@esmacayim
|
●GİRİŞ● Sessizliğin çığırtısı yüreğinde canhıraş bir vaveyla kopartıyorsa ruhunda milyonlarca gözyaşı saklamışsındır belki de. Saklamıştım. Kelimeler de insanı öldürürdü çünkü. Hatta en çok kelimeler öldürürdü. Konuşursan, haykırırsan dağa taşa her şeyi mahvolacaktın, bilirdin. Sahi, anlatmasan da değişen bir şey var mıydı ki? Mahvolmuyor muydun böyle de? Ölmüyor muydun için için her bir sessizlik ağırlığında? Değişen bir şey yoktu. Yaşamayan biri vardı. Kalp kırıklıklarıyla dolu bir dünyanın kuytu bir köşesinde herkesten ama en çok kendinden uzak bir şekilde nefes almak gibiydi bu çaresizlik kokan hayat illeti. Ağır geliyordu kafanı kaldırıp etrafında kendi çırpınışlarını izlemek. Çok ağır geliyordu kendi tükenmişliğini izlemek zorunda kalmak. Yokmuşsun gibi davranılması çok ağır geliyordu. Bir zamanlar öyleydi en azından. Bir zamanlar öyle hissediyordun. Şimdi bir öğrenilmiş çaresizlik sarmıştı hayatının her bir zerresini. Alışmıştın. İnsandın işte. Her şeye alışırdın. Alışmak zorundaydın. Alışmazsan devam edemezdin. Devam etmek zorundaydın. Mecburdun. Yaşamın kuralıydı bu. Alışmak. Alışmak zorunda kalmak. Hayır. Alışmak zorunda bırakılmak. Her zamanki gibi derin duyguların en benlisi ileyken İzmir'de varlığımı eksik etmediğim deniz kenarına gelmiştim. Hava bozuk gibiydi. Kavurucu baharın yaza kucak açacağı o sıcaklığında bulutlar da benimle beraber küsmüştü bu hayata ve sanırım birazdan gözyaşlarını dökecekti yeryüzüne. Bulutların arkasında korkarcasına saklanan Güneş, aydınlığını birkaç saate kapatacağını haber veriyordu yavaş yavaş sönerken. Sanırım gitme vakti gelmişti ama buradan ayrılmayı istemiyordum hiç. Karşımda dalgalanıp duran denize bakındım biraz. Yine aynı bankta oturuyordum. Sanırım bu şehirde sığındığım tek yer bu banktı. Beni kabul eden tek yer de burasıydı zaten. Evimden daha çok ev gibiydi. Bilmiyorum işte. Susuyordum sadece. Konuşsam çok şey söyleyeceğim de susmak daha kolay geliyordu artık. Gözlerimi kapatıp sarı, omzuma dökülen saçlarımın uçuşmasına izin verdim. Huzurlu hissediyordum rüzgarın her bir esişinin yüzüme yaptığı o mayhoş dokunuşlarıyla. Çok başkaydı bu dokunuşları hissetmek. Birkaç saniyeliğine uzaklaşıyordun hayatın gerçekliğinden. Vücudunun o titrek hareketi, yüzüne yerleşen küçük tebessümler unutturuyordu kısa da olsa tüm her şeyi. Sonsuza dek şu anda kalabilirdim, çok isterdim. Bir anlık da olsa bu anda kalmayı dilemiştim. Bugün dilek dileyebilirdim. Bir dilek feneri uçursam nasıl olurdu mesela? Sanırım dileğim gelmemek üzere gökyüzünde asılı kalırdı. Bugün çok şey dileyebilirdim ama hepsi beni terk edecekti, bilirdim. Bugünden nefret ediyordum. Her yıl bugünü yaşamak zorunda olmaktan nefret ediyordum. Gözlerimi sıkıca birbirine bastırdığımda gözümden akan yaşla birlikte bir iki damla yağmur tanesi de yanağımı ziyaret edince bulutların hüzünlere kapılırcasına gözyaşlarını teker teker yeryüzüne göndermeye başladığını fark ettim. Artık gitmem