Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. Bölüm

@esmacayim

 

Merhabalaaarr...

Öncelikle bazı şeylerin oturabilmesi için Emre odaklı bir bölüm okuyacağınızı belirtmek isterim. Bu bölüm Nazlı yok. Diğer bölümde kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Keyifli okumalar...

 

7. BÖLÜM

Bazı sokaklar vardı, adım attığınız anda sizi içine çeken, ardından da içinde tutsak eden. Havası farklıydı, rüzgârı farklıydı, insanları farklıydı. Kokusu bile bazen bir başkaydı. Bazı sokaklar vardı, çıkmazdı. Sen ondan çıksan o senden çıkmazdı. Aklın kalırdı, kalbin kalırdı, anıların kalırdı. En çok da geride bıraktıkların kalırdı.

Emre gittiğinde geride bırakacağı hiçbir şeyi düşünmemişti. Sadece gitmişti. Kalsaydı, yapamazdı. Kalsaydı, canı daha da yanacaktı. Gitmek, o an için doğru olan tek şeydi onun için. Ama şimdi o terk ettiği sokağa geri dönünce, geride bıraktığı çocukluğunu görünce ve düzeltemeyince bir şeyleri, o doğru sandığı şeyin ne kadar yanlış olduğunu fark etmişti ama geçti. Bazı şeyler için çok fazla geçti.

Nazlı hep derdi, “Burası çıkmaz sokak. Sen çıksan bile o senden çıkamaz. Gitsen de bir gün mutlaka geri gelirsin.” Emre buraya gelene kadar, onun bu cümlelerinin bu kadar doğru olacağını hiç tahmin etmemişti. Buradan giderken bir daha uzun soluklu geleceğini hiç düşünmüyordu ama gelmişti. Buradaydı. Bu sokaktaydı. Kaçamamıştı. Kaçamazdı.

Sokağa ilk geldiği an adım attığı her miliminde geçmişinden bir anı canlanıyordu gözlerinde. Adım attığı her an, Nazlı canlanıyordu gözlerinde. Beklemiyordu. Aklına gelecek ilk kişinin Nazlı olacağını asla beklemiyordu. Nazlı onun için çok başkaydı. Beraber büyümüşlerdi. Onun her hareketini iyi bilirdi Emre. Neye üzülür, neyi sever, onu en çok ne mutlu eder, olayları nasıl tepki verir, sinirlenince elleri nasıl hareket eder, utanınca nasıl kaçar, hepsini çok iyi bilirdi. Onu nasıl güldürmesi gerektiğini çok iyi bilirdi. Ama zaman geçmişti. Dört yıldır bir kere bile yüz yüze gelmemişlerdi. Hiç konuşmamışlardı. Belki onu çoktan unutmuştu bile Nazlı. Aralarındaki o eski bağ yoktu. Emre’nin belki de en büyük pişmanlıklarından biriydi onunla olan arkadaşlığını zedelemek zorunda kalması. Koca bir aptaldı.

Lakin Emre bunca zaman sonra bu sokağa adım attığı ilk an, o geçen zamanı unutmuştu sanki. Sanki birazdan Nazlı bir yerden çıkıp ona doğru koşacak, “Emre hadi oyun oynayalım,” diyecek gibi geliyordu. İçten içe Nazlı’yı görmek istiyordu. Ona yine “Naz,” demek istiyordu.

Bursa’ya geldiği ve sokağa adım attığı ilk gün, gözleri her yerde Nazlı’yı aradı ama göremedi. Nazlı’nın abisi Giray ile görüştü sonra. Geçen şu dört yolda bir onunla görüşürdü, çok yoğun çalışıyordu ama fırsat bulunca arada onunla telefonla konuşurlardı. Yakın arkadaşlarından biriydi. Giray biliyordu onun geri döneceğini. Emre Urfa’da yaptığı zorunlu görevinin bitmesine yakın haber vermişti ona Bursa’ya temelli döneceğini. Giray bu habere çok sevinmiş, herkese de haber vermek istemişti lakin Emre onu engellemişti. Sürpriz yapmak istiyordu.

Nazlı’yı da onun attığı toplu fotoğraflarda görebiliyordu sadece. Kendisinin yaptığı salaklık yüzünden arkadaşlıkları tamamen bitmişti. Onun büyüdüğüne şahit olamadı. Giray’dan gelen her fotoğrafta ilk Nazlı’ya odaklanıyor, fotoğrafı büyütüp ilk ona bakıyordu. Gördüğü fotoğraflarda şu geçen zamanda nasıl büyüdüğünü fark ediyordu. Nazlı hep güzeldi onun için ama sanki her geçen gün daha da bir güzelleşiyordu.

Sonra kaçamadığı o sokağın tam ortasında denk gelmişti Nazlı’yla. Onunla dört yıl sonra denk geldiği o ilk an, Emre’nin gözlerinin içi parıldar gibi oldu. Sokaktan biri onun adını seslenince Emre’nin adımları durmuş, bakışları telefonundan uzaklaşmıştı. Oradaydı Nazlı, tam karşısındaydı. Onu baştan aşağı incelediğinde nasıl değişmiş olduğuna inanamadı. Fotoğrafta gördüğünden daha da güzelleşmiş, daha da büyümüştü.

