Yeni Üyelik
11.
Bölüm

8. Bölüm - Part 1

@esmacayim

Herkese merhabaa!!!!

Bölümü daha erken atmak isterdim ama çalıştığımdan yazmaya pek fırsat bulamadım. Boşluk buldukça yazmaya çalışıyordum. Bu bölüm de yaz yaz bitmiyordu. Bitirmek istediğim bir yer var oraya gelene kadar yanlışlıkla çok şey konuşmuşlar, uzadıkça uzadı. Hatta yazdığım en uzun bölüm oldu diyebilirim 10k kelimeye yaklaştı ve hâlâ bitmedi... O yüzden fazla bekletmemek adını ikiye bölüp öyle atmaya karar verdim. 2. part da yarın gelir.

Keyifli okumalar...

 

 

8. Bölüm - Part 1

Düşünmek denen eylemin zihnin sessiz yankıları olduğunu düşünürüm hep. Eğer insan çok fazla sessiz kalmışsa çok düşüğündendi, zihni onun yerine konuşurdu çünkü. Zihin hiç susmazdı. Kafasının her yerinde düşünceler kol gezerdi. Bazen boğardı onu, bazen de uçurumun kıyısında hissettirirdi. Susmasına sebep olan düşünceler pek fayda vermezdi. Onları baskılamak, seslerini kesmek istiyorsa o insan, çok konuşmalıydı. Çok konuşursa zihnine odaklanamazdı. Çok konuşursa düşünceler susardı.

Bugün tüm gün zihnimin karanlığıyla boğuşup durdum. O kadar doluydu ki, o kadar kendinde değildi ki konuşmaya çalışmak bile bir işe yaramıyordu. İşin sonunda kendimi sessizliğe bıraktım. Zihnime kapıldım. Sessiz yankıların altında kaldım. Şimdiyse beni her yerden sıkıştırıyordu. Onlardan kurtulamıyordum.

Tüm gün işyerinde masamda öylece oturmuş bir şeylere odaklanmaya çalışıyordum ama başardığım söylenemezdi. Kafamın doluluğundan konsantrasyon denen şey kalmamıştı. Herkes bendeki tuhaf ruh halini fark etmişti ama ses edemiyorlardı. Onlar da bana bu ruh halindeyken dokunmaması gerektiğini öğrenmişlerdi.

Emre’nin ne senden kaçarım ne de senin kaçmana izin veririm, sözleri hâlâ kafamda yankılanıyordu O sözlerinden sonra susmuş, ofisimin önünde durana kadar da tek kelime etmemişti.

İneceğim yere geldiğimizde arabayı durdurdu. Birkaç saniye ikimiz de öylece oturduk. İnmem gerekiyordu ama beyin fonksiyonlarım çalışmayı bıraktığından bu eylemin nasıl yapıldığını unuttum gibi hissettim o an. Ne ondan yana bakıyordum ne de hareketlenmek için tek bir çaba sarf ediyordum. Sadece karşıma, yol kenarında hareket eden insanlara bakıyordum. Onun da sesi çıkmıyordu. Araçtaki tek ses, nefes alışverişlerimizden çıkan sesten başka bir şey değildi.

Ölümcül sessizliği telefondan gelen tiz arama sesi bozunca istemsiz irkildim. Çantamdaki telefona uzandım. Bir elimle saçlarımı kulağımın arasına sıkıştırırken diğer elimle telefona cevap vermeye çalışıyordum. Arayan kişinin Bensu olduğunu görünce gözlerimi kapatıp bir iki saniye nefes aldım ve ardından telefona cevap verdim. İşe gerçekten çok geç kalmıştım.

“Geldim, iki dakikaya oradayım,” dedim onun konuşmasına müsaade etmeden. Aynı zamanda çantamı koluma takmış toparlanıyordum.

“Çabuk ol,” dedi telefondaki telaşlı sesi. “Toplantı başlayacak birazdan.”

Onu onaylar mırıltı çıkardıktan sonra telefonu kapattım. Kapı koluna uzanırken aynı zamanda Emre’ye doğru hafiften yan döndüm. “Sağ ol,” dedim gülümsemeye çalışırken ama pek becerdiğim söylenemezdi. “Bıraktığın için.”

Kafasını kısaca salladı. Başka bir şey demedi. Dudaklarımı birbirine bastırıp derin bir nefes aldım ve bakışlarımı ondan çekerek kapıyı açtım. İnmek için hareketlendim lakin kolumu tuttu.

“Akşama hazır ol,” dediğinde ondan yana döndüm tekrar, bakışlarım sorgulayıcıydı. “Saat sekiz gibi alırım seni.”

Beni akşam gerçekten götürmek istediğine inanamıyordum. Ben ne yapacaktım onun arkadaşlarının yanında? Daha onunla doğru düzgün konuşamıyorduk ki biz. Gitmek istemediğimi söyleyecektim lakin tuttuğu kolumu bıraktıktan sonra “İtiraz kabul etmiyorum,” diyerek beni susturdu. Çenesiyle kapıyı işaret ettiğinde bakışları beni götüreceğine kararlıymış gibi bakıyordu. “İn hadi, geç kalma daha fazla.”

Oflayarak yerimde kıpırdandım. Tekrar kavga etmek istemediğim için sesimi çıkarmadım. Arabadan iner inmez kapıyı kapattım. O ise kapıyı kapattığım an gaza yüklenip göz açıp kapayıncaya kadar uzaklaştı yanımdan. Beni arkasında öylece onun gidişini izler bir halde bıraktı.

“Aptal herif!” diye yükseldim durduğum yerde. Ayaklarımı yere vura vura ofise doğru ilerledim ve tüm gün mal gibi onunla olan şu meseleyi düşünüp durdum.

