Yeni Üyelik
12.
Bölüm

8. Bölüm - Part 2

@esmacayim

 

8. Bölüm - Part 2

Yaklaşık on dakika sonra geleceğimiz yere vardık. Emre arabayı boş bir yere park edince araçtan inmek için kapı koluna uzandım lakin elini kaldırarak beni durdurdu. “Bekle,” dedi uzun bir aradan sonra ilk kez konuşarak. “Ben açayım,” Gülümsüyordu. Kaşlarını alayla kaldırdı. “Şimdi açmayız diye söylenirsin.”

Şaşkınlıkla ona döndüm. Gözlerime kısarken “Şikayetçi de olduk,” dedim, sesime hayret ekleyerek. “Say say, daha da say sen.” Dudakların araladı konuşmak için ama engelledim. “Tek kelime etme,” dediğimde işaret parmağımı ona uzatıyordum. “gebertirim.”

Kahkaha sesi arabayı kaplarken teslim olurcasına ellerini havaya kaldırıp arkasına yaslandı. Ardından dudaklarına sahte bir fermuar çekerken aracın kapısına uzandı. Ben ise çatık kaşlarla kollarımı birbirine geçirmiş önüme bakıyordum. Araçtan inip etrafından hızlıca döndü. Kapımı açtığında ondan yana bakmadan çantamı sıkıca kavrayıp bedenimi arabadan çıkardım.

Araçtan iner inmez sert bir rüzgâr yüzüme vurdu, saçlarım uçuşurken ilerlemeye başladım. Aynı zamanda ellerimle yüzümü kaplayan saçlarımdan kurtulmaya çalışıyordum. Emre’nin arkamdan kıs kıs güldüğünü işitiyordum ama yine de ondan yana dönmedim. Geldiğimiz restoranın basamaklarını önüne gelince adımlarımı durdurdum ve onun gelmesini bekledim.

Restoran geniş bir sokağın sonunda, köşeye konumlanmıştı. Neredeyse bir kat kadar merdiven üstünde bir yerdeydi. Taş duvarları, kemerli pencereleri bulunuyordu. Otantik bir havası vardı. Dışında böyle sıcacık bir hava varsa içi nasıldı, merak ediyordum.

Bu restoranın adını daha önce duymuştum ama hiç gelmemiştim. Yemek yeme dışında eğlenceli ortamlar da oluyor diye biliyordum. Şarkılar, danslar, karaoke, her şey vardı. Kafa dağıtmak için güzel bir yerdi. Oldukça da müşterisi olurdu.

Emre’nin varlığını bir adım arkamda hissettiğimde merdivenlerden çıkmaya başladım. Aramızdaki bir karış mesafeyi bozmadan arkamdan ilerledi. Kapının önüne geldiğimizde önüme geçti, ardından kafasını benden yana çevirerek gülümsedi. “Açayım,” dedi kapıya uzanırken.

Emre kapıyı ileriye doğru itip açarken benim kaşlarım hâlâ çatıktı. “Aç aç. Maazallah, söylenirim falan. Şikayetçiyim ya ben?” dedim yanından geçip aramızdaki kısa mesafede ondan yana birkaç saniye bakıp ilerlerken. Arkamdan “çenemi sikeyim,” dediğini işitir gibi olsam da umursamadım.

Restoranın içine girer girmez sakin tonlarda çalan bir müzik sardı ilk önce kulaklarımı. İçi de dışı kadar güzeldi. Tavandan sarkan ferforje avizeler hafif sarı ışıklarla her yeri aydınlatıyor, ortama nostaljik bir hava katıyordu. Masalar koyu ceviz ağacından yapılmış, üzerinde kaseler içinde kurutulmuş lavanta ve küçük mumlar yer alıyordu. En son köşede büyük bir sahne vardı, sanırım karaoke veya mini konser yeri için kurulmuştu. Bir de küçük bir pist vardı. Birkaç çift müzik eşliğinde dans ediyordu. Sahnenin karşısında büyükçe bir masa dizilmişti. Gideceğimiz yer orası gibiydi. Çünkü bu mekanda tek kalabalık masa orasıydı.

Emre’den yana dönüp kısa bir bakış attım gideceğimiz yeri teyit etmek adına. Kafasıyla beni onayladığında ilerlemeye başladım. Masaya yaklaştıkça geriliyordum. Avuç içlerimin terlediğini hissetsem de sesimi çıkarmadan yürümeye devam ettim. Masanın önünde durduğumda tüm bakışlar bana döndü, ardından bir adım arkamdaki Emre’ye. Masada on kadar kişi saymıştım. İki kişilik boş yer kalmıştı. Niye bu kadar çoklardı ki şimdi? İmdat ya!

“Gelmiş bizimki,” diye ayaklandı birden siyah kıvırcık saçları olan uzun boylu bir erkek. Yanımıza yaklaştığında Emre’yle kısaca selamlaşmak adına sarılmış, ardından koyu kahve bakışlarını benden yana çevirmişti. Gerilmiştim. “Hoş geldiniz,” dediğinde gülümsüyordu. Ardından elini benden yana uzattı “Ben İbrahim.”

Elini sıktığımda “Parga’dan on yaşında devşirilen balıkçı Monalis’in oğlu?” diye birden hararetle konuşunca birkaç saniye sonra ne dediğimi fark edip gözlerimi utançtan ve şaşkınlıktan kocaman açtım. Dudaklarımı birbirine bastırarak ağlama isteğimi susturmaya çalışıyordum. Dakika bir gol bir, ilk rezilliğimi yapmış olamazdım. Bunu demiş olamazdım. Ama demiştim, Allah seni kahretsin Nazlı ya!

İbrahim birden duraksadı. Neye uğradığını şaşırmıştı. Ben utançtan bütün bedenimin titrediğini hissederken aptal Emre’nin yandan kıs kıs güldüğünü işitiyordum lakin İbrahim’in “Balıkçı Monalis’in oğlu dönme İbrahim,” demesiyle hayretle ona bakmaya başladı. “Dönmek nasıl bir şey, insan nereye döner, döndüğü yer neresidir?” diye devam ettiğinde kahkaha attım. İşte dizi zevki olan birisi! Sonunda Muhteşem Yüzyıl seven biri ile karşılaşmıştım. Hep bu isim esprisini yapmak istiyordum ama böyle bir anda olacağını hiç tahmin etmezdim.

“Nazlı ben,” dedim gülmeye devam ederken. “Böyle bir giriş yapmayı beklemiyordum.”

“Gecenin en harika girişi oldu, kabul edelim,” dedi gülümserken. Emre’den yana döndü sonra. “Neyiniz oluyor bu güzel ve dizi zevki muhteşem olan hanımefendi?” Sorduğu soruyla gülümseyen suratım bir anda soldu. Vereceği cevap beni korkutuyordu. Kimdim ki ben? Niye buradaydım, hangi sıfatla? Neyiydim onun?

“Arkadaşım,” dedi Emre bakışlarını üzerimde gezdirirken. “Çocukluk arkadaşım.” Nefesimi bırakıp dudaklarımı ıslattım. Dümdüz komşunuz, komşu kızı falan demedi neyse ki. Bu da bir şeydi.

Gözlerimi ondan kaçırırken kalabalık masayı incelemeye başladım. Herkes teker teker ayaklanınca kısaca bir isim merasimi falan derken ayaküstü kısaca selamlaşıp el sıkıştık. İbrahim kız kardeşiyle gelmişti. Adı Asya'ydı. Güzel, sevecen biriydi. Onun da abisi gibi kıvırcık saçları vardı. Asya'nın yanında da Selim diye biri oturuyordu. Onun yanında da kız arkadaşı Ayça vardı. Güler yüzlüydü. Dışarıdan bile pozitif enerji yansıtıyordu. Hani bazen tanımadan kendini sevdiren insanlar olurdu ya, hani o enerjiyi hissettirirdi size, Ayça da tam öyle biriydi.

