@esmedemirr
|
Gerçek, kulübesinde bahsedilen sadık bir köpektir… Her zaman için Shakespeare’in sözleriyle hayat buldum. Her zaman beni en iyi anlatan cümlelerin ona ait olduklarını hissettim. Nedeni bilinmez bir şekilde her zaman için kendimi ona çekilirken buldum. Bunun anlamını ne sorguladım ne de yorumladım. Hiçbir şey yapmadan sözleri okumaya devam ettim. Hayatımı yaşamaya devam ettim. Şimdi ise neden bu kadar mantıklı geldiklerini anlamaya başlamıştım. Her şeyin ayrı bir düzeni, ayrı bir yeri vardı. Benim ise hayatım sürekli olarak bu sözlerle anlam kazanmıştı. Bunun sebebini bilmesem de kafa karışıklığı aşırı derece de fazlaydı. Polis hemen önümde gözlerini dikmiş bir şekilde bir Timur’a bir de bana bakıyordu. Timur’un kasılan bedenini görmekten çok hissetmiştim. Eli hemen bacak arasındaki yerini alırken şaşkınlığımı gizleyebilmek için büyük bir çaba sarf ettim. Gördüğüm siyah metal bana bir silah olduğunu vurgulamıştı. Eğer buradan paçayı kurtaramazsak bir çatışmanın ortasında bulabilirdim kendimi. Kahretsin! Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak şu an ki durumum için en açıklayıcı cümleydi. “Ben ne dersem onayla, sesini çıkartma.” Timur’un sesi resmen öfke saçıyordu; duygudan yoksundu, açıklama yoktu, bilgi verme yoktu. Sadece istediğini dile getirmek vardı. Pencere yavaş bir şekilde aşağıya inerken içeriye dolan soğuk hava beni titretti. Gerçeklik bir kez daha kendini göstermişti. Hemen karşımda bir polis vardı ve eğer ailem polislere gitmişse bitmiştim. Yine de gidip gitmediklerini bilmiyordum. Elimdeki peruk her şeyi mahvetmek istermiş gibi parlıyordu. Hızla önüme attım ve ayağımla oturduğum koltuğun altına doğru çektim. “İyi akşamlar. Ehliyet ve ruhsatı görebilir miyim?” Polis başını eğip bize bakarken kalbimin gümbürtüsünü bastırmaya çalıştım. Yapabileceğimden emin değildim. Yanımdaki adamın birini öldürebileceği gerçeği korkuyla ona bakmama sebep oluyordu. “Elbette,” diyerek ehliyet ve ruhsatı alabilmek için benim olduğum kısma uzandı. Torpidodan ehliyet ve ruhsatı çıkartırken bana yandan bir bakış atmayı ihmal etmemişti. Başı yüzümün hemen önündeydi ve nefesini hissedebileceğim kadar yakınımdaydı. Gözlerinde tehlikeli bir parıltı vardı. Bana sesimi çıkartmamamı söylüyordu ve çıkartmayacaktım da. Eğer Timur’un beni kaçırdığını söylersem yanacaktım. Beni de ailemin yanına göndermek isterlerdi ve oraya gideceğime ölmeyi tercih ederdim. Polis elindeki ehliyeti ve ruhsatı bana bir ömür gibi gelen bir süre de inceledi ve tekrardan Timur’a uzatırken derin bir nefes aldım. Hiçbir sorun yoktu. Buradan birazdan kurtulacaktım ve Kuşadası’na gidecektim. Birkaç gün orada kalırdım ve işlerin tekrardan yoluna girmesi için dua ederdim. “Burada neler olduğunu sorabilir miyim memur bey? Evim bu yolun üzerinde ve eğer tehlikeliyse eve gitmeyi düşünmüyorum.” Timur’un oldukça yapmacık çıkan sesini bir tek ben fark etmiştim sanırım. Çünkü polis memuru oldukça rahat bir tavırla başını karşıdaki polis arabalarına çevirdi. “Tehlike ortadan kalktı ama yine de tedbir açısından bugün eve gitmemenizi tavsiye ederim.” “Teşekkürler memur bey.” Başını salladı ve pencereyi kapatıp bana döndü. “Aferin. Bir şey belli etmemene sevindim. Olayın ciddiyetinin farkındasın anlaşılan.” Derin bir nefes alıp önüme döndüm. Onunla konuşmak istemiyordum. Buradan çıkar çıkmaz hemen eve gitmek istiyordum