Masamda gerinirken beynim çay alarmı verince oturduğum yerden kalkmak için hareketlendim lakin bana doğru ellerinde biri çay, diğerinin kahve olduğuna emin olduğum iki bardakla yaklaşan Bensu’yu görünce oturduğum yere geri tünedim.

“Çay?” dedi çay olan bardağı bana uzatırken. Elindeki bardağı alıp kısa bir teşekkür ettim. O da yanıma sandalye çekip oturdu. Meraklı gözlerle bana bakıyordu. “Neyin var sabahtandır Allah aşkına?”

“Keyfim yok,” diyerek kestirip attım konuyu, ardından çayımdan bir yudum aldım. Şekersizdi. Tam sevdiğim gibi.

Kahvesinden bir yudum alırken bardağın üstünden kısa bir bakış attı. “Niye yok?”

“Boş ver.”

“Veremem aşko.” Elini elimin üzerine koyup destek vermek istercesine sıktı. “Geldiğinden beri bok gibisin. Toplantıda da doğru düzgün odaklanamadın bir şeye. Bu gibi durumlarda biri sana elleşince deliriyorsun ama dayanamadım yani.” Çenesini hafifçe kaldırarak gözlerime baktı. “Biri mi üzdü seni?”

Derin bir nefes aldım. “Biri üzmedi,” dedim mırıldanarak. Bakışlarımla boydan boya camla kaplı duvardan dışarıya bakıyordum. Binanın yedinci katındaydık. Dışarıda etrafı aydınlatan güneş vardı. Bulutlar ise tek tüktü. “Bir arkadaşımla kavga ettik, ona kafam bozuk sadece.”

“Kimmiş bu arkadaş?” diye sorduğunda kafasını hafifçe yana eğdi. Kahve kupasını masama bırakıp bana odaklandı.

“Bir arkadaş.” Omuz silkip çayımı yudumladım.

“Nasıl bir arkadaş?”

“Normal bir arkadaş,” diyerek karşılık verdim, ardından oflayarak ellerimi havaya kaldırdım. “Dümdüz arkadaş olanından işte.”

“Cinsi ne bu dümdüz arkadaşın?”

“Nereye varmaya çalışıyorsun?” dedim bıkkın bir sesle. Sesimdeki bıkkınlığı umursamayıp sorusunu yeniledi. Ona gözümü devirdim. “Erkek bir arkadaş.”

Yüzüne sinir bozucu bir sırıtma yerleşti. “Sevgilin mi?”

“Dümdüz arkadaşın neyini anlamıyorsun, Bensu? Çocukluk arkadaşıyız.”

“Öf seninle de uğraşılmıyor yani,” dediğinde yerinde kıpırdandı. Daha sonra yüzüne ciddi bir ifade sardı. “Niye kavga ettiniz peki?”

“Bu konuyu konuşup iyice düşünceler arasında boğulmak istemiyorum, Bensu,” dedim, sesim kırgın bir tonda çıkmıştı. Bardağımı masaya koyduktan sonra terleyen avuç içlerimi birbirine bastırdım. “Kafamın içinde bin tane şey dolanıyor zaten.”

“Peki peki,” dedi rahatlatıcı bit ses tonuyla. “Ama konuşmak istersen buradayım, biliyorsun.” Ona minnetle gülümsedim. “Biliyorum.”

Ellerini destek verir gibi omzunun üzerine koyduktan sonra ayağa kalktı. “Haftaya otel projesi için Uludağ’a gideceğiz. O zamana kadar böyle devam edersen,” dediğinde duraksayıp bana baktı. Tepkimi ölçmek ister gibiydi. "o arkadaşını, işini aksatmana sebep olduğu için dava ederim haberin olsun.” Kaşları çatıktı. Söylediği şeye istemsizce gülümsedim. Hobi olarak milleti dava etmeyi severdi Bensu.

“Beni de dava eder misin?” dedim alayla.

Düşünür gibi yaptı. Önce “Evet,” der gibi bir bakış attı. Kaşlarımı çattığımı görünce bakışıma sırıtıp kafasını yukarı kaldırdı. “Yok,” dedi kaşlarını da kaldırıp ciddi bir hava takınarak. “Bir seni dava etmem.”

Ona küçük bir öpücük attım. “Bir tanesin.”

“Biliyorum, bebeğim.” Kızıl saçlarını savurup gitmek için hareketlendi. “Benim işim var, yemeği gidince haber ver.”

Onu kafamla onayladım. “Olur.”

Bensu gittiğinde işime yeniden odaklanmaya çalıştım. Haftaya gideceğimiz otel projesi üzerinde biraz oyalandım. Uludağ’da yeni turistik bir otel yapılıyordu. Uzun zamandır birçok meslek grubuyla birlikte bu proje üzerine çalışıyorduk.

İç tasarımı için bir sürü farklı alternatifler denemiştik. Nihayet birine karar verdiğimizde, üzerimizdeki yükün büyük bir kısmı kalkmış gibiydi. Haftaya da otele gidecek, birkaç günlüğüne orada çalışacaktık. İş için gitsek de birkaç gün de olsa kafamı dağıtacağım için oldukça heyecanlıydım. Uzun zamandır Uludağ’a gitmiyordum. Bursa’lı olunca tabii, bu durum pek şaşırtıcı olmuyordu. Bursa’lıların pek aklına gelmezdi dağa gitmek.

Biraz daha proje üzerinde çalıştıktan sonra günün bitmesi için saatleri saymaya başladım. Zira bugün hiç bitecek gibi durmuyordu.

