Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Polis

@esmedemirr

Ölüm.

Bana bir o kadar yakın bir o kadar da uzak olan tek kelime. Her türlü hayatımı mahvetmişti. Kaç defa kollarına teslim olmaktan son dakika da vazgeçmiştim. Tüm varlığımın kaybolmasını sağlayacak olan bir icraat olarak görmekten öteye gitmiyordu benim için. Ondan korkmuyordum. Bazıları için ölmek çok büyük anlamlar taşırken, benim için sadece yaşadığım bu yalanların üzerine kurulu hayatımdan kurtulmamı sağlayacak bir yoldu. Yalan söylemekten kurtaracak, acı çekmemi engelleyecek, duygularımı saklamamı sağlamayacak bir yoldu.

Ama ölümünde bir kuralı vardı; vaktinin gelmesi gerekiyordu. Gelmemişse, ne yaparsan yap bir türlü ölemiyordunuz. Allah’ın bizim için çizdiği yolda ilerlerken vaktimiz dolmadıysa bu hayatı oynamaya devam ediyorduk. Başka şansımız yokmuş gibi hayata devam ederken tek düşünebildiğim ölüme sürekli bu kadar yaklaşmama rağmen bir türlü beceremiyor olmaktı. Belki de annemin bana olan ihtiyaç duygusu ölmemi engelliyordu. Belki de benim için ettiği tüm o dualar beni ondan koparmak yerine daha da yaklaştırıyordu.

Deniz rengi gözlerine bakarken aklımdan geçenlerin hepsi bunlardan ibaretti. Öleceğimi hissettiriyor ve kalbimin gümbürtüsünün kulaklarımda yankılanmasını sağlıyordu. Mavi gözlerden gerçekten nefret ediyordum. Hangi mavi göze baksam aklıma o lanet gece geliyordu. Beni benden alan, ben olmaktan çıkartan, ilk defa sesimi yükseltmemi sağlayan ve hayatımda ilk defa keşke bir babam olmasa dememi sağlayan o geceye dönmemi sağlıyordu. Bunu istemiyordum. Hayatım boyunca hep bir baba sevgisi beklemişken bir anda bu şekilde düşünmemi sağlayan sadece soğuk deniz mavisi gözlerdi. Şimdi ise karşımdaki gözlere bakarken aklımdan sadece ölüm geçiyordu. Beni kurtarmasını istediğim ama bunu kendime bir türlü yediremediğim o tanıdıklık duygusunu içime işliyordu.

“Neler oluyor?” diyerek içeriye giren Fatih, şaşkınlıkla ikimize bakıyordu. “Silah sesleri de ne?”

Deniz gözlerin sahibinin elindeki silahı görmesi ile hızla geriye çekilmesi bulunduğum yerde geriye kaçmamı sağlamıştı. Silahlardan pek korktuğum söylenemezdi. Sadece uzun zamandır sürekli yakınımda bulunmaları kendimi güvensiz hissetmeme sebep oluyordu. Başını kapıdan uzattığında sağ elinin avuç içi bana bakacak şekilde uzatmıştı. Gözlerini etrafta gezdirirken iki el ateş etti. Korkuyla yerimde sıçradım ve elimi ağzıma kapatıp çığlığımı yuttum.

“Sakın kımıldama,” diye bana döndü. “Başına bir şey gelmesini istemiyorum. Sana zarar vermeyeceğim.”

Fatih hızla yanıma geldi ve kollarını bedenime dolarken bana sığındı.

“Arka kapı var mı?” diye seslendi bana doğru. “Buradan bir an önce çıkmamız gerekiyor.”

“Sen kimsin?” Fatih sinirle bağırırken tüm bedeninin kasıldığını hissettim. “Kapıdaki adamlar kim? Ne yapmaya çalışıyorsun?”

Telefon sesi ortalığı doldurduğunda cebimdeki titremeyle yerimde sıçradım. Hepsi bana bakarken elimi cebime attım. Telefonu çıkarttığım anda mavi gözleri üzerimde hissediyordum. Kalbim ağzımda atarken ‘Ülkü’ yazısıyla korkuyla mavi gözlere döndüm. Eğer telefonun onda olduğunu öğrenirse, onun da başının belaya gireceği açıktı. Hızla aramayı reddettim. Bunu öğrenmemesi gerekiyordu. Gerçek anlamda duygusuzun teki olabilirdim; olaylar karşısında her şeye soğuk kanlı yaklaşabilirdim ama ben şu anda bulunduğum rolüme kendimi kaptırmalıydım. Başka şansım yoktu. Kendimden en ufak bir ayrıntıyı bile karakterime yansıtmamalıydım.