ama yanımda yeteri kadar para yoktu. En azından gecenin bu saatinde Kuşadası’na giden bir araç bulabilmek büyük bir başarı isterdi. Aracı hareket ettirdi ve geri geri gidip ana yola çıkarken, Ülkü’nün aracının hareket etmeye başladığını gördüm. Yüksek ihtimalle onu da çekiyorlardı. “Beni ileri de indirirsen sevinirim. Sana yerini söyledim ve gidip almak sana kalıyor.” Yüzündeki alaylı ifadeyle bana döndüğünde, kaşlarımı çatarak ona baktım. “Üzgünüm güzelim ama seni bırakamam!” “Ne?” diye çığlık attım. Kendi kulağımı bile zorladığım düşünülürse, onda nasıl bir etki bıraktığımı bilmiyordum. “Ne demek seni bırakamam? Bana seni telefona götürürsem bırakacağını söylemiştin. Söz vermiştin!” “Sana, telefonu aldığım anda seni bırakacağımı söyledim ve gördüğün gibi elimde telefon yok. Eğer seni bırakırsam hemen polislere gideceğini biliyorum. O yüzden telefonu alana kadar yanımdan ayrılmıyorsun…” “Bırak beni…” Korku tüm bedenimi ele geçirirken inledim. “Söz veriyorum polise gitmeyeceğim. Yemin ederim. Yalvarırım bırak beni.” Bana yandan bir bakış attı. Gözlerinden hiçbir şey anlamıyordum ama bedenimi ele geçiren bu şey korkudan başka bir şey değildi. Bitmiştim. Gelmemem gerekiyordu. En başından bu işin içine girmemem gerekiyordu. Beni bırakmasını söylemem lazımdı ama şimdi burada böylece duruyordum ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu! Her şeyin üst üste gelmesinden sıkılmıştım. Bunu istemiyordum. Peşimde babam varken ben burada polis otoparkından telefon çalacak olan ve en az benim peşimdekiler kadar tehlikeli çok fazla kişiyi peşine takmış bir adamla beraberdim. Tam bir komedi filminin içine düşmüştüm resmen. Adamın gözlerinde tek bir korku bile yoktu. Rahattı. Tamamen benim aksimdi! İçimdeki ses ve benim bin bir farklı versiyonumu bedeninde barındıran Hazan’a içimden hayretle bakmadan edemedim. Saçlarına siyah bir bere geçirmişti. Üzerinde siyah bir jean, siyah bir boğazlı kazak ve siyah bir ceket vardı. Siyah botları ile ise bambaşka biri gibi görünüyordu. Elindeki silah ise altında durduğu sokak lambasının altında parlıyordu. Her iddiasına girerim onunla gitmemek için kendini çok zor tutuyorsun Hazan! Sonuçta sen aksiyonu seversin öyle değil mi? Saçmalıyordu! İstemiyordum. İstediğim tek şey buradan bir an önce kurtulmaktı ama yanımdaki adamın buna izin vereceğini zannetmiyordum. “Bırak beni.” diye bir kez daha şansımı denemeye çalıştım. “Seni yavaşlatırım. Peşindeki adamlar, benim yüzümden seni yakalayabilirler. Bırak gideyim. Söz veriyorum kimseye bir şey söylemeyeceğim. Polise de gitmeyeceğim. Yemin ederim!” Başını şiddetle iki yana salladı ve yeni yeşil yanan ışıklardan hızla geçerek sola döndü. Nereye gittiğimizi, peşindeki adamların kim olduğunu, onun kim olduğunu bilmiyordum. Lanet olsun hiçbir şey bilmiyordum ve yanımdaki adamla gidiyordum. Sinirle ellerimi saçlarıma daldırdım ve çekiştirdim. Eğer şimdi buradan ayrılmazsam Kuşadası’na gidebilmek için araç bulmakta zorlanabilirdim. Buradan gitmek istiyordum. Hem de bir an önce… “Şimdi ne yapacaksın? İzmir Polis Otoparkının yerini bilmediğini söylemiştin?” Sözcükleri özenle seçerken onun yöntemini kullanmaya karar verdim. Beni bir an önce bırakması için her şeyi yapardım. Hem de her şeyi… “Bilmediğin bir yerden hangi araç olduğunu bilmeden bir telefon çalacaksın. Bu oldukça komik görünüyor…” “Her şeyi zorlamaya