman anlaştık pardon?” “Geçen hafta, yine burada.” “Ben evet demedim.” Tek kaşını kaldırdı. “Ama hayır da demedin.” Gözlerimi sabır dilercesine kapatacakken Açelya montumun eteklerini tutup “Haya lütfen delsin lütfeennnn!” diye mızmızlandığında bıkkınca nefesimi bıraktım. Yol boyunca başımın etini yiyecekti reddedersem, ki Emre salağını reddetmek benim gibi bir salak için oldukça zor bir şeydi. “Tamam,” dedim oflayarak. “Gelsin.” “Yaşaşınnn!” “Nereye gidiyoruz.” Dudaklarımı büzdüm. “Açi bir sürü şey saydı. Ona sor, ne isterse.” Açelya işaret parmağını dudaklarınını üzerine götürüp düşünür gibi bir mırıltı çıkardı. Birkaç saniye sonra parmağını havaya kaldırdı dişlerini gösterecek şekilde gülümseyerek “luyapayka cidelim,” dedi. Emre “E araba ya geçelim madem,” dediğinde sesi sinir bozucu derecede mutlu çıkıyordu. O Açelya’yı kucağına alırken ben kaşlarım çatık bir şekilde arabasına doğru ilerledim. Onunla vakit geçirip ona alışmak istemiyordum. Ama bir o kadar da onunla vakit geçirmek isteyecek kadar onu özlemiştim. İki ucu siktiri boktan bir değnekti. Ben ön koltuğa geçip oturdum. Emre de Açelya’yı arkadaki çocuk koltuğuna oturttuktan sonra şoför koltuğuna geçti ve arabayı çalıştırdı. En son arabasına bindiğimde böyle bir çocuk koltuğu gördüğümü hatırlamıyordum. Yeni mi almıştı, yoksa var da ben mi fark etmemiştim? “Sor hadi sor,” sesi geldiğinde bakışlarımı Emre’ye çevirdim ne demek istiyorsun der gibi kafamı sallarken. Kaşlarıyla ellerimi işaret etti. “Bir şey sormak istediğinde parmak uçlarını birleştirdikten sonra onları birbirine sürtüp durursun hep böyle.” Bu hareketi hâlâ yapıyor olduğumun farkında değildim. “Arkadaki çocuk koltuğu yeni mi,” dediğimde kafamı sola çevirip koltuğu işaret ettim. Açelya da o sıra gülümseyen suratıyla yolu izliyordu. “yoksa geçen ben mi körlüğümden fark etmedim diye merak ediyordum sadece.” “Yeni,” dedi benden yana dönerken. “Sen ve Açelya’yı çıkarmak istediğimde almıştım. Belki bir gün kullanırım diye,” güldü. “Kullandık da.” Şaşkınlıkla ona baktım. Böyle bir şey yapmasını beklemiyordum. Demek hâlâ kafasına koyduysa bir şeyi onu yapacağına emin olduğu için sonraki eylemlerine geçiyordu. Emre hep bir sonraki hamlesini düşünen biriydi ama gittikten sonra benimle ne yapacağını hiç düşünmemişti. “Şaşırdım.” Kaşlarını merakla kaldırıp önüne döndü. “Neye şaşırdın?” “Eskisi gibi olmana,” dediğimde elleri direksiyonda kitlendi. Öylece önüne bakmaya devam etti. Ben ise ondan yana bakıyordum. Ona eskisi gibi, eskiden, önceden, geçmiş dediğim her andan nefret ediyordu. Çünkü beni ne kadar üzdüğünü fark ediyordu. “Nasıl geçti son bir haftan?” diye sordu bir süre sonra konuyu değiştirerek. Nasıl geçtiğini düşününce yüzümü buruşturdum. “Bok gibi.” Güldü. “Senin?” “Bok gibi.” Bu sefer ben güldüm. “Hastane inanılmaz yoğundu.” “Her gün bin tane insanla uğraşıyorsunuz,” dedim yüzümü buruşturarak. “sağlık alanı asla yapabileceğim bir bölüm değil cidden.” “Seni kan tutar zaten, düşer bayılırsın.” “Ameliyata giriyor musun sen?” diye sordum merakla. Onunla ilgili artık bilmediğim o kadar şey vardı ki. Kafasını olumlu anlamda salladı arabayı sürmeye devam ederken. “Giriyorum, evet.” “Hangi alanda çalışıyorsun sen, kalple ilgili bir şeyler istiyordun diye hatırlıyorum.” “Evet,” dedi bana dönerken, yüzüne sıcak bir tebessüm yerleşti. “Kalp damar Cerrahisi istiyordum. O alanda asistanlık yapıyorum şu an. Rotasyonlarımız oluyor sürekli. Gerçi burada yeniyim. Eski yerimde zorunlu görevim vardı bir sene.” “Vay be,” dediğimde kaşlarım kalkmıştı. “çok şey olmuş hayatında.” “Öyle.” Mırıltıdan farksız çıkmıştı sesi. Çok şey oldu hayatımda ve senin hiçbirine şahit olmana izin vermediğim için yüksek sesle itiraf edemiyorum diyordu mırıltısı. “Mutlu muydun peki?” Merakla baktım suratına. Bensiz de çok mutlu muydun? Ben olmayınca hayatın