Birkaç silah sesi daha kulaklarımı doldurduğunda korkuyla yerimde sıçramam ve çalmaya başlayan telefonumun elimden yere düşüp gözden kaybolması eş zamanlı olmuştu. Şaşkınlıkla yere bakarken güçlü bir el sağ bileğimi kavradı. Başımı kaldırıp lacivert gözlere baktım. Gözlerinden hiçbir duygu anlaşılmıyordu; duygusuzdu. Yüzündeki kasların sürekli olarak hareket etmesi ne kadar sinirli olduğunu gösteriyordu. Ben sinirden anlamazdım. Sinirlenmezdim ki… Korku nedir onu da bilmezdim; bu zamana kadar. Şimdi ise hayatta korkunun ne kadar berbat bir duygu olduğunu çok iyi anlıyordum. Hayatım altı ay içerisinde değişmiş yerine kendini büyük bir korkunun kollarına bırakmış bir canavardı.

İçimde büyüdükçe büyüyen ve acı çekmem için duygularımı gün yüzüne çıkartmaya çalışan bir canavardı.

“Gidiyoruz!” Beni bulunduğum yerden çekip ayağa kaldırırken gözlerim masanın altına gitmiş olan telefonumdaydı. Hızlı adımlarla arka kapıya doğru ilerlerken ceketimi ve çantamı eline almıştı. Onların benim olduğunu nereden bildiğini bilmiyordum.

Beni hızla arka kapıdan dışarıya çıkarttığında olanlar aklıma yeni gelmiş gibi hissederken hızla elimi çekmek için hamle yaptım. Parmakları kelepçe misali bileğime yapışmışken kolumu hareket ettirmekte bile zorlanıyordum. Elimi hızla çekip vücudumun sırtına yapışmasına sebep oldu. Acıyla inlerken geriye doğru çekilmeye çalıştım ama başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

“Bırak beni!” diye bağırdım. En azından ben bağırdığımı düşünerek boğazımın gerisinde bir çimdiklenme hissiyle savaştım. “Ne yaptığını zannediyorsun sen?”

Elimi çekmeye çalışırken beni tekrardan sürüklemeye başladığında soğuk hava tüm bedenimi ürpertirken burnumun çoktan donmaya başladığını hissettim. Yağmur iri taneler halinde başıma düşerken korkuyla titredim. Geriden gelen silah sesleri ve Fatih’in beni bırakması için bağırıp duran sesi kulaklarımda çınlarken beni sokak lambasının hemen altına park edilmiş gri bir aracın ön koltuğuna fırlatarak oturttu. Kucağıma ceketimi ve çantamı atarken şaşkınlıkla ona bakıyordum. Kapıyı kapatması ve arabanın önünden geçerken silahı pantolonunun arkasına sıkıştırarak sürücü koltuğuna yerleşmesi sadece saniyelerini almıştı. Şaşkınlıkla ona bakıyordum. Burada ne aradığımı bile bilmiyordum. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki olayın hızına ve mantığına yetişememiştim. Bu da kafamın karışmasına mantığımın devre dışı kalmasına sebep oluyordu. Belindeki silahı çıkartıp oturduğu koltuğun altına yerleştirdi.

“Ne yaptığını zannediyorsun sen?” diyerek bağırdım en sonunda sesime sahip olabildiğimi hissettiğim bir anda. “Bu yaptığın tam bir saçmalıktan ibaret… Ne istiyorsun benden?”

“Sus!” diyerek arabayı çalıştırdı ve gaza yüklenerek aracın ileriye doğru atılmasını sağladı. “Sana bir şey sormadıkça ağzını açma. Şu telefonum kimdeyse o arkadaşının yerini tarif edeceksin ve gidip onu alacağız.”