***

Sonunda saat dörde gelmiş ve bugünlüm mesaim sona ermişti. Bu ofiste projeler için bir yerlere gitmeyeceksek günde ortalama sekiz saat çalıştığımdan günün kalanında bir şey yapacaksam kendime vakit ayırabiliyordum. Böylesini kolay kolay bulamazdım. O yüzden işyerimden şikayetçi değildim. Arada fazla mesai yapabiliyorduk ki bu gayet normaldi.

Ofisten çıkar çıkmaz soluğu otobüs durağında aldım. Bir an önce eve gidip kendimi odama atmak, ardından da deli gibi akşamki meseleyi ne yapacağımı düşünmek istiyordum. Gelmiyorum dersem bir daha sittin sene Emre benle konuşmazdı kesin, gerçi buna hakkı yoktu da şu an bunu tartışacak kafada değildim. Geliyorum dersem de orada ne bok yiyeceğimi bilmiyordum. Ben onun lisedeki birkaç arkadaşını tanırdım, bir de o üniversitenin ilk yıllarındayken bahsettiği birkaç arkadaşını biliyordum isim olarak, o kadar. Şimdi bahsettiği kişiler lisedeki velet insanlar değildi, hastanede çalışan, doktor olmuş insanlardı. Ne konuşacaktım onlarla? Nasıl kalp ameliyatı yapılacağını mı? Sıkılırdım bir kere.

Otobüsten inip eve gelene kadar kafamda bin çeşit şey geçti. Bok vardı da bugün otobüs durağında ona denk gelmiştim. Eğer erken uyanabilseydim, onu yolda görmeyecek, işe vaktinde gidecektim ve o da akşam için beni davet edemeyecekti. Aptaldım. Koca bir aptal!

Apartman kapısını açtığım ana kadar hâlâ dalgındım. Bunu bana defalarca seslenen halamın gelip kolumu tutmasıyla ve elini yüzümün önünde sallamasıyla fark ettim. “Dünyadan Nazlı’ya, Dünyadan Nazlıya…” dedi alayla. Önüme geçince kafasını merakla iki yana salladı. Tek kaşı kalkmıştı. “Ne bu halin?”

“Yok bir şey Yasom.” Gözlerimi ondan kaçırıp ayaklarıma doğru çevirdim. “Dalgınım biraz sadece.”

“Niye dalgınsın?”

“Projelerle ilgili, önemli bir şey değil,” dedim ama pek inanmış gibi durmuyordu. Bakışlarında yeme beni ifadesi olsa da “Valla,” diye kafamı sallayarak onu ikna etmeye çalıştım.

“Sen işi işte bırakırsın, yeme beni.” Elleriyle bu sefer kumrala çevirdiği saçlarını düzeltip çenesiyle ileriyi işaret etti. “Şu karşıda kalan çocukla mı ilgi?” İstemsizce arkamı dönüp işaret ettiği yere baktım. Emre’nin evini gösteriyordu. Dudaklarımı birbirine bastırarak nefesimi bıraktım ve yavaş yavaş ona döndüm. Gözlerine bakmamaya çalışıyordum. Çünkü o hep benim gözlerimden geçeni anlardı. “Yok,” dedim kafamı sallayarak. “Onunla ilgili değil.”

“Biliyor musun, hiç inandırıcı durmuyorsun aşkom.” Kolumu tutup beni kendiyle apartmana soktu. “Yürü bize geçiyoruz,” dedi beni kendiyle merdivende sürüklerken. “Biraz hala yeğen dedikodu yapalım.”

Oflayarak soluğumu bırakıp çaresizce onunla ilerledim. Beni konuşturana kadar salmayacağını biliyordum. Keçi gibi inadı vardı. Ki zaten ben de inatçılığımı ondan almıştım. Açelya ne kadar bense ben de bir o kadar halamdım. Gerçi bazı kötü özelliklerim ona benzemiyordu. Halam asla platonik takılmazdı misal. Ben biraz maldım sadece. Ona göre onu sevmeyen birine ömür harcanmazdı, boş yere üzülüp durmak kendi zamanına yaptığın en büyük ihanetti. Bu hayatta sevmen gereken en önemli kişi kendindin. Hayata bi kere geliyordun ve bir kişi için onu heba edemezdin, hep böyle derdi ama benim kalbim akıl falan dinlemezdi. Gider onu sevmeyeni severdi.

Babaannemlerin evine girdiğimde direkt olarak halamın odasına doğru ilerledim. Halamın odası oldukça renkliydi, aynı kendi gibi. Duvarları yeşilin açık tonları kaplamıştı. Her yerde afişler, posterler, tablolar vardı. Makyaj masasında, komodininde rengarenk mumlar yer alıyordu. Birkaç kadın dergisi yatağının üstündeydi. Makyaj masasının yanında beyaz bir de gitarı vardı. Halam çok güzel çalar, şarkı söylerdi. Hatta çok iyi elektro gitar da çalardı. Liseli yıllarında arkadaşlarıyla bir müzik grubu bile vardı, sonra herkes üniversitelere dağılınca grupları da otomatik sona ermişti. Halam da konservatuar okumuştu. Dedemle babaannem ne kadar karşı gelse de onları dinlememiş, başının dikine gitmişti. Asla kendi bildiğinden şaşmazdı. Kimse için hayallerinden vazgeçmezdi. Şimdi ise kendine açtığı müzik kursunda öğretmenlik yapıyordu. Oldukça da mutluydu.

Halam şimdi otus sekizlerindeydi. Büyük abimle aralarında sekiz yaş vardı, herkes onları kardeş sanıyordu bazen. Babaannem zamanında erken evlendiğinden en büyük oğlu olan babamı on dokuz yaşında doğurmuştu. Ondan sonra iki amcam, en son da halam doğmuştu. Halam doğduğunda babam on beş yaşında falanmış. Annemle evlendiğinde de yirmi ikilerini bitirmişti. Bu yüzden halamla abim arasında yaş farkı bu kadar azdı.

