Yeni Üyelik
7.
Bölüm

6. Bölüm

@esmacayim

 

6. BÖLÜM

Çocukken dönme dolaba binmeyi çok severdim. Çünkü en tepesine çıkınca gökyüzüne dokunabileceğimi düşünürdüm hep. Gökyüzüne dokunursam gökkuşağına daha yakın bakabilirdim, belki dokunurdum da onun kaydırağına. Ne güzel olurdu. Sonra onun bir ışık yanılsaması olduğunu öğrendim. Aslında ona hiç dokunamazmışım. Yanına yaklaşamazmışım. Ben yaklaştıkça o gidermiş benden. Çok üzülmüştüm bu duruma. Ona dokunmayı ne çok istiyordum oysa.

Derken Emre’yle birbirimize bir söz vermiştik. Gökkuşağına dokunduğum güne kadar yanımda kalacaktı. Öyle anlaşmıştık. Eğer hiç dokunamasam, o da hiç gidemezdi yanımdan diye düşündüm. Hep benim yanımda kalır, hep benimle oynar, hep bana bir şeyler öğretir, hep bana Naz derdi bu sayede. O günden sonra da bir daha dönme dolaba binmek istemedim. Ne kadar gökkuşağına dokunamayacağımı öğrenmiş olsam da gökyüzüne her yaklaştığımda o ışık huzmesine yanlışlıkla dokunurum diye çok korkuyordum. Sonra da Emre giderdi. Ben çok yalnız kalırdım.

Gökkuşağına hiç dokunmadım. Bunun sonucunda mutlu olurum sandım, lakin yanıldım. Bunun sonucunda ben sadece yalnız kaldım. Emre gitti benden. Öylece gitti. Öylece terk etti çocukluğumuzu. Öylece unuttu verdiğimiz sözleri.

Şimdiyse bir dönme dolabın karşısında duruyor, sadece ne kadar aptal olduğumu izliyordum. Ne kadar aptaldım da bir çocukluk sözüyle hep yanımda kalacağını sandım. Niye kalsın ki? Hem ben kimdim? Hayatının sonuna kadar yanımda kalmayacaktı elbet. Elbet bir gün gidecekti. Elbet bir gün kendi yoluna, kendi hayatına bakacaktı. Başkaları olacaktı hayatında. Bunlar normaldi. Bunları anlayabilecek yaştaydım artık ama hiç olmamışım gibi davranılması hangi yaşta olursam olayım fazla zoruma gidiyordu.

O gittiğinde evet sinirlenmiştim, öfkelenmiştim, ona deli gibi sövmüştüm ama daha ergendim o zamanlar. Bunları idrak edememiştim. Şimdiyse büyümüştüm. Onu ne kadar anlamaya çalışsam da hâlâ kızgındım. Çünkü arama gereksinimi görmemişti hiç. Yıllar sonra karşıma çıkarken hiçbir şey olmamış gibi davranmıştı. Hoş değildi. Hiç hoş değildi. Yok saydığı birinden tekrar eskisi gibi davranmasını bekleyemezdi.

“Najlıı!” diye koştu bana doğru ellerinde pamuk şekerlerle küçük bir beden. Bakışlarımı dönme dolaptan kurtarıp onun yanına doğru hareketlendim. Canı pamuk şeker istediği için Emre’yle almaya gitmişlerdi. Ben ise burada dönme dolap sırası bekliyordum. “Açi koşma, düşeceksin.”

Önümde durduğunda biri beyaz diğeri pembe olan iki pamuk şekerden beyaz olanını bana uzattı gülümseyerek. Emre de birkaç adım arkasında geliyordu. “Bak Najlı, şana da aldık. Emye abiş şenin de şevdiğini şöyledi.” Yüzüme yerleştirdiğim gülümsemeyle onu kucağıma aldım. “Severim,” dedim bakışlarımı Emre'ye kaydırarak. Tebessümle bize bakıyordu. Yanımıza yaklaştı. Çocukken hep beyaz pamuk şekerden yediğimi unutmamıştı.

Kucağımda Açelya'yla sıraya geri girdim. Emre yanımıza gelince, çenesiyle dönme dolabı işaret edip “Binecek misin?” diye sordu merakla. Neredeyse altı yaşımdan beri binmemeye çalıştığımı biliyordu. Şaşırmıştı dönme dolaba binmekten vazgeçtikten sonraki ilk lunaparka gidişimizde ben ona binmeyeceğim dediğimde. Çünkü çok sevdiğimi en çok o biliyordu.

“Neden binmek istemiyorsun, Naz?” diye sormuştu. “Atlıkarınca daha eğlenceli, Emree!” diye geçiştirmiştim onu. Neden binmek istemediğimi bilmemeliydi. Yoksa benimle dalga geçerdi. İstesen de gökyüzüne ve gökkuşağına dokunamazsın derdi. Korktuğumu, ya yanlışlıkla dokunursam da gitmene sebep olursam diye panik yaptığımı söyleyemezdim ona.

“Peki, atlıkarıncaya binelim o zaman,” demişti. Çok sorgulamamıştı. Yüksekten korktuğumu sanmıştı belki. Bilmiyordum ama üstelememesi işime gelmişti.

Ondan yana döndüm. “Evet, bineceğim,” dedim. “Açi tek binemez.”

“İstersen ben binerim onunla. Sen burda bekle.”

Nefesimi bıraktım. “Neden?” dedim sorgulayarak. “Binemez miyim ben?

Bakışlarından lafı nerenden anlıyorsun demek istediğini anlayabiliyordum. “Sen küçükken pek binmezdin, Naz. Belki hâlâ korkuyorsundur diye düşündüm.”

“Najlı koykmaz ti Emye Abiş.” dedi kucağımda pamuk şekerini yemeye devam eden Açelya. “Beyimle hep biniyo.”

Kaşları kalktı merakla. “Öyle mi güzellik?” Açelya'nın yanağını sıkıp bana döndü. “Biniyorsan sorun yok o zaman.”

“Ben hiçbir zaman dönme dolaba binmekten korkmadım Emre. Sadece binmek istemedim.”

“Bundan hiç bahsetmemiştin.”

Omuz silktim. “Gerek duymamışımdır.”

“Vardır elbet bir sebebi,”diye mırıldandı. “Ama sorgulamayacağım. Kesin benim bok yememdir falan, bugünlük laf yeme kotamı doldurdum diye düşünüyorum.”

Kafamı hayretle iki yana salladım. “Geri zekâlı.”

“Duydu duyduuu!!” Açelya neşeyle kucağımda kıpırdanmaya başladı. “Bineyimm…”

“Tamam Açi, dedim kucağımda onunla ilerlerken. “Bineriz şimdi.”

Binme sıramız geldiğinde Açelya’nın büyük heyecanıyla bindik dönme dolaba. Yukarı çıkana kadar yerinde kıpırdanıp durmuştu. Gökyüzüne dokunalım diyordu sürekli. Onun bu hali yüzüme koca bir tebessüm yerleştirdi. Ona baktıkça kendimi görüyordum. Dönme dolapta olduğumuz süre zarfında bütün vücudu mutluluktan sallanıp durdu. Emre de tam karşımda oturmuş bizi izliyordu. Yüzünde koca bir gülümseme vardı. O da benim gibi küçük Nazlı’yı görüyordu Açelya’da.

Açelya’yla aşağı inene kadar gökyüzünü işaret edip sohbet ettik. Bana koca bir hevesle gökyüzünün nasıl güzel göründüğünü anlatıyordu. Eve gidince burada yaptığı her şeyi Efe’ye anlatacağını söyledi.

Efe Açelya’nın Emre’siydi. Çapraz apartmanlarında kalan Çiçek Abla’nın oğlu olan Efe, Açi’den iki yaş büyüktü. Açelya sürekli onunla oynuyor, ona koşuyor, onunla okula gitmek istiyor, en çok ona bir şeyler anlatmak istiyordu. Benim geçtiğim her yoldan geçiyordu salak yeğenim. Ama sonu da bana benzerse Efe bebesini mahallenin direğine asardım. Bunu kesinlikle yapardım. Açi'm kırmızı çizgimdi. Neyseki şu an daha veletlerdi. Sonrasına sonra bakardık.

Sonunda dönme dolaptan inmiş başka oyuncaklara ilerliyorduk ki Emre “Efe kim?” diye sordu merakla. “Çiçek ablanın oğlu olan mı?”