gerektiğini anladığımdan banktan kalkarak elimin tersiyle akan gözyaşlarımı silip çantamı sırtıma taktıktan sonra iki elim cebimde kaldırım kenarında dökülen yağmur tanelerinin üzerini ezerek hiç gitmek istemediğim ama günün sonunda kendimi bulduğum yere, eve doğru ilerledim. Araba kornaları, insan kalabalıklığı, koşuşturmalar, gürültüler, çiçek satanlar... Her yerde birileri vardı, her yerde bir şeyler vardı. Ama ben, kayıplardaydım. Herkes bir yerdeydi; ben tek başıma, iliklerime kadar yalnız, çaresiz, darmadağın bir şekilde bir yerdeydim. Dibine kadar yorgun hissediyordum. Oysa yaşım daha çok genç değil miydi? Sayılar dolandırıcıydı işte. Sayılar fazla dolandırıcıydı. Kaldırımda ilerlerken araba kornaları hâlâ bas bas ötüyordu. İnsanların çoğu aniden firar eden yağmurda ıslanmamak için kaçıyordu. İnsanlar hep kaçardı zaten. Ben de kaçıyordum. Gerçeklerden kaçıyordum. Duymak istemediklerimden kaçıyorum. Ben kendimden kaçıyorum. Eve geldiğimde ayakkabılarımı çıkarır çıkarmaz kendimi odama attım. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Zaten kimsenin de beni merak edeceği yoktu. Bu düşünce beni üzse de hızlıca kurtuldum onlardan. Zamanında aldığım karardan vazgeçmeseydim böyle bir şeyi belki de hiç düşünmeyecektim. Çok farklı bir hayatım olurdu. Mutlu olurdum belki. Belki biraz da olsa gülerdim. Bilmiyorum, düzgün arkadaşlarım falan olurdu ya da beni gerçekten seven insan... Yalandan bile sevenim yoktu. İnsan kendi hayatının en büyük katili olabiliyordu. Bunu iş işten geçtikten sonra öğrenmiştim. Belkilerin açtığı en keskin yaraların eseri olmuştum. Her bir kabuğunun esaretinde çırpınıp duruyordum. Ama hayat keşkelere sığmayacak kadar kesik bir yaraydı nezdinde. Dikiş tutmazdı. Çantamı bir kenara fırlattığım sırada yoğun düşüncelerle boğuşurken ayaklarımı yere sürte sürte yatağımın yanına gelip kendimi sırtüstü yatağın üzerine attım ve bugünün iğrençliği düşünmekten kendimi alıkoymaya çalıştım ama başarısızlıkla sonuçlandım. Beyaz tavanla bakışıyor aynı zamanda alacağım yeni kararların beni götüreceği yeni yolu düşünüyordum. Bu sefer nasıl bir sonuç alacağımı merak ediyordum ama yine de bir yanım bir şeyler eksik diyordu. Nedenini bulamıyordum. Hayatımın tamamı eksiklikten ibaretken hangi noktaya takılmam gerektiğini de çözemiyordum. Çok büyük bir çıkmazın içinde gibi hissediyordum kendimi sadece. Öğretmenlerim ve müdürle cuma günü yaptığım konuşmadan sonra kendim için büyük kararlar almıştım. Bir imzaya ihtiyacım vardı sadece. Onu da hallederdim diye düşündüm. Yine de bilmiyordum, kafam çok karışıktı. Yeni bir hayata adım atmak bana iyi gelir miydi, ayak uydurabilir miydim ya da çıkar mıydım karamsar günlerin gölgesinden hiç bilmiyordum ama kendim için en iyisini yapmak istiyordum. Mutlu olmak istiyordum. Gülmek istiyordum. Bir hayatım olsun istiyordum. Hakediyordum bunu ben. Başkalarına göre yaşamak beni mahvetmişti. Bunu daha fazla yapamazdım. Kendime çok fazla haksızlık etmiştim. Beni