@esmedemirr
|
İnkar etmek boşuna çabalamaktır derdi büyükannem. Başına bir şey gelmişse bu seçilmiş olduğun için derdi, hayatı daha iyi anlaman için. Belki de amaç buradaydı. Kendimi kandırıp inkar etmenin mantıksızlığıydı. Belki de sadece başıma gelecekleri bildiği için beni buna hazırlamaya çalışmıştı kendince. Ya da ben tüm bu başıma gelenleri unutmak, benim olmadığını anlayabilmek için kendimce uydurduğum ufak oyunlardı. Şimdi ise her şey karşımdaydı. Söyledikleri şeylere anlam vermek saçmaydı. Anlamlandırmaya çalışmak daha da saçmaydı. Söyledikleri şeylere inanmak istemiyordum ama gördüklerim beni de şüpheye çekmeye yetiyordu. Dudaklarımı araladım ama ne söyleyeceğimi bilemediğim için tekrardan kapatmak zorunda kaldım. Ne diyecektim ki? İnkar mı edecektim? Bunun saçmalıktan başka bir şey olmadığını mı söyleyecektim? Belki de söyledikleri hiçbir şeye inanmadığımı da söyleyebilirdim. Anlattıkları bende farklı bir boyut kazandırdı. Genetik kodu değişen insanlar grubuna giriyordum ve bu gerçekten komikti. Onların ne olduğunu bile bilmiyordum. Bahsettikleri şeylerin yarısından fazlasını anlamıyordum. Tek bildiğim kafamın oldukça karıştığıydı. Ne yapacağımı bilemez bir şekilde orada öylece duruyordum. Ağzımı açıp bir şeyler söylemek istesem de yapamıyordum. Söylediği şeyleri bir türlü hazmedememiştim. Ne demek istemişti bilmiyordum. Belki de benimle dalga geçiyorlardı. Fia sayesinde bilgisayarla yapılan birçok şeye tanıklık etmiştim. Belki de bu da onlardan biriydi. Bu arkadaş grubunu tanımıyordum ne de olsa. Doğru söylediklerini nereden bilecektim ki? Bir bilim meraklısını kandırmanın en kolay yolu genetikle ilgili ilgisini çekecek bir şeyler söylemek olmalıydı. Bunu yem olarak kullanmadıklarını nereden bilebilirdim? “Saçmalıyorsun!” demeyi başardım sonunda. “Anlattıkların hiçbir anlam ifade etmiyor. Sizden biri mi?” Zorlayarak kahkaha attım. “Sizin ne olduğunuzu bile bilmiyorum daha. Hatta neden burada durmuş sizi dinliyorum onu da bilmiyorum.” Justin’i göğsünden ittim ve geriye doğru sendelemesini sağladım. Hiçbirine bakmadan dış kapıya doğru yöneldim. Editto’nun neden ayakkabı konusunda bana güven dediğini şimdi daha iyi anlamıştım. Bunun olacağını tahmin etmişti anlaşılan. Kapıdan dışarıya çıktığımda hızla çekip kapattım. Derin bir nefes alırken kalbim küt küt atıyordu. Dudaklarımı ıslattım ve aklımı toplamaya çalıştım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Yanımda hiçbir eşyam yoktu ve öylece dışarıya çıkmıştım. Önce hemen karşımdaki asansöre sonra da az ilerideki merdivenlere baktım. Asansör beklemek istemiyordum. Kapalı bir alanda durursam tüm düşünceler beynime dolacaktı ve ben bunu da istemiyordum. O yüzden tercihimi merdivenlerden yana kullandım. Merdivenlerden aşağıya koşar adım inerken kaçıncı katta olduğumuz yeni aklıma geldi. Nehir Yürüyüş Yolu oldukça küçük göründüğüne göre baya yüksek bir binadaydık. Ama kaçıncı katta olduğumuzu tam olarak bilemiyordum. En alt kata gelene kadar koşarak inmeye devam ettim. Nefesim kesilecek gibi olsa da durmadım. Düşünme yetimi tamamen kaybetmiş sadece nefes alıp vermeye konsantre olmuştum. Bu kendimi iyi hissetmemi sağlıyordu. Binanın çıkışına geldiğimde kapıdaki güvenlik şaşkınlıkla bana bakıyordu. Onu umursamadan kendimi dışarıya attım. Hava oldukça soğuktu ve bu San Antonio’da pek alışık olduğum bir durum değildi. En azından yaz aylarında böyle değildi. Hava değişimleri sürekli olarak başka bir şeyi gösteriyordu ve bu tuhaftı. Kollarımı göğsümde birleştirdim ve nereye gittiğimi bilmeden sokaklar arasında ilerlemeye başladım. Tek istediğim soğuğun tenime işlemesi ve düşünmemi sağlamamasıydı. Öyle de oldu. Soğuk tüm bedenime işlerken tek düşünebildiğim ısınmak için bir çareydi. Üzerimde sadece bir kazak ve yırtık kot pantolon vardı. Bu hava için ideal olmadığı her halinden belli oluyordu. Dudaklarımı ıslattım ve soğuk havanın tenime değip tüm bedenimi titretmesine izin verdim. Gözlerim karşımdaki ışıklandırmaya kaydığında derin bir nefes aldım. Ayaklarım her zaman olduğu gibi beni Nehir Yürüyüş Yoluna getirmişti. Rengarenk büyük şemsiyeleri tüm ihtişamıyla orada öylece duruyordu. Nehirin üzerine doğru kurulmuş olan sahne göz alıcılığından bir şey kaybetmemişti. Piano başındaki bir adam rüzgarın etkisine göre parmaklarını hareket ettiriyor ve tüm insanların en derinlerine dokunan acıklı bir parçayı çalıyordu. Kazağımın kollarını avuç içlerime çekiştirdim ve onları oraya hapsettim. Parmaklarım yakında işlevlerini kaybedecekmiş gibi duruyordu. Nehir’in hemen yanındaki korkuluğa yaklaştım ve onları tutarak nehrin o güzel görüntüsünü