Onaylar bir mırıltı çıkardım. “Evet. Açi’nin arkadaşı.”

“Hani şu okula beraber başlamak istediği?”

“Aynen.”

“Bayağı büyümüştür o da, bir yaşında falandı en son gördüğümde.”Sonlara doğru sesi gülümsedi. “O zamanlar yerinde durmuyordu hiç. Hâlâ öyle mi?”

Kafamı iki yana salladığımda gözlerimi devirdim. “Hem de ne?” Bakışlarımı Açi'ye çevirdim. “İkisi mahalleyi yerinden kaldırıyor. Neyseki havalar soğuk da dışarı çıkamıyorlar çok.”

“Sen ve ben gibilermiş,” dediğinde öylece ona baktım. Buruktu bakışlarım. Eğer o hiç benden gitmeseydi şu an güle oynaya konuşurdum bu konuyu ama şu an kalbim üzülüyordu.

“Evet.” Sesim mırıltıdan farksız çıkmamıştı. Sonra gözlerine baktım. “Ama Efe denen velet büyüyünce buralardan gidip üstüne bir de habersiz bırakırsa, onu üzerse atlar yanına giderim, sonra da onu darağacına asarım.” Sesimdeki sitemi anlamış, kendini geri çekmişti. Mesajım gitmesi gereken yere güzelce gidince keyfim yerine geldi. Bunu ona hatırlatmaktan asla vazgeçmeyecektim. Onunla insan gibi konuşmamı istiyorsa sitemlerime ses çıkarmayacaktı. Öyle de yaptı. Sustu.

Yürümeye devam ederken Açelya elimi çekiştirmeye başladı, Kafamı iki yana sallarken ona döndüm. “Noldu halacım?”

“Ben Efe’ylen eblenicem Najlı,” dediğinde şaşkınlıkla açtığım gözlerle ona baktım. Ne diyordu bu kız? Daha bebesin sen, kendine gel!

“Durduk yere nereden çıktı bu şimdi Açi?” Ciddi anlamda çok merak ediyordum. Nasıl aklına geldi bu evlenme konusu?

“Az öynce bi abiş bi abyaya menimle ebleniy mişin diyodu. Oyadan aklıma deldi.” Ne ara olmuştu tüm bunlar? Biz Emre'yle konuşurken o da çevresini izliyordu. Benim fark etmemem normaldi. Aptal Emre'yle konuşunca ben genelde böyle olurdum. Sadece ona odaklanırdım.

“Sen hani Emre’yle evleniyordun?” dedim gülerek. Günde ben evlenirim Emre'yle demesi aklıma gelmişti. Canım yeğenim o an beni sancılı bir sorudan kurtardığının hiç farkında değildi.

“Ne?” dedi Emre şaşkınca gülerek. “O nereden çıktı?”

“Günde öyle diyordu geçen.” Aklıma o an gelince yine güldüm. “Biraz dedikodun dönmüş olabilir.”

“Bazgeştim Najlı,” dedi Açelya dudağını büzerek. “Efe’ye Emye abişle eblenicem dediğimde bana küştü. Men de ona o jaman şeninle evleniyim dedim. Tabuy etti.” Bakışları Emre'ye kayınca kocaman açtığı boncuk gözlerle ona baktı. “Üzüymeşsin dimi abiş?”

Emre kahkaha atmamak için zor duruyordu. “Üzülmem üzülmem,” dediğinde sesi gülmekle gülmemek arasında çıkmıştı. “Sen mutlu ol yeter.”

“Açi,” dedim hayretle. Benim derdim çok başkaydı. “Evlenme teklifi mi ettin çocuğa?”

“Ebet.” Sırıtıyordu.

“Aşkım ben sana bu salak erkekler için bir şey yapma demedim mi? Nasıl sen teklif edersin ya! Seni yeğenlikten reddediyorum.” Tam benim yapacağım bir mallıktı bu. Gidip evlenme teklifi yapmış ya! İnanamıyorum. Benim onu sevdiğim gibi onun da beni sevdiğini bilseydim bu mal Emre'ye ben de aynı boku yapardım kesin.

“Naz,” dedi Emre gülerek bana döndüğünde. “Şu sohbetteki tek derdin evlilik teklifini kimin yaptığı mı cidden?”

“Evet,” dedim ne var bunda der gibi. “Gayet takılası bir mesele şu an.”

“Ama Najlı Efe beyim aytadaşım. Onunlan eblenicem ben.” Sonra gülerek Emre'yle bana baktı. “Emye abiş de şenin aytadaşın, şen de onunlan eblen.” Son dediği şeyle bir anda hıçkırdım. Gözlerim ne kadar açılabilirse o kadar açıldı. Öksürük krizine girdim de diyebilirdim. Şu an bulduğum ilk kuma kafamı gömüp bir daha da oradan çıkmak istemiyordum. Utançtan yerin kaç kat dibine girdiğimi bilmiyordum. Böyle denir miydi Açi ya? Hiç böyle şey denir miydi? Yeri miydi zamanı mıydı be kızım? İmdat ya koca bir imdat!

Bakışlarımı Emre’den yana çevirmeden Açelya’ya dönüp onu kucağıma aldım çabucak. “Ne evliliği Açi, kaç yaşında bebesin sen daha?” Son söylediği şeyi duymamış gibi yaptım.

Emre yürürken “Köşeye sıkışınca takılman gereken noktalara takılabiliyormuşsun demek hâlâ,” dediğinde güldü. “Bilmem iyi oldu.”

Hızlıca ona döndüm. “Köşeye falan sıkışmadım ben!” Kaşlarımı çattım. “Boş boş konuşma.”

“Öyle diyorsan,” dediğinde hâlâ gülüyordu.

Sinirle konuştum. “Öyle.”

“Men de senin kaday olduğumda ebleniyim Najlı, oymaz mı?” Boncuk boncuk bana bakıyordu. Hayır olmaz desem kesin ağlardı. Tanıyordum onu.

“Sen önce büyü aşkım,” dedim yanağına kocaman bir öpücük bırakarak. “Daha Giray abimi evlendiremedik, sıranı bekle.”

“Amcamdan şonya şıya şende,” dediğinde ellerini birbirine çarptı neşeyle. “Döbek atayız.”

“Sen de dünden meraklısın beni evlendirmeye küçük velet.”

Açelya Emre’ye dönüp sırıttı. “Şen eblen oyunla tamam mı abiş?”

“Açi!” dedim uyarır gibi. “Bir daha beni onunla evlendirmeye çalışırsan seni yere atarım. Sen daha üç yaşındasın kendine gel.” Kafamı hayretle iki yana salladım. “Yaşından büyük laflar etmeyi nereden öğrendin sen?”

Açi çok rahat bir şekilde “Şenden,” dediğinde Emre onun bu söylediğine kahkaha attı. “E haklı,” diye konuştu gülmekten fırsat bulunca. Şu an ikisinin de kafasını birbirine çarpmak istiyordum en acilenden.

“Emre sen de sus, valla kafanı kırarım!”

“Peki peki,” dedi gülmeye devam ederken. “Öfke saçınca eskisi gibi hâlâ tatlı oluyormuşsun.” Son söylediği şey yüzünden öylece bakakaldım ona. Ama yani neden böyle söyledin sen şimdi? Öfke falan bir bok kalmadı ki bende, mal gibi yumuşadım. Kalbimin içinden geçse de güzel söyleyeceği tek kelimeye yine yumuşardı, öyle de maldı bu kalp, öyle de aşık.

Kızgın bakışlarım yerini daha yumuşak bir ifadeye bıraktığında onun da uzun uzun bana baktığını gördüm. Gözlerimi ondan kaçırdım. Saçlarımı kulaklarımın arasına sıkıştırdığımda “Gidelim mi?” diye mırıldandım çoktan ilerlemeye başlarken.

“Utandın,” dedi arkamdan. Sesindeki gülümsemeyi işitebiliyordum.

“Utanmadım!” diye yükseldim ona dönmeden.

“Gayet utandın, Naz.”

“Emre bence sen bugün sus.” Atlıkarıncaya ilerlerken kaşlarımı çatmaya devam ediyordum. Açi de kucağımda kıpırdanıp bizi izliyordu. “yoksa boş bir saniyemde dayak yiyeceksin benden.”