niyetlisin öyle değil mi? Buradan gitmek istiyorsun ve aklımı meşgul etmek senin için en kolay yöntem. Ama unuttuğun bir şey var ufaklık,” bana yandan bir bakış attı. “Benim hakkımda bildiklerinden daha fazlasını bilirsen seni ya öldürmek ya da yanıma almak zorunda kalırım ki, ayağıma dolanacak birini istemiyorum. O yüzden sessiz ol ve benim bir an önce aradığım telefonu bulabilmem için dua et.” Bu kadar zeki olması haksızlıktı. Sadece buradan kurtulmak istediğim için bana kızamazdı. Öldürmekten bu kadar kolay bahsetmesi ise bende daha önce birçok kez bu eylemi yerine getirdiğine dair bir hissin oluşmasına sebep oluyordu. Hırsızların ne kadar tehlikeli olduklarını biliyordum. Bir soygunu yaparken ne kadar çok zekalarını kullanmaları gerektiğini ya da soygundan önce yaptıkları tüm o alıştırmaları gayet iyi biliyordum ya da bir tecavüzcünün neden kızlarla birlikte olmak istediklerini de anlayabiliyordum. Akıllarının neden sürekli olarak kadınlara çalıştıklarını da biliyordum. Asla bilemeyeceğim ve anlayamayacağım tek suçlu tipi katillerdi. Neden bir kişinin bir insanın canını almaktan bu kadar haz aldığını ya da bunu neden yaptığını asla anlayamazdım ama zekalarına hayran olduğumu gizleyemezdim. Sonuçta tüm seri katiller bu işleri yapmadan önce güvenlik kameralarına, etrafta onları görebilecek biri olup olmadığına o kadar çok dikkat ediyorlar ve kendilerince yeni bir yöntem bulmaya çalışıyorlardı ya da içlerindeki vahşeti kurdukları mükemmel aile tablosunun arkasına saklıyorlardı. Yanımdaki kişinin ise ölümden ya da öldürmekten hiç çekinmeden bahsetmesi, aklıma çeşitli cinayet şekillerinin gelmesine sebep oluyor, beni daha önce hiç bilmediğim duyguların arasına itiyordu. Her zaman için duygusuzun teki olmuştum; olmaya da devam ediyordum. Duygularımı daha dünyaya gelmeden önce yitirmiş biri olarak neden böyle olduğumu bende hiç bilmezdim. Mutlu olunması gerekilen yerlerde rol yapardım. Saçma bir gülümseme bahşeder mutlu olduğumu hissettirirdim. Üzülmem gereken yerler de üzülür ve annemin beni anlaması gerektiğini söyledikleri yerde onun gibi davranırdım. Bu olay yüzünden okuduğum çok fazla kişisel gelişim veya duygu kitaplarının hiçbiri işe yaramamıştı. Korkabilmek için korku filmleri izlemiş ama verebildiğim en büyük tepki bunlar nasıl filmler olduğu için filmi kapatmak olmuştu ya da aşkın nasıl bir duygu olduğunu anlayabilmek için izlediğim romantik filmler ben de sadece bu saçmalık adlı bir duyguya sebep oldurmuştu ki bu berbat bir şeydi. Duygularla hiçbir zaman için aramın iyi olmaması benim suçum değildi belki de. Ailemden kaynaklı olabileceğini düşündüğüm çoğu zaman bu konularda üzülmem gerektiğini kendime hatırlatmıştım fakat gerçekten üzgün olan insanın nasıl bir duygu içerisine girdiğini bilmediğimden öylece etrafıma bakmaktan başka bir şey yapamamıştım. Şimdi ise yanımda oturan tehlikeli adamın bana sadece saatler içerisinde korkunun nasıl bir duygu olduğunu göstermiş olduğuna inanamıyordum; polislere yakalanmaktan korkmuştum, beni öldürebileceği ihtimalini verdiğinde korkmuştum ya da beni bırakmadığında korkmuştum. Beni korkutmuştu ve bunu on yedi yıllık hayatımın sonunda birinin yapabilmiş olması büyük bir başarıydı. Kesinlikle bu duygudan hoşlanmamıştım. Tekrardan eski duygusuz halime dönmek istiyordum. Öyle olmak, rol yapmak her zaman daha kolaydı. Bu duyguyu tattıktan