izlemeye başladım. Başka da ne yapabileceğimi bilmiyordum zaten. Hayatım batmıştı. Saçmalıklarla dolmuştu. Düşünmek istemeyeceğim kadar çok yalanın içine çekilmiştim. Kimdim, neydim ya da ne olacaktım? Kendimle ilgili hiçbir şeyi bilmediğim gibi eğer Justin’in ve arkadaşlarının anlattığı şeyler doğruysa ailemin ne olduğu konusunda bir fikre sahip olamayacaktım. Onlar her zaman için bende ayrı bir yere sahiptiler. Annem bana daima yalan söylememem konusunda bir uyarı da bulunurdu ama onları gördükten sonra ilk yalanımı söylemiştim zaten. Şimdi ise olanları anlatsam bana inanıp inanmayacağını bile bilmiyordum. Aklım oldukça karışmıştı ve birbirine girmişti. Omuzlarıma bırakılan ceketle yerimde sıçradım. Başımı yana çevirdiğimde Justin oldukça rahat bir şekilde sırtını korkuluğa yasladı ve kollarını göğsünün altında birleştirdi. Ayaklarını ileriye doğru uzatmıştı. Kendinden emin hali kaşlarımı çatmama sebep oluyordu. Sıkıntıyla nefesimi bırakırken ona bakmaya devam ediyordum. “Ne istiyorsun Justin?” Gözlerini kapattı ve beni sanki duymuyormuş gibi davranmaya devam etti. Kaşlarım daha da çatılmıştı. Buraya kadar sadece benim rahatımı kaçırmaya ve ceketi vermeye gelmemişti herhalde. Tam cevap vermeyeceğini düşünmüştüm ki dudaklarını araladı. “Seni gözümün önünden ayırmamam gerek.” Alayla dudakları kıvrıldı. “Kimi yakacağın belli olmaz.” “Neden bahsediyorsun sen?” Başımı iki yana salladım. “Konuşmalarınızdan ya da anlattığınız olaylardan hiçbir şey anlamıyorum.” Gözlerini açtı ve bana yandan bir bakış attı. Hemen ardından da yaslandığı yerde doğruldu ve üzerimdeki ceketi biraz daha omuzlarıma çekti. “Giy bunu. Sonra da seninle uzun bir konuşma yapalım. Her şeyi anlatacağım ama lafımı kesmeden beni dinleyeceksin?” Şaşkınlıkla gözlerim açıldı. Ne öğreneceğimden emin değildim. Öğrenmek istiyor muydum ondan da emin değildim. Hiçbir şey bilmiyordum. Bedenim benden bağımsız hareket etti ve ceketi üzerime geçirdim. Elimi tuttu ve beni arkasından çekiştirmeye başladı. Nehir Yoluna her geldiğimiz de arkadaşlarımla oturduğumuz yere doğru çekiştirdi beni. Benim soğuktan donmaya başlayan ellerime oranla eli sıcaktı. Üzerinde hala aynı kıyafetler vardı ve değiştirme gereği duyuyor gibi de durmuyordu. Beni köprünün altına çekti ve orada nehre en yakın masanın önüne geldi. Elimi bırakırken başımı salladım ve masadaki yerimi aldım. Hemen karşımdaki yerini almıştı. Garson zaman kaybetmeden yanımıza gelmişti. “Ne alırdınız?” diye soran kıza döndüm. Kısa platin saçları ve mavi gözleriyle oldukça şeker bir kızdı. Bakışları Justin ile benim aramda ilerlemeye başladığında başımı çevirip Justin’e baktım. Düz bir ifadeyle beni inceliyordu. “İki kahve istiyoruz.” dedi oturduğu yerde arkasına yaslanırken. “Sade olsun.” Garson kız başını sallayıp yanımızdan uzaklaştığında kaşlarımı çatarak ona baktım. Benim isteyeceğim şeyi nereden bildiğini bilmiyordum. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama yine de burada oturmuş onunla sohbet edecektim. Gerçekten umurumda mıydı neler olduğu? Öğrenmek istediğim gerçekleri öğrendiğimde bu kadar baskı yaptığım için pişman olacak mıydım? Peki gerçekleri öğrendiğim zaman ne hissedecektim? Rahatlayacak mıydım? Kalbim mi kırılacaktı? Tüm bu sorulara tek bir cevap çıkıyordu: Bilmiyorum. Platin saçlı garson elinde kahvelerimizle geldiğinde hala konuşmadan birbirimize bakıyorduk. Dışarıdan nasıl bir deli görüntüsü çizdiğimizi bilmiyordum. Gerçekten tuhaf görünüyor olmalıydık. Yaklaşık beş dakikadır buradaydık ve tek kelime bile etmeden birbirimize bakıyorduk. Garson kahveleri masaya bıraktı ve başka bir şey isteyip istemediğimizi sordu. Justin onu biraz sert ve biraz da nazik - ki bunun nasıl olduğunu bilmiyordum- bir şekilde istemediğimize ikna ederek yolladı. Justin kahvesinden bir yudum alırken, “Kahveni iç.” dedi. “Ellerin buz gibi… Isınman gerekiyor.” Bardağı iki elimle kavradım ve sıcaklık elimden bileğime ve oradan da tüm vücuduma yayıldı. Derin bir nefes alırken kahvenin o yoğun aromasının kokusu burnuma doldu. Burada içilen her kahve oldukça farklı geliyordu bana. Kokusu, aroması, tadı, yoğunluğu… Her şeyiyle bambaşka bir kahveydi bu. “Sanırım artık dinlemeye hazırsın.” Başımı salladım ve bardağı elimde tutmaya devam ederek masaya bıraktım. Vücudum yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Bu iyiye işaretti. “Bana anlatmadığınız ya da anlatmaktan çekindiğiniz şey ne?” Gözlerimi gözlerine sabitledim. “Bundan sıkıldım. Söylediğiniz şeye inanmamı benden bekleme. Çünkü söylediğin şey annemin, ailemin, bana yalan söylediği anlamına geliyor ki bundan hiç