Sonra hareket ettiler, gözlerini ayırmadan birbirlerine doğru yürüdüler. Nazlı ne kadar kaçmak istiyorsa Emre de bir o kadar konuşmak istiyordu onunla. Emre onu durdurdu, ardından onu hatırlayıp hatırlamadığını sordu. Nazlı ise sadece onu terslemekle yetindi.

Ona “Naz,” demeyi özlediğini ona uzun zaman sonra ilk kez “Naz,” dediğinde fark etti ama bu Nazlı’nın hiç hoşuna gitmedi. Ona artık sadece Nazlı demesini istedi. Sonra da Emre’nin artık onun hayatında olmadığını söyleyip gitti. Emre ise sokakta öylece kalakaldı. İçinde bir şeyler kopmuş gibiydi. Nazlı kızar, öfkelenir, bağırır, çağırır ama en sonunda ona hep sarılırdı. Nazlı ondan hiç uzak kalmazdı. Emre onu bu kadar kırdığını daha yeni fark ediyordu.

O an yaptığı en aptalca şeyin “Sen bana sinirli misin, Naz?” diye sorması olduğunu o gittikten sonra fark etmişti. Elbette sinirli olacaktı. Elbette kızacaktı. Nasıl kızmasın? Az değildi, dört yıl geçmişti. Nasıl gidip de her şey normalmiş gibi sorardı? Ama Emre o an, onu görünce sanki eski bir andaymış gibi hissetmişti. Sanki onca zaman geçmemiş, sanki hiçbir şey değişmemiş gibiydi ama yanılmıştı. Çok şey değişmişti. Ona “Eski Nazsın sen hâlâ,” derken ne yapmaya çalıştığını hiç bilmiyordu. Onu bunu söylerken içten içe eskisi gibi olmasını umuyordu belki de. Belki eskisi gibi olursa gelip ona sarılır, diye düşünüyordu.

Geldiği günden beri pek boş vakti olmamıştı, deli gibi çalışıyordu. Şimdiki hastanesi oldukça yoğundu ve ona nefes alacak alan bırakmıyordu çoğu zaman. Sürekli nöbetlere kalıyor, gün aşırı çalışıyordu ama sorun etmiyordu. Mesleğini seviyordu. Bir cana dokunabilmek çok başkaydı onun için. Gün sonunda hastalarından aldığı iyi dilekler bütün günün yorgunluğunu götürüyordu onun için. Zaten çok uyku insanı da değildi.

Yoğun çalışmasından çok fazla kişiyle görüşemiyordu ama sokakta Nazlı’ya her denk geldiğinde onunla konuşmaya çalışıyor, çabası ise bir işe yaramıyor ve tersleniyordu. Nazlı’nın bu kadar katı olacağını hiç beklemiyordu. Eskiden olsa hemen yumuşardı ama artık eskide değildi. Emre bir şeylerin öyle hemen değişmeyeceğini kabul etmek zorunda kalmıştı.

Nazlı’nın bir yeğeni vardı. Açelya. Giray’ın attığı fotoğraflarda onu görmüştü daha önce. Bu yüzden de Nazlı'nın aynısı dediğinde şaşırmıştı. Nazlı’nın koyu kahve saçları, kehribar gözleri varken Açelya’nın sapsarı saçlarıyla boncuk boncuk bakan mavi gözleri vardı. Görüntü olarak alakaları yoktu. Lakin ikisini yan yana sokakta gördüğü ilk anda Giray’ın ne kadar haklı olduğunu anlamıştı. Her ikisinin de hal ve hareketleri, birbirleri ile iletişimleri o kadar uyumluydu ki Emre şaşırmadan edemedi. Açelya, aynı Nazlı’ydı. Kurduğu cümle şekillerine kadar aynıydı. Hayata sanki aynı pencereden bakıyorlardı. Emre ona baktıkça çocukluğuna dönmüş gibi hissediyordu.

Üçünün birlikte lunaparka gittikleri gün de öyle hissetmişti. Lunaparkta Nazlı’nın peşinden koşturması, onunla pamuk şeker yemeleri, atlıkarıncaya binip çarpışan arabalarda birbirlerine çarpmaları… Her saniye gözlerinde canlanmıştı sanki. Dönme dolabı görünce Nazlı’nın bir anda ona binmekten vazgeçtiği aklına gelmişti. Çok severdi gökyüzüne çıkmayı ama sonra bir şeyler oldu ve Nazlı dönme dolaba binmekten kaçtı. Emre o zamanlar onun yüksekten korkmaya başladığını düşünüyordu. Çünkü bir seferinde en sevdiği bebeği yüksekten düşüp kırılmıştı, Nazlı da deli gibi ağlamıştı. Emre onu zor susturmuştu. Daha fazla ağlamasın diye harçlıklarından biriktirip ona bez bebek bile almıştı. En azından düşünce kırılmaz diye düşünmüştü. Nazlı o bebeği o kadar çok beğenmişti ki hâlâ da saklardı.

Nazlı’nın dönme dolaba binmek istememe sebebini Açelya’nın ona hatırlattığı sözleriyle öğrenmişti. Nazlı yüksekten korkmuyordu. Nazlı gökkuşağına dokunmaktan korkuyordu. Emre o zamanlar bunu hiç düşünememişti. Şimdi ise bu gerçekler onda büyük bir ağırlık yapıyordu. Emre ona verdiği sözü tutamamıştı.