Babamın kardeşlerinden evlenmeyen tek kişi halamdı. Zamanında bir kere sevmiş, onda da aldatılmıştı. Ondan sonra da aşka tamamen küsmüş, kendi hayatına odaklanmıştı. Hayatta en çok kendini seveceğini söylemişti. Onu sürekli istemeye gelen oluyordu ama hepsini geri çevirmişti. Babaannem onu evlendiremediği için çok üzülüyordu bir ara ama şimdi arada halamın sürekli kendini yeni bir şekle sokmasına söylense de evde onun varlığı ona iyi geliyordu. Yol arkadaşıydı onun için.

Kendimi halamın yatağına bıraktığımda çantamı yatağın baş ucuna koydum. Bir ayağım yerde dururken diğer ayağımı bağdaş yapıp üstüne oturdum. Boş boş camdan dışarıya bakıyordum. Halamın odası benim odamla aynı kısımda olduğundan ön tarafa bakıyor ve tam karşımda Emre’nin apartmanını gösteriyordu. Öylece oraya baktım. Baktıkça iç çektim, iç çektikçe kendime küfrettim. Neden yani, neden o geldiğinde her saniyem yine onu düşünerek geçmeye başladı? Niye birkaç ay önceki ben olamıyordum yine? Niye o gamsız halime dönemiyordum? Niye ondan kurtulamıyordum?

Camdan dışarıya bakmayı sürdürüyordum. Sokaktan hafifçe esen rüzgâr açık camdan perdeyi hareket ettiriyordu. Çocuk sesleri tüm sokağı kaplıyordu. Kendimi perdenin hareketlerine kaptırmıştım ki kapının açılma sesini işittim. Kafamı çevirdiğimde halamın elinde iki kupayla bana doğru ilerlediğini gördüm. Saçlarını tepeden topuz yapmıştı. Yüzündeki hafif, meraklı tebessümü sorgun başlayacak birazdan, der gibiydi.

Kupalardan birini bana uzattıktan sonra karşıma oturdu. “Anlat bakalım,” dediğinde elindeki kupayı aldım. Kupayı avuçlarımın arasına alıp elimde döndürdüğümde ona doğru boş boş bakmaya başladım. “Ne anlatayım?”

“Aşkom, uğraştırma beni. Dökül.” Gözlerini hafifçe kıstı, sonra bıkkın bir ifadeyle kahvesinden bir yudum aldı. “Kaçtır konuşacaktım ama denk gelemedim seninle. Şu çocuk geldiğinden beri kendinde değilsin.” Boştaki elini dizimin üstüne koyduğunda kafasını anlat hadi, der gibi salladı. Oldukça yumuşaktı bakışları. “Ne oluyor aranızda?”

Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Kupayı sıkıca tutup, gözlerimi kaçırarak “Bir şey olduğu yok Yasom,” diye mırıldandım. Kahvemden bir yudum alırken camdan yana bakıyordum. “Sürekli onunla kavga edip duruyorum sadece.”

Halam kaşlarını kaldırdı, gözleri daha da merakla açıldı. “Niye?” dediğinde sesi yumuşaktı. “Gittiği için mi?”

Konuşmak için hazırlansam da kelimeler bir türü dudaklarımın arasından çıkmıyordu. Dudaklarımı yalayıp derin bir nefes aldım. Yalnızca başımı sallayabildim. Halamın yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi. “Çok mu seviyorsun onu?”

Başımı öne doğru eğdim. “Seviyorum,” diye fısıldadım. Ondan kaçmama gerek yoktu. Ben anlatmasam da o anlardı zaten beni. “ve bu beni çok üzüyor,” diye ekledim çatallaşan sesimle. “Onu böyle sevmeseydim,” dediğimde duraksadım. Ne zaman yine duygusala bağladığımı bilmiyordum. Burnumu çekerken dudaklarımı birbirine bastırdım. “Eğer sevmeseydim her şey daha kolay olurdu.”

Halam başını yana eğip dikkatle yüzüme baktı. “Ne gibi kolaylık mesela?”

“Ondan kaçmazdım.” dedim biri çırpıda. “Eskisi gibi olalım dediğinde belki biraz süründürür, sonra yine yakın olurdum ona. Ya da ne bileyim, habersiz gittiğinde onu arardım, kızardım. Açmazsa yine arardım. Ama…” Derin bir nefes alıp gözlerimi kupama diktim. “Ama yapamıyorum. Ona herhangi bir arkadaşmış gibi bakamıyorum.”

Halam hafifçe ayaklanıp kupasını komodinin üzerine koydu. “Birini seversen,” diye konuşmaya başladığında kafamı kaldırıp ona baktım. “İstesen de eskisi gibi olamazsın.” Dudaklarını ıslattıktan sonra çenesini dikleştirdi. “Aşk dediğin meret insanın hayatına bir kez girdi mi bir daha da normale döndürmez.” İç çektiğinde gözlerimi kırpmadan ona bakıyordum. “Onun getirdikleriyle yaşamaya alışmak zorundasın sadece.”

“Sen de böyle mi yaptın,” derken burnumu çektim. “alıştın mı bir şeylere?”

“Alıştım,” dedi. Sesi kendinden emindi. Sesi çok şey geçirdim der gibiydi. “Hayat bu, alışmadan devam edemezsin.”