hoşlanmadım.” “Sana radyasyonun genetik kodu değiştirdiğini ve bu yüzden de ilerleyen zamanlarda değişime uğrayarak şimdi ki halimizi aldığımızı söylemiştim.” Anladığımdan emin olmak için dikkatli bir şekilde bana baktı “Genetik kod değiştiğinde olmaması gereken bir şeyle karşı karşıya kaldık. Birkaç imkansız sayılabilecek problemle.” “İmkansız?” Kahvemden bir yudum daha aldım. “Ne tür bir imkansızlıktan bahsediyoruz?” Ela gözleri gözlerimin içine dikkatle baktı ve saniyeler içerisinde gözlerinin rengi elanın tonundan parlak kahverengiye döndü. Bunu daha önce görmüş olmama rağmen hala imkansız gibi geliyordu. Artık neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edemiyordum. Bu yüzden bu gördüklerim üzerimde pek bir etki yaratmıyordu. Tek yarattığı etki bu konuşmanın gittikçe değişik bir hal alacağı ve benim şok olacağıma dair bir hissin içimi kaplamasına sebep olmasıydı. “Bunun gibi imkansız şeyler.” Gözleri tekrardan elaya döndü. “Sana anlatmaya çalıştığımız şey de buydu. Genetik kodun değişti ve ilerleyen zamanlarda değişime uğradı, atalarımıza hiç kimsenin yapamayacağı bir şeyi yapma imkanı tanıdı. Onlara kişiliklerine göre özel yetenekler verdi.” “Dur bir dakika.” Elimi kaldırıp susmasını sağladım. “Sen şimdi bana genetik kod değişiminin de başka bir değişim geçirdiğini bunun sonucunda da insanlara yetenek verdiğini mi söylüyorsun?” Dudaklarını ıslattı. “Tam olarak öyle diyorum.” Boğazım kurudu ve şok olmuş bir şekilde ona bakmaya başladım. Özel yetenekler? Gözlerimi kapatıp bir süre derin nefesler almakla yetindim. Söylediği şeyler Beth’in tüm teoremlerini kanıtlamasına rağmen bu tuhaftı. İnsan kimyası üzerinde bu kadar çok uğraşmış birinin arkadaşı olarak her şeyin mümkün olabileceğini görmüştüm ama bu bambaşka bir şeydi. İnsanların kendilerine özgü, kişiliklerini yansıtan özel yeteneklere sahip olması oldukça farklıydı. Her şeyi beklerdim ama inkar etmenin de bir anlamı yoktu. Şu birkaç gün içerisinde gördüğüm şeyler söylediği her şeyin doğru olduğunu kanıtlıyordu zaten. Fakat bunun yanında ona inanmam için başka bir sebep daha vardı. Yüzü sürekli olarak soğuktu ama bakışları öyle değildi. Doğruyu söylemek için kendisini kastığını o an fark ettim. Yalan söylememek için ve aynı zamanda da bilmem gereken şeyleri yeterli seviyede tutabilmek için oldukça büyük bir çaba harcıyordu. “Ne tür yetenekler?” Konuşma yetimi tekrardan kazandığımda fısıltıyla sordum. “Kişiliklerine göre derken de neyi kastettin?” Soğumuş olan kahvesinden bir yudum aldı. “Senin hafızanı sildiğimizi zaten biliyorsun. Aslında o tam olarak hafıza silme değildi. Patrick, insanlara istediği şeyleri yaptırabiliyor. Ya da Myleen, o gün çok fazla nefes almaya çalıştığını hatırlıyorsundur?” Başımı onaylarcasına salladım. “O havayı kontrol edebiliyor. San Antonio’nun havasının bir iyi olup bir kötü olmasındaki etken buydu. Şuanda havanın böyle olma sebebi ise, Myleen oldukça stres altında. Onu bir türlü sakinleştiremiyoruz.” “Benim yüzümden mi?” Uzandı ve öğrendiklerimin etkisiyle tekrardan soğumuş olan ellerimi kavradı. “Senin yüzünden değil Faith. Sebebini anlatacağım. Ama öncelikle bilmen gereken daha önemli şeyler var.” “Benim de sizden biri olduğumu söyledin. Ne demek istiyordun? Benim ailem tamamen normal.” Geriye yaslanırken sıcak ellerini ellerimin üzerinden çekmişti. Tekrardan vücuduma yayılan soğuk havaya bir kez daha lanet ettim. Daha sonra onu Myleen’in kontrol ettiğini hatırladım ve sessiz bir özür gönderdim. Tamamen delirmek üzereydim. “Sen bizden birisin. Bunun nasıl olduğunu bizde henüz anlayamadık. O gün kostüm bakmaya geldiğinizde Patrick’in, Myleen’in güçleri üzerinde etkisini gösterdi. Ama bugün hiçbirimizin güçleri sana etki etmedi. Bu çok farklı! Daha önce karşılaşmadığımız bir şey.” “Bunun ne demek olduğunu anladığımı zannetmiyorum.” Derin bir nefes aldı. “Demek istediğim bizim güçlerimiz sadece insanlar üzerinde etki gösteriyor. Bizden olanlarda bu imkansız bir durum.” “Peki,” diye başladım sormaktan deli gibi korktuğum soruyu sorabilmek için. “bugün bana ne oldu?” Ellerini saçlarına geçirdi ve sıkıntıyla nefesini dışarıya bıraktı. Soğuk havanın etkisiyle yukarıya doğru halkalar yükselmeye başladığında başımı salladım. Düşünmek istediğim ve merak ettiğim sorulara yönelmek istiyordum. “Patrick sana bugün başına gelenleri unutturmak için gözlerinin içine baktığında büyük ihtimalle gözlerindeki ışık hücrelerini çalışmaya yönlendirdi. Bu da güçlerini kontrol edememene ve yanmaya başlamana sebep oldu.” “Patrick yüzünden güçlerim ortaya çıkmaya başladı, öyle mi?” Buz gibi olmuş olan kahvemden bir yudum