Bir başkası olsa belki bu kadar üzülmez, umurunda olmaz, bir şeyleri çabalamak için uğraşmazdı. Ama o bir başkası değildi. O Nazlı’ydı. Naz'dı. Onun çocukluğuydu. Yedikleri, içtikleri ayrı gitmezdi. Nazlı doğduğu andan beri onunlaydı Emre. Açelya kadardı o doğduğunda. Giray’la oynamak için onlara her gittiğinde Nazlı’yla oynardı o. İlk adımını, ilk kelimelerini, ilk düşmelerini Emre görmüştü. Bir şeyden korkunca Nazlı hep ona koşardı. Hep ona gelir, hep ona dert yanardı. Yine öyle olsun istiyordu. Emre geçen şu dört yılda onun büyüdüğünü kabullenemiyordu. Ona göre Nazlı; kırmızı kabanı, kırmızı botları ve saçına geçirdiği kırmızı beresiyle ona doğru koşup sarılan küçük kızdı hâlâ. Hâlâ atkısını ve eldivenlerini unutup üşüdüğü için ağlayan o küçük kızdı. Sonra Emre peşinden koşar atkısını takardı. Yine öyle olsun istiyordu.

Nazlı’nın evine Giray'ın daveti üzerine kahvaltıya gittiği gün de öyle düşünmüştü Emre. O gün, Nazlı'yı ofisine bırakırken onu arayıp duran lavuğu gidip dövmek istemişti. Onu sürekli arayıp durmasından rahatsız olmuştu. Eskiden de böyleydi. Birileri ona sulanınca Giray’a kalmadan Emre püskürtürdü onları. Nazlı’yı çevresindekilerden koruma iç güdüsü hâlâ içindeydi. Buna hakkı yoktu biliyordu ama yine de Nazlı onun için koruması gereken o küçük kız gibi geliyordu hâlâ.

Şimdi ise dönmesi üzerinden neredeyse iki ay geçmişti. Nazlı’yla arası hâlâ iyi değildi ama ilk geldiği günkü gibi de değildi. En azından konuşunca terslemiyordu onu Nazlı. Çok sık görüşemiyorlardı zaten. Emre sürekli çalışıyordu. Şimdi yine hastanedeydi. Ahmet hemşire ile birlikte klinikteki büyük bir kalp ameliyatı geçiren hastanın pansumanını yeniliyordu. Kafası pek yerinde değildi ama çalışınca özel hayatını işine dahil etmiyor, işine odaklanıyordu.

Emre steril eldivenini giyerken yanındaki hemşireye kısa bir bakış attı. Hemşire, malzemeleri hazırlarken o da bir eksik olup olmadığını gözden geçiriyordu. Eldivenin tamamen giydikten sonra hastasına döndü. “Hazır mısınız, Hanife Hanım?” diye sordu, yüzüne yerleştirdiği güven verici bir gülümsemeyle.

Hasta kısa bir baş hareketiyle onu onayladı. “Hazırım oğlum,” dedi minnet dolu bir sesle yaşlı kadın. “siz beni bu ağrıdan kurtardınız ya, Rabbim tuttuğunuzu altın etsin,” diye dua etti.

Hemşire steril makasa uzandıktan sonra hastanın diğer tarafına geçti ve bandajın uçlarına dokundu. “Başlıyorum,” dedi bakışlarını Emre’ye çevirerek. Emre onu kısa bir baş hareketiyle onayladı.

“Şimdi eski pansumanı çıkarıyorum, biraz acıtabilir ama endişelenmeyin.” Yapacağı işlem hakkında hastasını kısaca bilgilendirdi hemşire. “Olsun,” dedi yaşlı kadın. “Sen işini yap oğlum. O ağrım gitti ya, daha hiçbir şey koymaz bana.” Hemşirenin ve Emre’nin yüzüne kısa bir tebessüm yerleşti. Daha sonra işlerine koyuldular. Pansuman açılırken yaşlı kadının suratı bir an buruşsa da sorun etmedi, bu ağrı eski çektiği ağrının yanında hiçti.

Pansuman açıldıktan sonra Emre dikiş bölgesini inceledi. “Biraz eritem var ama normal, seröz eksüda gözlemlenmiyor. Bu iyiye işaret,” diye konuştu hemşireye dönüp. Ardından bölgeyi kısaca tekrar inceledikten sonra steril gazlı bezle sildi. “Bölgeyi SF’le yıkayıp irrigasyon yapalım.”

Hemşire Emre’nin istediği uygulama için malzemelere uzandı. “Biraz serinlik hissedebilirsiniz,” dedi hastayı önceden hazırlayarak. Kadını hafifçe başıyla onayladı. Bu ağrının eski sıkıntılarını yanında hiçbir şey olduğunu bildiğinden kendini iki sağlık çalışanın ellerini kolaylıkla bırakıyordu.

Bölgeyi temizleme işlemi bittikten sonra pansumanı tekrar yenilediler. Daha sonra Emre hastada takılı olan göğüs tüpünü inceledi. Tüpe gelen sıvıya dikkatlice baktıktan sonra hemşireye döndü. “Sıvı çıkışı normal, takiplere devam edelim. Farklı bir antibiyotiğe başlayacağız. Oral alımı sağlandığı için de oral antikoagülan kullanımına da geçeriz artık. Ben orderını düzenleyeceğim birazdan.” Hemşire başını sallayarak onayladı. “Siz orderı düzenledikten sonra tedavisine başlarız, Emre Bey.” Sonra bakışları sondaya kaydı. “Sonda kalıyor değil mi?”