“Peki unutmalı mı insan?” Yerimde kıpırdandım. Diğer ayağımı da kendime çekerken gözleri halama diktim. Biraz duruldu. Önce konuşmadı. Düşünüyor gibiydi. Sonra bakışları yumuşadı. Vücudu gevşedi. “Unutmak…” dediğinde bir iki saniye durdu. “İnsanın fıtratında var. Ama herkes unutulmaz. Unutulsa zaten adı aşk olmaz.”

Başımı dikleştirdiğimde gözlerine bakmaya başladım. “Peki ya unutmak gerekiyorsa?”

“Unutmak mı istiyorsun?” Kaşları havalandı. Bakışlarındaki merakı görebiliyorum.

Sorduğu soruya hemen cevap vermedim. Biraz düşündüm. İstiyor muydum unutmak? Bunu kendime hiç sormadım. O gittiğinde onu unuttum demek kolaydı. Ama şimdi… Yapamazdım. Yapmak istemezdim. “Zorundayım,” dedim sonunda konuşarak. Yüzüm düştü. Sesim kısıldı, sanki kalbim kırıldı.

“Neden?”

“Çünkü beni sevmiyor.” Bunu söylemek kalbimin bir yerinin sızlamasına neden oldu. Sen seviyorsun ama o sevmiyor. Daha acı verici bir şey yok gibi hissediyordum. “Sadece çocukluk arkadaşıyım onun için,” dediğimde sonlara doğru sesim kısıldı. “Ya beni kardeşi gibi görüyorsa? Düşüncesi bile korkunç.”

Halam hafifçe tebessüm etti. Elimdeki kupaya uzandı. Onu avuçlarımın arasından aldıktan sonra kendisininkinin yanına koydu. Ardından elleriyle dizini işaret etti. Uzanmamı istediğini hemen anladım ve ikiletmeden kafamız dizlerine yasladım. Üzgünsem halam ve Derin beni dizlerinde uzandırırdı hep.

“Platonik aşkları sevmem, bilirsin,” dediğinde elleri saçlarımın arasında geziniyordu. Onu onaylar bir mırıltı çıkardım. “Bana kalsa tamamen zaman kaybı, kendini boşa üzmekten ibaret bir durum. Ha seversin, gayet normal. Kalp bu bir kere, söz geçiremezsin ona. Ama insan duracağı yeri bilmeli. Üzüleceğini hissediyorsa ileriye doğru gitmemeli. Kendine başka yol seçmeli. Zaten hangi yola giderse gitsin kalbi de onunla gidecek. Neden yanlış yola gidip daha daha üzsün kendini? Başka yol seçsin ki kalbiyle o yolda yürümeye alışsın.” Derin bir nefes aldı. Elleri hâlâ saçlarımı okşuyordu. Ben ise öylece dizlerinde uzanmış onu dinliyor ve camdan dışarıya bakıyordum.

“Aşk insanı büyütür,” diye devam etti. “Hele karşılığı yoksa daha da büyütür. Çünkü insan, kalbindekinden kurtulmaya çalıştıkça daha da acı çekmek zorunda kalıyor. Kurtulamadıkça o bataklığa daha da batıyor. Kalp bu ya, izin vermiyor vazgeçmeye. Çektikçe daha çekiyor dibe. Senin tek yapman gereken çırpınmamak. Vazgeçmek için de sevmek için de uğraşma. Sadece yaşa. Varlığı ile yaşamaya alış, gerisi bir şekilde devam eder.”

Konuştuğu süre zarfınca ağzımı açmadım. Her kelimesini tek tek kalbime işleyerek dinledim. Uzandığım yerde kafamı ona doğru çevirdiğimde cama doğru öylece baktığını gördüm. Geçmişinden bir şeyler canlanmış gibiydi sanki. Hafif bir tebessüm yerleşti yüzüne. Daha sonra kafası benden yana döndüğünde göz göze geldik. Gülümseyerek yanaklarımı sıktı. “Üzme kendini, sana üzülmek yakışmıyor. Biz Aladağ’lar sürekli gülümsemeliyiz. Bizi kimsenin üzmesine izin vermemeliyiz. Kendimizin bile.”

Kafamı dizlerinden kaldırıp oturdum. “Sence ne yapmalıyım Yasom, nasıl alışmalıyım bununla yaşamaya?”

“Seni sevmediğinden emin misin peki? “ diye sorduğunda yüzüm düştü. Emindim. “Aranız hep iyiydi sizin. Kardeşi gibi de görmüyordur o çocuk seni.”

“Kardeşi gibi görse düşer bayılırım herhalde,” dediğimde güldüm. “Ama eminim, sevmiyor. Sevgilisi var.”

Kaşları merakla havalandı. “Sevgilisi mi var?” Onu kafamla onayladım. “O zaman işin rengi biraz daha değişir,” dediğinde kafamı yan yatırıp merakla iki yana salladım.

“Bu hayatta iki tür insandan kaçacaksın aşkom.” Derin bir nefes alıp bana baktı. “Birincisi orospu çocuklarından, ikincisi de sevgilisi olan adamdan.”

“Zaten o yüzden uzak durmaya çalışıyorum.”

“Peki emin misin sevgilisi olduğundan?”

Aklıma Gökçe ile olan denk gelişlerimiz, ona yapışması, daha sonra da Emre’nin ikisini son gördüğümdeki ona karşı olan soğuk tavrı geldi. Ne bileyim, buralardan gitmeden önce gözünün içi parlardı onu görünce. Şimdi ise böyle bir şey görmemiştim harelerinde. Ama o kızın sürekli buraya gelip durmasından başka nasıl anlam çıkarırdım, bilmiyorum.