sonra daha da kolay gelmeye başlamıştı. “Ne düşünüyorsun yine?” Başımı çevirdim ve bana gözlerini kısarak bakan Timur’a bir bakış attım. “Silahını alıp kafana sıktıktan sonra polisler duymadan ne kadar çabuk buradan kaybolabileceğimin hesabını yapıyordum.” Dudakları yukarı doğru kıvrılırken başını direksiyonun üzerindeki ellerinin üzerine koydu ve bana yandan bakmaya başladı. Eğlendiğini belli eden ifadesi bende suratının ortasına bir tane geçirme isteği oluşturuyordu. “Bunu gerçekten yapabileceğine inanıyor musun ufaklık?” “Bana bir kez daha ufaklık dersen emin ol; sadece kafana sıkmakla bitirmem bu işi.” Kollarımı göğsümde birleştirdim ve önüme dönüp sırtımı koltuğa yasladım. Onunla bir şeyler konuşmak istemiyordum. Beni anlayabileceğini de zannetmiyordum. Buradan gitmem gerekiyordu, hem de bir an önce. Ama kapıyı açmaya kalsam saniyesinde silahın ensemdeki yerini alacağını biliyordum. “Eğlenceli bir kız olduğunu kabul etmem gerekiyor.” Sesi oldukça eğlenceli çıkıyordu ve sağ ayağımı sürekli hareket haline almama sebep oluyordu. “Fakat seni yine de bırakamam. O telefona ihtiyacım var. O yüzden ben gelene kadar burada uslu bir şekilde otur. Telefonu aldığım anda seninle işim bitmiş olacak.” Ben ne olduğunu bile anlayamadan sol elimi aldığı gibi kelepçeyi geçirmesi bir oldu. Şaşkınlıkla bir ona bir de bileğimdeki kelepçeye bakarken elimi çekmeye çalıştım. Ama buna izin vermedi. Kelepçenin diğer kısmını direksiyona taktı ve açılıp açılmadığını kontrol etti. Kesinlikle açılmıyordu. Elimi çekmeye çalıştım ama sonuç sıfırdı. “Ne yaptığını zannediyorsun sen? Hemen bırak beni! Bu yaptığın bizzat adam kaçırmaya giriyor. Dava edeceğim seni. Polislere gideceğim bu iş bittikten sonra. Bırak!” Ağzıma gelen tüm saçmalıkları sayarken o sadece bakışlarını üzerimde sabitlemekle yetinmişti. Sinirden kudurmaya başlamıştım. Sağ elimle omzuna iki yumruk attım. Onun canının yanması gerekirken benim canımın yanmış olmasını umursamadım. “Bırak diyorum sana. Bu kelimeyi ezberlettin resmen. Bırak beni!” “Uslu dur. Sadece on beş dakika ortada olmayacağım. Eğer on beş dakika dayanabilirsen söz veriyorum telefonu aldığım anda seni bırakacağım. Bir daha da beni görmeyeceksin.” Torpidoya uzandı ve içinden bir şapka çıkartıp başına geçirdi. Siyah saçları elindeki siyah şapkanın altında kalırken mavi gözlerini bana sabitledi. “Sadece on beş dakika. Ondan sonra özgürsün.” İçimden bir ses on beş dakika sonra buradan kurtulamayacağımı bağırsa da yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Buradan kurtulmak için bağıramazdım. Polis otoparkının hemen ilerisindeki eczanenin önünde duruyorduk ve bağırdığım anda tüm polisler etrafımıza toplanırdı ki bunu istemiyordum. Timur araçtan inip etrafa bir bakış attı. Hemen ardından da ceketinin yakalarını yukarıya kaldırıp kendini korumaya aldı. Hemen ilerideki sokak lambasının altına gittiğinde döndü ve duygudan tamamen uzak soğuk bir gülümseme bahşedip göz kırptı. Sinirle yerimde solurken kolumu çekmeye çalıştım fakat tek etkisi derimde bıraktığı kızarıklık ve acıydı. Tüm dikkatimi onun üzerine verdiğimde oldukça yavaş adımlarla karşıya geçti ve polis otoparkının arka kısmı olduğunu düşündüğüm yere ilerledi. Elini cebine attı ve bir şey çıkarttı. Ne olduğunu anlayamadığım için gözlerimi kısarak bakmak zorunda kaldım. Hemen bulunduğu duvara o kadar çevik hareketlerle