@esmedemirr
|
Nelson’ın kafesinde Justin ile yaptığım konuşma çok başarılı olmamıştı. Sadece akşam başlayacak olduğumuz antrenmanı ertelemek zorunda kalmıştık. Bana güçlerimi kullanmayı öğreteceğini söyleyen birine sen yoluna ben yoluma demek pek de akıl alır şey değildi ama maalesef ki demiştim ve işler daha da büyük bir çıkmazın içerisine girmişti. Aklımda çok fazla soru vardı ve ben bu soruların cevaplarının bende olmadığını biliyordum. Ne kadar düşünürsem düşüneyim ya da araştırma yaparsam yapayım tüm sorularımın cevaplarını sadece Justin ve arkadaşlarından alacağımı biliyordum. Durum böyle olunca Justin ile olan konuşmayı bir kenara bırakarak Drew ile ilgilenmeye karar verdim. Beth ile konuşup ne kadar ilerlediğini öğrenmem gerekiyordu. Bu sebeple öğleden sonra benim odamda buluştuk. ‘’ Drew ile ne zaman görüşmeyi planlıyorsun?” Oturduğum yatakta biraz öne eğildim. “Biliyorsun Fia, dediğini yapar ve bir günün kaldı. Yarına kadar konuşup vazgeçirmen gerekiyor.” Ellerini kızıl saçlarının arasından geçirdi ve bana yorgun bir gülümseme gönderdi. “Biliyorum. Dün gece konuşmaya çalıştım ama beni dinlemiyor. Kafasının dikine gidiyor. Ne yaptığını ya da ne yapacağını bilemediğim için de ona yardımcı olamıyorum.” “Bize bir şey bulduğundan bahsetmiştin. O neydi? Belki ben yardımcı olabilirim.” Ona beklentiyle bakmaya devam ettim. “Drew’i bilirsin, böyle şeylere oldukça ilgi duyar ve bunun bir uyuşturucu cinayeti olmadığını düşündüğünü biliyorsundur. Bu yüzden de olay yerini gözlemlemeye gitmiş.” Oturduğum yerde hızla ayağa kalktım. “Cinayetin işlendiği yere mi gitmiş? Salak mı bu çocuk? Aklı yerinde değil mi?” “Fia gibi tepki vermeye devam edeceksen sana asla bir şey anlatmayacağım Faith.” Gözlerini kısarak bana baktı. “Gitmesini gerektiren bir şey olmasa gitmezdi herhalde. Sanırım bir ipucu bulmuş.” “Teorisini kanıtlamak için mi?” “Evet. Bu ölüm çeşidini yaklaşık olarak yirmi yıldır işlenen cinayetlerle eşleştirmiş ve bulduğu sonuçlar gerçekten ilgi çekici.” Başımı sallayıp sinirle Beth’e baktım. “Biraz daha açık, anlaşılır ve çabuk olabilir misin?” “Demeye çalıştığım son yirmi yıl içerisinde birçok cinayet işlenmiş. Duvara monte edilmiş bir adam, iki kaburga arasından geçip kalbi delen tek bir bıçak darbesi… Tüm bunları bir araya getirdi ve oldukça ilginç bir şey ortaya çıktı.” “Ne demek istiyorsun?” “Diyorum ki, Drew’in teorisine göre bu cinayetleri işleyen kişiler arkasında bir işaret bırakıyorlarmış. Bir tür çizim… Sanırım bir ayin. Tam olarak ne olduğunu bilmiyor. Bu yüzden de üzerinde çalışıyor.” İstemsizce kaşlarım çatıldı. “Nasıl bir işaretten bahsediyoruz?” “Drew benim için şeklini çizmişti.” Hızla yerinden kalktı ve yanındaki çantasının içinden bir kağıt çıkarttı. Kaşlarını çatarak bir süre kağıda baktı ve zaman kaybetmeden bana uzattı. Kağıdı elime alırken ellerimin titrediğini görmesini istemiyordum. Uzun zamandır bu şekildeydim ve onlardan biraz da olsa fazla bir şey biliyor olmak korkutucuydu. Kağıttaki resme kaşlarımı çatarak bakarken bunun ne olduğunu anlamaya çalıştım. İki adet kılıç birbirine geçmiş şekilde yukarıya doğru bakıyordu. Üzerinde sanki motif varmış gibi gösterilmeye çalışılmıştı ama beceriksizce yapılan bir çizim olduğu oldukça belliydi. Uçları yukarıya doğru bakıyordu ve yuvarlak bir şey uçlarına yerleştirilmişti. “Bu ne anlama geliyor?” Derin bir nefes aldı ve bana baktı. “Biliyorum biraz tuhaf gelecek ama Drew bu cinayetlerin arkasında Japon mafyasının olduğunu düşünüyor.” Kaşlarım anında çatılırken ona baktım. Dalga geçiyor olmalıydı? Tüm bunlar bunun için miydi yani? Drew’in daha aklı başında davranacağını düşünürdüm. Bu cinayetin ardındaki gerçek kişileri ve sebebini öğrenmesi demek belki de hayatını tehlikeye atması demekti. Tabi bir de benden önce bu cinayetin işlenme sebebini öğrenecek olursa neler hissederdim bilmiyordum. “Dalga geçiyorsun öyle değil mi?” Sinirli görünebilmek için tüm gücümü kullandım. “Japon mafyası dediğinin farkında mısın sen? Adamların şakası yok ve siz onları araştırmaya devam mı ediyorsunuz? Kafayı mı yediniz?” “Faith, biliyorum. Haklısın ama Drew’i bir türlü ikna edemiyorum. Ne yapacağımı da tam olarak bilemiyorum.” Başımı sallayıp oda da ileri geri hareket etmeye başladım. “Ne sorununuz var sizin? Kendinizi öldürmeye bu kadar mı meraklısınız?” “Fia gibi konuşmayı keser misin artık?” derken yüzünü buruşturdu. “Sana güvenebileceğim için bunları anlatıyorum ama sen oldukça tuhaf davranıyorsun. Gün geçtikçe Fia’ya benzediğinin farkında mısın?” “Peki sen Japon mafyasının işlemiş olabileceği bir cinayeti araştırırken ölüp gidecek olduğunuzun farkında mısın?” Sinirle ellerimi saçlarımdan geçirdim. “Sen de haklısın tabi. En yakın arkadaşlarınız olarak sizleri düşünmemiz büyük bir hata öyle değil mi?” Başını salladı ve oturduğu yatakta arkasına yaslanıp ellerini şakaklarına götürdü. O kendine masaj yaparken onu izledim. Kızıl saçlarını her zamanki gibi toplamak yerine açık bırakmıştı. Üzerinde vazgeçmek bilmediği grup tişörtlerinden ve kot pantolonlarından biri vardı. Drew her ne kadar dinlediği gruplar hakkında onunla atıp tutsa da bu kesinlikle onun sorunuymuş gibi görünmüyordu. “Biliyorum, sadece Drew’i ikna etmek sandığımdan daha zor olacak gibi duruyor.” Gözlerini kapattı. “Sanırım biraz nefes almam gerekecek.” Elimdeki kağıda tekrardan döndüm