üzen her şeyi terk etmem gerekiyordu. Gözlerimi tavandan ayırıp son on yedi yılımı geçirdiğim odama göz attım. Asla kendimi ait hissetmediğim bir yerdi. Ne kadar içini kendim ile doldurup taşırdıysam da bir şeyler beni buraya aitlikten itiyordu. Çünkü yuva sadece dört duvardan ibaret olan bir yer değildi. Benim yuvam yoktu. Odam çok büyük değildi ama bana yetiyordu. Yatağım, kitaplığım, çalışma masam, iki kapılı gardırobum, yatağımın yanındaki komodinim, küçük bir okuma koltuğum, dibinde abajurum, duvarlarda yaptığım tablolar ve sevdiğim posterler ile küçük ve kalabalık bir odam vardı. Aynı düşüncelerim gibi. İnsanlar hiç fark etmese bile yaşadığı ortamı kendine benzetirdi zaten. Biraz gözlerimi dinlendirdikten sonra yatağımdan kalkıp kitaplığıma doğru ilerledim. Biraz kitap okusam iyi olur diye düşünmeden edemedim, ki zaten her gün hiç aksatmadan kitap okurdum. Bu rutinimi zor durumda kalmadığım sürece bozmazdım asla. Elimi raflarda gezdirip biraz bakındıktan sonra geçenlerde biraz okuyup rafa kaldırdığım Oğuz Atay'ın "Korkuyu Beklerken" adlı kitabını alıp koltuğuma geçip oturdum. Ayaklarımı uzatır uzatmaz kitabı okumaya başladım. Yatağımda okumak istememiştim çünkü orada okuduğumda genelde uykum geliyordu, eğer uyumadan önce bir şeyler okuyacaksam yatağımda okurdum. Kitabın sayfalarını çevirmeye başladığımda kendimi dünyasına atmıştım hiç düşünmeden. Ruhumu temizleyen, onu başka diyarlara götüren en güzel araçtı benim için kitap. Beni dibine kadar kirli olan bu hayattan uzaklaştırıyordu. Huzurlu hissettiriyordu. Farklı bakış açılarına sahip olmamı, empati yeteneği edinmemi sağlıyordu. Belki de kendimi arıyordum bazı satırlarda. Yaşadıklarımın cevabını burada bulmaya çalışıyor da olabilirdim, hiç bilmiyordum ama seviyordum kitap okumayı. Resim çizmekten sonra en çok kitap okurken mutlu oluyordum. Esra'ydım ben. On yedi yaşında, bedeni genç ama ruhu yaşlı klişe tabirinde ziyan olan o kişiydim. Hayatım var, hiçbir şey bilmediğim, öğrenemediğim. Tam ilerliyorum diyorum, alışıyorum her şeye falan diye kendimi avutuyorum. Bir şey oluyor, ben sağlam olmayan bir teknede alabora oluyorum. Öğrenemiyorum hiçbir şeyi, öğretmiyorlar. Öğretecek kimsem de yok zaten. Elimi tutup beni destekleyecek, bana kol açacak, beni dinleyecek, beni sevecek hiç kimsem yok. Bi' ben vardım işte, ziyadesiyle ziyan olan. Sıkıcı, tekdüze bir hayatım vardı. Okul, sahil ve ev arasında gidip geliyordum sadece. Arkadaş mı? İnsanlara kapılarımı kapatalı çok olmuştu benim. Yalnız olmak daha iyi geliyordu artık. Artık istemiyordum insanları. Uzaklaşmıştım. Beni anlamak istemeyen herkese kapılarımı kapatmıştım. Bundan ya, hiç kimse yoktu yanımda. Kimse anlamak istemiyordu beni, hiç kimse. Ben de anlatmak istemiyordum artık. Gerek yoktu. İnsanlar çok acımasızdı. Beni daha fazla üzmelerine izin veremezdim. Kendimi kandırıyordum. Yalnızlık beni yiyip bitiriyordu çoğu zaman. Yalnız olmak bazen hiç iyi gelmiyordu hem de. Ama böyleydim