tırmandı ki ne olduğunu bile anlayamamıştım. Önünde bulunan güvenlik kameralarından birinin arkasına saklandığında gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Bu kadar zeki olmasını beklemiyordum. Güvenlik kameralarını devre dışı bırakacaktı. Sadece saniyeler içerisinde işini halletti ve etrafa bir bakış atıp otoparkın içine atladı. Sinirle bulunduğum yerde soludum. Elimi kurtarabilmek için çekiştirdim ama bir işe yaramadı. Tek yaptığı şey büyük ihtimalle ince bir kızarıklıktan başka bir şey değildi. Sinirle yerimde tepindim. Saçlarım birbirine girerken şansıma bir kez daha lanet ettim. Burada olmamam gerekiyordu. Kahretsin… Elimi saçlarımın arasına attım ve bir tel toka aramaya başladım. İlkokuldayken günlük tutmaya başlamıştım ve ne zaman günlüğümün anahtarını bulamazsam tel toka ile açardım. Belki başarabilirsem bunu da açar ve buradan kurtulabilirdim. Elime hiçbir şekilde bir tel toka gelmediğinde derin bir nefes aldım. Buradan kurtulabilmek için şansım da kalmamıştı. Saçlarımı çekiştirirken hızla bir şeyler düşünmeye çalıştım. Hep yapardım. Ben buydum. Yalan söylemek, rol yapmak ve zekamı kullanmak dışında hiçbir özelliğim yoktu. Yaşıtlarıma oranla daha iyi bir hayat sürmemiştim. Hep çalışmak ve kaçmak zorunda kalmıştım. Zekamı kullanmak zorunda bırakılmıştım ve bu yüzden kendimi sadece zeki olmaya adamıştım. Böylesine acımasız bir hayatta yaşamak istemiyordum ama annemin de üzülmesine katlanamazdım. Belki derslerime annem için çalışmıştım ama bana verilen zekâ bambaşka bir şeydi. En iyi yapabildiğim şey çabuk kavramaktı. Küçükken her zaman için yapboz yapmaya bayılırdım. Parçaları bulmak ve onları yerleştirmek en büyük hobilerimden bir tanesiydi. Her türlü konu da bilgi sahibi olmam ise sadece annemin yapmamı istedikleri ama benim her zaman beceriksiz olmamdan kaynaklanan şeylerdi. Bu yüzden buradan kurtulmak istiyorsam hemen bir şeyler bulmam lazımdı. Bensiz hiçbir şey yapamadığını artık daha iyi biliyorum Hazan! İçimdeki ses beni tekrardan bir çıkmaza sürüklediğinde derin bir nefes aldım. Düşmeyecektim. Onun oyunlarına bir kez daha düşmeyecektim. Benden ne istediğini veya ne söylemek istediğini bilmiyordum. Onunla artık arkadaş olmuştum ve içimdeki ses benim için çok daha büyük bir anlam ifade etmeye başlamıştı. Neden bir de şu ben sarı saçı severim saçmalığı yüzünden kullandığın peruğu denemiyorsun? Belki de onda bir tane bulabilirsin ha? Ne dersin? İçimdeki ses gülerek bana bakarken bir kez daha benden zeki olduğu için kendimden nefret ettim. Zeki olmak benim işimdi; onun değildi. Sinirlerim yavaş yavaş bozulurken derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Buradan kurtulmak için bir şansım daha vardı ve bunu en iyi şekilde kullanmam gerekiyordu. Hızla başımı çevirdim ve Timur’un gitmiş olduğu duvara baktım. Hiçbir hareket yoktu. Etraf gayet sakin görünüyordu. Ayağımla oturduğum koltuğun altına atmış olduğum peruğu zorlukla çıkartmayı başardığımda iki kez başımı cama vurmak zorunda kalmıştım. Düşünmek kolaydı ama iş icraata geldiğinde kesinlikle beceriksizin tekiydim. Hemen ayağımın dibindeki peruğu elime aldım ve tek elle ne kadar başarabilirsem üzerinde bir tel toka olup olmadığını anlamaya çalıştım. Elim sert bir metala çarptığında bir hazine bulmuşum gibi hissediyordum kendimi. Birkaç uğraşmanın sonunda tel tokayı çıkartabildim. Beni bu kadar uğraştırdığı