ve beceriksizce çizilmiş resme gözlerimi kısarak baktım. Ne anlama geldiği ya da ne anlattığı konusunda bir fikrim yoktu. Bu da haliyle Drew’in bu fikre nereden kapıldığını merak etmeme sebep oluyordu. “Drew neden bu resimden sonra Japon mafyası olabileceğini düşündü?” Gözlerini açtı ve yatakta doğrulup ona gelmem için eliyle işaret etti. Yanına gidip oturduğumda elini yüzünden çenesine doğru kaydırdı. Oldukça yorgun görünüyordu ve bunun sebebinin sabaha kadar Drew’i ikna etmeye çalışması olduğunu çok iyi biliyordum. “Drew de tam olarak resmi var ama benim elimdeki sadece taslak çizim.” dedi elimdeki kağıdı alıp görebileceğim şekilde tutarken. “Buradaki kılıçların katana olduğunu söyledi.” “Katana?” diye sordum kaşlarımı çatarken. “Bizim bildiğimiz adıyla samuray kılıcı. Samuray kılıçlarının 1400’lü yıllarda Japonlar tarafından yapıldığı düşünüldüğü için bu işaretin bir Japon mafyasına ait olabileceğini söyledi.” Bir süre resme baktım. İki kılıç birbirine girmişti ve hemen üzerinde yuvarlak bir işaret vardı. Beceriksizce yapılmış olan o işaret gözlerimin bana oynadığı ufak bir oyun gibi geliyordu. Demeye çalıştığım son yirmi yıl içerisinde birçok cinayet işlenmiş. Sözcükler beynimde yankılandı ve yüz ifademi normal tutabilmek için üstün bir çaba sarf etmem gerekti. “Sen bu cinayetler kaç yıldır işleniyor demiştin?” Her ne kadar bilmeme rağmen doğruluğundan emin olmak istiyordum. Yanlış bir bilgiyle daha tekrardan Justin’in üzerine gidersem ters tepeceğinden adım gibi emindim. “Son yirmi yıl içerisinde buna tıpa tıp benzeyen çok fazla cinayet olmuş. Bu yüzden adamın kişisel profilini çıkartmam için Drew benden yardım istedi.” “Demeye çalıştığın şey, bu cinayeti işleyen kişinin nasıl bir görünüme sahip olduğunu düşünmeni mi istedi senden?” Başını sallayıp gözlerini kısarak bana baktı. “Aslında tam olarak öyle değil. Daha çok üzerinde çalıştığım ve Fia’nın yardımlarıyla bitirmiş olduğum karakter analizi programımı hatırlıyorsun öyle değil mi?” Başımı salladım. “İşte oraya çıkarttığı analizleri kaydetmemi ve nasıl biriyle karşı karşıya olduğumuzu öğrenmemizi istedi.” Son yirmi yıl içerisinde birçok cinayet işlenmişse büyük ihtimalle bunların hiçbiri Justin ile ilgili olmayabilirdi. Zaten o yirmi beşinde ancak gösteriyordu. Bu cinayetler işlenmeye başlandığında daha dört beş yaşlarında olması gerekiyordu. Rahatlayarak Beth’e baktım. “Sonuç ne çıktı peki?” “Adamın kırklı yaşlarında biri olduğunu söylüyor analizler. Ama Drew bundan bu kadar da emin değil.” Kaşlarım çatıldı. “Nasıl yani?” “Şöyle ki, adamın hiçbir şekilde gücünde değişim olmamış. Sürekli olarak aynı orantıda; boy, kilo yapısı, fiziksel gücü… Sanki hiç değişmemiş gibi.” Bir süre gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Tam olarak bilmediğim ve bundan sonra da istesem de öğrenemeyeceğim birçok şey olduğunu öğrenmek, hazmetmesi o kadar da kolay şeyler değildi. Ne olacağını da bilmiyordum. Şu iki hafta içinde ne biliyordum ki ben? Ne öğrenmiştim? Tam olarak tanımadığım birine güvenmiştim ve sonuç en yakın arkadaşım onun işlediği cinayeti bir Japon mafyasının üzerine yıkmak üzere, arkadaşlarıma ve anneme sürekli olarak yalan söylüyorum ve bundan da kesinlikle hoşlanmadım. Elde ettiğim tek şey kendimle ilgili ufacık bir gerçekti galiba. Başka hiçbir şey değil! “Bu saçma olurdu. Bir insan nasıl hiç değişmez Beth? Mantıklı mı sence bu?” “Biliyorum fakat bu benim değil Drew’in düşüncesi, bunu unutma.” Ellerini ben suçsuzum dercesine yukarıya kaldırdı. “Drew ile tekrardan konuşacağım. Akşama kadar halledemezsem gelip onu vazgeçirmeme yardım eder misin?” “Sence vazgeçer mi?” Başını iki yana salladı. “En azından denemiş olurum.” “Doğru söylüyorsun. Bir işe yaramazsa araman yeterli. Hemen orada olacağım.” “Görüşürüz o zaman.” “Görüşürüz.” Eşyalarını topladı ve kapıdan çıkmak üzereyken elindeki kağıdı bana uzattı. “Bu sende kalsın. Belki başka bir anlam çıkartır Drew’i ikna etmeme yarayacak birkaç şey bulursun.” Kağıdı aldım. “Bulabileceğimden emin değilim ama denerim.” Gülümsedi ve kapıdan çıkıp arkasından kapattı. O da arkadaşım Daisy bir hafta önce gittiği için odada ne kedi mırıltıları ne de oje kokuları vardı. Sürekli olarak bunları duymaya ve koklamaya alıştığım için belki de şu anda odanın bu kadar tuhaf koktuğunu düşünmem bu yüzdendi. Pencereyi açıp bir süre dışarıyı seyrettim. Şu iki haftadır sürekli olduğu gibi aklım yine karmakarışık olmuştu. Bir türlü düze çıkamıyordum ve ellerimdeki karıncalanmalar gün geçtikçe artıyordu. İçimde patlamaya hazır bir volkan var gibi hissediyordum. Tüm bedenimi etkisi altına almaya çalışan bir öfke vardı ve gün geçtikçe büyüyordu. Eğer ona izin verecek olursam kendimden hiçbir şey bırakmayacağını iyi biliyordum. Ona izin veremezdim. Eğer böyle bir şeye boyun eğersem en çok ben zarar görecekmişim gibi hissediyordum ve ben asla hislerimde yanılmazdım. En azından iki hafta öncesine kadar! Çalışma masama gidip oturdum ve çizim defterimi elime aldım. Justin’in bir hafta önce bana verdiği gül kurumuştu ve oldukça güzel bir görüntüsü vardı. Parmaklarımı gülün yapraklarında gezdirdim. Genellikle güllerden hoşlanmıyordum ama bunun oldukça özel bir yeri varmış gibi geliyordu. Bu yüzden de atamıyordum. Bana verilen en ufak hediyeleri bile saklayan ben, bir gülü de saklamam çok normaldi. Gülü hemen karşımdaki