ben işte. Güvenemiyordum kimseye. Güven duygumu yerle bir etmişlerdi. Değildim önceden ben böyle birisi. Bu onların eseriydi. İnsanlar gerçekten kötüydü. Çok kötü. Ama herkes onlar gibi değilidi. Yani buna inanmak istiyordum. Düzgün birilerini görüp yalnız olmadığımı sadece bir gün bile olsa hissetmek istiyordum. Bu duygu beni öldürüyordu. Her zamanki gibi beni yine çıkamadığım karamsarlığa iten düşüncelerinden sıyrılmaya çalıştım ve kitabıma geri döndüm. Kitap güzel ilerliyordu ama satırlar arasında kendimi gördükçe canım acıyordu. Bir cümlede takılı kaldım. Sonra devam edemedim okumaya. Altını çizip kitabı kapattım ama aklımda hâlâ o kelimeler dönüp dolaşıyordu. "Beni anlamıyorlardı, zararı yok. Zaten beni, daha kimler anlamadı." Yerimden ayaklanır ayaklanmaz elimdeki kitabı rafa koydum ama birden yapmam gereken ödevleri hatırlayınca bıkkınlıkla nefesimi verdim. Şu an hiç içimdemden gelmiyordu notlarla uğraşmak. Yarım saat uzanıp dinlendikten sonra yapardım zamanım boldu nasıl olsa. Kendimi yatağıma bırakıp 'Heart to a Stranger' şarkısını açtım ve telefonu komodine bırakıp gözlerimi kapattım. Çok sakin bir havası vardı şarkının beni iyi hissettiriyordu. Şarkıyı birkaç kez tekrara verdikten sonra bu kadar dinlenmenin yeterli olduğuna karar verdim ve çalışma masama geçip ödevlerimi yapmaya koyuldum. Hafta sonu ve bitmeyen ödevler... Neyse ki çalışkan bir öğrenciydim, hem de gereğinden fazla. Her zaman yalnız takıldığım için sadece ders çalışıp resim çizen ve arada da kitap okuyan dümdüz bir insan olmuştum. O kadar çok boş vaktim oluyordu ki kendi dönemim dışındaki konuları bitirmeye bile zaman buluyordum. Bu çok ürkütücü görünebiliyordu. Bıkkınca kafamı iki yana sallayıp bitirdiğim ödevleri çantama koydum, sonra da pazartesi işleyeceğimiz konulara biraz göz attım. Bunları aylar önce bitirdiğim için çok zamanımı almamıştı. On dakika da onlarla oyalandıktan sonra sırtımı gerip arkamı döndüm ve perdesi açık olan camdan dışarıya baktım. Hava çoktan kararmıştı. Yağmur durmuş gibi görünüyordu ve ben de bu evde yeteri kadar kalmıştım. Tekrar deniz kenarına gidip kafamı dağıtmam gerekiyordu. Bu evde fazla kalmayı sevmiyordum. Beni geriyordu. Kendimi rahat hissetmiyordum. Kendimi deniz kenarı dışında hiçbir yere ait hissetmiyordum. O yüzden hazır yağmur da durmuşken yemeğimi yedikten sonra biraz temiz hava almak için dışarı çıkmak güzel olurdu diye düşündüm. Evet, daha birkaç saat önce yine oradan gelmiştim ama bu evde çok fazla kalmamaya çalışıyordum, bulduğum her fırsatta deniz kenarına gidiyordum. Bulduğum her fırsatta nefes almaya çalışıyordum. Boğazımdaki parmaklıklardan kaçıyordum. Mutfağa geçip yemek yedikten sonra –ne kadar umursamadığını bilsem de– anneme dışarıya çıkacağımı söyledim. Çünkü bazen normal bir hayatım varmış gibi davranıp kendimi kandırmak istiyordum. Bazen böyle yapmak iyi hissettiriyordu. Bazen de fazla yaralıyordu. İzmir'i denize kıyısı olduğu için seviyordum. Evimiz de deniz