“Sen bana vuramazsın.” Alayla söylediği cümleyle durup ona döndüm. Tek kaşımı kaldırdım. “Emin misin?” Gördüğü bakışla istemsiz bir adım geri attı. Bakışlarımdan korkmuş gibi duruyordu ki “Artık değilim,” dediğinde yutkundu.

Zaferle gülümsedim. “Şöyle yola gel.”

Neyse, son gülen ben olmuştum en azından. Bu da bir şey.

****

Lunapark macerası sonunda bitmiş, evlerimize gelmiştik. Yorgunluktan geberdim desem yeridir. Harbi paslanmıştım. Söylene söylene Açi'yi evine bıraktım. Kapıdan içeri girmeden önce bir daha Emre’yle benim hakkımda evlenme cümlesi kurarsa ona gezdirmeyeceğimi söyleyip korkuttum. O da söz verip bu konuyu konuşmayacağını söyledi. Bir de sülalenin yanında bu muhabbeti açıp iyice beni rezil bir hale sokmasını istemiyordum. Çünkü tanıyordum onu, aynı ben olduğundan böyle bir boşboğazlık yapardı. Korkuttuğum için daha da açmazdı bu konuyu. Dışarıyı götürmememi göze alamazdı.

Açi'yi burakıp geldikten sonra Emre'yi hâlâ sokakta arabanın yanında beklerken gördüm. Yanına doğru ilerledim. Şayet gitmezsem zaten kendi seslenip yanıma gelecekti. “Teşekkür ederim,” dedim ona doğru bir adım daha atarken. “Götürdüğün için.”

Yüzüne sıcak bir tebessüm yerleşti. Elleriyle ensesini kaşırken “Asıl ben teşekkür ederim,” dedi. “Sizinle gelmeme izin verdiğin için.”

“Daha çok kendini zorla getirttin de neyse,” diye ağzımın içinde mırıldandığımda sadece sırıttı. “Olur öyle şeyler.”

“Neyse,” dediğimde istemsiz titredim. Ellerimi bedenime sardım. “Ben eve gidiyorum, üşüdüm.”

“Git madem,” derken bir iki saniye gözleri yüzümde oyalandı. Bana doğru bir adım attı. O yaklaştıkça kalbim gümgüm atıyordu. Kalp atışlarımı duyacak gibi hissettim daha da yaklaşmaya devam ederse. Elleriyle boynumda sarılı olan atkımın üst kısmını iyice ağzımın üzerine doğru götürdüğünde nefesimi tuttum. Vücudum titredi istemsizce. “Üşüme daha fazla.”

Ondan bir adım uzaklaşmak istedim ama ayaklarım yere sanki çiviyle çakılmış gibi hareket etmemi engelledi. Biri şu an bana bir şey dese onu duymazdım, duyamazdım. Gözlerim sadece ona takılmıştı ve uzaklaşmak gibi bir düşüncesi yoktu.

“Naz…” Tok bir sesle adımı söylediğinde hâlâ transta gibi hissediyordum kendimi. Gözlerimi ayıramıyordum ondan. Sorarcasına bir mırıltı çıkardım. “Efendim?”

“Açelya'nın söyledikleri…” diye konuşmaya başladığında kafamı istemsizce salladım. Bir adım geriye atarken ellerimi saçlarımın arasına almış oynuyordum. “Neden sinirlendin ki o kadar? Çocuk daha o.” Meraklı gözlerle bana bakıyordu.

Kaşlarım çatıldı. Ellerimi saçlarımdan uzaklaştırdım. “Asıl sen niye şu an buna takılıyorsun?”

Bir adım daha attı bana doğru. Niye yaklaşıyordu böyle? Uzaktan konuşamıyor muydu bu çocuk? Aramızda ki mesafe giderek azalıyordu. Aramızda kalan küçük boşluğu sanki nefesimiz dolduruyordu. “Takılmıyorum, merak ediyorum.”

“Etme,” dedim bir anda. Sesim oldukça keskin çıkmıştı. Ellerimi iki yanımda birleştirdim. “Merak falan etme. Beni kafasında seninle evlendirip bütün gün herkesin yanında bu muhabbeti yapacak.” Merak etme dedikten sonra gidip açıklama yapmama daha sonra bir tur sövecektim ama önceliğim bir an önce bu konudan uzaklaşmaktı. Kalbimin akıl ve ruh sağlığı için bu çok önemliydi.

“Neyim varmış benim?” diye sorduğunda istemsiz bir gülümseme kaçtı dudaklarından. Salak salak gülüyordu. Ağzının ortasına bir tane çakasım vardı.

“Sevgilin,” dedim kafamı hayretle iki yana sallayıp sorusuna cevap verirken. Yüzündeki gülümseme bir anda silindi. Hoşuna gitmemiş gibi duruyordu kurduğum cümle. Neyine gitmediyse?

Konuşmak için dudaklarını araladı lakin “Naz, ne diyo–” diye başladığı sözü yarıda kesildi. “Emre!” diye seslendi biri. İkimiz de sesin geldiği yere döndük. Gördüğüm yüzle birden suratım asıldı. Sarı saçlarını omzunda salmış, üzerinde beyaz triko takım ve ekru kabanla bize doğru ilerliyordu. Bu niye geldi ki şimdi yani?

“Hah, iti an…” derken yanımda Emre'nin olduğunu hatırlayınca gözümü kapatıp üst dudağımı ısırdım. “Pardon yanlış oldu. İyi insan lafın üstüne gelir diyecektim.” Gökçe bize yaklaşınca ona sahte bir tebessümle bakmaya başladım.

“Merhaba,” dedi bana bakarken. “Merhaba,” diye karşılık verdim el mecbur. Acilen kaçmam lazımdı buradan. Çok acilen.

“Naz'dı değil mi?” Sorgular bir bakışı vardı. “Nazlı,” diye düzelttim onu. “Adım Nazlı.” Ona sen de Gökçe değil mi diye sorma gereksinimi duymadım. Zaten biliyordum.

“Emre öyle demişti sanki, ben yanlış hatırlıyor da olabilirim. Kusura bakma.

“Hayır,” dedim mırıldanırken. “Doğru hatırlıyorsun. Bana sadece Emre Naz der.” Emre’den yana baktığımda bakışlarında tek bir duygu göremedim. Ne bir hoş geldin demişti sevgilisine ne de bir sarılmıştı. Bomboş gözlerle bakıyordu. Ne düşünüyordu acaba?

“Hatırladım tamam,” dediğinde gülümsüyordu. “Bahsetmişti eskiden Emre.” Şaşkın bakışlarım Emre'ye döndü. Benden ona mı bahsetmişti? Ondan bana hiç bahsetmemişti oysa. Ben onların sevgili olduklarını bile el ele görünce öğrenmiştim. Hâlâ hayatımın en kötü günüdür o gün. Daha sonra birkaç sefer Emre’yle oturduğumuzda telefonundan ikisinin fotoğraflarını görmüştüm. Bir de arada buraya gelirdi Gökçe. Birbirlerine sarılır, el ele gezerlerdi. Gözüme soka soka yapıyorlar gibi geliyordu hep. Ki bir iki kez beni de yanlarında götürmeye kalkmıştı Emre. Tabii ki reddetmiştim. Sonra da eve gidip deli gibi ağlamıştım. Ondan sonra da zaten Emre tamamen gitmişti buralardan. Gökçe de bir daha da uğramamıştı buralara. Ta ki o geri gelene kadar…

Emre bıkkınca nefesini bıraktı. Gökçe’ye dönerken gözlerinde öfke vardı sanki. “Niye geldin, Gökçe?”

Gökçe “Seni özledim,” dediğinde an itibariyle yere çöküp ağlama isteğim geri gelmişti. Ya ben buradaydım aloo! Ben bu çocuğa aşıktım, oturup onu seven başka birinin onu özlediğine dair cümlelerini dinleyemezdim. Kalbime fazla gelirdi bu. Dudaklarımın titrediğini hissettiğimde gideceğimi söyleyecektim ki adımı işitmemle bakışlarım sesin geldiği yere döndü.

“Nazlııı…” diye bana doğru koşuyordu Derin. Surat ifadesini görünce kaşlarım çatıldı. Ağlamış mıydı o? Hızlıca Emre'nin yanından uzaklaşıp endişeli bir ifadeyle Derin'e doğru ilerledim. Yanıma geldiği an kollarını boynuma doladı.