kitabımın üzerine bıraktım ve çizim defterimde en son sayfayı açtım. Kalemimi elime alırken ne çizeceğimi bilmiyordum. Bildiğim tek şey bir şeyler çizmeye ihtiyacım olduğuydu. Parmaklarım benden izin beklemeden hareket etmeye başladığında yumuşak dokunuşlarla ona ayak uydurdum. El hareketlerim sanki başka bir dünyadan gelmiş bir samuray gibi hareket ederken gözlerimi kısarak oluşan şekle baktım. Sadece dakikalar içerisinde bitmişti. Gözlerim kocaman olurken defterdeki resme baktım. İki adet samuray kılıcı iç içe geçmişti. Birinin kabzası aşırı derecede koyu siyahtı ve üzerinde kabzayı kaplayacak şekilde dantel işlemesini andıran kahverengi bir şekil çizilmişti. Diğerinin de kabzası simsiyahtı ama üzerindeki kızıl desenler oldukça dikkat çekiyordu. Kılıçların altında birkaç gölge vardı ama bunların nasıl ya da ne olduğunu bilmiyordum. Birbirine geçmiş kılıçların hemen üzerinde özenle yaptığım bir dolunay resmi vardı. Kılıçların üzerine orantılı bir şekilde yerleştirilmişti. Bu resmi daha önce nerede gördüğümü bilmiyordum. Çünkü Drew’in çizimi bu kadar ayrıntılı ve becerikli değildi. Gözlerim kızarırken nerede gördüğümü hatırlamaya çalıştım ama bulabildiğim tek şey başıma saplanan korkunç ağrı olmuştu. Çığlık attım ve ellerimle kulaklarımı kapattım. Tüm bedenim titriyor, içimde büyümek bilmeyen öfke dışarıya çıkmak için beni zorluyordu. Gözlerim yanmaya devam etti ve gözlerimi açtığımda her yer kızılötesi ışıktan bakıyormuşum gibi hissettirdi. Ellerimdeki uyuşma gittikçe artarken biranda avuç içlerimden yükselen alevler tavandaki ahizeye fırladı. Ahize büyük bir gürültüyle patlarken kendime hakim olamadan elimdeki alevlerin yatağıma fırlamasına izin verdim. Yatak oldukça yüksek bir ısı da yanmaya başladığında yerimde sıçrayıp ayağa kalktım. Açık olan siyah saçlarımın geriye doğru savrulması ayna da gördüğüm görüntülerin gözlerimin önüne gelmesine sebep oldu. Yataktan yükselen alevler perdeye sıçradı. Perde yanmaya devam ederken benim yatağıma geçiş yaptı. Bedenimdeki enerji azalmak yerine gittikçe daha da arttı. Bu enerjiyi daha fazla kaldıramayacağımı hissettiğimde kollarımı kaldırdım ve hemen önüme doğrulttum. Alevler pencereye çarptı ve büyük bir gürültü eşliğinde cam parçaları dışarıya dağılırken eş zamanlı olarak kapım kırıldı. Uzaktan bir yerden, “Myleen!” diye bağıran Justin’in sesini duydum. “Durdur onu!” Onun sesiyle birlikte açık olan penceren içeriye giren rüzgar tüm bedenimi titretti. Onun içindeki alevler az önce burada olduklarını belli ederek uzaklaşırken nefesim kesildi. Bedenimin içinde bir volkan patladı ve beynim tamamen boşaldı. Ellerimdeki yanma yerini soğuğa bırakırken bir çift güçlü ol ben dizlerimin üzerine düşmeden yakaladı. Gözlerimdeki yanma hala devam ediyordu. Nerede olduğumu, kim olduğumu kavrayamaz olmuştum. “Faith!” Justin alnıma düşen saçları geriye çekerken bağırdı. “Bana bak! Kendine gelmek zorundasın!” Söylediği her şey bana tamamen uzaktan geliyordu ve ne olduğunu anlayamıyordum. Ne sesini tam algılayabiliyor ne de gücümü toplayıp kalkabiliyordum. Hiçbir şey yapamıyordum. Yorgunluk tüm bedenimi işgal etmişti. Güçlükle elimi kaldırdım ve kolunu kavradım. Dudaklarım zorlukla aralanırken nefesimi dışarıya bıraktım. “Benden uzak dur!” Bedenim gerildi ve gözlerim tamamen kapanırken onun sesini duydum. “Faith!”
Gözlerimi açtığımda oldukça karanlık bir odanın içindeydim. Açık bir pencere vardı ve dışarıdaki ayın ışığı içeriyi aydınlatmaya yetiyordu. Beynimin içinde oldukça büyük çiviler çakılıyordu. Nerede olduğumu algılamaya çalıştım fakat bunda o kadar da başarılı olduğum söylenemezdi. Hala gözlerimin önünde tuhaf şekiller vardı ve bu durumu daha da karmaşık yapıyordu. Elimi başıma götürüp yataktan destek alarak yattığım yerde doğruldum. Sırtımı yatağın başlığına yaslarken nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde kapının hemen yanında tabandan tavana kadar büyük bir dolap olduğunu gördüm. Ay ışığı altında siyah gibi görünüyordu fakat yine de emin olamamıştım. Dolabın hemen yanında bir şömine vardı ve onun üzerinde kuşakla yukarıya bakacak şekilde asılmış bir kılıç duruyordu. Şöminenin yanında bir kapı vardı. Ay ışığının girdiği pencere tüm duvarı kaplıyordu ve boydan boya döşenmişti. Üzerinde oturduğum yatak ise iki kişilikti. Rahatlığı konusunda ise bahse girebilirdim. Başımı çevirip kendime baktığımda üzerimde hala Beth’in ve Fia’nın benim için almış olduğu beyaz elbise vardı. Siyah saçlarımı geriye doğru attım ve neler olduğunu hatırlamaya çalıştım. Beth ile Drew hakkında konuşmamdan sonra neler olduğu buzlu camın arkasından bakıyormuş etkisi yaratıyordu. Olayları görüyordum ama tam olarak ne olduğunu seçemiyordum. Düşünmeye çalıştıkça başımdaki ağrı daha da katlanılmaz oluyordu. Ben bile bu haldeysem sürekli olarak akşamdan kalmalık olan Sean’ın çektiği baş ağrılarını düşünmek istemiyordum. Kapının ardından oldukça büyük bir gürültü koptu ve onun sesini duydum. “Kesinlikle hayır.” diye bağırdı. “Ona hiçbir şey anlatmayacaksınız!” Düşünme yetimi tamamen kaybettiğim için birkaç saniye kimden bahsettiğini anlamaya çalıştım ama sonunda bahsettiği kişinin ben olduğumu anladığımda şaşkınlıkla öylece kalakaldım. Bana hiçbir şey anlatmayacaktı! Ayrıca ne anlatacaktı ki? Hiçbir şey hatırlamıyordum. İçeriden birkaç parça eşyanın kırılma sesi daha kulaklarıma