Ayça'nın yanında Ceyda vardı. Erkek kardeşi Fatih'le gelmişti. Onların tam karşısında da Irmak diye biri oturuyordu. Soğuk bir havası vardı. Pek konuşmadı, selam verip oturdu. Yanında da erkek arkadaşı Timur vardı. Irmak'ın aksine oldukça neşeli duruyordu. Zıt kutuplar birbirini çeker misali bir ilişkileri vardı sanırım.

Daha sonra yanımıza kısa, sarı saçlı bir erkek yaklaştı. Siması tanıdık geliyordu. “Hoş geldin, kardeşim,” dedi Emre’ye kısaca sarılırken, ardından bakışları beni buldu. Ona bakarken gözlerimi kısıp yüzünü çıkartmaya çalışıyordum. Gerçekten çok tanıdık geliyordu. Ellerini bana uzatıp “Levent ben,” dediğinde kaşlarımı kaldırdım. Hatırlamıştım şimdi. “Hani şu senin ismim yüzünden sevmediğin.”

Emre Levent’in söylediğine gülerken hâlâ yanımızda duran İbrahim, “o ne alaka lan?” diye sordu merakla. Sonra gözleri şaşkınlıkla açıldığında bir şeyler anlamış gibi “düşündüğüm şey demeyin bana,” dedi kahkaha atarken. Az çok dizi izleyen biri olduğunu anladığımdan onu kafamla onayladım, daha da kahkaha attı. “Bu kızı harbi sevdim.”

“Gayet haklıydım,” dedim üste çıkmaya çalışıp aynı zamanda havada kalan elini sıkarken. Aslında değildim ama geri çekilecek de değildim.

Levent, Emre'nin üniversiteden arkadaşıydı. Emre buraları terk etmeden önce onunla araşırdık o üniversitede olduğunda. Arada da görüntülü konuşurduk. Bir gün yine onunla görüntülü konuşurken Levent girmişti kadraja. Emre de bizi tanıştırmıştı. O zamanlar deli gibi Doktorlar dizisinin tekrarlarını izliyordum ben, e çocuk da bana “adım Levent,” diyince öylece bakmış, ardından da yüzümü buruşturmuştum. Hatta ona “seni hiç sevmedim,” bile demiştim. Şaşkınlıkla bakakalmıştı. Kaşlarını merakla havaya kaldırıp “O niye ya?” diyerek nedenini sormuştu. “Adın yüzünden,” demiştim, daha da şaşkın bakmıştı. Emre ise olayı anladığından bakışlarını telefondan uzaklaştırıp deli gibi gülüyordu.

İbrahim gülmeye devam ederken Levent'in bakışları tekrar beni buldu. “Dizideki adam evleneceği gün kadını terk ettiyse bunda benim suçum ne?” diye hayretle konuşunca, İbrahim’le aynı anda “Çünkü o Doktor Levent,” dedik.

İbrahim ve ben birbirimize bakıp gülerken Levent şok olmuş şekilde bize bakıyordu. “Ben size hiçbir şey demiyorum,” diyerek arkasını dönüp sandalyesine geri tünedi. Yanındaki yerde de kız kardeşi Ceren oturuyordu. Irmakların hemen yanındaydılar.

“E biz de oturalım madem,” diyen İbrahim'e kafamı olumlu anlamda salladım. O yerine otururken ben de boşta kalan yere geçmek için hareketlendim. İbrahim'in tam karşısındaydı.

Emre yanımdan geçip sandalyemi çekince kaşlarımı çattım. Bakışlarımı ondan yana çevirdiğimde başımı sağa yatırdım. “Buna da söylenmem, merak etme,” diye mırıldandım. Bana resmen şikayetçi demişti ya, inanılmaz! Bir de yüzüme yüzüme söylemişti. Evet, arada mızmızlanan biri olsam da yüzüme yüzüme söylenir miydi böyle bir şey ya? Düşmanına demezsin. Sabır çektiğini işitsem de umursamadım. Üstümdeki ceketi çıkarıp ondan yana bakmadan çektiği sandalyeye oturdum. O da Levent’le benim aramdaki boş sandalyeye geçti.

Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırırken masanın altında ellerimle oynuyordum. İlk saniyeleri rahatlıkla atlatmıştım ama bundan sonrası nasıl devam edecek merak ediyordum. Doktorların ciddi, ketum, pek gülmeyen birileri olduğunu düşünüyordum hep. Yani hastanede denk geldiklerim hep öyleydi. Emre de genelde ciddi bir kişiliğe sahipti. O yüzden İbrahim’le tanışınca biraz şaşırmıştım ve az da olsa bu üzerimdeki gerginliği atmıştım. Espriden anlayabilen doktorlar da varmış.

İbrahim, “Ee, Nazlı,” diye bana seslenince kafamı kaldırıp ona baktım. Merakla kafasını iki yana sallarken “Sen ne iş yapıyorsun?” diye sordu. O sırada garsonlar masaya ortaya karışık bir şeyler getiriyordu. “En yenimiz sensin, anlat bakalım.” Tüm bakışlar üzerimde hissetsem de gerilmemeye çalıştım. Bir yerde en yeni olmak her daim strese sokardı adamı. İlk işe girdiğinde senden sonra yeni biri başlayana kadar diken üstünde gezerdin. Sınıfa son girdiğinde tüm gözler üzerinde olurdu. Okul değiştiğinde yeni kız, lafı seni bulurdu. Yeni bir şey olduğunda hep fark edilirdin. Sen hep gerilirdin.

“İç mimarım ben,” dedim gözlerimi İbrahim’e dikince, sesim oldukça samimiydi. Daha sonra kaşlarımı kaldırıp onlara baktım. “Sizler peki?” dedim merakla. “Hepiniz doktor musunuz?”

“Yok,” dedi Asya. “Ben daha öğrenciyim. İşletme okuyorum, son sınıf.”

“Ben de psikologum,” diyen Ayça’ydı. Yüzündeki tebessüm sıcacıktı. Yemin ederim bu kıza manyak ısınmıştım.

“Ay benimkini de düzeltebilir misin?” dedim heyecanla. “Şu arkadaş,” dediğimde Emre’yi gösteriyordum. “ayarlarımla oynuyor da sürekli.” Emre kaşlarını çatmış bana bakıyorken diğerleri söylediğim şeye gülmüştü.

“Ne yaptın lan kıza?” diye sordu Selim. Üç numara saçlarına ellerini götürürken hâlâ gülüyordu.

“Anlatsana, anlat biricik arkadaşın da bilsin,” dememle İbrahim ve Selim kahkahayı patlatmıştı.

“Bu kız bir harika,” diyordu İbrahim.

Emre önündeki bardağı dudağına götürüp “Ağzımı açarsam şerefsizim,” diye mırıldandı. Suyundan bir yudum aldıktan sonra bana döndü. “Bir de birlik olduğun heriflere bak!” Sesindeki ümitsiz tınıya kahkaha atmak istemiştim. Selim ve İbrahim'den bahsediyordu.

“Nikah şahitlerinden bahsetme şekline kırıldım yalnız kardeşim,” diyen İbrahim’e gözlerim açık bir şekilde bakmaya başladım. Ne şahidi, ne şahidi?