“Ne oldu, Derin? Niye ağlıyorsun? Biri bir şey mi yaptı?”

“Nazlı,” dedi ağlarken, sinirleri bozulmuş gibi duruyordu. Benden uzaklaşıp ellerimi tuttu. “Can'la kavga ettim. Kütüphanede bana neler dedi bir bilsen? Rezil etti beni herkese.”

Tüm bedenim sinirle titredi. “Ne yaptı o yavşak?!” diye yükseldim birden. “Bak şimdi ben nasıl onun ağzına sıçıyorum!” Derin'in yanından uzaklaşmak için hareketlendim ama kolumu tuttu. “Bi dur kızım ya, Verdim ben ağzının payını. Sadece sinirlerim bozuk.”

“Vallahi dövmeden rahat etmem.” Beklenti dolu ifadeyle ona baktım. İzin ver de saçını başını yolayım şu çocuğun diyordum gözlerimle ama bana mısın demiyordu. “Nazlı bir dur yerinde, önce bir size geçelim. Annem beni bu halde görmesin.”

Bıkkınca nefsimi bıraktım. "Peki,” diye kabullenircesine bir mırıltı çıkardığımda Emre bize doğru yaklaştı. Bakışları ikimiz arasında gidip geliyordu. Merakla kafasını iki yana salladı. “Ne oldu, bir sorun mu var?”

Derin suratını buruşturdu. “Sen de mi buradaydın?” Gözleri ikimiz arasında dolandı. Bakışlarında sen niye yine bununlasın der gibiydi bana. Daha sonra arkada kalan Gökçe'yi görünce gözleri şaşkınlıkla açıldı.

“Hallettik biz, sen arkadaşını bekletme,” dedikten sonra Derin'e döndüm. “Hadi gidelim.” Çatık Kaşlarla Emre'ye bakmayı bırakıp koluma girdi. “Gidelim hemen. Zerre erkek göresim yok. Hepsinin ağzına sıçacağım yoksa.”

“Ben ne yapt–” diye başlarken birden duraksadı Emre. Yüzümüzü görünce bir adım geri attı. “Bence ben susayım.”

“Bence de sen sus,” dedi Derin sinirle. “Hatta en çok sen sus.”

Derin'le onlara arkamızı dönerek apartmanınıza doğru ilerlemeye başladık. Emre'nin meraklı bakışlarla bizi izlemeye devam ettiğine emindim. Ondan yana bakmamaya çalıştım.

Eve girene kadar bir ben, bir Derin deli gibi sorular soruyorduk birbirimize. O bana ne işin var Emre'yle yine, o kız ne alaka, niye üçünüz yan yanasınız gibisinden şeyler sorarken ben de ona ucube Can ne yaptı, niye geldi kütüphaneye, ne boklar saçmaladı tarzı bir sürü soru sordum. Bizim evden içeri girene kadar ikimiz de sövüp durduk herkese.

Odama geçince Derin direkt kendini yatağıma attı. “Önce sen dökül, ben biraz sakinleşeyim.” Yanına geçip oturdum. Nefesimi bıraktığımda tüm gün neler yaşadığımı düşündüm. Açi yakmıştı başımı.

Açelya’nın bizde olduğunu, ikimiz de sıkıldığımız için dışarı çıktığımızı, sonra onun gidip Emre'yi peşimize takmasını, lunapark maceramızı, aralarda sürekli Emre'ye laf sokmalarımı, normal sohbetlerimizi falan her şeyi anlattım. Son dakika golü gelen Gökçe'den de bahsettikten sonra kendimi sırt üstü yatağa bıraktım.

“Böyle işte.”

Uzandığı yerden yan dönüp bana baktı. “Açi'yi sokağa atma vakti gelmiş,” diye mırıldandı. “Şu bücürün yaptığına bak.”

Ondan yana döndüm. Dirseklerimi yatağa yaslarken avuç içlerimi çeneme bastırdım. “Bana Emre senin arkadaşın sen de onla evlen dedi inanabiliyor musun? Kendi de Efe’yle evlenecekmiş. Utançtan yerin dibine girdim.”

Derin söylediğim şeyle birden yataktan doğruldu. Gözleri irice açıldı. “Sen şaka yapıyorsun!”

“Keşke şaka olsa…” dedikten sonra yüzümün üstüne uzanıp çığlık attım. “Emre malı da sabahtandır bunun dalgasını geçiyor. Bir de gelmiş o daha çocuk niye sinirleniyorsun diyor.” Yataktan destek alarak doğruldum. Camdan onun odasına doğru bakmaya başladım. “Sana mal gibi aşık olduğum için olabilir mi acaba!”

Suratıma gelen yastıkla birden irkildim. Derin'e ne yapıyorsun der gibi bakarken bana sinirle kaşlarını çattığını gördüm. “Aptalsın,” dedi sinirle iç çekerek. “Geldiğinden beri yok üzülmüyorum yok artık aşık değilim diyip durdun. Hani nerde? Ben biliyordum ama böyle olacağını. Dip dibesiniz sizi her gördüğümde. Yine kaçamıyorsun ondan.”

Gözlerimin dolduğunu hissediyordum. “Ne yapayım Derin ya,” dedim ağlamaklı bir tonla. Ellerimi dizlerimin üzerinde birleştirdim. “Evet, ilk geldiğini öğrendiğimden beri kendimi kandırıp durdum ama yok valla olmuyor. Bu mal kalp,” dediğimde bir elimi göğsümün üstüne götürdüm. “hâlâ onun için deli gibi atıyor. Sevgilisi var geri zekâlı kendine gel diyorum her gece uyumadan önce ama yok, dinlemiyor. Kalbe harbi söz geçmiyormuş.”

“Yine sen üzüleceksin biliyorsun değil mi?”

Kafamı onaylarcasına salladım. “Biliyorum ama işte elimden bir şey gelmiyor. Gücüm yettiğince onu tersleyip uzaklaşmaya çalışıyorum. Ben uzaklaşmak istedikçe de o bana yaklaşıyor. Sonra kendimi yine ona kapılmış olarak buluyorum. Ben harbi malım. Koca bir mal.”

“Kendini bilmen güzel şey.” Yatağın üzerinde bağdaş yaparak oturdu. Ben de onu taklit edip karşısına geçtim. Dudaklarımı büzüp duruyordum.

“Ben bundan nasıl kurtulacağım?” dedim iç çekerek. “Sevgilisi olmasaydı bile beni sevmiyor o. Sevmez de.”

“Abart,” dedi Derin dizlerime vurduğunda. “Mis gibi kızsın. O seni görmediyse bu onun mallığı. Siktir edeceksin.” Gözlerimin içine baktı. Ardından sırıtmaya başladı. Gözlerinden koyu bir gölge geçti gibi oldu ama hemen silindi. Söyleyeceği şeyi tahmin edebiliyordum. Hızla kafamı iki yana salladım, hayır olmazdı. Onu reddedecektim ama izin vermeyip araya girdi. “Sana birini ayarlayayım mı?” dediğinde tahminimde yanılmamıştım. Yine başlıyorduk.

“Hayır!” dedim bıkkınca nefesimi bırakarak. “Mal mal insanlar çıkartıyorsun sürekli karşıma.” Daha önce de bunu sürekli yapmıştı. Emre'yi her hatırlayıp ağladığımda beni birileriyle tanıştırıp onu unutmam için uğraşmıştı ama bi bokum olmamıştı. Bütün tanıştırdığı kişiler beni deli etmişti. Ben de onları. Kafa olarak uymuyorduk bir kere. Bir de ben lafı hep kendi istediğim yere çektiğim için sohbet iyice boka sarıyordu. Bana delirmişim gibi bakıyorlardı. Bir tek Emre katlanabiliyordu bana. Belki bundandı ona tutulmuş olmam. Bok vardı yani.

“Öf peki, demedim say.” Gözlerini devirirken çekmeceme uzandı. Zulamdan iki adet çıkarıp birini bana fırlattı. “Ama bil diye söylüyorum. Senin bu çocuğu acilen salman lazım. Yoksa psikoloji nanay olur. Zor topladım seni o gittiğinde. Bir daha uğraştırma beni.”