geldiğinde ne olduğunu anlamaya çalışmaktan vazgeçtim ve kendimi yataktan dışarıya attım. Çıplak ayaklarım fayansın soğuk yüzeyi ile temas ettiğinde ürperdim. Tüm eklem yerlerim ve kaslarımda bir ağrı vardı. Bir tır çarpsa bu kadar az ağrıyacağını bile düşünmeye başlamama sebep olacak kadar güçlüydü. Yavaş adımlarla kapıya gittim ve düşmeden buraya kadar gelebildiğim için kendimi tebrik ettim. Kapıyı yavaş bir şekilde aralayıp dışarıya çıktım. Hemen karşımda bir oda vardı ve sağ taraftaki koridor oldukça uzun gözüküyordu gözüme. Kapıyı kapatmadan koridorda ilerlemeye başladım. “Sakin ol artık Justin!” diye bağıran Patrick’in İrlanda aksanı kendini oldukça belli ediyordu. “Bunu Faith’e borçlu olduğumuzun umarım farkındasındır. Bunu ona yapamazsın! Ona her şeyi anlatmak zorundasın!” Olduğum yerde kaldım ve sırtımı duvara yasladım. Konuşmalarını her ne kadar dinlemek istemesem de bir şeyler öğrenebileceksem yapmak zorundaymışım gibi hissediyordum. Çünkü Justin’in bana bir şeyler anlatmaya niyeti yok gibi duruyordu. “Bana bilmediğim bir şey söyle Patrick! Bunları bende biliyorum ama yapamam. Öğrenecekleri şeyleri kaldıramaz!” Sinirle nefes alınıp verildi ve birkaç şey daha parçalara ayrıldığını belli edercesine ses çıkarttı. “Bana sürekli bunu hatırlatıp durmaktan vazgeç. Onunla olmak ya da olmamak benim tercihim ve sen ne dersen onu yapacak değilim.” Kaşlarımı çatarak karşımdaki duvara baktım. Onunla olup olmamak mı? Bahsettikleri şeylerin neler olduğunu bilmiyordum ve nedense hiç hoşuma gidecekmiş gibi durmuyordu. “Bundan kaçamazsın!” Patrick’in sesi tüm koridor da yankılandı. “Kehanet oldukça açık! Bundan kaçış yok. Hiçbir zaman için de olmayacak.” Kehanet mi? Gözlerim tekrardan yanmaya başladığında hızla kapattım. Bir yerleri yakmak şu anki durumum için en son istediğim bir şeydi. “Kendi kararlarını verebilir. Bunun sende farkındasın! Her şeyi bilerek hareket etmeli. Bizim bile bilmediğimiz bu kadar şey varken ve bunlar bizi çıldırtmaya yönelirken onun nasıl bir durumda olduğunu zannediyorsun!” Myleen’in sinirli ve aynı zamanda da korkmuş ses tonu beni olduğum yere adeta çivilemişti. Onu daha önce bu kadar çaresiz bir ses tonuyla konuşurken görmemiştim. “Ona neyi tercih edeceğini sormak zorundasın! Bu sadece seninle ilgili değil Justin!” “Yeter artık!” Justin’in ortalığı yıkan sesini duyduğumda korkuyla bulunduğum yere sindim. “Bana bunu söylemekten vazgeçin! Ona hiçbir şey anlatamam. Anlatmam! Ona iki seçenek sunamam. Ya kendi hayatın ya benim hayatım diyemem. Zamanı geldiğinde kendisi öğrenmek zorunda!” “Kehanete sırtını dönemezsin Justin! Bunu bana söyleyen sendin! Ne yapar eder yine de seni bulur. Bunu biliyorsun.” Patrick sesini kontrol altına almış bir şekilde konuşuyordu fakat ses tonu hala bir şeylere sinirli olduğunu belli ediyordu. “Ona anlatmak zorundasın. Bir şekilde her şey ortaya çıkıyor zaten. Çizdiği çizimin ne anlama geldiğini bilmediğini söyleyemezsin.” Bana uzun gibi gelen bir süre hiçbir şekilde çıt çıkmadı. İçeride sadece nefes alışverişlerin ve birilerinin odada ileri geri yürümesinin sesleri dışında bir ses yoktu. En azından bana o şekilde geliyordu. Kalbim delice atıyordu. Bunu nasıl açıklayacağımı bilmiyordum. Bahsettikleri çoğu şeyi bilmiyordum. Aslında kim olduğumu bile bilmiyordum… “Ona ne dememi bekliyorsunuz?” Justin’in sesi az önceye oranla oldukça sakin çıkmıştı. Eğer onu şu birkaç gün içerisinde tanıyorsam sesi ne kadar sakin olursa olsun bakışlarının korkutucu olduğuna emindim. “Asla sırtımızı dönemeyeceğimiz bir kehanetimiz var. Ya sen beni öldüreceksin ya da ben seni mi?” Nefesim boğazıma takılırken Justin bağırdı. “Buna hangi akılla inanmasını bekliyorsunuz. Ona en başında yalan söylemişken hem de.” Sırtımı duvardan ayırıp öylece yan tarafa baktım. Neyden bahsettikleri hakkında fikirleri var mıydı acaba? Ne demek yalan söylemek? Ya da ne demek ölmek veya öldürmek? Gözlerimdeki yanma gittikçe devam ederken Patrick’in sesini duydum. “O an için yapabileceğin hiçbir şey yoktu. Onun kim olduğunu, neler olacağını bilmiyordun ve gerçeklerden ziyada yalan söylemenin daha iyi bir seçenek olduğuna karar verdin. Ama şimdi Faith’in kim olduğunu ve nelere yol açabileceğini biliyoruz. Eğer ona gerçeği söylemezsen işte o zaman işler hiç tahmin etmediğimiz şekilde gelişecek.” “Bunu söylemekten vazgeçin! Bunları bende biliyorum. Bana bilmediğim bir şey söyle! Neden ona gerçekleri açıklamak zorunda olduğum konusunda bana bilmediğim bir şeyler söyleyin!” Duvardan destek alarak içeriye ilerledim ve onları gördüm. Justin ellerini saçlarının arasına almıştı. Patrick elini onun omzuna koymuş dostane bir tavırla sıkıyordu. Myleen koltuklardan birinin kol dayama kısmına oturmuş öylece ikisini inceliyordu. İçerisi de tıpkı az önceki oda gibi boydan boya camla kaplıydı. Tavandaki ahize göz alacak derecede parlıyordu. Oturma takımı siyah ve beyaz ağırlıklıyken yemek masasında kırmızı da mevcuttu. İçerisi bana Nelson’ın yerini anımsatırken başımı salladım. “Sanırım tüm konuşmalarınızı duyduğunu söyleyecek olursam, Faith’e gerçekleri anlatmak için sadece saniyeleriniz olacak!” Justin hızla başını kaldırıp bana baktığında ela gözlerinin karardığını gördüm. Boynundaki damarlar sinirlendiği için belirginleşmişti. Patrick’in gözlerinde şaşkınlık varken Myleen resmen şok olmuştu. Duvardan