Laciverte yakın gözleri havanın karanlık olmasından dolayı tam olarak kendini belli edemese de ben görmekten çok hissediyordum. Tüm bedenimde dolaşan karıncalanma bedenimin titremesine sebep oldu. Hava buz gibiydi ve aracın içi de bir o kadar soğuktu. Bunun farkında olmak beni daha da korkutuyordu. Karşımdaki kişinin kim olduğunu bilmiyordum. Ne yapmaya çalıştığından haberim yoktu. Peşindeki adamların kim olduğunu bilmiyordum. Kafam karmakarışıktı.

“Neden yapıyorsun? Bana bunu neden yapıyorsun? Ne istiyorsun benden? Kim olduğunu bilmiyorum. Neden peşimden geldiğini bilmiyorum. O lanet telefonun neden bu kadar önemli olduğunu bilmiyorum. Seninle ilgili hiçbir şey bilmiyorum.” Elimi saçlarımın arasından geçirdim ve sarı peruğu çıkararak siyah saçlarımın omuzlarımdan aşağıya dökülmesine izin verdim. “Lanet olsun adını bile bilmiyorum!”

Başını hafif çevirdi ve bakışlarını önce ceketim ve çantamın üzerindeki sarı perukta gezdirdi, hemen ardından da yüzüme çevirdi. Bana bakarken ne gördüğünü bilmiyordum ama sadece saniyeler içerisinde başını çevirmiş ve beni kendi düşüncelerimle iç içe bırakmıştı. “Timur!”

Şaşkınlık içerisinde ona baktım. “Ne?”

“İsmim Timur.”

Şaka yapıp yapmadığını merak ederek yüzüne baktım ama o sadece düz bir suratla karşıdan gelen araçlara bakıyordu. Siyah saçlarının uçlarından damlayan sular şakaklarından yüzüne oradan da çenesinden boynuna doğru bir yol izliyordu. Sokak lambalarının yansıttığı kadar gördüğüm şeyler sadece bunlardan ibaretti. Tabi bir de sert yüz hatlarıydı. Dalga geçiyor olmalıydı? Bu kadar söylediğim şeyin arasından sadece adını söylemiş olmasına inanamıyordum.

“Dalga mı geçiyorsun?” diyerek ona bakmaya devam ettim. “Sana söylediğim o kadar şeyden sadece bunu çıkartmış olmana inanamıyorum.”

“Susman için ufak bir şey bilmen gerektiğini düşündüm ama sen yine de konuşmaya devam edecekmişsin gibi görünüyor.” Gözlerini sadece saniyelik bir anda bana çevirdi ve sert bir bakış attı. “Sadece sesini kes ve yolu tarif etmek için kullan!”

“İnanamıyorum ya… Bunun benim başıma geldiğine inanamıyorum.” diyerek ıslak olan saçlarımı çekiştirdim. “Bırak beni. Başımın belaya girmesini istemiyorum. Belinde silah var. Peşin de adamlar var. Lütfen, bırak beni gideyim…”

Aracı hızla yolun solundaki boşluğa çekti ve durdurdu. Işıkları açıp bana döndüğünde lacivert gözlerinin daha da koyulaştığını görerek sertçe yutkunmuştum. Çok farklı bakıyordu. Islak siyah saçları geniş alnına dökülüyordu. Biçimli kaşları vardı. Uzun kirpiklerinin çevrelediği gözleri insanın içini titretecek koyulukta bir maviydi. Çıkık elmacık kemikleri ile kemikli bir yüze sahipti. Her erkeği kıskandıracak bir burna sahipti. Kendine has ve özeldi. Dudakları ise havanın soğukluğundan dolayı beyazlamıştı. Ne çok dolgundu ne de çok inceydi. Yüzündeki kirli sakal yüzünden çok daha dikkat çekici duruyordu. Bu düşünceyle gözlerimi kaçırıp korkmamı sağlayan koyu mavi gözlerine baktım.

“Bak, sana zarar vermek istemiyorum ama o telefon çok önemli. Onu bugün alamazsam olacakları düşünmek bile istemiyorum. Telefona ihtiyacım var. Lütfen. Sadece telefonu istiyorum. Onu aldıktan sonra seni bir daha rahatsız etmeyeceğim. O zamana kadar sakin olabilir misin?”