“Evet,” diyerek kısaca onayladı onu. “İleri mobilizasyonu sağlayana kadar sondayı tutalım.”

“Tamamdır Emre Bey.” diye cevap verdi hemşire ve kullanılan malzemeleri toplamaya başladı.

Hemşire malzemeleri toplarken Emre eldivenlerini çıkarıp hastaya döndü tekrar. Yüzüne yerleştirdiği sıcak gülümsemesiyle konuştu: “Her şey gayet yolunda, merak etmeyin.” Kadın onun bu söylediğine minnetle karşıladı ve hafifçe gülümsedi. “Bir süre sizi yakın takibe alacağız. Sizden tek isteğim, biraz daha dikkatli olmanız. Şu birkaç gün özellikle.” Gözleriyle göğüs tüpünü işaret. etti. “Özellikle sağa sola dönerken dikkat edelim. Bu tüp çıktıktan sonra daha rahat edeceksiniz.”

Kadın kaşlarını hafifçe çatarak endişesini dile getirdi: “Daha ne kadar kalacak bu şey oğlum?”

“Birkaç gün daha takip edeceğiz,” dedi açıklayıcı bir sesle Emre. “Herhangi bir sorun görünmezse o zaman ne zaman çıkarılacağını konuşuruz.”

“Sağ ol oğlum.” Kadın ellerini Emre'nin elinin üzerine koyup iki kez dokundu minnetle.

“Ne demek,” dedi Emre tebessüm ederek. “Bu bizim işimiz. Herhangi bir sıkıntınız olduğu an hemşire arkadaşlarımıza bildirin. Onlar bizimle iletişime geçerler.”

“Merak etme oğlum,” dedi kadın, sesi kendinden emindi. “Bu kuzularım bana çok iyi bakıyor zaten.” Emre gülümsedi. İş arkadaşlarının ne kadar özverili olduklarını biliyordu. Bu ortamdaki multidisipliner çalışmayı seviyordu. Herkes çok iyi paslaşıyordu.

Emre, kadının durumunu son kez inceledikten sonra “Çok geçmiş olsun, Hanife Hanım,” diyip odadan çıkmak için hazırlandı. Lakin kadın elinden tuttu. Emre adımlarını durdurup ona döndü tekrardan. Bakışları yumuşaktı. Kadına bakabilmek için kafasını hafifçe aşağı eğdi.

“Çok sağ ol oğlum,” dedi yaşlı kadın, sesi duygularını açıkça yansıtıyordu. “Allah seni sevdiklerinden ayırmasın. Siz beni hayata yeniden bağladınız ya, Rabbim de uzun ömürler versin size. Umarım hep güzel yürekli insanlarla karşılaşırsınız.” Emre kadının içten dualarını yine sıcak bir tebessümle karşılık verdi. Elinin üzerindeki eli diğer eliyle nazikçe kapatarak iki kez dokundu. “Ne demek, rica ederim.”

Daha sonra Emre hemşireye eline sağlık dedikten sonra hemşire deskine geçip diğer hastalar hakkında kısaca bilgi aldı, kalan orderları düzenledi. O anlık başka bir işi kalmadığından biraz dinlenmek ve temiz hava almak için klinikten çıkıp kafeteryadan sıcak bir kahve aldı. Ardından bahçeye, bir köşede durmuş kahve içen İbrahim ve Irmak’ın yanına geçti.

Emre’nin geldiğini ilk fark eden İbrahimdi. “Oo geldi bizim yakışıklı doktor,” dedi İbrahim alaycı bir sesle, ardından kahvesini yudumladı. Emre onun yanına geçti. “Sen mola ne demek biliyor musun?”

Emre aşırı sıkı çalışırdı. Bunu ilk geldiği andan itibaren hastanedeki tüm hocaları ve arkadaşları fark etmişti. Hastaneye adımını attığı o ilk an, iş onun için hep bir adım önde olurdu. Dinlenmek gibi bir derdi yoktu. Hep çalışmak, bir şeyler öğrenmek, birilerine bir fayda sağlamak istiyordu.

“Başkasıyla uğraş bugün.” Emre'nin sesi oldukça durgundu. Hastalarından uzaklaştıktan sonra hayatında olanlar kafasını kurcalıyor ve deli gibi bir şeyleri düşünmesine neden oluyordu. Bu durumdan nefret ediyordu.

Aklında sabah Nazlı'yla olan tartışması dönüp duruyordu. Onunla pek tartışmazdı Emre ama bu sefer dayanamamıştı. Mesleği gereği de sabırlı bir kişiliği olsa da konu Nazlı olunca o sabır çizgisi çok çabuk sınıra ulaşıyordu. Ona kızgın olmasını anlıyordu ama sürekli bir şeylerden kaçmasından yorulmuştu. Eğer onu her gördüğünde üzülmeye devam edecekse onun hayatından tekrar çıkmaya hazırdı Emre. Lakin Nazlı buna da izin vermiyordu.