“Bilmiyorum,” diye fısıldadım sonunda konuşurken. “Gitmeden önce sevgilisi diye tanıştırdığı bir kız vardı. Geri döndüğünde o kız da bu sokağa uğramaya başladı tekrar. Ama…” dediğimde durdum. Dudaklarımı birbirine bastırırken söylemem gerek şeyi düşünüyordum.

“Ama?” diye sordu halam merakla. Gözlerini kaçırmadan beni izliyordu.

“Ama ona karşı eskisi gibi değil sanki bakışları. Birkaç hafta önce görmüştüm en son, kıza bir selam bile vermedi. Öyle dümdüz baktı. Zaten ben de hemen kaçtım yanlarından.” dedim. Ardından bir oflama kaçtı dudaklarımdan. “Bok vardı yani sürekli gözümün önündeler.”

Halam son söylediğim şeye güldükten sonra bakışları ciddileşti. “Belki ayrılmışlardır.”

“Bilmiyorum,” diye mırıldandım. “Ama bu akşamki arkadaşlarıyla buluşmasına beni çağırdı,” dedim gözlerimi açarak. Halamı gördükten sonra bu konuyu tamamen unutmuştum. Nasıl unutmuştum! Hızlıca ayaklandım. “Ne bok yiyeceğim Yasom ben ya?” dedim yerimde kıpırdanarak. “Hayır yani git sevgilini götür.” Halam şaşkın gözlerle beni izliyordu. Bir anda farklı ruh haline girmeme kahkaha atacak gibiydi.

“Kız sakin ol, baştan anlat şunu.”

“Arkadaşlarıyla bugün bir yerde buluşacaklarmış,” dediğimde tekrar yatağa oturdum. “Bana dedi işin yoksa sen de gel. Seni tanımalarını isterim. Benim için önemli birisin. Eskiden de öyle derdi zaten. Benim için önemlisin derdi, bok. Sonra siktirdi gitti de neyse,” dedim hızlıca nefes alıp verirken. Konudan sapmıştım sinirden. “İşte ben de gelemem diye mırın kırın ettim. Eskisi gibi değiliz dedim. Sonra da kavga ettik. Ben tabii, koca mal ben, oturdum ağladım. En sonunda beni susturdu. Akşam da gidiyoruz, itiraz kabul etmiyorum dedi. Gitsem olmaz, gitmesem olmaz. Ne yapacağım ben? Yasom akıl ver!

Halam halime gülmeye başladı. “Nefes al aşkom, nefes.” Kafasını iki yana salladığında gülmeye devam ediyordu. “Bu çocuk seninle gitmek istiyorsa sevgilisi falan yoktur,” dedi sonunda yorum yaparak. Söylediği şey kalbimi sıkıştırdı. “Kimse sevgilisi varken başka kızla gitmez, ne kadar yakın olursa olsun. Ha gidiyorsa bu da onun şerefsizliği. Ama şu seninki öyle şerefsiz bir tipe benzemiyor. Az çok tanıyoruz.”

Kaşlarım merakla havaya kalktı. “Yoktur yani sevgilisi, eminsin.”

“Orasını senin öğrenmen gerekecek, eğer varsa siktir et. Hayatına bak. Yoksa da sonrasını sonra düşünelim.”

Yerimden tekrar ayaklandım. “E ben gidip hazırlanayım madem,” dediğimde kapıyı işaret ediyordum.

“Git hazırlan madem.” Güldü.

Hızlıca halamın yanağına kocaman bir öpücük bıraktıktan sonra ona teşekkür edip eşyalarımı aldım ve koşar adım evlerinden çıktım. Bizim evin katına çıkana kadar içim içimi yiyordu. Ne maldım. Harbi dümdüz maldım. Ama yapacak bir şey yoktu, ben de böyle bir maldım.

***

Son kez aynadaki görüntümü izlerken yüzüme ne zaman yerleştiğini fark etmediğim gülümsemeyle karşı karşıya kaldım. Aptal gibi sırıtıyordum. Siyah, ince askılı, dizlerimin bir tık üstünde biten bir elbise vardı üzerimde. Havalar hala biraz soğuk olduğundan üstüme balon kollu bir deri ceket geçirdim. Saçlarımı dalgalar halinde sırtımda salmış, boynuma da zarif, kuvars taşından pembe kalpli küçük bir kolye takmıştım. Hafif, pembe tonlarında bir makyajla tamamen hazırdım. Oldukça şık ve sade duruyordum. Ne abartılıydı ne de özensizdi. Tam olması gerektiği gibiydi.

Boy aynasının önünden çekilerek pencereye doğru yürüdüm. Perdeleri aralarken elim titriyordu. Camdan dışarıya eğilip baktığımda Emre’nin arabasını evlerinin önünde durduğunu gördüm. Henüz çıkmamıştı. On beş dakikaya kadar beni arayacağını biliyordum. Dakik birisiydi. Çocukken de böyleydi.

O zamanlar ben ilkokul birinci sınıfa başlarken o dördüncü sınıfa gidiyordu. Saat yedi buçuk oldu mu zilimizi çalardı. Hiç sekmezdi. Bir dakika bile gecikmezdi. Hep aynı saatte gelirdi. Ben geç kalınca da sinirlenirdi. “Yine geç kaldın, Naz. Neden erken uyumuyorsun?” diye söylenirdi her geciktiğimde ve ben hep geç kalırdım. Ama daha sonra bu hallerime alışmak zorunda kalmıştı. Çünkü o bana söylendikçe ben ağlıyordum. Ben ağladıkça da o kıyamıyordu. Kapıda beni bekliyordu. Serdar abim ve Derin zaten başka okuldaydı. Giray abim de benden bile geç kalktığından hep Emre'yle ikimiz giderdik okula.