aldım. “Aklım çok karıştı.” “Seni anlıyorum Faith. Bu zor bir durum… Ailenin normal olduğunu söylüyorsun ama değiller. Bunu kabul etmeye başlasan iyi edersin. Sana yalan söylemişler. Ya da kim olduğunu senden saklayarak ihanette etmiş olabilirler.” “Annem bana yalan söylemez Justin. Yalan bizim aramızda yok. Çünkü babamı kaybettiğimizden beri sadece ikimiz kaldık ve aramıza hiçbir şekilde yalanın girmeyeceğine dair yemin ettik. Anneme ilk defa yalan söylemem bile bugün içindi. Şimdi ise tüm bunları ondan nasıl saklayacağımı bilmiyorum. Ya da saklamam gerekiyor mu onu bile bilmiyorum. ‘’ Bardağı masaya bıraktım. ‘’ Tüm bunlar benim için çok fazla. Daha düne kadar tek derdim Profesör Cooper yüzünden final sınavımı nasıl düzelteceğimi düşünmekken, şimdi ise bana çok farklı biri olduğumu, hayatımın tamamen yalandan ibaret olduğunu söylüyorsun. Bunu nasıl kaldıracağım emin değilim.” “Senden bir şey beklemiyorum Faith. Ama şunu bilmen gerekiyor, güçlerin oldukça özel. Daha önce bu güçlere sahip sayılı kişiler dünyaya geldi. Hepsi de birbirinden özeldi. Ve dediğim gibi güçlerimiz kişiliklerimize göre ortaya çıkıyor. Senin gücünde içindeki cesaretten geliyor.” Dudaklarımı ıslattım. Benim gücüm. Bu o kadar tuhaf bir cümleydi ki anlatamıyordum. Daha önce böylesine fantastik bir olay görmemiştim. Genel olarak tüm bu fantastik şeylerin romanlarda veya filmlerde olduğunu zannederdim. Şimdi ise çok daha farklı bir şekilde karşıma çıkmıştı. Yeni versiyonuydu sanki. “Benim gücüm ne peki?” Masanın üzerine doğru eğildi ve elimi ellerinin arasına aldı. Hala buz gibiydim ve benim aksime onun bu kadar sıcak olmasına anlam veremiyordum. Gözlerini gözlerime sabitledi. Eli avuç içime hafif bir baskı uygularken gözleri parlak kahverengiye döndü. Gözlerim yandı ve bunun sebebinin gözlerimin renginin değiştiğine yordum. Avuç içimdeki elini yavaşça geriye doğru çekti ve parmak uçlarımdan yukarıya yükselen alevlere şaşkınlıkla baktım. Kırmızı ve sarı renkler dans edercesine parmak uçlarımda dalgalanırken gözlerime inanamıyordum. “İşte senin gücün Faith. Bu sensin. Senin cesaretin.” Elini tekrardan avuç içlerime yerleştirdi ve gözlerimdeki yanma hissi geçerken onun da göz renginin normale döndüğünü gördüm. Avuç içimde oldukça tuhaf bir karıncalanma vardı. Buna anlam verememiştim. “Her güç bir beceriyi veya bir hissi temsil eder. Ateş, insanın içindeki cesarettir. Hava, dayanıklılık simgesidir. Su, insanın içindeki kararlılığı belirler.” Gözlerimi kısarak ona baktım. “Peki ya toprak? Tüm bu saydıkların dünyada bulunan elementleri tarif ediyor. Eğer doğru tahmin ediyorsam bir dördüncü element daha olmalı?” “Toprak, ataklık gerektirir.” dedi buz gibi bir sesle. “Dört element güçlerimizin ana maddesidir. Güçlerimizi elementlerden alırız. Bize verilen yetenekler dünyadaki dengeyi bozmamız için değil, dengeyi sağlamamız için verilmiştir.” “Myleen’ın ve Patrick’in güçlerini öğrendim. Peki ya Misha, Editto ve sen?” Arkasına yaslandı ve omuz silkti. “Misha, aramızda en çok ihtiyaç duyduğumuz yeteneğe sahip. Hastalıkları iyileştirebiliyor. Editto ise istediği bir kişinin görüntüsüne girebiliyor. Balo da senin yanına ilk gelen Fia, Editto’ydu. Senden neler bildiğinle ilgili bilgi almaya çalışıyordu.” “Kafayı yemediğimi biliyordum.” diye homurdandım. “Kesinlikle yemedin Faith. Buna emin olabilirsin.” derken dudakları yukarıya doğru kıvrılmıştı. “Aslında bugün senin hiçbir şey bilmediğinden emin olmuştuk. Bu yüzden de senin peşini bırakmayı düşünüyorduk ama maalesef sen karşımıza çıktın ve bu olaylar gelişti.” “Eğer bugün,” kolumdaki saate baktım. “ya da dün, karşınıza çıkmasam tüm bunlardan habersiz hala tek derdim Profesör Cooper olacaktı.” “Eğer daha iyi hissetmeni sağlayacaksa, evet.” Başımı salladım. “Peki sen, senin ne tür güçlerin var?” Ayağa kalktı ve cebinden çıkarttığı bir miktar parayı masaya bıraktı. Şaşkınlıkla ona bakarken bende ayağa kalktım. Bugün oldukça şaşırmıştım ama bir o kadar da kafamdaki soruları cevaplandıracak kadar bilgi sahibi olmuştum. En azından benim için iyi geçmişti. “Söylemektense göstermeyi tercih ederim.” Ceketinin içinde kaybolmuş elimi tuttu ve beni de peşinden sürükleyerek yürüyüş yolundan dışarıya çıktı. Piyanonun o eşsiz sesi yavaş yavaş uzaklaşırken beni nereye götürdüğünü düşünüyordum. Anlattığı şeylere rağmen hala birkaç şeyin eksik olduğundan emindim. Bana anlatmadığı çok fazla şey vardı. Bunun farkındaydım fakat yapabileceğim bir şey yoktu. Artık onların kim olduklarını bildiğime göre zamanla bana bir şeyler öğreteceklerine emindim. Ara sokaklardan birine girdiğimizde şehrin gürültüsü de