Sesi her ne kadar sakin çıksa da gözlerindeki bir şey ne kadar zor dayandığını vurgulamak istiyordu sanki. Az önce yaşadığım adrenalin benim için fazlaydı. Ülkü’nün beni bu saatte aramasındaki sebebi bilmiyordum ve Timur büyük ihtimalle birilerinden kaçıyordu. Peşinde adamlar vardı; bu komikti. İki kaçak aynı arabadaydı ve ikisinin de sebebi kendine özeldi. Hayatım macera komedi yönünde ilerlerken vereceğim kararların hayatımı değiştireceğini çok iyi biliyordum. Bu böyle olurdu. Her hikâyenin her romanın kendine has bir başlangıcı vardı ve içimden bir ses benimkinin şimdi başladığını söylüyordu.

“Sadece telefon?” diyerek gözlerinin içine baktım. “Başka bir şey yok öyle değil mi?”

Başını salladı. “Sadece bir telefon Hazan! Sana söz veriyorum, bu iş bittikten sonra eski hayatına tekrardan dönmeni sağlayacağım.”

Adımı bilmesine mi şaşırsam yoksa verdiği söze mi bilememiştim. Öylece yüzüne bakmaya devam ettim. Ne yapacağımı bilmiyordum.

Kabul etmeli miydim?

Yoksa bırakıp arabadan hızla inmem mi gerekiyordu?

Hiçbir şey bilmiyordum. Tek bildiğim kafamın karmakarışık olduğuydu. Dışarıdaki yağmur gittikçe artarken camları dövmeye devam ediyordu. Nefesim kesildi ve sertçe yutkundum. Boğazımın gerisindeki kaşıntı hissi giderek arttı ve bedenimin ne tepki vereceğini bilerek derin bir nefes aldım. İçerisi yağmur sonrası toprak kokusundaydı.

“Söz mü?” Ne kadar emin olamasam da yapabileceğim başka bir şey yoktu. Polise gidip bu adam beni zorla arabasına bindirdi, peşinde adamlar var diyemezdim. Bir kaçaktım ve başka bir kaçağı maalesef ki, polislere söyleyemezdim. Kendimi yakmaya niyetim yoktu. “Senin yanında gidene kadar güvende olacak mıyım?”

Çoktan kafeye geldiğine emin olduğum polisler yüzünden Alaçatı’ya da dönemezdim. Döndüğüm anda kendimi tekrardan Gaziantep de bulacağıma emindim. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Hayatımı geri kazanmak istiyorsam sekiz ayım vardı. Ne eksik ne fazla. Hayatım yeteri kadar batmıştı zaten. Bir başka kaçak daha olsa sanırım hayatıma farklı birkaç olay daha katılmazdı. En azından kendimi bunu söyleyerek teselli edebilirdim.

“Söz veriyorum. Benim yanımda güvendesin!”

Başımı salladığımda ışıkları kapattı ve arabayı tekrardan çalıştırıp vitesi geriye aldı. Sağ kolunu oturduğum koltuğun arkasına atıp geriye bakarken gaza bastı. Araç yavaş yavaş bulunduğu yerden çıktıktan sonra hızlı bir dönüşle yola devam etti. Araç kullanmaktan anlamıyordum. Belki de bana araba kullanmasını öğretecek bir babam olmamasından kaynaklanıyordu. Her genç kızın hayatında her zaman için ilk kahramanı babalarıydı. En azından benim gözümde öyleydi. Lisedeki arkadaşım babasını kaybettiğinde çok büyük üzüntüler çekmişti; onu anlayamazdım, o babasını tanımıştı, onunla vakit geçirmişti, babası kızını sevdiğini söylemişti. Kızının ilk kahramanı olmuştu. Ben anlayamazdım. Benim daha ilk kahramanım yoktu. Benim bir babam yoktu ki ilk kahramanım olacaktı. Değer verdiğim o kadar şey arasında hiçbir şey benimle ilgili değildi. Değer verdiğim bir şey var mıydı onu da bilmiyordum. Ben kendime bile değer vermezdim ki…

Araç yolda giderken başımı koltuğa yaslayıp pencereden dışarıya baktım. Yanımızdan geçip giden araçlar o kadar da ilgimi çekmiyorlardı. Kendimi tuhaf hissetmemi sağlıyordu. Yanımda bir kaçak vardı; ben onunla bir aracın içindeydim ve bana verdiği söze dayanarak ilk defa birine güvenmeye çalışıyordum. Bana zarar vermeyeceğini söylemesine inanmak istiyordum.