zorlukla tutunurken onlara bakmaya devam ettim. “Biri hemen bana burada neler olduğunu anlatacak! Yoksa şu bahsettiğiniz kehanet ya da her neyse, ona gerek kalmadan burada bir katliam yapacağım!” “Faith.” Justin bir adım öne çıkıp bana yaklaşmaya çalıştığında hızla elimi kaldırdım. “Sakın bana yaklaşma! Neler döndüğünü anlatmadan bana dokunmaya kalkma.” “Sanırım her şeyi anlatmak zorundasın Justin.” Patrick koltuklardan birine geçti ve kollarını sırt dayama kısmına atarken koltukta iyice yayıldı. “Sana en başından anlatmanı söylemiştik zaten.” Justin sinirle ona baktı ama Patrick pek etkilenmiş gibi görünmüyordu. Hatta eğer onları tanıyor olsaydım Patrick’in gözlerindeki ışıltının Justin’in böyle bir duruma düştüğü için eğlendiğini bile söyleyebilirdim. “Biraz otursan iyi olacak Faith. Hala tam olarak kendine gelemedin.” Myleen oturduğu yerden kalkıp bir adım atınca sinirle ona baktım. “Ben iyiyim. Oturmamı gerektirecek bir durum yok. Sadece gerçekleri öğrenmek sonra da buradan gitmek istiyorum.” Justin gözlerini kısarak bana bakarken yanak kasları dalgalandı. Sürekli olarak benim yanımdayken sinirleniyordu ve bundan hoşlanmıyordum. İçeri de sadece Myleen, Patrick ve Justin’in olması bende Editto ve Misha’nın nereye kaybolduğuyla ilgili sorular sorulmasına sebep oluyordu. Geçen işlenen cinayette ne Misha ne de Editto vardı ve bu sefer de onların burada olmaması kafamı kurcalıyordu. “Misha ve Editto nerede?” diye sordum. “Birbirinizden ayrılmadığınızı zannediyordum.” Myleen başını sallayıp tekli koltuğa oturdu. “Editto’nun senin yerine geçmesi gerekti. Yaklaşık olarak iki gündür uyuyordun ve tam olarak kendini toparlayamadın. Arkadaşlarının nereye kaybolduğunu sorgulamamaları için de Editto senin yerine geçti. Misha’da herhangi bir olumsuz durum karşısında onun yanında olabilmek için uzaktan takip yapıyor.” “İki gündür uyuyor muydum? Kendimi hiç de dinlenmiş gibi hissetmiyorum.” “Zaten hissedemezsin.” Patrick başını yana eğip bana baktı. “Güçlerini yeni yeni kazanmaya başlıyorsun ve biranda kendine bu kadar yüklenmen vücudunda güçlü hasarlara yol açtı.” Başım döndü ve sendeledim. “Tercümesi lütfen.” “Yani bedeninin gücünü benimsemesi için ufak birkaç teknikle başlamamız gerekiyordu. Fakat sen bir anda bütün gücünü kullanmaya çalışınca bedenin gücünü kaybetti ve bayıldın.” Myleen başını sallayarak onaylarken, “Bu tıpkı bin voltluk elektrik akımının vücudundan geçip bedenin işlevini kaybetmesi gibi.” dedi. Verdiği örneğe karşı yüzümü buruşturdum. Kendimi tamamen toplamaya çalıştım ama pek bir işe yaramadı. Büyük ihtimalle haklılardı ve benim acilen bir yere oturmam gerekiyordu. Aksi takdir de buraya, duvar kenarına, yığılıp kalacaktım. Bir adım ileriye gittim ve düşmemek için dengemi sağlamaya çalıştım. Tüm kaslarım ağrıyordu. Beni taşıyacaklarını tahmin bile etmiyordum. “Dikkat et!” Justin sesiyle eş orantı da hızla yanıma geldi ve son dakika da düşmeden önce beni kendinde çekti. Başım sert göğsüne çarparken kollarını belime doladı. Ona her ne kadar tutunmak istemesem de burada yere düşmeyi daha az istediğim için dirseklerinin üzerinden kolunu kavradım. “Daha dinlenmen gerekiyor. Bu şekilde düzgün düşünemezsin.” Başımı geriye atıp hiçbir duygu belirtisi göstermeyen ela gözlerine baktım. “Beni koltuklardan birine götür, anlatacaklarınızı dinleyebilecek kadar kendimdeyim.” Tek kaşını kaldırarak bana baktı. “Emin misin? Yüzün elbisen ile aynı renkte şu an.” Kireç gibi olduğumu tahmin etmek o kadar da zor değildi ama öğreneceğim şeyler için biraz daha kendimi zorlayabilirdim. Bugün bunları ya öğrenecektim ya da her şeyi sineye çekip beni kandırmalarına izin verecektim. Ve tabi ki ilk seçenek ikinciye oranla çok daha iyiydi. “Eminim!” Kurumuş dudaklarımı ıslatıp sinirle ona baktım. “Şimdi beni bırak ve bana açıklamadığınız her ne varsa anlat!” Sinirlense de başını sallayarak onayladı. Beni kendine biraz daha çekerken belimi sıkıca sardı ve sağ kolumdan tutarak hemen ilerideki ikili koltuğa oturmama yardımcı oldu. Tüm bedenim hafif bir titreme geçirse de yine de umursamadım. Çok daha önemli bir konuşmanın ortasında olacaktım birazdan. Sırtımı yasladım ve kendimi en rahat hissettiğim pozisyonu buldum. “Şimdi hiçbir şekilde yalan söylemeden bana her şeyi anlatmanızı istiyorum. Konuşmalardan anladığım kadarıyla bunu bilmek benim en büyük hakkım. Öyle değil mi?” Justin camın önüne gidip durduğunda yansımasına baktım. Yüzü sertti ve düşündüklerini kesinlikle belli etmiyordu. Ne hissettiğini bilmiyordum. Aklından geçen şeylerin benim yararıma olmadığını bilsem de bana karşı açık olmasını istiyordum. “Sana en başından beri doğruları tam olarak söylemediğim için kusura bakma. Bunun için özür dilememi istiyorsan bu düşüncenden hemen vazgeç. Çünkü böyle bir şey olmayacak. Kendi bildiğim doğru için kimseden özür dilemem.” Ellerini pantolonun cebine yerleştirdiğinde ne kadar zıt olduğumuzu bir kez daha fark ettim. Ben beyazların içindeyken o her zamanki gibi siyahlara bürünmüştü. Siyah bir tişört, siyah pantolon ve siyah botlarla benden oldukça farklıydı. “Sana anlatacaklarım o kadar kolay şeyler değil. Bu yüzden sözümü kesmeden beni dinle.” Başımı sallayıp onu onaylarken gözlerimi pencereye düşen yansımasından alamıyordum. “Eğer, tüm doğrularıyla anlatacaksan sözünü kesmeden dinlerim.” “Sana genetik kodun değişimiyle