Son kez aynadan kendimi izledikten sonra siyah küçük çantamı ve telefonumu alarak odamdan çıktım. Annemler akşam Emre’yle dışarı çıkacağımı biliyordu. Bana genelde arkadaşlarımla dışarı çıktığımda karışmazlardı zaten. Kiminle dışarı çıkabileceğimi bilecek kadar aklım olduğunu söylerlerdi. Beni kısıtlamazlardı. Ki zaten Emre’yle gitmemi hiç sorun etmezlerdi. Abim başkası olsa mırın kırın ediyordu arada ama konu Emre olunca içi hep rahat olurdu onun. Çocukluğumuzdan beri böyleydi. Kendi gelmezse hep Emre’yi gönderirdi benim yanıma. Benim de canıma minnetti.

Kapının önünde siyah topuklu bilekten botlarımı ayağıma geçirirken telefonumdan gelen arama sesiyle yerimden doğruldum. Ekranda Emre'nin adını görünce telefonu açtım. “İniyorum birazdan,” diye mırıldandım, bir yandan da botlarımı tekrar giymeye çalışırken.

“Erkencisin,” dediğinde sesindeki alaya göz devirdim.

“Kapat, uğraşamayacağım şu an seninle.” Telefonu kapatıp diğer ayağıma botu geçirdim. Ardından kapıyı çekerek evden dışarı attım kendimi. Evde kimse olmadığından çıktığımı söylemem gereken bir durum yoktu. Annemle babam alt kattaki Sadi amcamlara gitmişti. Yengem yemeğe çağırmıştı. Abim ise dışarıda, bir arkadaşıyla buluşacağını söylemişti. Elif Abla ile buluştuğuna yüzde yüz emindim. Gün geçtikçe ilişkileri daha da ilerliyordu. Yakında annemlere açıklayacaklarını bile düşünüyordum. Hadi inşallah yani. Bir ara Elif Abla'ya uğrayıp tüm detayları öğrenmem gerekiyordu. Aptal abimden tek kelime öğrenemiyordum.

Apartmandan dışarı çıktığımda serin havamın yüzümü okşamasıyla duraksadım. Kalbimin deli gibi çarpmasını bir yana bırakırken derin bir nefes alarak Emre'nin arabasına doğru çevirdim bakışarımı. Oradaydı. Arabanın kaputuna yaslanmış telefonuyla ilgileniyordu. Üzerinde siyah bir ceket, bacaklarını saran siyah bir pantolon ve siyah bir gömlek vardı. Gömleğin bir iki düğmesini açık bırakmıştı. Oldukça yakışıklı duruyordu.

Adımlarımı ona doğru çevirdiğimde iki elimi arkada birleştirmiş ilerliyordum. Avuç içlerim şimdiden terlemişti. Yanına daha da yaklaştığımda varlığımı hissetmiş gibi kafasını telefondan kaldırıp benden yana baktı. Kaşları havaya kalkarken beni baştan aşağı inceledi. Sonra da yüzüne sıcak bir tebessüm yerleşti. Ben ondan yana yürürken o da benden yana adım atmaya başladı. Aramızdaki mesafe kapandıkça kalp atışlarımı daha da hissediyordum. Sanki o yaklaştıkça daha da çarpıyordu. Tam bir ahmaktı.

“Naz,” dedi aramızdaki mesafe kapandığında. “çok güzel görünüyorsun.” Utançtan bayılacağımı hissetsem de bunu belli etmedim. Kafamı dikleştirip ela harelerine diktim gözlerimi. “Biliyoruz herhalde,” dediğimde sesim oldukça özgüvenli çıkmıştı. “özene bezene yaratmış rabbim.”

Kafasını hafifçe eğip gülmeye başladığında başını iki yana sallıyordu. Daha sonra bakışlarını bana çevirdi. Kısık gözlerini bana diktiğinde bir süre sustu. Benim zaten dilim tutulmuştu. Bir süre daha konuşabileceğimi sanmıyordum. Çok heyecanlıydım. Arkadaşları nasıl birileriydi merak ediyordum. Hepsi doktor olduğundan şimdiden gerilmiştim. Ciddi bakışlar altında kendimi çok yabancı hissedeceğim gibi hissediyordum.

“Gidelim mi?” diye sordu Emre bir süre sonra sonunda konuşarak. Ona sadece kafamı sallamakla yetindim. Eliyle bana arabayı işaret edince gülümseyerek yanından geçip ilerledim. Arabanın önüne geldiğimde durdum, ona doğru kafamı çevirdim. Ne oldu dercesine kafasını salladığında kaşlarımla kapıyı işaret ettim. Yani, bu kadar da taş kafalı olunmazdı. Zorla yemeğe götüyorsun, bari kibarlık yapıp kapıyı aç, az centilmen ol yani.

Yandan bir gülüş atarak bana doğru ilerledi. Kapı kolunu tutup bana kısa bir bakış atarken ona kaşlarımı çatarak bakıyordum. Kapıyı açtığında kafamı iki yana sallayarak boş koltuğa oturdum, o da kapıyı yavaşça kapatıp arabın etrafından dönerek şoför koltuğuna geçti. Arabayı çalıştırınca da yola koyulduk.

Bir süredir yoldaydık, ikimiz de konuşmuyorduk. Arabayı ölüm sessizliğinden “Gelmene çok sevindim,” demesi bozmuştu. Ondan yana döndüm. Yüzme alaycı bir gülümseme yerleştiğinde kafamı iki yana sallıyordum. “Sen ister iste, ister isteme akşam beraber gidiyoruz. Saat sekizde hazır ol. İtiraz kabul etmiyorum,” diyerek onu taklit ettim.