Çikolatamı paketinden çıkardım. Hoşnutsuza kaşlarımı çatarken, bakışlarımı ondan çekip cama doğru çevirdim. Tül perde çekiliydi ama karşı camı buradan görebiliyordum. “O dediğin öyle kolay değil,” dediğimde çikolatadan bir ısırık aldım. “Hele dört yıl sonra onu yine görünce ve kendimi tamamlanmış hissedince… Öyle işte.”

“Ne yapmayı düşünüyorsun peki?” Çikolatasından bir ısırık alıp bana baktı. “Sevgilisi var diyorsun. O kız buraya kadar geliyor yine. Sen üzülmek dışında ne yapmayı planlıyorsun?”

Üzgünce nefesimi bıraktım. “Bilmiyorum,” dedim mırıltıyla. “Sadece akışına bırakmak istiyorum.”

Kaşlarını düşünür gibi kaldırdı. “Yine seni üzecek birşey yaparsa,” diye sözle başladığında gülerek devamını getirdim. “Ağzına sıçarsın.”

“Aynen öyle.” Sesi oldukça netti.

“Beni sevmedi diye onu suçlayamam. Ama kendini yine alıştırıyor. Böyle alıştırıp alıştırıp tekrar giderse o zaman gittiği yere kadar peşinden gider, ağzına sıçar, sonra da hayatımdan tamamen silerim.”

“Şimdi affettin yani?” Sesi sorgular gibi çıkmıştı.

“Hayır tabii ki,” dedim hızlıca. “Affetmedim. Öyle kolay affetmem. Sadece sonsuza kadar hayatımda kalmayacağını o gelince yeni yeni anlamaya başladım. Ben bu mahalleden öylesine biriydim onun için. Sadece çocukluk arkadaşıydım. Ne bekliyordum? Sonsuza kadar gözümü çevirdiğim her yerde onu görmeyi mi? Kaç yaşına gelmiş çocuk. Bakarsın yakında evlenirdi de. Düşünsene,” dediğimde istemsiz gülmüştüm. Sinirlerim bozulmuştu. “gelip bana Naz, nikah şahidim olur musun falan diyormuş.” Yüzümü buruşturdum. Böyle bir şeyin düşüncesi bile korkunçtu. “Düşer bayılırdım herhalde.”

“Hastanelerden toplardık seni,” dediğinde o da benim gibi gülüyordu.

“Net yaşanırdı bu.” Gülmeye devam ederken çikolata çöpünü uzanarak komodinin üzerine bıraktım. “Neyse işte,” derken soluğumu bıraktım. “Onu bana tek bir haber verme gereksinimi duymadığı için uzun bir süre daha affetmeyi düşünmüyorum. Sadece akışına bırakacağım. Eskisi gibi davranamam ona. Zaten boktan aşkım izin vermez. Sadece selam verince terslememeye çalışacağım. Onu görmeye alışacağım. Sonra bakarsın bu aşkı kalbimin bir köşesine gömüp hayatıma devam ederdim.”

Derin uzunca bir süre sustu. Söylediklerimi kendi içinde tartıyor gibiydi. Elleriyle dizlerini işaret edince uzanmamı istediğini hemen anladım. Gülen bir suratla hızlıca kafamı dizlerine yaslayıp uzandım. Saçlarımı okşamaya başladı. Gözlerim kapanınca bir iki damla yaş hissetsem de sesimi çıkarmadım. Onun saçlarım üzerindeki ellerine odaklandım.

“Canım benim,” diye mırıldandı yumuşak bir sesle. “Umarım yine çok üzülmezsin. Ne yaparsan yap, ne karar verirsen ver, bil ki ben hep yanında olacağım.”

“Biliyorum.” Sesim öyle kırıktı ki, son ana kadar böyle hissettiğimi fark etmemiştim. Bayağı bir dolmuştum. “Ee…” dedim burnumu çekerken. “Ben savdım sıramı. Sen anlat şimdi.”

Saçlarımı okşadığı elleri durdu. “Kütüphanedeyim yine, ders çalışıyorum,” diye başladı söze. Sesi aşırı sinirli duruyordu. “Yanımda da Hakan var. Kütüphaneden tanıdığım bir arkadaş. O da kpss çalışıyor benim gibi.” Nefesini bıraktığında bir iki saniye daha duruldu.

“Sonra,” dedim devam etmesi için. Saçlarımı okşamaya devam etti. “İşte ikimiz de sessizce çalışıyorduk. Onun anlamadığı bir soru vardı bana gösterdi. Ben de soruya bakıyordum. Neyse işte, ona anlatırken birden Can’ın sesini duydum. Ama nasıl gürlüyor. Hem de kütüphanede. O an nasıl şoka girdiğimi anlatamam.” Şaşkın bakışlarımı uzandığım yerden ona çevirdim. Bu kadar da şuursuz olunmazdı. Ama asla şaşırmıyordum bu hareketlerine. Allahın ruh hastası.

“Gelmiş beni bu herif için mi terk ettin diye bağırıyor. Ortalığı birbirine kattı. Ben tabii şoka girdim. Hızlıca eşyalarımı topladığım gibi ayaklandım. Hakan de neye uğradığını anlamadı. Çocuğun sevgilisi var, utançtan ağlayacaktım. Sonra işte Hakan ne saçmalıyorsun sen diye ona yükseldi. Can da buna yumruğu yapıştırdı. Sonra da Hakan ona vurdu.” Şaşkın bakışlarla ona bakmaya devam ediyordum. Sözünü kesmemeye çalıştım ama her an yükselebilirdim. Duyduklarım sinirlerimle oynama yetmişti bile “İkisini ayırmak için deli gibi uğraştım. Sonra görevliler geldi, ayırdılar. İkisini de çıkardılar dışarıya. Ben de çantamı aldığım gibi peşlerinden gittim. Önce Hakan’ın yanına gidip deli gibi özür diledim. Neyseki sorun etmedi, senin bir suçun yok dedi ama var ya manyak utandım. Sonra onun yanından ayrılıp Can’ın yanına gittim, sonra da tokadı yapıştırdım suratına.”

“Helal be,” diye yükseldim birden. “Orospu herife bak sen! Ay keşke beni de çağırsaydın da dövseydim şunu.”

“Değmez,” dedi sinirle. “Hakan arkadaşım, çocuğun sevgilisi var. Onu onun bu boktan davranışları için terk ettiğimi söyledim. Sonra sinirden ağladım. Beni rezil ettin diyip durdum. Sonra pişman oldu, peşimden gelip deli gibi özür diledi ama siktiri çekip gittim. Bir daha da beni aramamasını, yanıma gelmemesini söyledim. Yaparsa bu sefer polise gideceğim diye tehdit ettim.” Sesi oldukça çatallı çıkmaya başladı sonlara doğru. Gözleri dolar gibiydi ama ağlamadı. “İnsan en azından yaşadığımız şu bir yıla saygı duyup insan gibi davranırdı ya. Ama yok, illa maziyi kirletecek. Ben hâlâ bunu nasıl sevdiğime inanamıyorum ya.”

Sözünü bitirdiğinde yaslandığım yerden kafamı kaldırdım. Onun yanağına kocaman öpücük bıraktıktan sonra sıkıca sarıldım. Sonra da onun yaptığı gibi dizlerimi gösterip uzanmasını işaret ettim. Saçlarıyla oynanmadan kendini iyi hissetmeyeceğini biliyordum. İkiletmedi. Hızlıca kafasını dizlerime yasladı. Ben de saçlarıyla oynadım.

“Kendini üzmene değecek biri değil o, birtanem,” dedim ellerim saçlarının arasında gezinirken. “O cibiliyetsiz heriften daha geç olmadan kurtulmuş olmana bak sen.”

“Yine de üzülüyorum Nazlı,” dediğinde sesi ağlar gibiydi. “Ben onu gerçekten sevmiştim. O ise beni sürekli üzdü. Verdiğim her şansı geri tepti. Kalbim çok acıyor.”

“Oyy…” dedim eğilip saçlarının arasına öpücük bırakırken. “Senin kalp acını haketmeyecek kadar değersiz biri o. Hırpalama kendini. Ağla. Yanımda istediğin kadar ağla ama sonra kalk. Dimdik ol. Erkekler bizim tek damla gözyaşımızı haketmiyor.”

“Diyene bak,” dedi ağlama arasında gülerken.

"Ee, ne demişler," diye mırıldandım çok bilmiş bir edayla. "Terzi kendi söküğünü dikemezmiş.” Bu söylediğime ikimiz de güldük. Doğru söze ne denirdi?