için sinirlerimi kontrol edemiyordum. Etrafa bir kez daha kaçamak bir bakış attım ve hızla tel tokayı kelepçenin ortasında bulunan anahtar yerine geçirdim. Birkaç kez çevirdim ve bir işe yaramayacakmış gibi durduğunda son gücümle tel tokayı içinde çevirmeye devam ettim. Sola doğru çevirdiğim bir anda kilit açıldı ve ben sanki Ali baba ve kırk haramilerin mağarasının içindeki mücevherlerin arasına düşmüş gibi sevindim. Elimi kelepçeden kurtarır kurtarmaz bileğimi ovdum. Hafif bir kızarıklık vardı. Bunu zaten bekliyordum. Hızla peruğu çantamın içine yerleştirdim. Artık onu kullanamazdım. Tamamen berbat durumdaydı. Ceketimin kapüşonunu başıma geçirdim ve siyah saçlarımın görünmesini engelledim. Pencereye gelen tıklanma sesiyle birlikte yerimde sıçradığımda hızla pencereye döndüm. İlk gördüğüm şey beyaz bir ışıktı. Bu yüzden gözlerim kısılırken ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Işık yavaş yavaş kaybolurken görüş alanıma mavi şapkalı, mavi, siyah ve beyazın hâkim olduğu polis üniformasının içerisindeki polis memurunu görmemle birlikte sertçe yutkundum. Beni burada bırakıp gittikten sonra ne bekliyordu zaten. Bunu anlayamıyordum. Salak herif! Pencereyi yavaşça açtım ve hemen karşımdaki memura oldukça samimi bir şekilde bakmaya çalıştım. Panik yapmamam gerekiyordu. Panik her şeyi berbat etmenin en önemli özelliklerinden bir tanesiydi. Panik yaptığım anda her şey berbat olacaktı. Sakin olabilmek için kendime hemen bunun da bir çeşit prova ya da bir çeşit oyun olduğunu söylemem gerekiyordu. Söyleyeceğim kelimeleri iyi seçmek, mantıklı davranmak zorundaydım. “İyi akşamlar memur bey. Bir sorun mu var?” Sesim düşündüğümden de sakin çıkarken olabildiğince yüzümü saklamaya çalışıyordum. Kırklarının başında olduğunu tahmin ettiğim memurun yüzündeki ifadeden benim burada ne aradığımı çok net bir şekilde anlayabiliyordu ama anlamamazlıktan geldim. “İyi geceler, küçük hanım. Bu saatte tek başınıza burada ne aradığınızı sorabilir miyim acaba?” “Abimi bekliyorum.” diyerek yalan söyledim. “Bugün yola çıkıyoruz. Anne ve babamıza sürpriz yapmak istedik. Yarın evlilik yıl dönümleri de bir sorun mu var? Eğer burada beklemem bir sorun yaratacaksa arabayı ileri de alabilirim?” Kesinlikle alamazdım. Anahtarları da yanında götürdüğü düşünülecek olursa burada kalmıştım. Ayrıca anahtarlar olsa bile alamazdım. Çünkü arabanın nasıl kullanılacağı konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Belirli şeyleri biliyordum. Gaz ve vites. Arabalarla ilgili anladığım tek şey buydu. Başka bir şey değil. “Anlıyorum.” Başını yana eğdi ve bana içten bir gülümseme bahşetti. “Sadece tekin bir bölge değil burası. Bu yüzden gelip bir sorun olup olmadığına bakmak istemiştim. Size iyi yolculuklar o zaman.” “Teşekkür ederim memur bey.” Gülümsedim ve polis memuru arabadan uzaklaşırken hızla pencereyi kapattım. Başıma neden sürekli bir şanssızlık geldiğini merak etmeye başlamıştım. Gerçekten kafayı yiyor olmalıydım. Polis sokağı döndüğü anda elimi kapıya attım ve açmak için girişimde bulunduğumda sürücü koltuğunun kapısı büyük bir gürültüyle açılıp geri kapatıldı. Hızla yanıma döndüm. Timur hafif kızarmış yüzüyle bana bakarken öylece kalmıştım. Kesinlikle şu birkaç gün içerisinde şans benden yana değildi. Bunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Bakışları önce direksiyondaki boşluğa