“Emre sen evleniyor musun?!” diye yükseldim birden. Benim niye haberim yoktu, ne demek evleniyordu? Şaka mıydı? Yoksa cidden… Ay yok! Valla çöker ağlardım şunca kişinin ortasında. Hiç utanmadan ağlardım. Hazır değildim. Hiç hazır değildim hem de. İmdat ya! Koca bir imdat!

“Evet,” dedi Levent sanki normal bir şey söylüyormuş gibi. Aynı anda Emre, “Ne evliliği Naz?” diye itiraz etti. Bunlar ne diyordu, ağlayacaktım şimdi!

“Şimdi evleniyor musun, evlenmiyor musun?” diye sordu merakla Ceyda. Benimse kızgın bakışlarım Emre’nin üzerindeydi. Bir elini alnına yaslamış neden burada olduğunu sorgular gibi bakış atıyordu ama umurumda değildi, hemen cevap versindi!

“Evleniyor,” diye yineledi Levent. Sesi oldukça ciddiydi.

Ayça “Kiminle?” diye sordu merakla.

“Benimle.” Dedi Levent, gözünü kırpmadan. Duyduğum şeyle gözlerim kocaman açılmıştı. Bakışlarımı hızlıca Emre’den çekip biraz masaya yaklaşarak Levent’e doğru çevirdim.

“Ne?”

“Abi sen evleniyor musun?” Ceren şaşkınca abisine bakıyordu.

“Bir halt anladıysam ne olayım,” diyen Timur’du. Irmak kafasını yılgın bir şekilde iki yana sallıyordu. “Bu üç salak…” derken İbrahim, Selim ve Levent’ten bahsediyordu. “Sabah sabah biraz boş yaptılar da, onun dalgasını geçiyorlar kendilerince.”

“Kırıldık yalnız Irmak Hanım,” dedi İbrahim alınmış gibi yaparak. Aynı zamanda bir elini kalbine götürmüştü. Ay kırıl İbrahim! Kalpten gidiyordum şurada!

“Sence bu benim umurumda mı?” Sırtını sandalyeye yaslarken gözlerini devirmişti.

“Şimdi düğün var mı yok mu?” Fatih’in sorusuyla herkesin bakışı ona dönünce Ceyda kafasına bir tane geçirdi. “Anlama kıtlığını evde bırak demedim mi ben sana?”

“Üf abla yani, sen de. Herkes bir şey saçmaladı, kafam almadı.”

“Var mıydı ki?”

Ceyda ve Fatih arasındaki kardeş zorbalama olayına istemsizce gülmüştüm. Aklıma abilerimle olan anlarım geldi. Biz de hep böyle yapardık. Serdar abim şu an evli olduğundan onunla eskisi kadar zorbalaşamazsak da Giray abimle devam ederdi bu durum. Eve gidince biraz döveyim bari onu. Özlemiştim.

Bir süre daha havadan sudan boş sohbetler ettik. Yalan yok, buraya gelmeden önce hastane muhabbeti falan döner sanıyordum. Çoğu doktor olunca gayet olabilecek bir şeydi bu ama böyle bir şey olmamıştı. Kafa dağıtmak istediklerinden işi işte bırakmış gibilerdi. Hatta birazcık tanımış olsam da az çok üzerindeki ciddi kişiliği fark ettiğim Irmak bile iş konuşmuyordu. Gülüp eğleniyordu hepsi.

İlk geldiğimdeki o gerginlik üstümden tamamen gitmişti. Zaten ortama ayak uydurmakta zorlanan biri değildim. Sadece Emre’nin arkadaşları diye geriliyordum ama bir sorun olmamıştı, güzel anlaşmıştık hepsiyle.

Öğrendiğim kadarıyla Irmak, Selim, İbrahim, Levent, Ceyda, doktordu. Tuğba diye biri daha vardı aralarında o da gelecekmiş ama işi çıktığından bu geceyi pas geçmek zorunda kaldığını söylemişlerdi. Diğerleri de benim gibi birine eşlik eden kişilerdi. Ayça Psikolog, Asya ise öğrenci olduğunu söylemişti. Ceren de fotoğrafçılık yapıyormuş, Timur Avukat, Fatih de Asya gibi hâlâ öğrenciydi. Makine Mühendisliği okuyormuş.

Hepsinin neredeyse iki üç ayda bir yanına birini getirerek buluştuklarını öğrendim. Gelenek gibi bir şey olmuş kendi aralarında. Dediklerine göre hepsinin tek boş olabileceği günün bir daha denk gelmesi zaten iki üç ayı anca buluyormuş. Onlar da denk geldikçe yapıyormuş. Bence inanılmaz tatlı bir şeydi. Herkes iyice kaynaşmış oluyordu bu sayede. Bu da Emre'nin onlarla ilk seferiydi ve beni getirmiş olması içimi kıpır kıpır yapmıştı.

Daha sonra keyifli sohbetler eşiğinde gelen yemekleri yemeye devam ettik. Sofrada zaten yok yoktu. Bir ara herkes kendi arasında sohbet dönmeye başladı. O sırada İbrahim de bakışlarını bana çevirdi.

“İç mimarlık nasıl Nazlı?” diye sordu merakla. “Genel anlamda neler yapıyorsunuz?”

“Mekan tasarlıyoruz,” diyerek başladım söze gülümserken. Emre’nin bakışlarını üzerimde hissediyordum. Ondan yana dönmeden devam ettim: “Sürekli yeni şeyler düşünüyoruz, kafamızın içinde bir mekana binlerce farklı yaratıcı fikir oluşturuyoruz. Sadece renk uyumu, ya da mobilya seçmekten ibaret değil olay ama genelde dışarıdan öyle anlaşılır.” Yüzüme kısa bir tebessüm yerleştirip içeceğime uzandım. “Evet, estetik önemli,” diye devam ettim. Elimdeki bardaktan bir yudum içerken dudaklarımı ıslatıyordum. “Ama olay bundan ibaret değil. İşin büyük bir kısmı tamamen fonksiyonel bir alan yaratmak üzerine. Yani bir mekan hem güzel görünmeli, hem de kullanılabilir olmalı. Düşünsenize, tasarım harikası bir mekan yapıyorsun. Dışarıdan ‘aa, ne estetik,’ falan diyorsun ama içine bir giriyorsun ve rahat hareket edemiyorsun, o estetik algısı bir anda gözünde yok olup gider. Bu da tamamen başarısız bir işle sonuçlanır.”

“Vay be,” dedi Ayça şaşkınca bakarken. “Fazla detaycılık istiyor sanırım.”

“Hem de ne detay,” dedim gülümseyerek. “Mekanın nereden başlayıp biteceğinden tut, ışık aydınlatmasına, renklere, kullanılan malzemenin cinsine kadar her şeyi takip etmek zorundayız.”

“Peki en zor kısmı ne?” Soruyu soran Ayça’dı. Ona dönerken bir süre düşündüm. “Bence en zoru müşterilerin hayallerini anlamak,” dedim kafamı sallarken. “Çünkü herkesin hayali farklı ama anlatım biçimleri biraz muğlak. Sıcak ortam diyor misal? Bu sıcaklık tam olarak nasıl bir şey? Doğal ışık mı, pastel tonlar mı ya da ahşap tonlar mı? Onların kafasındaki fikri netleştirmek bazen günlerimizi alabiliyor.”

Sonra hafifçe gülümsedim. “Ama işin eğlenceli tarafı da bu. Onun kafasındaki şeyi ben binbir çeşit kategoriye ayırarak kafamda birbirinden farklı mekanlar yaratıyorum. Oyun gibi bir şey benim için. Kafada güzel kuruyorum.”