kenarına yakındı; bu daha da güzeldi ve bu güzellik ile tekrar buluşmak için aynanın karşısına geçip saçımı toparladım. Üzerimi son kez kontrol edip telefonumu ve çantamı aldıktan sonra odamdan çıktım ve bağcıklarımı bağladıktan sonra kendimi hemen evden dışarı atarak asansöre bindim. Zemin kata bastıktan sonra kulaklığımı çantamdan çıkardım. Birkaç saniye sonra müzik sesi kulağımın etrafını çevreleyince asansörün aynasından bağladığım saçlarımı açmaya karar verdim. Böylesi daha güzeldi. Kendimi caddeye attığımda ellerimi şortumun cebine koyup yürümeye devam ettim ve müziğin kollarına bıraktım kendimi. Gözlerimi kapatıp yürürken derin bir nefes armağan ettim ciğerlerime. Dışarısı güzel kokuyordu. Yağmur sonrası o kokuya bayılıyordum. Her yeri tesiri altına almış olan mistik kokuyu içime çeke çeke ilerledim yol boyunca. Müzikte bana eşlik edince mükemmel bir huzur sarmalamıştı tüm benliğimi. Ama huzurum sanırım birkaç dakikalıktı. Çünkü birine çarpmıştım! Evet, birine çarpmıştım! Gözlerimi kapalı yürürsem olacağı buydu. Çarptığım kişi yüzünden tam düşüyordum ki hemen toparladım kendimi. Karşımdaki kişiden özür dileyerek kafamı yavaşça kaldırdığımda benden bir kaç santim uzun olan sarı, ön kısımları dalgalı ve kısa saçları olan bir çocukla göz göze geldim. "Çok özür dilerim, dalgınım biraz," demiştim tekrardan kulaklığı çıkarıp karşımdaki çocuğa bakarken. "Sorun değil, siz iyi misiniz?" diye sordu endişeli bir şekilde. Sesinin bu kadar endişeli çıkmasına anlam veremedim ama pek sorgulamadım. Kafamı iki yana sallayıp "Yok, ben iyiyim, gerçekten kusura bakmayın. Önüme bakmam gerekirdi," dedim mahcup bir ifadeyle. "Gerçekten hiç sorun değil. Ben de hatalıydım zaten," dedikten sonra sanki başka bir şey diyecekmiş gibi bir ifade bürünmüştü yüzüne ama hiçbir şey söylemiyordu. Sadece yeşil gözlerini bana dikmiş duruyordu öylece. Daha fazla burada durmanın gerekmediğini düşünerek çocuğun yanından uzaklaşmaya karar verdim. "Benim için de sorun değil... İyi günler o zaman size." "İyi günler." Gülümsemişti. Tuhaf bir andı. Kulaklıklarımı tekrar taktıktan sonra ellerimi ceketimin cebine koyup yürümeye devam ettim. Tabii bu sefer önüme bakarak. *** Denizin mistik kokusunu içime çektikçe rahatlıyordum. Burası bana iyi geliyordu. Günümün çoğunu burada geçiriyordum. Denizi her izlediğimde düşüncelerle boğuşuyordum. İçimdeki tüm duyguları denize bir bir boşaltıyordum. O da beni anlıyordu, kimsenin anlamadığından daha çok hem de. İnsanlar genelde birbirini anlamak istemezdi zaten. Koca gezegende sadece kendisi vardı çünkü onun için. Hava karardığı için çok fazla kalmak istemedim dışarıda. Bir saat kadar kaldığım bu yerden ayrılarak tekrar eve gittim. Yemek yediğim için kimseyle muhatap olmama gerek yoktu. Odama kapanıp biraz kitap okur, ardından bir film izledikten sonra uyurdum zaten diye düşündüm. Ertesi gün de okul vardı. Yeni bir pazartesi sendromuna merhaba diyecektim. Eve geldikten sonra kendimi odama atıp yatağa