takıldı. Hemen ardından da boşlukta olan elimi gördüğünde gözlerini kısarak bana bir bakış attı. “Bu kelepçeyi nasıl çıkarttın bakalım?” Sözleri yumuşak ve hatta gururumu okşayacak türden şeyler olsa da ses tonu oldukça sert ve katıydı. Sanki bir an önce sorduğu sorunun cevabını istiyor gibiydi. Korkumu geri plana atarak gözlerinin içine baktım. “Bir kızın neler yapabileceğini bilsen şaşırırsın.” Dudakları soğuk bir gülümseme için kıvrılırken oyunculuğuma devam ettim. “Gerçekten eğlencelisin ama soruma cevap alamadım.” “Sorularını cevaplamak zorunda değilim. Sen telefonu alınca gidebileceğimi söylemiştin. Bu yüzden ben gidiyorum ve sen de benim peşimden gelmiyorsun.” Kapının koluna uzandığım anda eli az önce kelepçe taktığı bileğimin çevresine sıkı bir şekilde sarıldığında acıyla inlememek için kendimi zorladım. Acıya katlanırdım. Hem fiziksel olanına hem de zihinsel olanına ama duygusal bir acıya asla katlanmak gibi bir çabam olmamıştı. Duygulardan yoksun birinin duygusal bir acı yaşaması imkânsızlık ötesinde, Einstein’a deli demeleri kadar mantıksızdı. “Telefonu bulamadım. O yüzden hiçbir yere gidemezsin.” Sözcükler beynimde yankılandı ve birkaç harfin ters bir şekilde kalbime çarptığını hissettim. Telefonu bulamadım da ne demekti? Orada düşürdüğüme emindim. Hemen karşımda bana delici bakışlarla bakan adamın bana yaşattığı duygulardan kurtulmam gerekiyordu. Kafamı karıştırmasından kaçmam gerekiyordu. Her zaman yaptığım şeyi yapmam ve buralardan uzaklaşmam gerekiyordu. Hem de bir an önce! “Saçmalıyorsun. Sana yerini söyledim. Ben gidiyorum. Eğer beni şimdi bırakmazsan telefonunu bulduğun ilk anda polise giderim.” Yüzünde oluşan sinsi ifade buz tutmuş kalbimin üzerine bir balyoz daha indirmeye yetmişti. “Polise mi gideceksin?” Bileğimi kucağıma fırlatarak bıraktı. “Git hadi. Hemen ilerisi polis otoparkı… Eğer polise gideceksen şimdi git. Onlara seni kaçırdığımı söyle.” Şaşkınlığımı gizleyebilmek için yutkundum ve sinirliyken davranmam gereken şekle büründüm. Derin bir nefes alıp sinirle bıraktım. Gözlerimin kızarmasına müsaade etmek, kaşlarımın çatılmasını sağlamak ise başlı başına ayrı bir dertti ama yapmak zorundaydım. ‘’ Sen bilirsin. Nasıl olsa polislerden kaçan ben değilim. ‘’ Dalga geçer gibi söylediğim sözlerin üzerine aynı şekilde gülümseyerek karşılık verdi. “Emin misin? Az önceki polise söylediğin yalanlara bayıldığımı söylemem gerekiyor. Abin ha? Anne ve babamızın evlilik yıl dönümleri?” Kullandığı sözcük seçimleri, ses tonu beni bir kez daha bilinmezliğin içine iterken yüzümde ne gördüğünü merak ediyordum. Dikkatli bakışları beni olduğum yere sindirmişti. Timur denen herif, telefonunu bulamamıştı. Peşimde babam ve büyük ihtimalle polisler vardı. Şimdi ise Timur’un peşindeki adamlar ve büyük ihtimalle onu arayan polisler de benim peşime takılmıştı ve eğer babam beni aramaya Alaçatı’ya gittiğinde kafe de olanları öğrenmişse, mavi gözlü, siyah saçlı, uzun boylu adamı araştırmaya başlayacak ve en sonunda onun da peşine düşecekti. Her şey birbirine girmiş ve tek kaçakken bir anda sayım ikiye katlanmıştı. Hayatım boyunca her şeyi tek başına yapmaya alışmış biri olarak, başkasıyla aynı kaderi paylaşıyor olmak beni düşündüğümden daha da rahatsız etmişti. Bulunduğum koltuğa sindim ve sinirle kollarımı göğsümde birleştirdim. Söylediğim yalana kadar duymuş olduğuna inanamıyordum. Lanet