Emre, Nazlı’nın ağlamasından nefret ediyordu. Ama Nazlı bir öyleydi, bir böyle. Onu görünce üzülüyor, ondan uzaklaşayım dediğinde daha da üzülüyordu. Ne istediğini bir türlü anlayamıyordu. Belki de dediği gibi değişmişti. Çünkü eskiden o daha ağzını açmadan ne demek istediğini anlardı Emre.

İbrahim'in alaycı sesi Emre'yi düşüncelerinden kopardı. “Ne o?” dedi, kafasını iki yana sallarken sırıtıyordu. “Karadeniz’de gemileri mi battı?” Siyah kıvırcık saçlarının arasına ellerini geçirdiğinde meraklı bakışları Emre’nin üzerindeydi.

Emre kahvesinden bir yudum alırken diğer elini önlüğünün cebine koydu. Keyifsiz olduğu birkaç metre ileriden bile anlaşılıyordu. Derin bir nefes aldığında İbrahim’e doğru kısa bir bakış attı. “Keyfim yok,” dedi mırıldanarak.

“Ne oldu?” diye sordu Irmak merakla, kafasını hafif sağa yatırmış Emre’ye bakıyordu. “Klinikle ilgili mi?” Emre’yle aynı klinikte rotasyonlu çalıştığından hastalarla ilgili bir sıkıntı olup olmadığını merak ediyordu.

Emre kafasını olumsuzca iki yana salladı. “Klinikte bir sıkıntı yok, tamamen kişisel.”

Irmak kısa bir mırıltıyla onayladı. Emre’nin de kendi gibi biraz ketum olduğunu ve kişisel olaylarını herkese kolay kolay anlatmadığını, onu tanıdığı şu iki ayda az çok anlamıştı. Üstünde durmadı. Lakin İbrahim bu konuda gamsızdı, direkt sorardı.

“Sevgilinden mi ayrıldın lan?” İbrahim onun sevgilisi olup olmadığını bilmiyordu ama yine sormakta sorun etmedi. Sürekli onu hastanede darlayan bir kız vardı. Sevgilisi olabilir diye düşünüyordu.

“Sevgilim yok,” diye kısaca yanıtladı onu Emre. Kahvesinden tekrar bir yudum alırken etrafını inceliyordu.

“O işiyle sevgili arkadaşlar,” diye yaklaştı onlara doğru Levent. Kısa, sarı saçlarını yandan taramıştı bugün. Yüzüne yerleştirdiği sırıtmayla boş bir yere geçip oturdu. Emre ise ona gözünü devirmekle yetindi. Bugün onunla uğraşacaklardı anlaşılan. “Sal abicim beni,” dedi en sonunda.

Emre’nin bu hastanede en yakın olduğu kişi Levent’ti. Fakülteden arkadaşıydı ve onun tavsiyesiyle bu hastaneye gelmişti. Özel hayatını az çok bilen tek kişi de oydu bu hastanede. Daha iki ay kadar burada çalışıyordu. Kolay kolay herkese yakın olan biri olmadığı için diğer arkadaşları onun hakkında pek bir şey bilmezdi. Ortama rahat uyum sağlardı ama kendini açmazdı hemen.

“E yalan mı bro?” dedi Levent cebindeki sigara paketine uzanıp bir dal çıkarırken. Onunla eğlenmeyi seviyordu. “Sendeki meslek aşkı kimsede yok.”

“Kendi işine bak,” dedi Emre, sesi oldukça bıkkın çıkmıştı. Levent onu sallamadı. “Benim işim sensin hayatım,” dedi dalga geçerek. İbrahim sırıtırken Irmak gözünü devirdi. Emre ise Levent'e doğru bıktım bu gevşekten bakışı atarak yüzünü buruşturuyordu.

“Nikah şahidiniz olabilirim,” diye araya girdi Selim, Tuğba’yla yanlarına yaklaşırken. İbrahim buna daha çok gülmüştü. “Diğeri ben olacağım,” dedi hızlıca. O sırada Tuğba Irmak’ın yanına otururken Selim İbrahim’in yanına geçti.

“Sen olma lan,” dedi Selim alayla.

“Niye lan?”

“Cenabetsin de ondan.” Levent, Selim’in açıklamasına sırıttı. “Nikahı bok edersin şimdi.

“Haklı,” dedi Levent, gülmemek için kendini zor tutuyordu. Bitirdiği sigarasını çöpe atarken ayaklandı ve bir anda yüzüne yerleştirdiği ciddiyetle Emre’ye doğru dönüp yanıklarını avuçları arasına aldı. “Bu aşk, senin cenabetliğin yüzünden zarar görmemeli.” Dolu dolu gözlerle bakması İbrahim ve Selim’in kahkahalarını daha da arttırdı.

Emre hızlıca kendini Levent’ten kurtardı. “Gidin kendinize başka eğlence bulun.” dedi, sesi oldukça tahammülsüzdü. Onların bu hareketlerine çoğu zaman katlanamıyordu.

“Ne boş yaptınız?” Irmak kahvesini içerken başını hayretle iki yana sallıyordu. Emre ise ona katılırcasına bir homurtu çıkardı. Tuğba da yaktığı sigarasıyla sadece onları izliyordu. Genelde hiçbir şey umurunda olmazdı onun.