“Onu bilmez miyiz?” diye mırıldandı Emre yandan yandan konuşurken.

“Efendim?” dedim iğneleyici bir tonla.

Dudaklarını büzüp kafasını iki yana salladı. “Yok bir şey.”

“İnşallah.”

“Ay Nazlı, çok güzel anlattın. Bir ara kesinlikle benim kliniğe gelip bi bakmalısın. Mekanı yenilemek istiyorum.” Ayça’ya dönüp gülümsedim. Kafamı sallarken “Elbette,” dedim. “Bakarım tabii ki. Sen numaranı ver. Boş bir anımda uğrarım sana.”

“Ay çok iyi olur.” İkimiz de birbirimize numaramızı verdikten sonra yemeğimize devam ettik.

Yemek yeme faslı bitmişti. Bazıları kendi arasında sohbete devam ederken bazıları da ayaklanmış dans ediyordu. İbrahim, Emre, Asya, Selim ve Ayça masada oturuyordu. Asya ve Ayça lavaboya gitmek için ayaklanırken ben önümdeki çikolata kaplı güzellikle içli içli bakışıyordum. Çikolatalı her şeye bayılırdım. Ağzımın sulandığını hissettiğim an hemen çatalıma uzandım. Bir parça aldıktan sonra tam çatalı ağzıma götürüyordum ki Emre bileğimden tutup beni engelledi. Hızlıca çatık kaşlarla ona döndüm. Yemeğime karışılmasından nefret ettiğimi bildiği halde neden böyle bir şey yaptığını sormak için dudaklarımı araladım lakin ben daha konuşmadan “Yeme onu,” demesiyle kaşlarımı daha da çattım. Suratımda bariz bir merak vardı.

“O niye?”

“İçinde yer fıstığı var.”

Söylediği şeyle çatık kaşlarım birden yumuşarken yüzüme aptal bir tebessüm yerleşti. Ellerimdeki çatalı bıraktım ama çikolatalı bir şey yiyemediğim için suratım hâlâ asıktı.

İbrahim merakla “Varsa ne olmuş?” diye sorduğunda ona döndüm. Dudaklarımı büzerek “Alerjim var,” dedim. “Fazla alırsam inanılmaz etkiliyor.”

“Anaflaksi geçirebiliyor,” diye mırıldandı Emre. Sonra benden yana döndüğünde kaşlarını havaya kaldırdı. “İğne taşıyor musun sen yanında?”

Kafamı olumsuzca iki yana salladım. “Pek değil,” dedim omuz silkerken o ise benim bu kayıtsızlığıma kaşlarını çatarak bakıyordu. “Unutuyorum genelde.”

“Nasıl unutursun?” diye söylendi, sesi oldukça sinirli çıkmıştı. “Ya şimdiki gibi bir anda yemeye kalksaydın? Canını sokakta mı buldun sen?”

“Emre!” Sesim uyarır gibi çıkmıştı. “Abartmasan mı? Genelde dışarıda bir şey yemediğim için aklıma gelmedi işte.” Sinirlenmiştim. Bu kalabalığın içinde boş boş bana yükselmesine gerek yoktu.

“Abartmıyorum, Naz. Söz konusu olan şey senin sağlığın.”

“Abartıyorsun.” Ona çatık kaşlarla bakmaya devam ediyordum. O da bana.

“Naz!”

“Emre!”

“İbrahim!”

Üçüncü bir sesle birlikte Emre ile birbirimize olan gergin bakışlarımızı İbrahim'e çevirdik. Ellerini kıvırcık saçlarına geçirince “çok güzel pas geldi, araya girmeden duramadım,” dedi alaylı bir sesle. Ona gözümü devirmeden edemedim. “O değil de,” diye devam ettiğinde pastasından bir çatal aldı. İçim gitti üzüntüden. “Kaçtır fark ediyorum da yanlış duydum sandım. Emre niye sana Naz diyor?” Kafasını Emre’ye çevirince merakla iki yana salladı. “Kızın adı Nazlı değil mi?”

Emre, “Evet, Nazlı,” diye onu onaylarken ben de nefesimi bırakıp bakışlarımı çikolatalı güzel görünümlü bebekten çekmeye çalıştım. Çok canım çekmişti, imdat ya!

“E sen niye Naz diyorsun?”

“Keyfim öyle istiyor.” Yerine yaslanıp garsona bir el hareket yapınca yüzü hâlâ gergindi. Bana olan siniri devam ediyor gibiydi ama umurumda değildi. Ortada onu ilgilendiren bir durum yoktu.

“Senin keyfin öyle istiyor diye kıza niye başka isimle sesleniyorsun lan?”

“Sana ne oğlum.”

“Çocukluğumuzdan beri öyle seslenir,” diye araya girdim. “Gerçi son…” derken durdum, devam etmedim. Son dört yıldır diye devam edecektim, vazgeçtim. Kafamı iki yana sallarken çatık bakışlarımı Emre'ye çevirdim. “Neyse, burada bunu konuşmayacağım.”

Ona sinirliydim. Önüme dönmüş çikolatalı şeyle bakışıyordum sadece. Bu gece çikolatalı bir şey yemezsem içim şişer gibi hissediyordum ama aptal Emre’ye sinirimden söyleyemiyordum. Alerjim olduğunu hatırlamasına mal mal mutlu olmuştum ama bana böyle yükselip kızması beni ayar etmişti. Çocuktum sanki ben?

Oflayarak dans edenleri izliyordum. Odun herif, bir dansa bile kaldırmıyordu zaten. Ne bokuma getirmişti beni buraya o zaman? Aptal, koca bir aptal!

Ellerim telefonuma kaydığında birden önüme bir tabak yerleşti. Bir dilim pastaydı. Hem de çikolatalı! Yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştiğinde bakışlarımı garsona çevirdim. “Ben böyle bir şey istememiştim,” dedim merakla. Yanlışlıkla başkasınınkini de yemeyelim şimdi.

“Beyefendi istedi,” derken Emre'yi işaret ediyordu. Garson yanımızdan uzaklaşırken şaşkınlıkla kafamı Emre'ye çevirdim. Hangi ara istemişti?

“Bakma öyle,” dedi. “çikolatalı bir şeyler yemek istediğini biliyorum. Çocukluğundan beri yemezsen rahat etmesin sen. Kafayı takarsın.”

“Takmam,” diye söylendim yüzümü buruşturarak. Yalan. Tabii ki takardım ve onun bunu hâlâ hatırlıyor olmasına şaşırıyordum.

“Takarsın,” diye yinelerken kaşlarıyla tabağı işaret etti. “Ye hadi.”

“Yemeyeceğim.” Yemek istiyordum! Çok güzel görünüyordu.

“Naz, inatlaşma.” Soluğunu bırakıp gözlerini bana dikti. “Yemek istediğini biliyorum.”

“İstemiyorum.”

“İstiyorsun.”

Pes edercesine nefesimi bıraktım. “Peki peki, istiyorum.” Daha fazla uzaktan bakamayacaktım. Çatala uzanıp hızlıca bir lokma alıp ağzıma götürdüğümde gözlerimi kapattım. Çikolatanın damağımda bıraktığı tada mest olurken keyfimin yerine geldiğini hissediyordum. Bu kadardım ben işte. Hemen yumuşardım. İki güzel şeye böyle kanardım. Zaten pek kin de tutamazdım.

“Anlaşma şekliniz mükemmel yalnız,” diyen Selim'di. Gözlerimi önümdeki harikulade şeyden ayırıp ona baktım. Gülümsediğini gördüm.