sırt üstü fırlattım kendimi ve hayatı sorgulamaya devam ettim. Daha sonra bunun hiç bitmeyecek bir eylem olduğunun tekrar farkına vardığımdan kalkıp raftan daha önce okuduğum kitabı aldım ve okumaya başladım. Sonra onun da bir işe yaramadığını, okuduklarımdan zerre bir şey anlamadığımı hatta bazı satırları fark etmeden tekrar ve tekrar okuduğumu anlayınca uyumanın iyi geleceğini düşündüm. Bugünün bir an önce bitmesi gerekiyordu. Kitabi rafına bırakmak için ayaklanırken içeriden gülüşme sesleri işittiğimde çakılı kaldım durduğum yerde. İstemsizce birkaç damla yaş aktı gözlerimden. Boğazım düğümlendi sanki. Kalbim sıkıştı gibi oldu. Sanki kalbimin en kırgın yerine bir anda darbe yapan bir vurgun çığırtısıydı bu gülüşme sesleri. Ben onlarla hiç böyle gülmemiştim. Kapıya doğru yaklaşıp yavaşça araladım onu. Belki ben de gülerdim onlarla. Ağlardım. Bugünden nefret ediyordum. Bugünden çok fazla nefret ediyordum. Benim bu hâlde olmama neden olan bu günden iliklerime kadar nefret ediyordum. "Bak şimdi bak suya düşecek geri zekâlı," diye gülerek konuşmuştu Narin. Benden iki yaş küçük kız kardeşimdi. Onunla her abla kardeş gibi sıkı bir ilişkimiz yoktu. Günaydın iyi gecelerden pek ileri gitmezdi diyaloglarımız. Bundan birkaç sene önce biraz daha iyiydik ama o lanet olasıca günden sonra hayatım daha da çekilmez bir hâl aldığı için onunla birbirimizden uzaklaşmıştık. Annem, babam ve o hep çok iyi anlaşırlardı. Bir ben fazlalıktım bu evde. Bir ben anlaşamazdım hiçbiriyle. İstemediğim için miydi? Hayır değildi. Beni sevmedikleri içindi. Bana öyle hissettirdikleri içindi. Hiç olduğum içindi. Kaçtığım gerçekleri bir bir yüzüme vurdukları içindi. Beni kimse sevmezdi zaten. Sanırım kötü biriydim. İnsanlar kötüleri sevmezdi değil mi? Bilmiyordum ki. Hem kötü neydi? Neye göre kötü diyorduk? Bilmem, birini öldürmemiştim. Birine zarar da vermemiştim. Birinin bir şeyini de almamıştım. Şımarıklık da yapmamıştım hiç. Kendi halimdeydim. Kendi halinde olmak kötü bir şey miydi? Sanırım insanlar kötüleri sevmezdi değil de canı istediğini sevmezdi. Öyleydi işte. Babam ve annem de gülüyordu. Onlarla böyle olmayı ne çok istemiştim on beş yıl boyunca. Son iki yıl kayıplarda bir yerdeydim. Artık istemiyordum. Çünkü isteyemezdim. Hakkım yoktu galiba. Ben kimdim ki hem? Hiç kimseydim. Hiç kimse olmayı ben istememiştim. Hayatımın böyle olmasını ben istememiştim. Bugün doğmayı ben seçmemiştim. Seçmemiştim. Eğer birinden nefret edebilseydim sanırım onlardan nefret ederdim ama ben bu dünyada birinden nefret edebilecek gücü kendimde bulamıyordum. Ben kırgınlıktan başka duyguyu taşıyamayacak kadar yorgundum çünkü. Çok yorulmuştum. Araladığım kapıyı tekrar kapattıktan sonra gardırobumdan pijamalarımı çıkarıp üstümü değiştirdim ve telefonumu şarja takıp yatağımdaki peluş tavşanıma sarılarak uyumaya çalıştım. Yalnız başıma, gözyaşlarımla girdiğim yeni yaşımın ilk gününde de ziyan olarak günümü bitirdim. Ziyadesiyle ziyan oldum. *** |
0% |