bizimle beraber geri de kalmıştı. Kaşlarımı çatarak etrafı incelemeye başladım. Tamamen berbat durumda olan bir yerdi. Bir çöp konteynırı hemen ileri de duruyordu ve üzerinde birkaç kedi vardı. Korkuyla onlara baktım. Shila dışında hiçbir kediyle anlaşamıyordum. O da zaten bu yıl gidiyordu. Bir daha görebileceğimden emin değildim. Duvarlara birkaç grifiti yapılmıştı. Çeşit çeşit yazılar yazılmıştı ve gözlerimi kaçırmama sebep olacak derecede iğrenç birkaç yazı bile bulunuyordu. Buraya neden geldiğimizi bilmeyerek bulunduğum yerde huzursuzca kıpırdandım. Bunu fark etmiş gibi ellerimi bıraktı ve birkaç adım ileriye gidip bana döndü. “Güçlerimin ne olduğunu merak ettiğini söylemiştin!” Gülümsedi. “İşte merak ettiğin sorunun cevabı!” Başını eğdi ve ellerini avuç içleri bana bakacak şekilde çevirdi. Ellerinden yeşil bir pırıltı asfalta yöneldi ve benim gözlerimi kocaman açacak olan olay gerçekleşti. Asfalta dökülen yeşil pırıltıdan sarmaşıklar yükselmeye başladı. Justin aynı orantıyla kollarını iki yana açtı ve başını kaldırdığında gözlerinin kahverengi parıltısıyla karşılaştım. Sarmaşıklar yılan gibi kıvrak hareketlerle kollarından yakaladılar. Etrafta birkaç bitki yeşermeye başladığında sarmaşıklarla beraber ayaklanan Justin’e şaşkınlıkla baktım. Bu hayatımda gördüğüm en olağanüstü ve bir o kadar da en güzel şeydi. Kahverengi saçları dalgalandı ve gözleri beni bulurken belime sarılan tüy hafifliğindeki şeyle yerimde sıçradım. Sarmaşıklardan biri belime dolandı ve bir diğeri sırtımdan destek olurken ayaklarım asfalttan uzaklaştı. Kollarımdaki uyuşukluk yerini rahatlamaya bıraktığında kendimi kasmayı kesmiştim. Binaların arasından yukarıya doğru yol aldık ve soğuk havanın tamamen tenimi yakacak kadar yakınına çıktığımızda şaşkınlıkla aşağıya baktım. İnsanlar oldukça küçük görünüyorlardı ve hiç kimsenin burada olanları görmediğini o anda anladım. Bu imkansız bir şeydi ve şuanda oluyor olması hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Sarmaşıklardan bir tanesi bacaklarımın arasından geçti ve kendimi biranda salıncakta sallanırken buldum. Sarmaşıkların yukarıya kalkmış yerlerinden tutarken bir güç beni ileri geri hareket ettiriyordu. Şaşkınlığım yerini mutluluğa bırakırken Justin’e döndüm. Sarmaşıklardan birinin üzerine oturmuştu ve elini ileri geri hareket ettiriyordu. “Buna inanamıyorum.” diye bağırdım. “Bu gerçek anlamda inanılmaz bir şey.” Sesim soğuk havayla temas ederken giderek soldu. Ay hemen karşımdaydı ve oldukça güzel bir görüntüye sahipti. Tüm ihtişamı ile orada öylece duruyordu. Karanlığın aydın noktasıydı. Ve şimdi benim karanlığımın içinde bir aydınlık olacağına inanmamı sağlıyordu. Tıpkı her zaman benim yanımda olacağına inanmamı sağladığı gibi. “Ay,” Justin başını yana eğip bana baktı. “her zaman için bizim yol göstericimiz olmuştur. Bu yüzden de insanlarımızla Ay’ın kuvvetinin yüksek olduğuna inanırız.” Gülümsedim. “Karanlık bir dünyanın ortasındaki aydınlık gibi, insanın içindeki karanlığında bir gün ortaya çıkması gibi… Her karanlık dünyaya sahip kişinin bile bir gün aydınlığı yakalayacağını anlatıyor.” “Bunu daha önce bu şekilde düşünmemiştim. Biz daha çok bize verdiği enerjiyi seviyorduk.” Ayaklarımı sallandırmaya başladım. “Neden Güneş değil de Ay?” “Çünkü dediğim gibi onun enerjisini seviyoruz.” dedi az önce söylediklerini tekrarlarken. “Her zaman için böyle olmuştur bu.” “Bence farkında olmadan Ay’ı tercih ettiniz. Ay, karanlık bir ortamı ışıklandırırken, güneş karanlığı tamamen yok ediyor. Ama gerçek dünya öyle değil. Eğer dünyadaki tüm karanlığı yok edebilecek bir güç olacak olsaydı iyiliğe gerek kalmazdı. Fakat Ay, işte o öyle değil. Kötülüğü ortadan kaldırmıyor. O daha çok dünya ne kadar kararırsa kararsın mutlaka bir ışık olduğunu anlatmaya çalışıyor.” Gözlerinin içine baktım. “Çünkü senin de dediğin gibi denge meselesi. Dünyada bir denge olmalı.” “Eşitlik terazisi!” dedi şaşkınca. “Bu yüzden Ay’ın enerjisi bize her zaman için bir anlam ifade etti. Bu yüzden atalarımız her zaman Ay’ın verdiği ışığın bize daima doğru yolu göstereceğini söyledi.” “Sanırım düşündükleri şey buydu.” “Olaylara oldukça farklı bir yaklaşımın var Morgan!” Yüzümü buruşturdum. “Profesör Cooper gibi konuştun.” “Dünyada benzeyeceğim en son kişi belki de o.” derken kahkaha attı. “Ama yine de hocanı çok özlediysen beni o olarak da görebilirsin.” “Buradan geriye atlasam ölür müyüm?” Başını iki yana salladı. “Ölmezsin!” “Buradan?” diyerek elimle aşağıyı gösterdim. O ise hiç umursamadan gözlerime bakmaya devam etti. “Evet, buradan atlarsan ölmezsin. Çünkü ne zaman düşecek olsan, ben ve