“Valla film gibi izliyorum anasını satayım.” İbrahim kısa bir kahkaha attı. “Emre’yi şurada iki aydır tanıyorum, iş dışında kimseyle böyle ilgilendiğini görmedim. Adam bizi kaale alıp tartışmıyor bile.”

“Harbi abi, götüne takmıyor kimseyi.”

Emre onlara gözünü devirip cevap vermezken ben öylece utandım. Ay valla çok manyak utandım. Niye utandım bilmiyorum ama utandım işte.

“Al bak, yine sallamadı bizi,” diye sızlanmaya devam etti İbrahim.

İbrahim kendi kendine söylenmeye devam ederken dans müziği yerini eğlenceli bir parçaya bıraktı, o an içimde bir kıpırtı oluştu. Sonunda gecenin o eğlence kısmı başlıyordu ve ben oynamadan asla duramazdım. Şu tatlıyı bitirip birini kaldırarak oynamalıydım.

İbrahim, dikkatini Emre’den çekip sahneye doğru döndü. “Ben buna oynarım aga,” dedi, bir yandan da ritme ayak uyduruyordu.

O sırada Asya ve Ayça lavabodan dönmüş, Irmak ve erkek arkadaşı Timur dans etmeyi bırakıp masaya oturmuştu. Levent, onu zorla sahneye çıkaran Ceren’den kurtulmuş, derin bir nefesle yerine dönüyordu. Ceren ise mırın kırın ederek sandalyeye oturdu.

İbrahim, kardeşi Asya’yı kolundan çekiştirerek, “Kalk kız, oynayalım!” dedi. Asya isteksizce yerinden doğrulurken İbrahim bu sefer Selim’i de sahneye çağırdı.

“Valla hayır demem aga, geliyorum,” diye yanıtladı Selim.

“Beni de götürün!” diye içimden geçirirken bir yandan da masada oturmaya devam ediyordum.

Asya, kolunu İbrahim’in elinden kurtararak, “Bir rahat ver, kendim gelirim,” deyip ilerledi.

Onlar herkesin toplandığı yere geçerken ben de tatlımdan yiyip asık suratla onları izliyordum. İbrahim ve Selim kendi aralarında dönmeye başladı. Asya ve onlara sonradan katılan Ayça alkışlayıp gülüyordu. Mekandan birkaç masa daha kalkmış oynuyordu. Mekan iyice şenlenmişti. Emre asla bu topların adamı olmadığından oturmaya devam edecekti böyle.

İlk şarkı bittiğinde İbrahim bizden yana yaklaştı. “Kalkın lan,” diyordu Emre ve Levent’e. Emre bana bulaşma der gibi elini kaldırdı.

“Ağır abidir o, gelmez,” diye mırıldandığımda bakışlarımı tepemde dikilip oynayan İbrahim’e çevirdim. Daha fazla dayanamayacaktım. Pastamdan son lokmayı da ağzıma atıp hemen ayaklandım. “Ama ben gelirim,” dedim neşeyle.

“Gel gel,” diye güldü İbrahim, pistteki yerine dönerken.

Emre’ye dönüp tepeden baktım. “Gidiyorum ben,” dedim kısık bir sesle.

“Gitmezsen oturduğun yerde patlayacaktın, git.”

“Sus be.”

Ben ilerlerken “Çok canım çekti, ben de oynayacağım,” diyen Ceren de hemen peşimden geldi. Piste geçer geçmez müziğe kendimi kaptırıp oynamaya başladım. Bayılıyordum böyle samimi ortamlara. Doktor da olsa eğlenmeyi bilenler candı ya. Salak Emre, otursun öyle.

Ana bana bana bana kar yolla

Kar yolla kar yolla

Ana bana bana bana kar yolla

Kar yolla kar yolla

Şarkıya eşlik ederek Ceren’le sırt sırta vermiş oynuyorduk. Kızlardan Ceyda ve Irmak masada oturmuş telefonda birbirlerine bir şeyler gösteriyordu. Emre de Levent’le sohbete dalmıştı. Ayça ve Asya da bizim yanımıza yaklaştı. Dördümüz de gülerek şarkıya eşlik ediyorduk. Aynı gün tanıdığım insanlarla benim samimiyetin geldiği nokta şaka olmalıydı ama ben böyle biriydim işte. Hemen ayak uydururdum ortama. Ruhumda vardı.

Kar bulamazsan yar yolla

Yar yolla yar yolla

Kar bulamazsan yar yolla

Yar yolla yar yolla

İbrahim şarkıya eşlik ederek bizden yana yaklaştı. “Şu arkadaşa da bir şeyler öğret,” diyordu yanımda oynamaya devam ederken. Emre’yi işaret ettiğinde gülmeden edemedim. “Soğuk nevale.”

“Emre böyledir, ağır abi takılmayı sever.”

“Belli,” dediğinde gülüyordu. Oynamaya devam ederken kafamı kaldırmış Emre’den yana bakmıştım kısaca. Levent’le konuşmasını kesmiş bana bakıyordu. Ay ama yani gerilirdim ki ben onu beni izlediğini bilirken. Rahat oynayamazdım.

Yüzünde tuhaf bir ifade görür gibi olmuştum. Sert bakışları vardı. Sanki çenesi kasılmış, vücudu gerilmiş gibiydi. Neyine gerilmişti ki? Hem İbrahim’e mi öyle bakıyordu o?

Onun bu tuhaf halinin üzerinde durmamaya çalışarak kızlara biraz daha yaklaştım. Şarkı bitene kadar oynamış, yorulduğumu hissedince “Benden bu kadar,” diyerek geri yerime tünemiştim. Emre’de oturduğumdan beri gözünü kırpmadan bana bakıyordu.

“Rahatladın mı bari?” diye sordu alayla.

Sırtımı sandalyeye yaslayarak yerimde gevşedim. “Rahatladım valla.” Sesim oldukça keyifli çıkmıştı.

Birkaç şarkı daha çalmıştı, daha sonra da karaoke için sahne açılmıştı. Birkaç kişi sahne alınca keyifle onları dinledim. Çok güzel sesi olanlar vardı. Irmak Timur’un zoruyla sahneye çıktığında masadaki herkesten şaşkın nidalar çıktı. Timur onun sesini beğendiğini söylerken diğerleri Irmak’ın güzel sesi olmasının şaşkınlığını yaşıyordu. Anlaşılan Irmak da Emre gibi kendini pek açan biri değildi.

Sahneye çıktığında Sezen Aksu’dan Bir Zamanlar Deli Gönlüm söylemişti. Bu şarkıya bayılırdım ve onun sesi müthişti, inanılmaz güzel söylemişti. Kulağa huzur veriyordu. Şarkı söylediği süre boyunca masadakiler ıslık çalıp durdu. Timur ise büyük bir aşkla onu izliyordu. Ay valla çok güzellerdi. Güzel aşklar görünce ağlayasım geliyordu benim.

Şarkı bittiğinde Irmak gülümseyen suratla masaya yaklaştığında Timur ellerini tutup öpücük bırakınca “Sen de ne ses varmış be Irmak,” diye yükseldi İbrahim. “Bizi niye mahrum bırakıyorsun?”

Irmak yerine oturup ona doğru döndü. “Hak etmediğindendir.”

“Bu gece hak ettik mi bari?”

“Hayır,” dedi Irmak çok net bir şekilde. “Sevgilim içindi bu.” Timur’a döndüğünde gözünün içi parlıyordu. Timur iki elini tutup tekrar öptü.