Kısa çaplı bir kahkaha attı. Elleri direksiyon etrafında dönerken benden yana baktı. “Seni zorlamak gerekiyormuş demek ki.” Kaşlarım hafifçe çatıldı. Yerinde hareketlenerek önüne döndüğünde “Gerçi sen kimsenin dediklerini yapacak biri değilsin,” demesiyle çatılan kaşlarım yumuşadı. Sen kimse değilsin, diye söylese de kalbim; onu susturmuş öylece Emre’ye bakıyordum. “İstemeseydin, gelmezdin.”

“Gelmezdim,” diye onayladım onu. Gülümsedi.

“Ama geldin.”

“Geldim.”

“İyi ki geldin.”

Sustum. Önüme döndüm. Bundan sonra diyecek bir şey bulamadım. İyi ki geldin, sözü öyle bir yankılanmıştı ki kalbimde, öyle sıcacık olmuştum, öyle takılmış, öyle düşmüştüm ki konuşmayı unutmuştum sanki. Dilim lâl olmuş, onun yerine kalbim konuşmaya başlamıştı sanki. Ne yapacağımı bilmediğimden önüme düşen saçlarımı kulaklarımın arasına sıkıştırıp zaman kazanmaya çalıştım, onun bakışlarını da hâlâ üzerimde hissediyordum.

Utandığımı fark etmiş olsa gerekti ki konuyu değiştirerek “Neler yaptın bugün?” diye sordu, dudaklarımı birbirine bastırarak ona doğru döndüm. “Çalıştım,” dedim ama daha çok senin yüzünden çalışamadım der gibiydim. “Daha sonra halamla oturdum. Normal bir gündü işte.” Daha çok seni çekiştirdik. Bendeki seni anlattım ona. “Senin nasıldı?”

Dudaklarını büzüp “Sıradan,” dedi lakin sanki değilmiş der gibiydi. “Hastalar, muayeneler, pansumanlar falan derken gün bitti.”

“Sizin çalışma saatleriniz nasıl?” diye sordum merakla, gözlerimi ondan ayırmadan. “Yani, bir gün gidiyorsun otuz altı saat kadar çalıştığın oluyor, bir gün akşama gelebiliyorsun, bir gün de birkaç saatliğine gidiyorsun. Bir düzeni yok mu?”

Kafasını olumsuzca sallarken cıkladı. “Duruma göre değişiyor.” dedi sakin bir sesle. “Arada kimse olmuyor, uzun çalışmak zorunda kalıyorum. Arada ameliyatlar oluyor, bitince işim kalmıyor, arada da poliklinik bakıyorum, beşten sonra bitiyor işim.”

Kaşlarım çatıldı. “Harbi çok düzensizmiş ya,” dedim yüzümü buruştururken. “Ben asla yapamazmışım. Tamam, arada bizim de uzayabiliyor çalışma saatlerimiz, sabahladığım günler de oluyordu ama sizinki hep böyle. Çok korkunç.”

Güldüğünde kahkaha sesi arabayı kapladı. “Senin uyku düzenin bozulunca nasıl gergin olduğunu bilmeyen yok,” dedi, göz ucuyla bana bakıp gülmeye devam ederken. “İnsanları çıldırtıyordun.”

“Ben katlanılmaz bir insan mıyım?” diye sordum kaşlarımı çatarken, sesimde bariz bir kızgınlık vardı.

“Değilsin, Naz,” dediğinde hâlâ gülüyordu. Bir tane çakacaktım suratına. “Öyle mi dedim ben?”

“Evet,” dedim kafamı hızlıca sallarken. “Gayet de öyle dedin, Emre.”

“Gerçekten inanılmazsın, Naz.” Kafasını iki yana salladı, hala gülümseyerek. Kırmızı ışıkta durduğunda yüzünü bana çevirdi. “Lafı bu yaşında bile hâlâ başka yere çekiyorsun.”

“Ha şimdi de aptal olduk,” dedim gözlerimi açarak, sesim sinirli çıkmıştı. “duyduğumuzu anlamayacak kadar aptal.” Ellerimi iki yana kaldırdım çatık kaşlarla. “Çok güzel!”

Emre bir an sessiz kaldı. Yüzünde koca bir hayretle bana bakıyordu. “Ben öyle…” dediğinde duraksadı. Önüne dönüp dudaklarını ıslattı, bir süre hiçbir şey söylemedi. Sonra tekrar bana döndü. Gözlerinde şaşkınlık yerini çaresiz bir ifadeye bıraktı. “Yani Naz…” dedi ama tekrar cümlenin devam gelmedi, gülmeye başladı. Öyle içten gülmüştü ki, sinirleri bozulmuş gibiydi. “Ağzımı açarsam sıçsınlar,” dedi sonunda, gülmeye devam ederken. Bunu söyleyince ben de gülmeden edemedim. Ayarlarıyla oynamıştım. Keyfim yerine gelmişti.

Yeşil ışık yanınca tekrar hareketlendi. Dediği gibi yol boyunca hiç konuşmadı. Araçta sadece hafif bir müzik sesi vardı. Arada dönüp ona bakıyor ve sinsice gülüyordum. Daha ilk dakikadan sinirlerini bozmuştum. Bunu hep yapardım, o da susar, bana katlanırdı. Bir kez bile bana bu yüzden kızdığını hatırlamıyordum. Zaten öyle biri olsaydı ona yakın olmazdım hiç. Çocuk Nazlı onun bu hallerini seviyordu: Her yaramazlığına rağmen yanında olmasını, hep sabırlı olmasını, onu hiç bırakmamasını… Ama onu bırakmıştı. Çocuk Nazlı hâlâ çok kırgındı.

Devam edecek...

Loading...
0%