“Neden peruk takıyorsun?” diyerek mırıldandığında başımı çevirip ona baktım. Surat ifadesinden neden sorduğunu anlamaya çalıştım fakat öylesine sormuş gibi bir havası vardı. Belki de sadece istediği şey aynı arabanın içinde olsak da tek kelime etmediğimiz için ortamı yumuşatmaya çalışmak olabilirdi.

“Sarı saçı severim; ama saçlarımı boyatmaya da kıyamam.” diyerek kısa ve saçma sapan bir açıklama yaptım. Alakası bile yoktu söylediklerimle bunların. Bir kaçaktım ve kimsenin beni tanımasını istemiyordum. Tanınmamam gerekirdi. Buradan kurtulduktan sonra nereye gideceğimi bile bilmiyordum. Sadece gidiyordum ve bu akışa kapılarak gittiğim her dakika da başıma oldukça berbat olaylar gelecekti. Kalbim kırılacaktı. Bundan emindim. Daha önce bir kalbim bile olduğundan emin değilken şimdi ise onun kırılacağına adım gibi emindim. Belki de babamın o buz tutmuş kalbime indirdiği çekiç darbesi orada büyük bir çatlak açmıştı ve aralarından giren soğuk sular bu tip şeyler düşünmeme sebep oluyordu. Bunu istemiyordum.

Bu sen değilsin Hazan! Kalp diye bir şey yoktur. Unuttun mu yoksa?

İçimde her zaman bitmek bilmeyen o kendini beğenmiş ses tekrardan gün yüzüne çıktığında dişlerimi sıkarak başımı pencereye çevirdim. Onu duymak istemiyordum. Sürekli olarak kalbimin taşlaşmasına sebep olan o sesti. Bakışları farklıydı. İçimden çıkmayı bekleyen bir iyilik meleğini andırıyordu ama benim melek olmam imkansızdı. İllaki bir melek olmam isteniyorsa herhalde ölüm meleği olurdum. Siyah saçları arasına atılmış beyaz renk saçlar, yeşil gözler ve üzerindeki siyah kabarık eteği olan straplez bir elbise ile siyah kanatlara sahip olurdum. Ayağımdaki siyah topuklular ile ise herkesin dikkatini üzerime toplamakta bir numara olabilirdim.

Düşünceler farklıdır, hissetmek gerekir; akıl, mantıkla birleştiğinde çalışır. Bunu nasıl unutursun? Babanın sana yaptıklarından sonra kalp diye bir şey olduğunu gerçekten düşünüyor musun?

İç sesim tekrardan kendini gösterdiğinde derin bir nefes aldım. Haklıydı. Her zaman haklı olan oydu. Ben sadece bir öğrenciydim. Her zaman için onun düşüncelerini dinlemiş, onun verdiği öğütlerle hareket etmiştim. Annemi üzmemem gerektiğini bana hatırlatan, babaların annelerden ne kadar farklı olduklarını bana en acı şekilde yansıtan yine oydu. Simsiyah saçları, yeşil gözleri, vücudunu saran kırmızı straplez ultra mini elbisesi ile bar tezgahının üzerine oturmuştu. Uzun, ince, siyah topuklu ayakkabıları ile kırmızı ojeli tırnaklarıyla benden çok daha farklıydı. Dudaklarındaki kırmızı ruj ise onu benden çok daha farklı gösteriyordu.

Bar tezgahında bacak bacak üstüne atmıştı. Sağ kolu sol dizinin üzerine yaslıyken bileğindeki bileklikler eline doğru dökülmüştü. Sol dirseğini sağ kolunun üzerine yerleştirmişti. Sol elinin işaret parmağı kırmızı dudaklarının çevresinde gezerken alt dudağını ısırmış ve göz kırpmıştı. Düşünceleri ve davranışları tamamen benim zıttım iken, ona sadece düşüncelerinde ayak uydurmaya çalışıyordum. Asla onun kadar çekici ve etkileyici bir kız olamazdım.

Ben senim güzelim; kendini bu kadar ezmeye çalışmanı doğduğum günden beri anlayamamışımdır zaten.