sarmaşıklarım orada olacağız.” Yutkundum ve başımı önüme eğerken tokamdan kurtulan bir tutam saç önüme düştü. Onu kulağımın arkasına sıkıştırırken kirpiklerimin ardından ona baktım. “Sanırım Beth ile takılmaktan onun gibi sakar biri olduğumu söylemek zorundayım. Çok fazla düşüyorum.” Dudakları yukarıya kıvrıldı ama tam bir gülümseme değildi. “Önemli değil ben yine de yakalarım.” Derin bir nefes alırken gülümsedim ve ayaklarımı sallamaya devam ettim. Böyle bir güç, kesinlikle muazzam bir şeydi. Daha önce San Antonio’nun bu halini görmemiştim. Oldukça farklı görünüyordu. Tüm binalardan bir ışık bulutu yükseliyordu ve buradan baktığımda rengarenk bir görüntüsü vardı. Sarmaşıklar yavaş yavaş aşağıya doğru çekilirken birkaç ambulansın kırmızı mavi ışıklarının yanıp söndüğünü gördüm. Hemen ardında da kulaklarımı sağır edercesine çalan itfaiyenin sirenlerini duydum. Az önceki ara sokağa tekrardan girdiğimizde sarmaşıktan atladım ve asfalttan içeriye girip yok oluşunu izledim. Tüm yeşil pırıltılar ortadan kaybolduğunda geriye sadece Ay’ın o huzur veren ışığı kalmıştı. “Bu gerçekten inanılmazdı Justin. Güçlerin oldukça özel olmalı.” Başını salladı. “Öyle de denebilir. dediğim gibi toprak her zaman için ataklıktır.” “Ateş ise her zaman için cesarettir.” Bir süre öylece birbirimize bakarak durduk. İkimizde ne yapacağımızı bilemiyor gibi davranıyorduk ki bu oldukça komikti. Ne yapacağımı bilmiyordum. Öğrendiğim bu yeni bilgiler beni çok zorlayacak gibi duruyordu. Ne hissedeceğime emin olamıyordum. Bu oldukça farklıydı. Daha önce başıma gelmemiş bir şeydi. Bu da öğrendiklerimi sindirmemde pek yardımcı olmuyordu. “İstersen artık seni yurda götüreyim. Büyük ihtimalle Fia ile büyük bir hesaplaşma içine gireceksin.” Gözlerimi devirirken ellerimi ceketin cebine soktum. “Hiç sorma. Tüm gün nerede olduğumu sorup duracak. Ona ne cevap vereceğim ben?” Justin omuz silkerken başımı salladım. Elbette ki böyle bir soruya cevap vermesini beklemiyordum. Bunları bile oldukça zor öğrenmiştim. Yavaş adımlarla Justin’i takip etmeye başladım. “Peki, şimdi ne olacak?” “Bizim burada yapmamız gereken işler var ama yine de seni gözümüzün önünden ayırmamamız gerekiyor. Bizden birisin ve oldukça özel bir güce sahipsin. Senin bir yerleri yakmanı veya birilerinin senin canını yakma olasılığını göz önüne alamayız. Bu yüzden güçlerini kullanmayı öğrenmen gerekecek.” Başımı sallayıp ona baktım. “Anladım. Bunu nasıl yapacağım peki?” “Ben ve ekibim sana bu konu da gerekli eğitimleri vereceğiz. Ama ne kadar yardımcı oluruz bilmiyorum. Buradaki işlerimiz bitmeden Kuzey’e dönemeyiz. Seni de tek başına oraya yollayamayız.” “Aradığınız kız kimdi?” diye sordum adımlarımı hızlandırıp ona ayak uydurmaya çalışırken. “O adamı öldürme sebebiniz bir kızı aramanızdı. Kimdi o?” Yolun ortasında durdu ve başını çevirip bana dikkatle baktı. “Senin iyiliğin için bazı şeyleri anlatmayacağım Faith. Bu yüzden bana soru sorma. Çünkü istesem de cevap vermeyeceğim. Ne kadar az şey bilirsen hayatın için o kadar iyi olur.” “Anladım.” derken sertçe yutkunmuştum. Boyumdan büyük işlerin ortasına düşmüştüm ve düşünmem gereken çok fazla şey birikmeye başlamıştı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ne düşüneceğimden emin değildim. Düşüncelerim, duygularım birbirine girmişti resmen. Justin ile beraber siyah bir Honda Civic’in önünde durduğumuzda gözlerime inanamayarak arabaya baktım. Fia’nın da arabası Honda Civic’di fakat onunki beyazdı. Ama bu araç simsiyahtı ve ay ışığı altında parlıyordu. Arabalardan pek anlamazdım sadece birkaç tanesinin markasının ne olduğunu biliyordum. Bu da bir şey sayılırdı tabi. Arabanın ön koltuğuna geçtiğimde derin bir nefes aldım. Buradan yurt en az yarım saat sürüyordu ve o zamana kadar biraz olsun aklımı toplamam iyi olacaktı. Öğrendiklerimi düşünür, tartardım. Aklımda kalan soru işaretlerine ise bir şeyler bulmaya çalışırdım. Ya da Fia eğer yurda gitmediğimi öğrenmişse soracağı soruları düşünür ve ona göre cevap vermeye çalışırdım. Fakat arabaya bindiğim ilk anda aklımda sadece uyku vardı. Ceketi biraz daha kendime sardım. Kollarımı göğsümde birleştirirken dışarının soğuk havasının içeriyi etkilememiş olduğuna sevinmiştim. Justin arabayı çalıştırdıktan sonra vitesi geri alıp park yerinden çıktı. Sürekli ya Fia ya da Drew’in arabasına bindiğim için sürüş şekilleri hakkında bir bilgim vardı. Drew’in refleksleri kuvvetliydi. Her an önüne çıkacak biri veya bir şey karşısında frene basabilecek kabiliyete sahipti. San Antonio gibi bir yerde iki kez bir yayaya çarpmaktan kurtulmuştuk. Fia’nın ise biraz direksiyon hakimiyeti zayıftı. Onun