“Ay,” dedim dayanamayarak. İki elimi çenemde birleştirirken yüzüme imrenen bir gülümseme yerleşti, onlara doğru biraz daha yan dönerek eğildim. “Çok güzelsiniz ama siz.”

Irmak kafasını eğip bana baktı. Yüzüne tatlı bir tebessüm yerleştiğinde. “Sağ ol, Nazlı'cım,” dedi. “O senin güzelliğin.”

Herkes Irmak’ın sesine itiraf ederken Emre bana bakmaya devam ediyordu. Ona ne oldu der gibi başımı salladığımda gözlerini kaçırarak yok bir şey dercesine omuz silkti ve önüne döndü. Bu da bir tuhaftı. Masadan kalkıp oynamaya başladığımdan beri bana bakıyordu.

Garsonlar içecek servisi yaparken “Nazlı sen de söylesene bir şeyler,” dedi neşeyle İbrahim. Ona bakarken yüzümü buruşturdum. Kafamı iki yana sallayıp “Sesim kötü benim,” diye mırıldanırken bakışlarımı Emre’ye çevirdim. O ise çatık kaşlarla İbrahim’e bakıyordu. “Emre’nin güzeldir sesi, o söylesin.”

Hepsi bir anda Emre’ye döndü. “Hadi canım!” diyen Selim’di.

“Yok artık!” İbrahim kocaman açtığı bakışlarla Emre’ye bakıyordu. “Siz soğuk nevaleler sesinizin güzelliğini gizlemek için mi böylesiniz?”

Emre elindeki içeceği yudumlarken gözlerini bana çevirdi. Kaşlarını çattığını görünce dudaklarımı ısırdım gerginlikle. Bunu söylememden hoşlanmamış gibiydi. “Beni şunların diline niye düşürüyorsun?” Sesi bıkkın ve hafif sitem doluydu.

“Nerden bileyim bilmediklerini, Allah Allah!” diye yükseldim, önümdeki bardağa uzanarak. Tamam, bilmelerini istemiyor olabilirdi ama benim suçum neydi? Söylemek istemediğini bilseydim söylemezdim. Normal bir şeyi gibi ağzımdan çıkmıştı işte. “Hem bilseler ne olacak sanki?”

Kafamı yılgınca iki yana sallarken elimdeki içeceği dudaklarıma götürdüm lakin Emre birden bardağı elimden alınca şaşkın bir şekilde ona döndüm. “İçme onu.” dedi bardağı masaya bırakırken. “Alkollü.”

“Yani?” Kafamı hayretle iki yana sallıyordum.

“Seni ben getirdim buraya Naz,” dediğinde eee der gibi kafamı salladım. “evine bırakırken alkol alman doğru olmaz.”

“Abartmasan mı?” dedim hayretle. “Bir bardağa sarhoş olacak değilim.”

“Çocuk mu lan kız?” diye araya girdi İbrahim alayla. Diğerleri kendi arasında sohbet ediyordu. Neyse ki herkes bizim şu saçma muhabbete odaklanmamıştı.

“Evet çocuk!” diye yükseldi birden Emre. Duyduğum şeyle tüm bedenim titredi bir anda. Kalbim kırıldı gibi hissettim sanki. Çocuk mu? Beni hâlâ çocuk olarak mı görüyordu?

Onu sevmeye başlarken onun beni sevmesine ümit bağlamadım ben hiç. Sadece sevdim işte. Öylece sevdim. Öyle saf, öyle temiz, öyle masum bu küçük kalple sevdim ben sadece onu. Beni sevmesini beklemedim. Beni sevmek gibi bir zorunluluğu yoktu. Ama çocuk? Bu fazlaydı. Bu fazla kalp kırıcıydı. Beni hâlâ o beş yaşındaki çocuk olarak görmesi onu seven kalbim için fazla acı verici bir şeydi. İçim acıyor gibi hissettim.

Gözlerimin dolduğunu hissetmiştim ama ona bakmamaya ve bu ortamda ağlamamaya çalıştım. İçimde yarattığı depremin kalıntılarını gizlemek için çabaladım. Yaptığı hiç hoş değildi. Bunca kişinin içinde böyle yükselmesi çok yanlıştı.

Bize doğru bazı bakışlar hissetsem de kafamı kaldırmadım. Sinirliydim. “N'oldu kardeşim?” diye sorduğunu işittim Levent’in.

“Yok bir şey,” diye geçiştirdi onu Emre. Şu an onun sesini bile duymak istemiyordum.

“Valla ben de anlamadım.” İbrahim'in sesi oldukça şaşkın çıkmıştı.

“Biraz gerginlik var üstümde, kusura bakmayın,” dediğini nefesini bıraktı. Sesi mahcup gibiydi. Bana baktığını hissediyordum ama inatla ona dönmüyordum. Önümdeki atıştırmalıklarla oynuyordum. “Size yansıtmak istemedim.”

“Sorun yok aga,” dedi Selim. “Olur öyle şeyler.”

Onlar konuşmaya devam ederken benim bir an önce şu ortamdan birkaç dakikalığına da olsa kaçmam gerekiyordu. Kafamın içinde dönüp dolanan çocuk lafı yüzünden her an ağlayabilirim gibi hissediyordum.

Masadan destek alarak hızlıca ayaklandım. Emre kollarımdan tuttuğunda “Nereye?” diye sordu sakin bir ses tonuyla.

Ateş saçan bakışlarımı harelerine diktim. “Lavaboya,” dedim, sesim sinirli çıkmıştı. Sonra kaşlarımı çatarak ekledim. “Ha çocuğum ya ben, yolu bulamam falan diyorsan gel göster.”

“Naz,” diye fısıldadı. “Yanl-”

Sandalyenin arasından bedenimi çıkarıp “Kes sesini!” diyerek lafını böldüm. “Geri zekâlı.”

Masadaki çantamı ve telefonumu aldıktan sonra ondan yana bir daha bakmadan buraya gelmeden önce nerede olduğunu gördüğüm lavaboya doğru ilerlemeye başladım. Arkamdan İbrahim’in “Bu kız bir harika,” dediğini duyar gibi oldum. Daha sonra sesler kesilmişti.

Lavaboya girdiğim gibi direkt kendimi boş bir tuvalete atıp kapıyı kilitledikten sonra kapağı kapalı klozetin üstüne peçete koyarak oturdum. Telefonum ve çantamı kucağıma koyarken dirseklerimi de bacağıma yaslayıp avuç içlerimi alnıma bastırdım. Saçlarım önüme düşmüştü ama umursamadım. Üstümdeki siniri ve kırgınlığı bir an önce atmam gerekiyordu. Birkaç kez nefes egzersizi yapmaya çalıştım ama bir bokuma yaramadı. Daha de sinirlendim.

“Sensin çocuk!” diye söyleniyordum kendi kendime. Ağlamak istiyordum. Hıçkıra hıçkıra sabaha kadar oturup ağlamak istiyordum. Bugün halamla konuştuktan sonra nasıl rahatlamıştım oysa. Seni kardeşi gibi görmüyordur o çocuk demişti ama öyle görüyormuş işte. Hâlâ çocukmuşum onun için.

Masada İbrahim ve Levent de kardeşlerinin alkol almasına izin vermemişti. Abim olsaydı o da bana aynısı yapardı. Ama Emre abim falan değildi. Ben de onun kardeşi değildim. Bana bu boktan muameleyi yapmamalıydı. Bana çocuk dememeliydi. Tamam, sevmesin beni. Bu önemli değil, sevmesin. Ama kardeş gibi de görmesin. Çocuk demesin. Yapmasın bunu.