“Her dakika açık kalp ameliyatı mı yapalım Irmak Hanım?” dedi İbrahim alaycı bir ifadeyle. “Arada boş yapalım ki kafamız dağılsın.

“Keşke sadece arada olsa,” dedi Irmak gözünü bir kez daha devirerek. İbrahim onun bu söylediğini sallamadı.

“Siz iki ketum nevale az eğlenmeyi bilin,” diye söze girdi Levent. Bakışlarını Irmak ile Emre arasında gezdiriyodu. “Ciddiyetten erkenden yaşlanacaksınız.”

“Sizin eğlence şekliniz bize uymuyordur belki de,” diye karşılık verdi Irmak sarı saçlarını tepeden toplarken. Daha sonra ayaklandı. “Neyse, işim var benim.”

Irmak tam arkasını dönüp gitmek için hareketlendi ki İbrahim’in sesiyle durdu. “Akşama geliyorsun değil mi?”

Irmak onlara kısa bir bakış attı. Bir iki saniye düşündükten sonra kafasını olumlu anlamda salladı. “Umarım sıkılmama sebep olup pişman etmezsiniz.

“Ayıp ettin.” dedi Levent oturduğu yere yayılırken. “Manyak ortam hazırladık. Soğuk nevale sen bile eğlenirsin.”

“Kes be!” Irmak ona burun kıvırıp arkasını döndü ve hastaneye doğru ilerledi. Diğerleri ise arkasından gülmeye devam ediyordu.

“Sen geliyorsundur inşallah Emre?” diye sordu merakla Selim, ona doğru dönerken. Akşam hastanedeki asistan doktorlar arasında yapılacak olan buluşmadan bahsediyordu. Sabah Nazlı’nın da gelmesi için ısrar ettiği o buluşmaydı. Üstüne kavga etmiş, Nazlı'nın yine ağlamasına sebep olmuştu.

 

Emre, “Geliyorum,” diyerek kısa bir cevap verdi ve bitirdiği kahve bardağını çöp kutusuna attı. Bu sırada Levent şaşkın bir ifadeyle ona bakıyordu. “Hayret,” dedi, alt dudağını öne doğru uzatıp kafasını birkaç kez aşağı yukarı sallarken. “İkiletmeden geliyorum diyor. Çalışacağım bile demedi. Koca bir hayret.”

 

Emre onun alaycı yaklaşımını ciddiye almadı. Zaten geleceğini söylemişti ona. Gitmesine sebep olan sorunlar, geldiğinde yine onu darlamaya başladığı için kafasını dağıtmaya ihtiyacı vardı.

“Ee, birini getiriyor musun?” diye sordu İbrahim, gözlerinde hafif bir merak parıltısıyla. Emre olumlu anlamda bir mırıltı çıkardı. Nazlı’yı getirecekti. Onu sabah çalıştığı yerin önüne bırakırken “akşam sekiz gibi hazır ol,’ dedikten sonra başka bir şey söylemeden yanından gitmişti. Fazla emrivaki yaptığını biliyordu ama Nazlı’yla başka türlü iletişime girilemeyeceğini anlamıştı. Keçi gibi inatçıydı. Yıllar içinde inadı daha bir katlanmıştı. Eskiden bu kadar inatçı birisi değildi.

“O buraya gelen sarı fırtına mı?” İbrahim’in meraklı bakışları Emre’nin üzerindeydi. Emre'nin yüzü bu sözlerle hafifçe buruştu. O kızın buraya gelip onu rahatsız etmesinden oldukça bıkmıştı.

“Ben miyim o?” diye bir ses yaklaştı onlara doğru. Emre arkasına dönmeden bile gelenin kim olduğunu anlamış ve bir iki saniyeliğine sakinleşmek için gözlerini kapatmıştı. Ona defalarca gelmemesini söylediği halde bu kız utanmadan evine, işine gelmeye devam ediyordu.

Gökçe Emre’nin yanına geldiğinde “Selam,” dedi kısaca. Emre ise onu cevapsız bırakırken bakışları kesinleşmiş, öfkesi yüzüne vurmuştu.

“Akşam hastaneden birkaç kişi yemek yiyeceğiz beraber,” diye açıklamaya başladı İbrahim, araya girerek. “Çalgı, çengi, eğlence falan olacak,” dediğinde birkaç saniyeliğine durdu, ardından bir sırıtış yerleşti yüzüne. “Herkes istediği kişiyle getirebilir dediğimizden Emre de seni getirir diye düşündüm.” Emre İbrahim'e kaşlarını çatmış bakıyordu. İbrahim ise ondan yana dönmeden yüzüne yerleştirdiği flörtöz bakışıyla kıza odaklandı. “Sürekli buralardasın.” Gülümseyerek ellerini uzattı. “Bu arada İbrahim ben.”

“Gökçe,” dedi kendini tanıtıp İbrahim’in elini sıkarken. Ardından yüzüne yapmacık bir gülümseme yerleştirdi lakin Emre ile gidecek kişinin kendisi olmadığını bildiğinden içten içe sinirleri bozulmuştu. Kaşlarının arasındaki ince çizgi duygularını ele veriyordu. Levent ise kaşları çatık bir şekilde İbrahim’e bakıyordu. Emre ve Gökçe ile ilgili sorunu bilen tek kişi oydu. Bu kızın utanmadan buraya gelmesine hayret ediyordu her seferinde. Emre ona nasıl tahammül ediyor, hâlâ anlamıyordu. Fazla iyi niyetliydi.