dışında oldukça iyi araç kullanırdı. Fakat ikisi de araç kullanırken rahat gözükmüyorlardı. Fia sadece bayanlarında bir şeyi yapabileceğini kanıtlamak istercesine kullanırken Drew sadece bu şekilde istediği yere erken varacağını düşündüğü için kullanıyordu. Justin ise araç içinde oldukça rahattı. Sanki arabalar onun için ayrıydı. Ona bir şeyler hissettiriyordu ki bu biraz garipti. Arabanın içini keskin bir titreme aldığında gözlerimi Justin’e çevirdim. Sağ eliyle direksiyonu tutarken oturduğu yerde hafif kalktı ve arka cebine koyduğu telefonunu çıkarttı. Kaşlarını çatarak ekrana baksa da bir yorum da bulunmadım. “Anlat!” Hala tek eliyle arabayı kullanmaya devam ediyordu. “Evet, hayır… Ne? Bu çok saçma. Kesinlikle hayır. Kabul etmiyorum. O benim gözetimimde. Ne demek istiyorsun? Tamam. Hayır, tamam diyorum. Yaklaşık bir saat sonra orada olacağım. Myleen’e söyle şu havayı düzeltsin artık. Karanlık neyse de San Antonio da bu kadar çok kara bulutun görüldüğünden şüpheliyim. Evet, hallettim. Merak etmemeni söylüyorum Patrick. Görüşürüz.” Justin telefonu kapattığında bu sefer arka cebi yerine ön cebine koydu telefonunu. Gözlerimi kısarak ona baktım. Söylediği şeyler benimle ilgili miydi yoksa başka bir şeyden mi bahsediyordu emin olamıyordum. Benimde onun gözetiminde olduğumu söylüyordu fakat ne kadar şeyin onun gözetiminde olduğunu bilmiyordum. Bu yüzden başımı salladım. “Bir sorun mu var?” Direksiyonu sola kırdı ve başını iki yana salladı. “Hayır, Patrick ve kuruntuları. O kadar önemli değil.” “Kimden bahsediyordunuz?” Yan bir şekilde dönüp ona baktım. “Senin gözetiminde olan birinden bahsettin…” “Senden bahsediyorduk.” dedi sözümü keserek. “Ve evet, bundan sonra benim gözetimimde olacaksın. Bu yüzden ilk kuralı söylüyorum. Kontrol yeteneğini kazanana kadar kesinlikle sinirlenmek yasak! Aksi takdir de birilerini yakabilirsin ve biz bunun olmasını istemeyiz.” Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. “Her zaman bu kadar konuşkan ve açıklayıcı mısındır?” “Kesinlikle hayır. Konuşmaktan zevk almam. Ama işim neyi gerektirirse ona göre davranırım.” “Anlıyorum. Peki bu Kuzey ne? Onu hala anlayamadım. Kuzey de bir yerde mi yaşıyorsunuz?” Dudakları kıvrılırken eğlendiğini belli eden bir ses çıkarttı. “Öyle bir şey değil Faith. Kuzey derken, Kuzey kutbundan bahsediyordum. Bizim evimiz Artrika bölgesi.” “Ama kuzey kutbunda hayat yok ki? Sonuçta altı ay gece altı ay gündüz yaşanıyor. Orada yaşama olanakları sınırlıdır. Üstelik nasıl yaşıyorsunuz ki, buzulların hepsi kırılgan tipteler. Kutup ayıları var. Orada yaşamak oldukça zor…” Faith. Unuttuğun bir nokta var.” Başını çevirip gözlerimin içine baktı. “Özel yeteneklerimiz var. İstediğimiz zaman havayı kendi lehimize çevirebiliriz.” “Ah!” Kesinlikle bir aptal gibi hissediyordum kendimi. Biranda özel yetenek olaylarını unutuvermiştim. Kuzey kutbunda yaşayan insanların olması o kadar tuhaftı. Bu imkansız gibi görünüyordu. Tüm edindiğim bilgilere oranla bu söyledikleri çarpışıyordu. Oraya giden birçok deniz altı vardı. Hiç mi orada yaşayan insanları görmemişlerdi? “Peki sizin orada yaşadığınızı nasıl görmüyorlar?” Ayaklarımı altımda topladım ve ellerimi bacaklarımın üzerine koydum. “Yani, uydu görüntülerinden ya da oraya gönderilen denizaltılar orada hiçbir şey olmadığını söylüyordu. Fakat sen evimiz orada diyorsun?” “Halkımın hepsinin kendine özgü özellikleri var. İçlerinden bazılarının görünmezlik yetenekleri bulunuyor. Bu özelliğe sahip olan kişiler güçlerini yaşadığımız bölge de kalkan oluşturuyor. Hem dışarıdaki tehlikelere karşı bir önlem oluyor. Hem de halkımın görünmesini engelliyor.” Başımı aşağı yukarı salladım. “Anladım. Bunlara hala alışamadım sanırım. Sürekli olarak unutuyorum.” “Bunları unutsan bile kesinlikle unutmaman gereken bir şey var Faith. Kesinlikle sinirlenmiyorsun. İnsanların hayatlarını tehlikeye atmak istemeyiz sonuçta.” “Daha önce espri yapamadığını söyleyen olmuş muydu?” Gülerek bana baktı. “Pek sayılmaz. Kızlar genelde bu konuda oldukça yetenekli olduğumu söylerler.” “Sağırdılar galiba?” Gözlerimi devirdim. “Her neyse!” Omuz silkip önüne geri dönmüştü. Bende fazla zorlamadım ve başımı çevirip camdan dışarıyı izlemeye başladım. Güneş yavaş yavaş yükselmeye başlamıştı. Binaların arasından bir ışık huzmesi şeklinde arabanın içini aydınlatıyordu. Bu manzarayı her zaman için çok sevmiştim. “Saat kaç?” diye sordum sonunda aklıma gelen soruyu sorarak. Direksiyondaki bileğini hafif çevirdi. “Sabah altı.” “Ben kesinlikle bittim. Fia beni öldürecek. Çoktan odamın kapısına dayanmıştır.” Sessiz bir dua gönderdim. “Umarım