Ama yapmıştı.

“Geri zekâlı, aptal!” diye söylendim burnumu çekerken. “Kuş kadar beyniyle bana doktor olmuş!”

Bir süre daha öylece oturdum. Daha fazla burada kalmaya devam edersem dikkat çekebilirdim ve o beyinsiz de dan diye buraya gelebilirdi. Bugün mal mal hareketler yapmakta üstüne yoktu. Bunu da yapardı.

Son bir kez daha derin bir nefes egzersizi yapmayı denedim. Tabii ki yine işe yaramadı. Gözlerimi devirdim, sonra ayaklanıp peçeteleri çöp kutusuna attım. Tuvaletten çıkıp ellerimi yıkamak için lavaboya yaklaştım. Telefon ve çantamı bir kenara bıraktım, musluğu açarken aynadaki suratıma bakıyordum. Makyajım dağılmamıştı neyse ki. En azından buna sevinebilirdim.

Ellerim soğuk suya değdiğinde ilk başta kısa çaplı bir irkilme gelse de bir süre sonra suyun serinliğine alıştım. Sonrasında ellerimi kurulamak için bir peçete alıp kuruladıktan sonra çantama uzandım. Rujumu tazelemek için çantamı karıştırırken kapı açılma sesi işitince bakışlarım istemsizce o yöne kaydı. Saçlarımın bir kısmı yanağıma düşerken gördüğüm kişiyle az kalsın çantamı elimden düşürüyordum.

“Gökçe?” diye mırıldandım şaşkınlıkla. Çantamı aldığım yere geri bırakırken o da kapıyı kapatıp ağır adımlarla yanıma doğru yaklaştı. “Senin ne işin var burada?”

Adımlarını önümde durdurduğunda yüzünde tuhaf bir duygu vardı. Nefretle bakıyordu sanki. Kaşları çatılmış, bedeni gerilmişti. “O sendin demek?” diye tısladı dişleri arasından.

Söylediği şeyden hiçbir şey anlamıyordum Şaşkınca yüzüne baktım. “Ne bendim?” dedim başımı hafif yan yatırarak.

“Benim yerime getirdiği o kişi.”

Kaşlarım çatıldı. “Ne saçmalıyors-” Soğuk bir sesle konuşuyordum ama lafımı bitirmeme izin vermedi.

“Anlamıyorum numarası kesme bana!” diye yükseldi.

“Anlamıyorum çünkü!” diye ben de sesimi yükselttim. Artık sabrım tükenmişti. “Buraya gelmemden bahsediyorsan Emre davet etti, geldim.”

“Ne sıfatla?” dedi, küçümseyen bir tonla.

“Arkadaşı olarak,” dedim iyice sinirlenmeye başlarken. “Hem senin derdin ne?” Kafamı hızlıca iki yana salladım, kaşlarım çatıldı. “Burada olmamdan rahatsızsan bunu benimle değil, Emre’yle konuşacaksın.”

“Senden en başından beri haz etmedim,” diye itiraf etti birden. Aa ne tesadüf, ben de öyle demek istedim ama ona “yani?” der gibi bakmaya başladım.

“Bu noktada üzülmem gerekiyordu galiba,” dedim alaycı bir tonda.

“Sen yaptın değil mi? Sen girdin aklına?” diye tıslarken birden kolumu tutup sıkmaya başladı. “Senin yüzünden bana soğuk yapıyor!”

Bir an ne dediğini bile anlamadım. O an girdiğim şokla öylece bakakaldım. Ne saçmalıyordu bu? Kolumu daha da sıktığında canım yanmaya başladı. “Bıraksana kolumu!” diye bağırdım, kolumu kendime doğru çekmeye çalışırken ama daha da sıktı. “Kafayı mı yedin? Bırak kolumu! Ne yapmışım ben?”

“Aklına girme onun! Senin varlığın yüzünden affetmiyor beni!” Çıldırmış gibi görünüyordu. Gözleri deli deli bakıyordu. Sıktığı kolumu da iyice kızartmıştı.

“Ben bir şey yapmıyorum!” diye bağırırken sonunda elimi ondan kurtardım. Ruh hastası manyak! “Seni affetmeyecek bir şey yaptıysan bu sizin sorununuz, benim değil!”

Onun bu delirmiş hareketlerine daha fazla katlanamayacaktım. Kenarda duran telefonumu ve çantamı hızla aldım ve kapıya doğru ilerlemeye başladım. Ama tam kapı koluna yaklaşmıştım ki arkamdan gelen sesiyle çakılı kaldım.

“Senin ona aşık olduğunu biliyorum.”

O an yerimde donup kaldım. Sesi sinsice dolanıyordu kulaklarımda. Hemen konuşmalıydım. İnkar etmeliydim, yok öyle bir şey demeliydim. “Erkekler biraz salaktır, pek anlamazlar ama ben senin gözlerinde görüyordum her şeyi.”

“Ne saçmalıyorsun sen!” dedim ona dönmeden ama sesim titremişti, engel olamamıştım.

“Olanı söylüyorum,” dediğinde sesi keyifli çıkmıştı. “Ama biliyor musun…” Kısa bir kahkaha attı. Kafamı biraz sola çevirdiğimde aynadaki yansımadan sırıtışını görebiliyordum. “O seni senin onu sevdiğin gibi sevmeyecek,” diye devam etti. “O hep beni sevecek.” Sesi kendinden emindi. Ellerini tırnaklarına götürüp ilgisizce bakıyordu. “O seni hep küçük bir kardeş gibi görecek. Sen onun için sadece bir kardeşten ibaretsin.”

“Kes sesini!” dedim, dayanamıyordum artık. Bu sözleri duymak istemiyordum. Bana bunu yapamazdı. Kendimi zaten onun manyaklığına rağmen suçlu hissediyordum. Beni böyle cezalandıramazdı.

“Ne o?” Sesinden keyif aldığı belliydi. “Hoşuna gitmedi mi?” Dudaklarını büzüp “olmaz ama böyle, yeni başlamıştık,” dedi yalandan bir sitemle.

“Saçmalıklarını daha fazla dinlemeyeceğim,” dedim sert bir şekilde. Bir adım daha atıp kapıyı açmaya yeltendim. Ama o yine koluma uzandı ve beni kendine doğru çevirdi.

Gözleri alev saçıyordu. Sert bakışlarını bana dikerken ben de gözleri dolmuş bir şekilde ona bakıyordum. Bu halim onu mutlu etmiş olmalı ki keyifle gülüyordu.

“Üzüldün mü sen?” dedi Gökçe, sahte bir merhametle. Sonra birden kahkaha atmaya başladı. Şaşkınlıkla ona bakıyordum. Bu kız kesinlikle hasta olmalıydı!

“Hadi biraz daha üzeyim seni,” dedi büyük bir coşkuyla gözlerini açarak. Sesindeki keyif tüylerimi diken diken ediyordu. “Emre bana ne demişti bir kere biliyor musun? Nazlı senin neyin, hayatında yerin ne diye sormuştum. Tabii gülümseyerek soruyordum o zaman. Ama içten içe nefret kusuyordum sana. Sevgilimin yanında fazla dolanıyordun. Bir takıntılı gibi, peşinde geziyordun.”