“Harbi malız ya.”

“Kesinlikle fazla malız.”

Karnımın guruldama sesini işittiğimde ikimizin bakışları kapıya doğru döndü. “Yemek?” dedim sorarcasına.

“Hadi yiyelim.”

“Sen yaparsan?”

“Beraber?”

Hoşnutsuzca nefesimi bıraktım. Çok üşeniyordum. “Peki,” dedim. “Beraber.”

***

Hayat bazen duruyormuş gibi hissederdin. Duruyor ve ilerlemiyor. İlerlemediği için de alışamıyormuşsun gibi geliyordu. Alışamayınca da acı çekiyordun. Ama geçiyordu. Hayat ilerliyor, zaman geçiyor, sen alışamam dediğin her şeye alışıyordun. Ama acı yine bir yerlerde duruyordu. Arada bir yokluyordu zihnini. Ben buradayım diyordu. Kimi zaman da kapılıyordun hayatın akmaz dediğin akışına, unutuyordun bazı şeyleri. Unutuyordun kırgınlıklarını. Alışıyordun.

Emre geldiğinden beri neredeyse iki ay geçti. Mart bitmiş, yerini nisan bir çiçek gibi açmıştı hayatımıza. Her yerde çiçekler filizlenirken, kuşlar gökyüzünü süslerken, karlar erimeye başlarken kalbimde de sanki bambaşka bir bahar filizleniyormuş gibi hissediyordum. Alışamadım hâlâ dediğim varlığına alıştıkça kalbim çiçek bahçesine dönüyordu. Sanki dört yıldır kayıp olan eksik parçam geri gelmiş gibiydi. Sanki ben tamamlanmıştım artık.

Emre’yle aram ilk geldiği günkü gibi değildi. Hâlâ eskisi gibi değildik ama onu görünce terslemiyor, ayaküstü sohbet ediyordum. Bu duruma üzülse de sesini çıkarmıyordu. Bana zaman tanımaya çalışıyordu. Zaten çok fazla görüşemiyorduk. Onun, Açelya'nın ve benim dışarı çıktığımız o günden sonra bir daha onunla vakit geçirmek için bir yere gitmedik mesela hiç. Sokakta ayaküstü konuşuyorduk denk geldikçe.

O, bu ay manyak yoğundu. Neredeyse sürekli hastanedeydi. otuz altı saat kadar süren nöbetleri bile olmuştu. Ben olsam kesin bayılırdım ama o sorun etmiyordu. Benimle nöbet sonrası her denk geldiğinde gülen bir yüzle konuşuyordu sürekli. Misal ben öyle bir durumda olsam karşımda kimi görsem tersler, direkt yatağıma atardım kendimi. Yoluma çıkanın da ağzına sıçardım ama o beni her gördüğünde konuşmak için çabalıyordu. Ben zorla uyumaya gönderiyordum onu. Canına susamıştı.

Haftanın en nefret ettiğim günüydü bugün: Pazartesi. Yine işe gidecektim ve ben uyuyakalmıştım. Kendimi yataktan nasıl attım, nasıl hızlıca giyindim, nasıl yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçaladım bilmiyordum. Makyaj yapacak zamanım yoktu, o yüzden kullanacağım şeyleri çantama attım hızlıca. Onu işyerinde halletmeyi düşünüyordum. Apar topar ceketimi, çantamı ve telefonumu aldıktan sonra odamdan çıktım.

Mutfağa girdiğimde annemlerin kahkahalarla kahvaltı yaptığını görünce sinirle kaşlarımı çattım. “Hepinize var ya koca bir aşk olsun,” diye söylendim hızlıca. Sesim öfkeden çatlamıştı. Hayır uyandıysanız ben neden uyandırılmıyordum? Bakışlar bana dönünce anlamamış gibi bana bakmaya başladılar. İyice tepem attı. “İnsan bi’ uyandırayım bu kız der değil mi?” Kafamı hoşnutsuzca iki yana salladım. “Ama yok, Nazlı kim ki?”

“Sana da günaydın abicim,”dedi abim ağzında bir parça ekmekle. Sinirle gözlerimi ona diktim, oralı bile olmadı. Sabah gerginliği üzerimdeydi, onunsa umurunda bile değildi. Sadece kahvaltısıyla ilgileniyordu.

“Ben de onu diyorum, gün aymış bile, ben niye kaldırılmıyorum?”

“E sen bugün işe gitmeyeceğim dememiş miydin?” Annem kaşlarını kaldırarak merakla bana baktı. Öyle bir şey mi demiştim? Ne zaman demiştim?

“Benim niye bundan haberim yok?” dye sordum kaşlarımı merakla kaldırarak. Böyle bir şey dediğimi hatırlıyorsam ne olayım! “Dün gece,” dedi annem hatırlamıyor musun der gibi baktığında. “Uyukluyordun.”

“Hatun,” dedi babam çayından bir yudum alıp, gülerken. “Nazlım uyurken ne dediğini biliyor mu sence? Ben de uyanıkken sana dedi sandım.”

“Koca bir şakasınız,” dedim ağlar gibi konuşurken. Ben uyur gibi olduğumda ne dediğimi bilmezdim ki hiç. İşe gitmek istemediğim için gitmiyorum, uyandırmayın derdim. Okula gittiğim yıllarda da yarın dersler iptal, beni uyandırmayın derdim. Sınavım olduğunda sınav iptal oldu, hoca hasta derdim. Derdim de derdim işte. “Ben çıkıyorum,” diyerek kapıya doğru yönelmeye başladım.

Tam arkamı dönecekken “Seni bırakırım,” dedi abim. Bir anda gözlerim ışıldadı lakin saniyeler için söndü. “derdim ama araba tamirde,” diye ekledi sırıtışını gizlemeden. Elleri kirli sakalları üzerinde geziniyordu. “Şansına küs. Sana otobüste, metroda iyi sürünmeler.” İçimde biriken sinir ve öfkeyle ona döndüm. “Sen var ya, tam bir hainsin.”

“Ben de seni seviyorum,” dedi pis pis gülerken. Ardından, bana alaycı bir öpücük attı ve zeytini ağzına tıkıştırdı. Yemin ederim ki zevk alıyordu. Deli gibi zevk alıyordu. Keyifle benim delirmemi izliyordu. Pislikti işte, ne olacak.

Ayaklarımı yere vura vura evden çıktım. Sinirle soluyordum. Makyaj yapmadığım için tüm moralim yerle bir olmuştu. Ne bokuma uyanamadım ki sanki? Tüm gece salak saçma diziler izlersem olacağı buydu. Aptal Nazlı!

Apartmandan çıktığımda soğuk hava tokat gibi yüzüme çarptı. Bu daha da sinirlenmeme sebep oldu. Derince bir nefes alarak cebimdeki telefona uzandım. Ayak üstü birkaç maile bakarken diğer elim cebimde, hızlı bir şekilde yürümeye devam ediyordum.

Söylene söylene otobüs durağına ilerlerken bir ses adımlarımı durdurdu. “Kız Nazlı, ne bu acele?” Başımı çevirip baktığımda Ayşe Teyze ve Zekiye Teyze’yi kendi apartmanlarının girişinde önlerinde çay ve çekirdekle otururken gördüm. Gülnihal Teyze aralarında yoktu. O bu saatte uyurdu genelde. İstemsizce tebessüm ettim onlara. Dedikodu sofraları kurulmuştu bile. “İşe gidiyorum Ayşe Teyze. Asıl siz ne yapıyorsunuz sabahın bu saatinde burada?”

“Dedikodu,” dedi Zekiye teyze çekirdeğini çitlerken. “İşe gitmediğin bir gün gel yanımıza.”

“Söz,” dedim hafifçe gülerek. “Bir dahaki sefere.”

Tam gitmek için hazırlanmıştım ki Ayşe Teyze'nin sesi beni durdurdu. “Kız sana bir şey soracağım.” Merakla bana bakıyordu. Kafamı efendim der gibi sallarken sorgularcasına bir mırıltı çıkardım. “Bu Emre oğlan senin arkadaşındı değil mi?” diye sordu gözlerini bana dikerken. ‘Küçükken abinler, sen, o kardeş kardeş hep beraber oynardınız.” Kardeş kardeş derken? Bu iki kelime beynimde yankılanırken tüm bedenimi büyük bir sinir kapladı. Yüzümü ifadesiz tutmaya çalışıyordum ama çenem istemsizce kasılmaya başladı. Tepki vermemek için kendimi zorlarken lafını bitirmesini bekledim. “Sen iyi tanırsın bu çocuğu.”