Daisy çok fazla gürültü yaptığını söyleyip odasına göndermiştir.” “Daisy?” “Oda arkadaşım.” Başını salladı ve arabayı biraz ilerideki yurdun önünde durdurdu. Derin bir nefes alıp geri bıraktım. Justin ise oldukça rahat bir şekilde bana dönmüştü. “Unutma Faith. Sinirlenmek yok.” Başımı salladım. “Bunu tekrarlaman gerekmiyor Justin. Unutmam, merak etme.” “Tamam. Sadece hatırlatma ihtiyacı içindeyim. En ufak bir hata birçok kişinin hayatına mal olabilir.” “Anladım. Görüşürüz.” Bir süre sessiz bir şekilde beni inceledi. Gözleri gittikçe parlamaya başladığında pencerenin önünde bir demet gülün açtığını gördüm. Kırmızı gül, tüm muhteşemliğiyle orada öylece duruyordu. Pencereyi açtı ve gülü alıp bana uzattı. “Görüşürüz Faith.” Gülü elinden aldım ve kokladım. Bugüne kadar gördüğüm tüm güllerden daha güzel ve daha hoş kokuyordu. Kokusu insanın içine işliyordu. “Teşekkürler.” Arabadan indim ve kapıyı kapattıktan sonra el salladım. O ise sadece elini kaldırmakla yetinmişti. Gözlerimi devirip yurttan içeriye girdim. Bekçi Bay Worman her zamanki gibi yerinde oturuyordu. Gözlerini kısarak bana bakarken başımı salladım. Bir de onunla uğraşamayacaktım. O yüzden sadece başımla selamlamakla yetindim. Dördüncü kata kadar çıkarken bu yurdun mimarisine bir kez daha lanet ettim. Bu adam kesinlikle mimar olamazdı. Bu kadar dik merdivenler yapılmazdı bir binaya. Üstelik burası bir kız yurduysa ve bu bina beş katlıysa insan bir asansör yapardı. Odamın önüne geldiğimde anahtarlarımın olmadığını hatırladım. Kapıyı çalıp Daisy’i uyandırmak istemiyordum ama yapabileceğim başka bir şey de yoktu. Kapıyı birkaç kez çaldım ve içeriden söylenen Daisy’in sesi kulaklarıma doldu. Sadece saniyeler içerisinde açtığında kaşlarımı çatarak ona baktım. “Günaydın.” dedim içeriye geçerken. Başını salladı ve yatağına oturup ayak parmaklarına pembe oje sürme işlemine kaldığı yerden devam etti. İçerisi aseton ve oje kokuyordu. “Sana da ondan.” Gözlerinin altı çökmüştü ve berbat bir durumdaydı. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. Her zaman için daha farklı olurdu. Canlı, heyecanlı ve enerjik… Şimdi ise bir enkazdan farksızdı. “Sana ne oldu böyle?” diye sordum yatağıma oturup ayaklarımı altımda toplarken. “Enkaz gibisin.” Kirpiklerinin arasından bir bakış attı. “Çok incesin gerçekten. Tüm gün Fia yüzünden uyuyamadım. İki de bir odanın kapısını çalıp durdu. Her seferinde tam dalmak üzereyken uykumu kaçırdı ve en sonunda da sinirlerime hakim olamadan ona patladım. Uyumak için iyi bir zaman olduğunu düşünmüştüm ki saatin beşe geldiğini gördüm. Eğer şimdi uyursam öğlen on bir deki uçağı kaçırırım. Bu yüzden de kalktım ve eşyalarımı toplamaya başladım. Şimdi ise uykumun açılması için bunu yapıyorum.” “Üzgünüm Daisy. Fia’nın beni bu kadar merak edeceğini tahmin etmemiştim.” “Ayrıca neredeydin sen? Herkes seni aradı. Özellikle de Fia.” Gözlerini kısarak bana baktı. “Ve bana anlatman gereken bir şey yok öyle mi?” Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. “Ne gibi?” “Üzerindeki erkek ceketi ve elindeki kırmızı gül gibi.” Şaşkınlıkla başımı eğdim ve kıyafetlerime baktım. Gerçekten de Justin’in deri ceketi üzerimdeydi ve bana iki beden büyük duruyordu. Elimdeki kırmızı gül ile Daisy’nin aklından neler geçtiğini tahmin etmek o kadar zor olmamıştı. “Anlatacak bir şey yok Daisy.” diyerek geçiştirmeye çalıştım. “Çok yorgunum. Duşa giriyorum ben, sonra görüşürüz.” Yataktan kalktım ve odadaki banyoya doğru ilerlerken Daisy’nin arkamdan saydırmalarına gözlerimi devirdim. İstediğim tek şey güzel bir duştu. Ondan sonra olacakları düşünecektim. Aklımı başıma toplamam lazımdı ve bunu yapabilmek içinde dinç bir bedene ihtiyacım vardı. Yorgun bir beden zihni de yorardı. Banyoya girdim ve aynanın karşısına geçerek kendime baktım. Yüzüm hafif solgundu ama yanaklarım kızarmıştı. Saçlarım rüzgarın etkisiyle hafif dağılmıştı ama o kadar da kötü durmuyordu. Elimdeki gülü tutarken aynanın yansımasından gözlerime baktım ve gözlerimin yanmasıyla renginin yeşilden kırmızıya döndüğüne tanık oldum. Saçlarım alevler ile yükselmeye başladığında Editto’nun odasında başıma gelen şeyle karşılaşmıştım. Bunun ne demek olduğunu bilmiyordum ama kendimi rahat hissetmemi sağlıyordu. Gözlerimi kapattım ve derin birkaç nefes alıp verdim. Gözlerimdeki yanma etkisini kaybederken gözlerimi açıp yeşilin en açık tonlarına sahip gözlerime baktım. Kesinlikle iyi bir duşa ihtiyacım olacaktı. Üzerimdekilerden kurtulduktan sonra kendimi duşun o sıcak kollarına bıraktım. Hayatım boyunca hissettiğim tek huzur dolu yer, annemin kolları ve elbette ki sıcak bir duştu. |
0% |