ilgili söylediklerimi hatırlıyor musun? Genetik kod değiştiği için tüm halkımın bu duruma maruz kaldığını söylemiştim.” Her şey beynimde buzlu bir camın arkasındaydı ve oradan bir şeyleri seçip almak gittikçe zorlaşıyordu. Söylediği şeyleri hatırlamaya çalıştım fakat bir türlü olmuyordu. Beynim o günkü anılarla ilgili olan her şeyi sanki kapatmıştı. Bu da bir yerlerde bir hata olduğunu anlamamı sağlıyordu. Bir dakikanın sonunda beynimdeki tüm hücreler yerlerine yenilerini eklerken balo da bayıldığımda onların Nehir Yolunun oradaki evde yaptığımız konuşma aklıma kesik kesik gelmeye başladı. Şu anda nükleer silah yapımı için kullanılan bir maddenin o zamanlarda güçlü bir radyasyon yaydığını, buna maruz kalan atalarının ise genetik kodunun değişip şimdiki hallerine gelmelerini sağladığını söylediği günü hatırladım. “Evet, bunun bir tür radyasyon sonucu olduğunu söylemiştin.” “Aslında o tam olarak öyle değildi!” Derin bir nefes alıp bıraktı. “Yıllar önce, ki bu milattan çok öncelere dayanıyor, atalarımız kendi aralarında bir tartışmaya tutuşmuşlar. Yaşadıkları toplum, gelenek farklılıkları ve inandıkları inançların farklı olması, onları cadılarla anlaşma yapmaya itmiş. Fakat anlaşmanın şartlarına göre, her yıl yeni doğan bir bebek cadılara verilerek kendi kurallarına göre yetiştirilmesi sağlanacakmış. Ama içlerinden biri buna şiddetle karşı çıkmış. Çünkü o yıl doğacak olan bebek kendi bebeğiymiş ve bunu vermeyi kabul etmemiş. Cadılar bu durumdan hiç hoşlanmamışlar. Tek bir kişinin yaptığı bu hatayı tüm kabileye ödetmek istemişler.” Kaşlarımı kaldırarak onlara baktım. “Cadılar? Bizim bildiğimiz cadılar mı?” “Bilmediğimiz cadı varsa o da olur.” Patrick sırıtarak bana bakarken ona sinirle bir bakış attım. Gözlerimdeki yanmayı hissettiğimde Patrick’in korkuyla gerilen yüz ifadesinin sebebini anlamıştım. “Evet, cadılarla oldukça iyi bir ilişki içindeymiş normalde kabilemiz. Fakat o gün tek bir kişinin bebeğini vermek istememesi sonucunda tüm kabileyi lanetlemişler. Herkese kendi kişiliklerine göre yetenekler vermesini sağlayacak bir madde geliştirmişler. Madde onlar farkında olmadan vücutlarına işlemiş ve genetik kodlarını değiştirmiş. O günden itibaren de kendi güçleriyle başa çıkmaya çalışmışlar.” Kollarımı bedenime doladım ve gözlerimi kısarak Justin’in yansımasına bakmaya devam ettim. “Peki bunun benimle veya seninle ne alakası var?” Bu konuşmadan sıkılmış gibi nefesini dışarıya bıraktı. “Atalarımız yeni güçlerine kavuştuklarında ne yapacaklarını çok şaşırmış. Çünkü daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamışlar. Bunların nasıl çalıştığını anlayabilmek için çeşit çeşit deneyler yapmışlar. Bunun çocuklara etkisi olup olmadığını, bir tür zehir olduğundan bile şüphelenmişler. Fakat sonuç değişmemiş. Her dünyaya gelen bebek bu güçlerle doğuyormuş. Tek farkı bebekler güçlerini altı yaşından itibaren kullanmaya başlıyorlarmış.” “Bunun hala neden bizi ilgilendiren kısmı olduğunu anlayamadım?” Justin sıkıntıyla bana döndü. “Eğer biraz daha sözlerimi kesmeye devam edersen hiçbir zaman için de öğrenemeyeceksin.” Dudaklarımı birbirine bastırdım ve koltukta biraz daha arkama yaslanıp ayaklarımı altımda topladım. Bedenim kuzey kutbunda kalmışım gibiydi. Buz tutmuştu fakat bu oldukça tuhaf geliyordu. Kimse bu durumun farkında değil gibiydi. Üstelik hepsinin bakışları benim üzerimdeydi. “Zaman geçtikçe kabilemiz bu duruma alışmaya başlamış ama gün geçtikçe insanların arasına katılıyor olmaları dikkatleri üstlerine çekiyormuş. Bu yüzden de Kuzey’e taşınmışlar. Kendilerine yeni bir hayat kurmak, yeni bir başlangıç yapmak istemişler. Kuzey’i yaşanabilir bir hale getirmişler.” Tekrardan arkasını döndü ve camdan dışarıya bakmaya başladı. “Aradan geçen onca yıldan sonra içlerinden birini dış dünyayla bağlantı kurması, ne tür gelişmeler olduğunu öğrenmesi için Kuzey’den dışarıya çıkmasına izin vermişler.” “Bu bir efsane mi yoksa gerçekten olduğuna inanıyor musunuz?” Patrick gözlerini devirip bana döndü. “Hem efsane hem inanıyoruz. Çünkü bunların hepsini birinci ağızdan duyduk.” “Duyduk? Dalga geçiyor olmalısınız? Bunları birinci kişiden duymanız imkansız. Duyduğunuz kişinin şu anda üç bin yaşında filan olması gerekiyor.” “Anlatmama müsaade edecek misin yoksa aklını sürekli karıştırmaya devam mı edeceksin?” Justin bu olaydan yeterince sıkılmış görünüyordu ve bu durumu daha kötüye çevirmek istemediğim için onu dikkatle dinlemeye devam ettim. “Adam, yani Rickie, dışarıya çıktığında ilk gittiği yer kabilesinin eskiden yaşadığı yermiş. Orada oldukça değişik ve enteresan şeylerle karşılaşacağına inanırken bir kızla tanışmış.” “Her zaman bir kız olur zaten.” diyerek homurdandım. “Neden hep tüm olayların başının altından kadınlar çıkıyor?” Patrick kıkırdarken ben gözlerimi devirdim. Justin ise ikimize de kötü kötü bakmaktan başka bir şey yapmadı. “Onu ilk gördüğü anda aşık olmuş. Bilirsin ilk görüşte şu meşhur aşklardan. Ama aralarındaki ilişkinin olması imkansızmış. Cadılar kabileye yaptıkları o kötülük sonucunda kabile kendilerine yeni kurallar belirlemiş. Asla kendi türü olmayan biriyle evlenilemezmiş. Kız bir cadı, erkek ise genetiği değiştirilmiş biriymiş. Bu yüzden onların evlenmesine izin verilemezmiş. Ta ki kız, yani Sasha, tıpkı onlara yaptığı gibi kendi genetiğini değiştirmiş. Sırf Rickie ile birlikte