“Ne boş boğazsın,” diye yükseldi İbrahim’e doğru bakarken. İbrahim'in yüzü boş bir şaşkınlıkla doldu. Kötü mü yaptım der gibi bakıyordu.

Emre derin bir nefes alıp Gökçe’ye döndü tekrar sinirle. “Konuşalım mı?” Sesi oldukça sert çıkmıştı. Bu konuyu bir daha konuşmamak üzere halledecekti. Buraya gelmeyi bırakması gerekiyordu artık. Gökçe kafasını olumlu anlamda salladığında yutkunuyordu.

Emre arkadaşlarına doğru döndü. “Sonra görüşürüz,” diyerek kısa bir baş selamı verdikten sonra Gökçe’yle yanlarından uzaklaştı.

Emre önde yürürken Gökçe ellerini önünde birleştirmiş, bir iki adım arkasından yürüyordu. Emre’nin sert adımlarına karşılık onunki bir o kadar küçük ve ürkekti. Omuzları düşmüştü. Bir şeyleri düzeltmek için uğraşıyordu ama yaptığı şeyin telafisi olmadığını biliyordu. Yine de Emre’yi sevdiğinden kalbine söz geçiremiyor, hep yanına gitmek istiyordu.

Boş bir çardak bulunca Emre geçip oturdu. Gökçe de küçük adımlarını tamamlayıp karşısına geçti. Ellerini masanını üzerinde birleştirmiş, yüzü yere bakacak şekilde öylece susuyordu. Emre ise gergin ve sinirliydi. Sağ ayağı durmaksızın sallanıyordu. Bir süre ikisi de sustular. Ortamda sinir bozucu bir sessizlik vardı.

“Niye geldin?” diye sordu Emre sonunda konuşarak. Öfke kokan sesi oldukça sabırsızdı. Gökçe konuşmak istedi ama onun saçmalıklarını daha fazla dinlemek istemediği için engel oldu.“Ben sana artık benim yanıma yaklaşma demedim mi, Gökçe?” Gözlerini gözlerine dikti. Bakışları kararmış gibiydi. Ona karşı iğrenmek dışında tek bir duygu taşımıyordu gözleri artık. Bu, Gökçe'nin gözlerini kaçırmasına neden oldu. “Evime, sokağıma iş yerime gelmeyi kes artık!”

“Emre, lütfen böyle yapma,” dedi Gökçe buğulu bir sesle, önüne düşen sarı saçlarını kulakları arasına sıkıştırırken. Sesi de bedeni gibi titriyordu. “Uzak durma benden.” Başını hafifçe kaldırırken mavileri Emre’nin gözlerine dikti. Titrek bir hareketle elini kaldırıp Emre'nin öfkeyle yumruk yaptığı elinin üzerine koydu lakin Emre hızlıca ellerini kendine doğru çekti. Onun bu tavrına karşılık Gökçe'nin gözleri doldu. Yine de konuşmasına devam etti: “İsteme senden uzak kalmamı. Kaç yıl oldu?” dediğinde sesi yalvaririm gibiydi. “Affet artık beni.”

“Sen beni aldattın, Gökçe!” diye gürledi Emre, Gökçe’ye doğru eğilirken. Vücudu sinirden kaskatı kesilmişti. Çenesi gerilmiş, ellerini masanın üzerinde tekrar yumruk yapmıştı. “Sence senin bu yaptığının bir affı var mı?”

Gökçe’nin omuzları daha da çöktü. Gözlerini masadan kaldırmadan “Çok pişmanım,” diye fısıldadı ağlamaya başlarken. Sesi oldukça kırılgan bir tondaydı. Gözünden bir iki damla yaş aksa da Emre bunu umursamadı. Eskiden olsa kalbi sızlardı. “Sarhoştum, kendimde değildim.” Sesi boğuk ve titrekti. Elleriyle öne düşen saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. “Evdekilerle kavga etmiştim yine. Sonra-” diye devam ediyordu ki Emre araya girip onu susturdu.

“Sonra da benim en yakın arkadaşımla olayım dedin!” Sinirle gülmeye başladı. Gülmesine karşın çenesi oldukça kasılmıştı. Bu konuyu ona her hatırlattığında ondan daha da iğreniyordu. “Git Gökçe. Git, yoksa kalbini kıracağım.”

Gökçe’nin omuzları titremeye başladı. Gözlerindeki yaşlar kontrolsüzce akarken Emre sinirle nefesini bıraktı. Öfkesini kontrol etmeye çalışır gibi dudaklarını yalayıp konuşmaya niyetlendi ama vazgeçti. İç çekerek ayağa kalktı. “Değmez,” diye mırıldandı kendi kendine. Gökçe ise ağlarken ondan uzak duramayacağını söylüyordu kendine. Emre orada daha fazla durmak istemeyip arkasını döndü ve yanından uzaklaştı.

Dört yıl önceydi Emre aldatıldığını öğrendiğinde. Gökçe’yi gerçekten sevmişti. Ondan böyle bir darbe yemek aklının ucundan bile geçmezdi.