olsun! “Pekâlâ ufaklık, az önce senin de bir kaçak olduğunu öğrendiğime göre, söyle bakalım, telefon nerede?” Gözlerini kısarak bana bakarken tek kelime etmemek için kendimi tutuyordum. Buradan gitmemiz gerekiyordu. Otoparkın güvenlik kamerasını halletmişti ve ilk kestiği güvenlik kamerası otoparkın arka tarafına aitti. Sadece dakikalar içerisinde birkaç polisin buraya toplanıp arama yapmaya başlaması an meselesiydi. Başımı çevirdim ve dışarıya bakarken mırıldandım. “Yakalanmak istemiyorsan arabayı çalıştır,” dedim sinirle. “İlk devre dışı bıraktığın kamera, otoparkın arkasındaki… Polisler salak değillerse, sadece dakikalar içerisinde ilk giden kameradan nereden içeriye girdiğini anlayacak ve bu sokakta arama yapmaya başlayacaklardır. Yakalanmak istemiyorsan sür şu arabayı.” Bir süre sesini çıkartmadı ama hemen ardından aracı hareket ettirip az önce polis memurunun kaybolduğu yolun ters istikametinden dışarıya çıktığı anda arka taraftan polis memurlarının bağırdıklarını duydum. Sadece saniyeler içerisinde yırttığımızı fark etmek bir kez daha korkunun bedenimi ele geçirmek için hareket etmesini sağlamıştı. “Artık telefonumun yerini öğrenebilir miyim? Senin saçmalıkların yüzünden çok fazla vakit kaybettim.” Sinirle ona döndüm ve dikkatli bir şekilde yolu inceleyen yüzüne baktım. “Telefonunu arabasında düşürmüştüm. Burada olması gerekiyordu. Belki de polisler çoktan arama yapmışlardır. Belki de olay yerinde biri görüp almıştır. Nereden bilebilirim ben?” Elini ceketinin iç cebine attı ve telefonunu çıkartıp bana uzattı. “Arkadaşını ara ve telefonu arabada görüp görmediğini sor.” “Buradan kurtulmak için yapmam gereken tek şey sana telefonunu verip kurtulmak mı?” Başını salladı. “İstediğin buysa, bana telefonu ver. Ben de seni serbest bırakayım. Bence oldukça makul bir anlaşma. Sen ne dersin?” “Sadece canımı sıktığını derim.” Elinden telefonu aldım ve Ülkü’nün ezberimdeki numarasını tuşladım. Sadece ilk çalışta cevapladı. “Sonunda; ben de senin aramanı bekliyordum. Babandan kaçabildin mi? Kuş Adasına gidip gidemediğini bekçiye de soramadım. Nasılsın? İyi misin?” Telefonu cevaplar cevaplamaz soru yağmuruna tutulmam ise bana annemden başka birinin daha değer vermesi gururumu okşamıştı. “Ülkü ben iyiyim, sakin ol. Daha eve gidemedim. Sana sadece bir şey sormak için aramıştım.” Derin bir nefes aldım ve merakla soruyu sormamı bekleyen Timur’a bir bakış attım. “Arabanda siyah bir telefon düşürmüştüm. Onu gördün mü?” “Evet, gördüm. O telefon sana çarpan adama ait değil miydi? Neden yanında taşıdığını merak etmiştim.” Heyecanla lafa atladım. “Yanında mı?” “Ateş açmaya başladıklarında eğilirken görmüştüm. O zaman önemli olabilir diye yanıma aldım. Neden ki?” “Ona ihtiyacım var. Bana onu getirebilir misin?” Hatta bir süre sessizlik oldu ve Ülkü’nün biriyle hararetli bir şekilde konuştuğunu duydum. “Getiririm ama şimdi olmaz. Babam çok sinirli, annem ise söylemek bile istemiyorum. Sen şimdi Kuşadası’na git. Ben de yarın oraya geleceğim. Gelirken getiririm. Orada görüşürüz. Şimdi kapatmam gerekiyor. İyi geceler.” Ne söyleyeceğimi bile beklemeden telefonu suratıma kapattığında bir daha arasam da ona ulaşamayacağımı bildiğimden derin bir nefes aldım. Yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı geriye… Telefonu ona geri uzatırken mırıldandım. “Kuşadası’na sür. Telefonunu orada alacaksın…” |
0% |