olabilmek için.” Ellerimi kaldırarak onu durdurdum. “Dur söyleme ben tahmin edeyim. Ama tüm bu mutluluk uzun sürmemiş çünkü kızı kıskanan, erkeği seven başka biri varmış?” “Vay canına!” diyerek dalga geçti Patrick. “Bu kız düşündüğümüzden de iyi.” Zorlukla yanımdaki yastığı kaldırıp ona fırlattım. Havada yakalayıp bacaklarının üzerine koydu ve bana dişlerini göstererek güldü. “Bunu nereden buldunuz? Esir kampından mı?” Patrick gözlerini kocaman açıp elini kalbinin üzerine koydu. “Kalbimi kırıyorsun güzelim ama.” “Güzelin batsın!” diye homurdandım. Patrick gülerek arkasına yaslanırken ben başımı sallayıp gözlerimi devirdim. “Bu hikayenin nereye gideceğini az çok tahmin etsem de yine de sonunu nasıl bize bağlayacaksınız merak ediyorum. O yüzden anlatmaya devam edebilirsin.” “Cadının kız kardeşi de, Samantha, Rickie’den hoşlanıyormuş. Kız kardeşinin sırf o erkek için cadılıktan vazgeçtiğini öğrendiğinde çok sinirlenmiş. Bu yüzden de Sasha’yı lanetlemiş.” Şaşkınlıkla ona baktım. “Peki adama bir şey yapmamış mı?” “Yapmış, ona da gücünün yanında bir güç daha eklemiş. Sonsuza kadar yaşayacakmış. Karısı lanetlenirken hiçbir şey yapamadan orada öylece kaldığını hatırlayarak kendini bitirmesine izin verilmiş.” Bu berbat bir durumdu. İnanılacak gibi değildi. Genel olarak böyle hikayeleri efsaneler de ya da filmlerde duyabileceğimiz türden bir şey, şu anda karşımdaydı ve anlattıkları her ne kadar benim ve Justin’in nasıl bir kavganın ortasına tutuşacağımızı anlatmasa da yine de hikaye ilgimi çekmişti. Sevdiğin kadın lanetlenirken onu öylece izlemek ve bunu durduramadığını bilerek sonsuza kadar yaşamak, bu tüm tecrübelerden daha acı verici olmalıydı. “Sonra ne olmuş?” Justin başını çevirip gözlerimin içine baktı. “Kabilenin başındaki kişi, kabileyi Rickie’ye vermek istememiş. Çünkü eğer verirse, kendi emelleri için kullanacağını, cadılara savaş açacağını biliyormuş. Fakat onun da bilmediği bir şey varmış. Sasha, lanetlenmeden önce hamileymiş. Bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Rickie, karısı ve kendisi lanetlenince oğlunu, o zamanın katana ustalarından biri olan Hayao Hikaru’ya emanet etmiş. Katana kullanmayı öğrenmiş. Adam eşinin lanetini kaldırabilmek için çeşitli yollar ararken sonunda bir cadıyla anlaşma yapmış. Yıllar içerisinde elementleri kullanabilecek olan dört çocuğun geleceğini ve bunların birbirlerine aşık olmaları sonucunda karısını kurtarabileceğini söylemiş. Tabi Samantha bunun haberini çabuk almış. Ve bir lanet daha yağdırmış. Bunlardan ikisi birbirine aşık olacak diğer ikisi ise birbirleriyle bilinmez bir savaşın içine girecekmiş.” Patrick ve Myleen bana olayı anlamamı istermiş gibi bakıyordu ama bunun ne demek olduğu konusunda bir fikrim yoktu. Anlattıkları oldukça tuhaf ve benim için farklı şeylerdi. Bunların gerçekliğinden bile emin olamıyordum. İçimden bir ses bu hikayenin devamı var diyordu. Elementleri kullanacaklardan ikisi birbirine aşık olacak ve diğer ikisi birbirleriyle bilinmez bir savaşın içine girecekmiş. Bunun mantıklı olan tek bir yanı yoktu. Samantha’ nın oldukça kafayı sıyırmış bir cadı olduğu dışında mantıklı bir yanı yoktu. “Neden bilmiyorum ama bu hikaye de bir şeyler eksik gibi hissediyorum. Üzerinde durmayacağım. Sadece,” Gözlerimi kapatıp beynimi zorladım. “o çizdiğim çizimin ne anlama geldiğini bana anlatın yeter.” Justin’in bakışları az öncekine oranla daha da sertleşirken dikkatle onu izledim. “O, bir tür işaret. Katanaların üzerindeki motifler kimin kiminle savaşacağını ya da aşık olacağını gösteriyor.” “Motiflerden hiçbir şey anlamadım.” Kollarımı göğsümde birleştirdim ve ellerimle vücut ısımı korumaya çalıştım. “Burası çok mu soğuk oldu?” Myleen kaşlarını çatarak bana baktı ve hızla yanıma gelip oturdu. Elini alnımda ve elbisenin açık bıraktığı kollarımda gezdirdiğinde gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. “Donuyorsun sen.” “Hava bu kadar sıcakken mi?” Patrick oturduğu yerde öne doğru eğilirken Justin’e bir bakış attı. “Kahretsin! Bedeni güçleri tam olarak benimseyemedi.” Justin gözlerini gözlerime sabitlediğinde ela gözleri yerini parlak kahverengiye bıraktı. “Myleen, bir şeyler yap.” Tüm bedenim bir sıcak hava dalgasıyla ürperdiğinde hemen yanımdaki Myleen’e baktım. Saçları mavi bir ışıkla havalanırken gözleri parlak maviydi. Her ne kadar sıcak hava kendini belli etse de bedenimle uzaktan yakından alakası yoktu. Kesinlikle üşüyordum ve bu normal değildi. “Neden ısınamıyor?” Justin hızla yanıma gelip Myleen’e baktı. “Bilmiyorum. Normalde böyle bir şey olmaması gerekiyordu. Ama güçleriyle ilgili bir sorun olduğu için güçlerim onun üzerinde etki etmiyor.” Myleen’in göz rengi tekrardan eski haline geldiğinde ayağa kalkıp salonun çıkışına yöneldi. “Ben giyecek birkaç kalın kıyafet getireyim. Bu şekilde uzun süre kalamaz.” Dişlerim birbirine çarparken kollarımı bedenime biraz daha sardım. Kireç gibiydim ve tüm bedenim donuyordu. Kendimi gerçek anlamda kuzey kutbunda gibi hissediyordum. Bedenimin içinde oldukça güçlü bir enerji vardı fakat bana hiçbir etkisi olmuyordu. Tek etkisi üşümemi kolaylaştırmak ve başımı ağrıtmaktan başka bir şey değildi. Myleen sadece saniyeler içerisinde elinde bir battaniye ile gelip üzerime örttü. Battaniyeye kurtarıcımmış gibi sarılırken dikkatle beni izliyorlardı. Justin oldukça sinirli görünüyordu. Az