“Ee,” dedim dümdüz bir sesle. “Neyi merak ediyorsunuz?”

Ayşe Teyze ellerini dizlerinin üzerine koyup çevresine bakındı önce, sonra meraklı gözlerle bana döndü. “Bir kız geliyor sürekli yanına,” dedi. “böyle sarı saçlı, güzel bir şey. O kim?” Nefesimi tutup birkaç saniyeliğine kapattım. Gökçe. Adı bile gerilmeme neden olurken onu bana soruyor olmaları sabahın bu saatinde psikolojimin fıttırmasına sebep oluyordu.

“Arkadaşı,” dedim nihayet konuşarak. Sesim oldukça bıkkın çıkmıştı. Sevgilisi diyemezdim. Hem kalbim dayanmazdı buna hem de benim haddim değildi. Demek isterse kendi derdi. Onun özel hayatına burnumu sokamazdım. “Neyse,” dedim acele etmek için ilerlemeye başlarken. “Ben geç kaldım zaten, iyi günler size.”

“Allah kolaylıklar versin kuzum,” dedi Zekiye teyze arkamdan. Onlara el sallayıp vedalaştım.

Otobüs durağına gelene kadar zihnimde kardeş kardeşe lafı dolanıp duruyordu. Gerçekten herkes bizi böyle mi görüyordu? Ondan mı kimse yan yana olmamıza hiç ses etmiyor, normal karşılıyordu? Normalde bu sokakta bir kızı bir erkekle görünce deli gibi konuşan bir kesim olurdu ama bizi yan yana gördüklerinde hiç şaşırmıyorlardı. Ya Emre? O da mı böyle düşünüyordu? Onun için de kardeş gibi miydim? Giray abimle aynı yaştaydı. Belki cidden öyle düşünüyordu. Sevgilisi olmasına ağlamam yetmezmiş gibi bir tur da buna ağlardım. Şakasız deli gibi ağlardım. Sevdiğim çocuk bana kardeşim dedi, dayanabilirsen dayan Nazlı Cabbar, diye gezerdim ortalıkta.

Ağlak bir ifadeyle otobüs durağına gelene kadar bu fikri aklıma yerleştiren dedikodu kazanlarıma uzunca bir süre söylenmiştim. Sabah sabah işe geç kalmaktan daha kötü olabilecek en kötü şeydi bu. Tüm gün beynimin içinde dolanıp duracaktı.

Durakta otobüsü beklerken kafamı demire doğru yasladım. Sinir bozucu düşünceler beynimi istila ederken üst üste öten korna sesini daha yeni duyar gibi oldum. Kafamı kaldırdığımda bir kişinin “Naz, duymuyor musun?” demesiyle yerimden doğruldum hızlıca. “Emre?” dedim şaşkınca ona doğru bakarken. “Ne işin var burada?”

Elini camdan doğru çıkardı. “Hastaneye gidiyordum. Sen?”

“İşe gidiyorum, geç kaldım ama,” diye söylendiğimde yüzümü buruşturdum.

Kafasıyla yan koltuğu işaret etti. “Atla hadi.” Gülümsedi. “Bırakayım seni.”

Kafamı olumsuzca iki yana salladım. “Git sen, geç kalmanı istemem.”

Kaşları çatıldı. “Saçmalama Naz,” dedi tok bir sesle. “Bin hadi. Seni burada bırakacak değilim.”

Omuz silkerek “Peki o zaman,” dedim. Açıkçası işime gelirdi. Otobüste sürünmekten iyidir en azından. Yerimden hareketlenip arabanın etrafından döndüm. Yan koltuğa oturduğumda kemeri takar takmaz arabayı çalıştırmaya başladı.

“Ee, nasılsın?” dedi merakla. Dudaklarımı büzdüm. “Bilmem. Öyle böyle. Sen?”

“Aynı ben de. Niye geç kaldın sen?” Direksiyonu tutarken bana yandan bir bakış attı. O sırada aklıma makyaj yapmadığım gelince kocaman açılan gözlerimle çantama uzandım. Hazır arabadayken yapabilirdim.

“Uyayakaldım.” Ondan yana kısa bir bakış attım. “Neyse ben makyajımı yapacağım, sen yola devam et,” dedim, bir yandan da çantamdakilere bakmaya devam ediyordum. “Saçlarıma da bakmadım hiç, kesin aptal gibi duruyordur,” diye söylendim kendi kendime.

“Durmuyor,” dedi Emre gülerken. “Böyle de güzelsin gayet.” Ellerim aniden durdu. Kalbimin yerinden çıkacağını hissediyordum sanki. Pat diye bunu demesine ne gerek vardı ki şimdi? Aptalca bir şekilde sırıtmama neden oluyordu. Kalbimde iyice yer ediniyor, yerini daha da sağlamlaştırıyordu. Yapmamalıydı, ama yine de çok güzel hissettiriyordu.

Ellerimi saçlarıma geçirirken “Abartma,” dedim mırıldanırcasına ama yüzümün kızardığına emindim. Daha sonra ondan yana dönmeden indirdiğim aracın aynasından makyajımı yapmaya koyuldum. Gözlerinin üzerimde olduğunu hissetsem de ona dönmemek için kendimi zorluyordum. “Abartmıyorum.” Gülüyordu. “Sen gayet güzel bir kızsın, Naz.”

“Orasını biliyoruz herhalde.” Tamam, kendimi gayet beğenen bir kızdım. Çirkin falan da bulmuyordum. Ama bu farklıydı. Sadece sabah mahmurluğuma ve bakımsızlığıma söyleniyordum. Ama onun, aşık olduğun kişinin bunu demesi… Aşık olduğun birinden duyunca bambaşka bir anlam kazanıyordu.

Belki onun için öylesine bir cümleydi ama kalbim için bu hiç önemli değildi. O duyduğu şeye takılmak dışında başka bir şeyi umursamıyordu. Güzelsin demişti ya, bitmişti onun için. Öylece erimişti. Öylece geçmişti kendinden…

Bir an için makyaj yapmayı bırakıp elimdeki maskarayı çantama bıraktım. Öylece aynaya bakıyordum. Yüzüme yerleşen salak saçma tebessüm izliyodum. Emre'nin bakışlarını hâlâ üzerimde gibiydi. Bu, gerilmeme sebep oluyordu. Baktığım aynada bakışlarımız kesişince tek kaşını kaldırıp “Bir şey mi oldu?” diye sordu sonunda konuşarak. Yüzünde sinir bozucu bir sırıtma vardı.

“Yok bir şey,” dedim hızlıca aynadan gözlerimi ayırarak. Çantamı karıştırmaya başladım. Ne aradığım hakkında bir fikrim yoktu. “Yola bak sen.”

“Ne arıyorsun?” Gülmeye devam ediyordu. Ben de bilmiyorum dememek için rastgele bir şeyi elime aldım. Bordo rujumdu. “Buldum,” dedim ona dönmeden. Aynaya bakarak sürmeye başladım. O ise hâlâ beni izliyordu. Kalbimin deli gibi attığını hissetsemde tepki vermemeye çalıştım. O bana böyle bakarken ruju yanlışlıkla taşıracağım diye çok korkuyordum ama neyseki böyle bir şey yaşanmamıştı.

Saçlarımı tepemde toplamaya başladım. “Akşam işin var mı?” diye sorduğunda saçlarımı bırakıp ondan yana döndüm. Kafamı merakla iki yana salladım. “Neden?”

Dudaklarını ıslattı. “Seni bir yere götürmek istiyorum.”

Şaşkınca ona baktım. Gözleri hâlâ bende yanaydı. “Nereye?” diye sordum. Sesim oldukça meraklıydı. Önüne dönünce bir iki saniye duruldu. Bir şeyler düşünüyor gibiydi. Hal ve hareketlerinden ne düşündüğünü pek anlayamıyordum. “Hastaneden arkadaşlarla birlikte dışarı çıkacağız, senin de benimle gelmeni çok isterim,” dedi sonunda konuşarak. Ben ise öylece ona bakıyordum. Şaşkınca bir elimi kaldırıp kendimi işaret ettim. “Ben mi?” Yüzümden şaşkınlığım belli oluyordu.