eksiksiz ilerliyor muydu? Yoksa ben alelade bir figüran mıydım hayatında? Ne çok sormak istediğim şey vardı ona. Cevabı olmayan bir sürü soru. “Bilmem,” dedi bakışını bana çevirdiğinde. “Yaşıyordum öyle, belki eksik, belki bir şeyler yarım gibi yaşıyordum. Sorgulamadan, öyle dümdüz.” Nefesini bıraktığında gözlerini kaçırdı. “Sen peki, mutlu muydun?” “Değildim,” dedim kendimden emin bir sesle. “Eksiktim.” Ona döndüm yavaşça. “Ama sonra mutlu olmayı öğrendim. Eksik şeylere üzülmüyorum artık. Bazen değmeyebiliyormuş.” Yaptığım imayı anlamış, bir iki saniyeliğine gözlerini kapatmış, ardından yola devam etmişti. Tek bir kelime söylemeye hakkı olmadığını biliyordu. Ona bunu her seferinde hatırlatacaktım. En azından içimdeki öfkeyi atana kadar yapacaktım bunu. Bir süre sonra ikimiz de sustuk. Emre’nin açtığı rastgele bir müzik sesi kaplamıştı arabayı sadece. Açelya yol boyunca hiç konuşmamış, hep etrafı izlemişti. Arabaya bindiğinde yolu izlemek en büyük hobisiydi. Yolda gördüğü her şeyi kafasına kazıyordu. Arada da açılan müzikle yerinde dans ediyordu. Ona dönüp birkaç tane fotoğrafını çekmiştim. İkimizi selfieye de almıştım. Bir yerde Emre’nin yandan kafası çıktı. Açi istiyor diye onunla da fotoğraf çektim bir iki tane daha. Geleceğimiz yere vardığımızda Emre aracı boş bir yere park etti. Araçtan indiğimde Emre’de Açelya’yı kucağına alıp araçtan çıkardı. Açelya onun kucağından inince koşar adım yanıma gelip elimi tuttu. “Najlı baakk!” dedi işaret parmağıyla gökyüzünü işaret ettiğinde. Martın başındaydık ama yağmur sonrası güneş çıkmış, gökyüzündeki kara bulutlar biraz dağılmıştı. “Gökyüzü kaydıyağı!” Gökkuşağını gösterip gülüyordu. “Oraya gidebilir miyiz?” Güldüm. “Gidemeyiz aşkım, kaç kere anlatacağım sana, o bir ışık.” “Çok saçma amaa…” “Açelya,” dedim güneşi işaret ettiğimde. “Güneş ışığını biz görmüyoruz değil mi, beyaz gibi?” Kafasını hızlıca salladı. “Ama içinde yedi güzel renk var. Yağmurla karışınca dans ediyorlar. Gizlenen ışık da böyle kaçıp gökyüzünü süslüyor.” “Sayak güneş,” diye mırıldandı. “Niye saklıyo lenkleyi?” “Her zaman gürülmesin diye.” Açelya bu söylediğime burun kıvırdı. Beraber parka doğru ilerlerken güneşe sövüp duruyordu. Ne zaman yanıma geldiğini fark etmediğim Emre’nin bakışlarını üzerimde hissettim. “Yağmur ve güneşin dansı,” dediğinde ona dönüm. Sesi gülümsüyordu. Eskiye gidip gelmiş gibi duruyordu. “Sana böyle anlatmıştım.” “Evet.” Gözlerimi ona diktim. “Ona hiç dokunamayacağımı ilk ben senden öğrendim.” “Açelya’yla aynı tepkiyi verip üzülmüştün günlerce.” “Üzülmüştüm ama mutlu olduğum bir şey vardı.” O mutlu olduğum şeyi yok ettiğinin farkında değildi tabii ki. Kafasını merakla ne olduğunu sorar gibi salladı. Konuşmak için ağzımı açtığımda Açelya “Najlı men simdi gökyüzü kaydıyağına hiç dotunamam di’mi?” diye sorunca ikimizin de bakışı ona kaydı. “Hayır bitanem.” “O zaman ben ona dokunana kadar beyi sevey misin?” Adımlarım durdu. Öylece durdum. Öylece baktım boşluğa. Öylece doldu gözlerim. Kalbim deli gibi ağlamaya başladı. Aşamıyordum işte. Ben onu hiç aşamıyordum. Ben onu asla aşamayacaktım. Bu kırgınlıktan hiç kurtulamayacaktım. Emre’nin bakışları bana kaydı. Anlamıştı. Az önce neyden bahsettiğimi çok iyi anlamıştı. Ben gökkuşağına dokunana kadar benim yanımda kalacaktı ama ben gökyüzü kaydırağına hiç dokunamadığım halde benden gitmişti o. Benden gidip çocukluğumda mutlu olduğum o küçük ânı elimden almıştı. “Sen gökkuşağına dokunsan bile seni sevmeye devam edeceğim Açim,” dedim yere çöküp yanağına kocaman bir öpücük bırakmadan önce. Daha sonra kafamı kaldırıp Emreye baktım. “Sen gökkuşağına dokunsan bile senin yanında kalacağım hep.” BÖLÜM SONU *** Bölümü nasıl buldunuz? Sonraki bölümde görüşelim yine. Güzel yorumlarınız umarım benimle olur. Kendize iyi bakın. Gökkuşağına dokuna kadar mutlu olmaya devam edin... |
0% |