Derin bir nefes alıp gözlerini devirdi. “Neyse, bu sinir bozucu detayları sonra konuşuruz. Ne diyordum ben? Hah, hatırladım! Seni sormuştum.” Dudaklarının kenarı yukarı kıvrıldı. “Peki, o ne dese beğenirsin? Kardeşim gibi!” Şaşkın dolu ifade takınarak bana baktı. Ellerini ağzına götürüp abartılı bir şekilde başını iki yana salladı. “Nazlı benim küçük kardeşim sayılır, Gökçe, dedi bana.” Kısa bir kahkaha attıktan sonra yüzü ciddileşti.

“Duydun mu!” diye yükseldi. “Sen onun için hep o küçük kardeşi olacaksın. Asla benim yerimi alamayacaksın. Bunu o küçük aklına sok!”

Tuttuğu kolumu aniden bırakıp beni geriye doğru savurdu. Ardından yanımdan hızla geçip gitti. Beni de öylece, bir başıma, burada duyduğum sözlerin ağırlığıyla yalnız başıma bıraktı.

Kardeşi gibi.

Kardeşim sayılır.

Sen onun için hep küçük kardeşi olacaksın.

Çocuk mu kız? Evet çocuk!

Kafamda dolanıp duran cümlelerin ağırlığıyla öylece kaldım. Sanki her biri ok gibi kalbime saplanıyordu. Derin bir nefes aldım ama göğsüm sıkışıyordu sanki. Nefes aldıkça kırık yanlarıma batıyordu. Gözlerimden yaşlar akmaya başlarken elimin tersiyle silmeye çalıştım onları. Kendimi berbat hissediyordum. Kendimi hem çok suçlu hem de çok çaresiz hissediyordum. Kendimi tam bir zavallı gibi hissediyordum. Gelmemeliydim buraya. Hiç gelmemeliydim. Daha masaya oturduğumda fark etmeliydim bunu. Herkes ya sevgilisiyle gelmişti buraya ya da kardeşiyle. Beni kardeşi gibi gördüğünü buradan anlamalıydım. Abim gibi korumacı tavırlarından anlamalıydım. Ona hiç aşık olmamalıydım.

Dudaklarımı birbirine bastırıp kapı koluna uzandım. Bir an önce terk etmeliydim bu yeri. Daha fazla kalamazdım. Bugün yaşadıklarımla fazlasıyla dersimi aldığımı düşünüyordum. Bu kadarı yeterdi.

Lavabodan çıkar çıkmaz gözyaşlarımı hızlıca sildim. İçime derim bir nefes çektim, güçlü görünmeliydim. En azından buradan çıkana kadar kendimi tutmalıydım.

Sakin adımlarla masaya doğru yaklaştım. Emre ayaklanmıştı. Büyük ihtimalle geç kaldığımı düşünüp yanıma uğrayacaktı. Geldiğimi görünce geri yerine çöktü. Ama bakışları hâlâ üzerimdeydi ve bir terslik olduğunu anlamış gibi çatık kaşlarla bana bakıyordu.

Masanın önüne geldiğimde herkese kısa bir bakış attım. Ne kadar berbat bir halde olursam olayım veda etmeden gitmezdim ben. Karakterimde yoktu.

Yerime geçmeden “Kusura bakmayın,” dedim tok çıkarmaya çalıştığım sesimle. “Benim acil bir işim çıktı, erkenden kalkmam gerekiyor.” İçtenlikle gülümsedim. “Her birinizle tanıştığım için gerçekten çok mutlu oldum. Güzel bir geceydi.”

“Nereye?” diye sordu Emre yerinden hızlıca doğrulurken. Bakışları endişeli ama aynı zamanda sorgulayıcıydı. Onu cevapsız bıraktım. Onunla konuşmak falan istemiyordum.

“İyi ki geldin, Nazlı seni tanıdığıma sevindim,” dedi İbrahim gülümseyerek. “Yine gel.” Ona sadece tebessüm ettim. Zira bir daha böyle bir aptallık yapacağımı sanmıyordum.

Diğerleriyle de kısaca vedalaştıktan sonra hızlıca arkamı döndüm. Onlara sırtımı dönmemle birlikte gözlerimdeki yaşlar kontrolsüzce yanaklarıma süzüldü. Adımlarımı hızlandırıp kapıya doğru yürümeye başladım. Arkamdan birinin bana seslendiğini işitiyordum ama umursamadım. Koşar adım ilerlemeye devam ettim.

Mekandan çıkar çıkmaz yüzüme çarpan soğuk tüm bedenim ürpertti. Donup kalmıştım. Sanki sadece bedenim değil hislerim de öylece kaskatı kesilmişti. Ama duramazdım. Dudaklarımı birbirine bastırıp merdivenlerden koşar adım inmeye başladım. Kalbimin acısını her yerimde hissediyor gibiydim sanki.

“Naz!”

Arkamdan adımı üst üste birkaç kez seslendiği işittim ama durmadım. O, bu gece konuşmak istediğim son kişi bile değildi. Basamaklardan inmeye devam ettim. Son iki basamağı da inmiştim ki birden kolumdan tutuşuyla hareket edemedim.

“Bırak beni!” dedim ona dönmeden. Sesim çatallı çıkmıştı.

“Bırakmam.”

“Bırak!” Sesim giderek daha da titremişti. “Gelme peşimden!”

“Naz, neyin var?” diye sorduğunda önüme geçti. Gözlerimdeki yaşları görmesin diye kafamı ondan uzaklaştırdım. “Bak az önceki saçmal-”

“Ne var biliyor musun Emre!” derken gözlerimi hızlıca ona çevirdim. Yüzümün halini görünce afallamıştı. “Sabah senin dediğin şeyi yapalım biz. Sen çık benim hayatımdan. Görünme bir daha gözüme.”

Dediğim şeyi umursamadı. “Niye ağlıyorsun sen?” diye sordu sadece. İlgilendiği tek şey ağlamamdı. “Bak o söylediğim saçmalık yüzündense, senin üzüleceğini düşünmedim ben hiç. Eğer ondansa özür dilerim. Seni kırmak, isteyeceğim son şey bile değil.” Elleriyle gözyaşlarıma dokunmak istemişti ama hızlıca kafamı ondan uzaklaştırdım.

Ama durmadı. Bana doğru bir adım daha attı. Çenemi tutup kendine çevirince öylece dolu gözlerle gözlerine baktım. “Az önce içeride saçmaladım. Bana ne oldu bilmiyorum,” dedi çenemi biraz daha kaldırırken. “Sen geldiğimden beri benimle eskisi gibi konuşmazken…” diye devam etti ama gözleri gözlerime değince sustu. Yutkunduğunu görür gibi oldum.

Yakın teması kalbimi deli gibi hızlandırsa da hâlâ kırgındım. Ondan kaçmalıydım. “Eve gitmek istiyorum,” dedim gözlerimi ondan kaçırırken.

“Ben götürürüm.”

Kafamı kaldırıp gözlerine baktım. “Yalnız gitmek istiyorum.”

“Seni ben getirdim,” dedi fısıldarcasına. Gözleri yüzümde dolanıyordu. “Ben götüreceğim.”

“Bana çocuk muamelesi yapmayı kes tamam mı! Büyüdüm ben, şunu bir kabullen.”

“Sen…” dedi, aramızdaki son mesafeyi de kapatırken. Artık istesem de kaçamaz gibiydim ama kaçmalıydım. O tuvalette olanlardan sonra ondan uzak durmalıydım. Daha fazla olmazdı, daha fazla zorlayamazdım bazı şeyleri.

“Sen…” dedi tekrar, bakışları dudaklarımda geziniyordu sanki. “Gerçekten büyümüşsün.”

BÖLÜM SONU...

***

Umarım beğenmişsinizdir.

Diğer bölümde görüşmek üzere...

Loading...
0%