“Evet,” dedi beni onaylayarak. “Sen. Gelir misin?”

Merakla ellerim havaya kalktı. “Neden ben?” Sesim oldukça sorgulayıcı çıkmıştı. Bedenime kal gelmiş gibi hissediyordum. Böyle bir teklifi elbette ki beklemiyordum. Onunla eski yakınlığım yoktu ki. Eskiden olsa evet, anlardım. Koşa koşa da giderdim onunla ama şu an ne diyeceğimi bilmiyordum. Hem hangi sıfatla gidecektim onunla? Neydi bizim ilişkimiz? Çocukluk arkadaşı dışında hiçbir şey değildik. Şimdi sadece alelade iki kişiydik birbirimiz için.

Tek eli direksiyondayken diğer elini bana doğru uzattı. “Sen benim hayatımda önemli birisin, Naz,” dedi elleri ellerimdeyken. Ellerim titredi. “Seni tanımalarını isterim.”

“Bilmiyorum Emre,” dedim, Sesim oldukça kısık çıkmıştı. Kalbimin sesini susturmaya çalışıyordum. Ellerimin üzerindeki elleri tüm dikkatimi dağıtıyordu. Kendimi silkerek elimi kurtardım ondan. Olmazdı, yakın olamazdım ona. Olursam kalbime söz geçiremezdim. “Sana eskisi gibi yakın değilim ki ben.” Eli boşlukta kalınca nefesini bırakarak direksiyona sardı onu da. Söylediğim son şey omuzlarının çökmesine sebep oldu.

“Aramız hiç düzelmeyecek sanırım,” diye mırıldandığında sesindeki üzgünlüğü hissetmiştim. Oldukça güçsüzdü. “Sen beni hiç affetmeyeceksin.”

“Emre,” diye konuştuğumda devam etmeme izin vermedi. “Bundan sonra karşına çıkmamaya çalışırım o zaman, Naz,” dediğinde gözlerimin dolduğunu hissettim. “Görmezsin yine beni, yokmuşum gibi davranırsın. Görmezden gelirsin.” Sesi oldukça şiddetliydi. Bu sarsılmama neden oldu. Ne çok seviyordu kaçmayı? Köşeye sıkışınca hemen uzaklaşıyordu. Hani umut demişti? Hani umudum var demişti? Yine pes etmişti. Yine kaçmıştı.

Dudaklarımın titrediğini hissettiğimde önüme döndüm. Onun yanında ağlamak istemiyordum ama başaramamıştım. Burnumu çekmeye başladığımda bir iki damla gözyaşının yanaklarımı ıslattığını hissetmiştim bile. “Naz,” dedi şaşkınlıkla. “Sen ağlıyor musun?” Cevap vermeyip tekrar burnumu çekince yine adımı tekrarladı. Yine cevapsız kaldı. Üst üste gözümden yaşlar akarken saçlarım yüzüme doğru düştü. Onun sorularıyla uğraşacak halde değildim.

“Naz,” dedi tekrar. Cevap alamayınca arabayı bir kenara çekti. Bu hareketini sorgulayacak durumda değildim. Tabiri caizse bok gibi hissediyordum. Ellerini yüzüme doğru yaklaştırınca istemsizce bedenime bir titreme geldi. Ellerimi kucağımda birleştirdim. Ondan yana bakmamaya çalışıyordum. Bir damla gözyaşı gözümden akıp pantolonuma doğru damlayınca Emre’nin de elleri saçlarıma dokundu. “Naz,” dedi fısıltıyla. Yüzümü kapatan saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırınca gözyaşlarım tamamen savunmasız kalmıştı. Onun gördüğünü hissettikçe daha da akıyordu. “Niye ağlıyorsun?”

“Senin yüzünden,” dedim güçsüz bir tonla. “Sen beni eskiden hiç ağlatmazdın ki Emre. Geri döndüğünden beri ben senin yüzünden niye bu kadar çok ağlıyorum?” Ellerini yüzümden kurtarmaya çalıştım ama engel oldu. Gözyaşlarımı sildi parmaklarıyla.

“Özür dilerim.” Sesi de yüzümdeki parmak uçları gibi titriyordu. “Seni üzmek istemedim ben hiç.”

“Ama üzdün.” Burnumu çektim. “Emre sen neden hep gitmek istiyorsun?” Kafamı yana çevirerek ellerinden uzaklaştım. “Niye ilk tercihin hep gitmek oluyor?”

“Naz,” dediğinde sesi bocalar gibiydi. Ellerini kendine doğru çekip saçlarının arasında geçirdi. “Bir yere gitmiyorum ki ben.”

“Gidiyorsun Emre.” Ellerimle gözyaşlarımı sildim. “Beni kendine tekrar alıştırdıktan sonra gelip bana görmezden gel beni, diyemezsin. Bunu bana yapmaya hakkın yok tamam mı!” Sonlara doğru sesimin volümü artmaya başladı. Bedenim sinirle kaskatı kesildi. “Ben daha gökkuşağına dokunamadım Emre ama sen yine gitme istiyorsun.”

“Ne yapmamı bekliyorsun ki Naz?” dedi sonunda kendi de sinirlenirken. “Ben geldikçe sen gidiyorsun. Eskisi gibi değiliz diyorsun sürekli. Bir şeyleri düzeltmeme izin vermiyorsun. Asıl sen kaçıyorsun ama farkında bile değilsin.”

Söylediği şeyler daha da ağlamama sebep oldu. Bunu fark edince sabır çekerek önüne döndü. Konuşmadı bir süre. Ben de öyle. İşe de geç kalmıştım ama umurumda bile değildi şu an.

“Naz,” dedi sonunda konuşarak. Sesi oldukça yumuşaktı. “Ağlama artık. Lütfen.”

“Ağlatma sen de!”

Birden kolumdan tutup beni kendine doğru çevirdi. “Ağlama,” dedi tekrar fısıldarcasına. Gözlerim gözlerine değince istemsizce durmuştu yaşlarım. Gözlerinde oldukça yoğun bir bakış vardı. Elleri tekrar yüzüme uzandı. Gözyaşlarımı silme için elleri yüzüme değince istemsizce kapattım gözlerimi. Aracın içindeki tek ses nefes alışverişlerimizden geliyordu. Elleri yüzümden uzaklaşınca tuttuğum soluğumu bırakarak gözlerimi araladım. Bakışlarım istemsizce dudaklarına kayınca yutkundum bir anda. Oldukça yakındık. Fazla yakındık. Geri çekilmem lazımdı. Bu andan kurtulmam lazımdı ama yapamıyordum, kaçamıyordum. Ondan kurtulamıyordum.

“Ağlayınca çirkin oluyorsun,” dediğinde girdiğim transtan çıktım. Kaşlarım çatılmaya başladı. O ise gülüyordu. Ben her ağladığımda bunu yapıyordu. Yine yapmıştı.

“Sensin çirkin!” diye yükseldim sinirle. Bedenimi ondan kurtarıp geri çekildim. O ise gülmeye devam ediyordu. “Peki, benim çirkin.”

“Geri zekâlı!”

“Çok sevdiğim bir sıfat.”

“Beyinsiz.”

“Öyle olsun.”

Sinirle kısa bir çığlık attım. “Tam bir baş belasısın!”

Dudaklarına yandan bir gülümseme yerleştirdi. Ağlamamı kestiği için sırıtıyordu. Ağlamamı beni sinir ederek kesmesine her defasında hayret ediyordum. Bunu yapmaktan asla sıkılmayacaktı. Ona göre ağlayınca çirkin, öfkeli oldukça aşırı tatlı oluyormuşum. Siktirsin ordan!

“Bu baş belası akşam seni götürüyor,” dedi birden. Kaşlarımı çatarak ona ne demek istiyorsun der gibi bakmaya başladım. “Sen ister iste, ister isteme akşam beraber gidiyoruz.” Arabayı çalıştırmaya başlarken bana yandan bir bakış attı. “Kaçıyorsun diyorsun bana. Öyle olsun. Ne ben kaçarım bu saatten sonra ne de senin kaçmana izin veririm.”

BÖLÜM SONU...

****

Umarım beğenmişsinizdir.

Yeni bölümde görüşmek üzere...

Loading...
0%