Sözde en iyi arkadaşının evine gittiğinde ona kapıyı üzerinde sadece beyaz bir gömlekle açan bir Gökçe beklemiyordu. Beklemezdi de zaten. Nasıl şok olmuştu hatırlamıyordu bile. Beyninden vurulmuşa dönmüştü sanki.

Gökçe’nin kapıyı açarken kafası yerinde değildi, sarhoşluğun etkisi hâlâ üzerindeydi. Emre’yi bile birkaç saniye sonra fark etmiş, ardından adını fısıldayarak istemsiz bir iki adım gerilemişti. Emre girdiği trantstan “Kim gelmiş?” diye üzerinde bornozla gözlerini ovuşturarak onlara doğru yaklaşan Mete’nin sesiyle çıkmıştı. Gözleri dönmüş gibiydi sanki.

Çenesini sıkarak Mete’ye doğru hızlıca atıldı. Öfkesi patlama noktasındaydı. Sert yumruklarla onu yere serdi. Mete daha ne olduğunu anlamadan yüzü gözü kanlar içinde yerde kıvranırken buldu kendini. Meğer hep Gökçe’nin peşindeymiş. İğrenç bir şeydi bu. Arkadaşının kız arkadaşına nasıl böyle yaklaşırdı, nasıl başka gözle bakardı? Ya Gökçe? O nasıl sevgilisinin arkadaşına yaklaşırdı?

Emre Mete’yi dövmeye devam ederken Gökçe bir şeyler söylemek için çabalasa da Emre elini havaya kaldırarak onu susturdu. Konuşursa ona büyük patlayacağını biliyordu, öfkesi bu haldeyken konuşmaması onun yararınaydı.

Daha sonra Mete’den uzaklaştı. Gökçe adını seslenip dursa da ondan yana bakmadan hareket etmeye başladı. Daha sonra adımları Gökçe’nin yanında durunca gözlerini kapatmış, öylece duruyordu. Daha sonra nefesini bırakarak, kafasını ondan yana çevirip hep aşkla baktığı yüzüne bu sefer büyük bir iğreltiyle baktı. Ondan tiksiniyordu. Ondan ölümüne tiksiniyordu. Söylediği tek kelime “Yazık,” demek oldu. Çenesini yormasına değmeyecek kadar iğrenç birisiydi. Sonra da o evde çekip gitti.

Aynı gün içinde babasıyla yaşadığı bir sorun yüzünden de iyice kafayı tırlattı ve bu şehre bir daha geri dönmemek üzere her şeyi terk etti. Eğer gelmeye devam ederse sürekli bu yaşadığı iğrençliği hatırlayıp kafayı yiyeceğini biliyordu. Aklında sürekli ben okul için başka şehre her gittiğimde o ikisi beni böyle aldatmaya devam ediyor muydu, cümleleri dönüp duracaktı. O şehirde kalırsa onları görmeye devam edecekti. Midesi bunu kaldırmazdı. Bunu biliyordu.

Bu geçen dört yıl içinde de Gökçe arada Ankara’ya gelip, deli gibi özür dileyip kendini açıklamaya çalışıyor ama en sonunda hep terslenip gitmek zorunda kalıyordu. Emre’nin döndüğünü öğrenir öğrenmez yine soluğu onun yanında almaya başlamıştı. Sokağına gelip onu rahatsız ediyor, işine gelip yanlış anlaşılmalara neden oluyordu. Emre’nin buna daha fazla tahammülü kalmamıştı.

Gökçe onun hayatından çıkmıştı, bir daha da girmeyecekti. Bu saatten sonra da herkes kendi yolunaydı.

Emre bu ihanetten sonra uzun bir süre hayatına birileri anlamayı düşünmüyordu. Ondan ayrıldıktan sonra sadece işine, dersine odaklanmaya başladı. Oldukça da başarılı oldu. Şehre geri dönünce de artık aşmıştı bu iğrençliği. Gitmesine sebep olanlar yüzünden geride bıraktıkları hep pişmanlığı olacaktı. Ama Emre böyleydi. Bir şeyden kaçmak istiyorsa her şeyden kaçmalıydı. Bir şeyi silecekse her şeyi silmeliydi. En büyük hatasıydı bu. Bunu geri dönünce fark etmişti. İş işten geçmişti ama bunu düzeltmek için elinden geleni yapacaktı.

Hayatında annesi ve Nazlı vardı onun için. Hep de öyle olacaktı. Annesi her şeyi, Nazlı ise çocukluğuydu, masum yanıydı. Naz’ıydı. Herkese Nazlı olup ona Naz olan, arkadaştan da öte o kişiydi. Korumak istediğiydi. Geride bıraktığına pişman olduğu kişiydi.

Emre bu saatten sonra ne ondan kaçacaktı ne de onun kaçmasına izin verecekti. Hayatında eski yerini geri alacaktı. Gökkuşağına dokunana kadar onun yanında kalacaktı. Bu sefer kalacaktı. O sözü tutacaktı. Kendini affettirecekti.

BÖLÜM SONU

***

Nasıl buldunuz? Umarım beğenmişsinizdir.

Bir sonraki bölümde aklımda müthiş eğlenceli sahneler var, bakalım Nazlı onları yazmama izin verecek mi? Melankolik davranmaya deva ederse kitaba girip dalarım.

Akşam yemeği nasıl geçecek sizce?

Bir dahaki bölümde görüşmek üzere...

 

Loading...
0%