önce bana her ne kadar istemeyerek de olsa gerçekleri anlatırken bile bu kadar sinirli değildi. Şimdi ise patlamaya hazır bir volkan gibi dikkatle beni izliyordu. Patrick ise oturduğu yerden tüm dikkatini bana vermişti. Gözleri sürekli olarak renk değiştiriyordu fakat gözlerinde ufak da olsa bir endişenin parıltıları kendini belli ediyordu. Benim için endişeleniyordu. Bu duygu gülümsemek istememe yol açtı. Buraya oturduğumdan beri bana laf atmaya uğraşmasına rağmen yine de benim için endişeleniyordu. Myleen hala yanımda beni ısıtabilmek için güçlerini kullanmaya çalışıyordu. Fakat hiçbiri de işe yaramıyordu. Tüm bedenim buzun altında kalmış gibiydi. Ellerim morarmaya başladığında Justin’in Japonca bir şeyler söylediğini duydum. Japonca bildiğini bile bilmiyordum. “Bir şeyler yapamayacaksan ben yapacağım!” Justin hızla gelip beni kucağına aldığında çığlık atıp kollarını kavradım. “Ne yapıyorsun sen?” Dişlerimin birbirine çarparken çıkarttığı seslere gözlerimi devirip tekrardan ona baktım. “Burada bu şekilde donarak ölmene izin vermeyeceğim herhalde. O yüzden sus!” Üşüyen kollarıma lanetler yağdırarak ona biraz daha sokuldum. Vücut ısısı bedenimi biraz daha rahatlatıyordu ama yine de yeterli değildi. Soğuk ellerimi ensesindeki teninde birleştirdiğimde sadece saniyelik bir ürpermenin ardından tekrardan eski sinirli haline dönmüştü. Başımı omzuna yasladım ve derin bir nefes alıp verdim. Gittikçe daha kötü olacağımı biliyordum. Patrick’in anlattıkları doğru olabilirdi. Kulaklarımda Myleen’in verdiği örnek çınlarken gözlerimi sıkıca kapattım. Bin voltluk elektrik akımının vücudundan geçip bedenin işlevini kaybetmesi gibi. Ayaklarım soğuk fayansa değdiğinde ürpererek ona biraz daha sokuldum. Başımı kaldırıp ona baktığımda buz gibi bir ifadeyle bana bakıyordu. Bedenim belki buz gibiydi fakat içimde bir volkan vardı ve ben bunu oldukça iyi bir şekilde hissediyordum. Justin’in bakışları o içimdeki volkanı bile donduracak derece de soğuk bakıyordu. Elini uzattı ve sıcak suyu açıp duş başlığını üzerime tuttu. Sıcak su tüm bedenimi yakarken çığlık atarak geriye sıçradım. “Justin!” Beni umursamadan suyu üzerime tutmaya devam ediyordu. “Ya bunu yapacaktım ya da yanardağa atacaktım. İlk seçenek daha cazip göründü Faith. Sen de bunun iyi bir seçenek olduğunu fark etmişsindir zaten!” Alayla karışık ciddi sesini duyduğumda gerçekten de ikinci seçeneği düşündüğüne emindim. Tamamen sırılsıklam olduğumda hala yerimde duramıyor sudan kaçmaya çalışıyordum. “Yeter artık Justin.” derken ağzıma kaçan su yüzünden sesim boğuk boğuk çıkmıştı. “Tamam, yeter. Az önceki halime göre çok daha iyiyim. Bırak artık.” Sıcak su kesildiğinde hızla elimi yüzümde gezdirdim. Beyaz elbisenin kuru hiçbir yanı kalmamıştı. Saçlarım birbirine girmişti ve ben kendimi yüz kilo taşıyormuş gibi hissediyordum. Başımı kaldırıp öfkeyle Justin’e baktım. Onunda benden pek bir farkı kalmamıştı. Siyah tişörtü üzerine yapışmış, saçları ıslak ve dağınık bir şekilde alnına düşmüştü. Gözleri az öncekinin aksine daha sakin bakıyordu. “Manyak mısın sen?” diye bağırdım elbisemin eteklerindeki suları sıkarken. “Ne hale soktun beni!” Dudaklarının kenarı kıvrıldı ve bana daha önce görmediğim samimi bir şekilde gülümsedi. “Pekala, kesinlikle kendine gelmişsin.” Sinirle ayağımı yere vurdum ve ıslak fayansa çarpan ayak sesim tüm banyoda yankılandı. Ayağımın acısıyla ona ölümcül bir bakış attım. “Justin!” diye çığlık attım. “Bu halde bile eğlenebilmene sevindim.” Gülerek bana baktı. “Şu anki halini görüyor olsaydın sen de benim gibi eğlenirdin.” Başımı eğip üzerime baktım ve gerçekten de ne kadar berbat olabileceğimi düşündüm. Beyaz elbisem tamamen ıslanmıştı ve sular damlatarak fayansı ıslatmaya devam ediyordu. Saçlarım birbirine girmiş bir şekilde omuzlarımdan aşağıya doğru dökülmüştü. Gözlerimdeki sinirle Justin’e bağırıp bu kılıkta ona kafa tutuyordum. Kesinlikle komik bir durumdu. Tabi bu komedinin sahibi ben olduğum için bunu kabul etmeye hiç niyetim yoktu. “O kadar komik olduğumu zannetmiyorum.” diyerek bulunduğum yerde dikleştim. “Sen önce kendine bak.” Başını yana eğip bana tek kaşını kaldırarak baktı. Yüzünde oldukça masum bir ifade vardı ama gözlerindeki o muzip bakış beni olduğum yere çivilemişti. Hızla gözlerimi kaçırdım. “Üşüdüm.” diyerek aklıma gelen ilk yalanı söyledim. “Çıkalım artık.” Kahkahası banyo da yankılandı ve benim onu beklemeden kabinden çıkmamı sağladı. Hızla oradan çıkarken kapının hemen yanında bulunan havluyu alıp üzerime örttüm. O arkadan gelirken çoktan odasına girmiştim. O dolabına ilerlerken ben öylece ona bakıyordum. Eşyalarını aldı ve kapıya yöneldiğinde dönüp bana baktı. Dudaklarının kenarı eğlendiğini belli edercesine kıvrılmıştı. “Myleen’e sana uygun bir şeyler getirmesini istediğini söylerim.” Başını tekrardan yana eğdi ve beni süzüp gülümsedi. “Oldukça yakışmış.” Önce neyden bahsettiğini anlamadığım için ona kaşlarımı çatarak baktım. Ama sonra bahsettiği şeyin ne olduğunu anladığımda- ki bahsettiği şey üzerimdeki havlu ve ıslak saçlarımdı.- gözlerim kocaman olurken yatağın üzerindeki yastığı alıp kapıya fırlattım. Son dakika da kapıyı çekip dışarıya çıktığında yastık kapıya çarptı ve yere düştü. Kapının ardından onun kahkahasını duydum. “Kızarmak sana çok yakışıyor.” diye bağırdığında, sinirle ayağımı yere vurdum. “Justin!” |
0% |