Düşüncelerini söylemeye devam etmesindeki amacı anlamayarak başımı salladım. Düşünmek istemiyordum. Beni de kendisi gibi davranmaya itmemeliydi. Amaçlarımızın farklı olması benim için önemliydi. Kendimi ondan ayrı tutabiliyordum. Oyunculuk yeteneğimin onun sayesinde gelişmesi ise yapacaklarımın yanında çok daha farklı kalıyordu. Ben bu değildim. Hiçbir zaman için de olmayacaktım. Olamazdım. Hayatım bu değildi. Tarzım, yaşantım, düşüncelerim ve davranışlarım ondan çok daha farklıydı! Ama şimdi onun gibi istediğini elde etmeyi amaçlayan biri olmam gerekiyordu. En azından ben böyle düşünüyordum.

Ne kadar süre sessiz oturduk bilmiyordum ama tabelalardan birinde ‘Dokuz Eylül Üniversitesi’ yazısını geçip ilerlerken gözlerim o yolda kalmaya devam etmişti. Bu yazıdan sonra yaklaşık on beş dakika daha yol almamız gerektiğini hatırladığımda suratımı buruşturdum. Hayatım boyunca annemle üniversiteye başlayacağım günü iple çekmiştik ve şimdi başıma gelen bu kadar olaydan sonra bu düşünceyi ne kadar çok istediğimi fark etmemiştim. Bu olaylar olmasa belki de asla farkında bile olmayacaktım.

“Nereye gitmemiz gerektiğini söyleyecek misin artık?” dediğin de kaşlarımı kaldırarak ona baktım. Kırmızı ışıkta durduğu için gözleri gözlerimi bulmuştu. Ona gideceğimiz otelin adını söyledim.

Kaşlarını kaldırarak bana baktı. “Bir otel mi? Üstelik Türkiye’nin en büyük iş adamlarından biri olan Tarık Çetiner’in parti verdiği otel mi?”

Başımı usulca salladığımda ellerini saçlarından geçirdi ve bana kaşlarını çatarak baktı. “Dalga geçiyorsun öyle değil mi? O kadar kamera varken o kadar gazeteci varken o ortama giremem. Farkındasın değil mi? Senin gidip alman gerekiyor.”

“Olmaz, ben de gidemem.” diyerek şiddetle karşı çıktım. Gidemezdim. Her ne kadar o kaçaksa, ben de bir o kadar kaçaktım. “Seni sadece oraya götürebilirim. Gerisi sana kalmış.”

“Sana oraya giremem dedim. Beni anlamıyor musun?”

“Ben de sana olmaz dedim. Oraya giremem.”

Arkadan birkaç aracın korna çalmasıyla derin bir nefes alıp gaza bastı. Araç öne doğru fırlarken ışıklardan sola döndü ve karşı yola geçti. “O telefona ihtiyacım var. Ama o kadar kameranın, korumanın arasına giremem.”

Omuz silktim ve İzmir’in ışıklı yollarında ilerlerken yanımızdan geçmekte olan araçları izledim. Beni ilgilendirmiyordu. Ama yapabileceğim bir şey de yoktu. Oraya giremezdim. Ülkü’nün başının belaya girmesini istemiyordum ama bu beni çok daha kötü bir hale getireceği için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

“Kahretsin!”

Timur sinirle tıslarken başımı çevirdim ve gördüğüm manzarayla öylece kalakaldım. Otel’in önü tamamen bir karmaşa içindeydi. Sarı şeritler etrafı çevirmişti ve üzerinde olay yeri inceleme yazıyordu. Gazeteciler bir haber yapabilmek için adeta kendini yırtıyordu. Polisler öylece dururken gözlerim hemen ilerideki ambulansa takıldı. Ülkü üzerindeki battaniyeyle kapısı açık ambulansa oturmuştu. Elleri titriyordu. Gözlerinden yaşlar akarken bile oldukça güzel görünüyordu. Hemen yanında elini tutmakta olan Tarık amca vardı. Otelin tüm camları neredeyse yere inmişti ve Ülkü’nün aracının bir camının olmadığını bulunduğum yerden zorlukla görebilmiştim. Polislerin araçları sayesinde ortalık aydınlanmaktaydı. Hemen yanında bulunduğumuz kameraman karşısındaki spikeri kayda alıyordu.

Hızla pencereyi açtım. “… anlaşıldı. Bu gece ünlü iş adamı Tarık Çetiner’in kızı adına düzenlemiş olduğu davet tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Birkaç serserinin oteli hedef alarak ateş açmasının ardından Tarık Çetiner’in kızı Ülkü Çetiner, aracında çok zor anlar yaşadı. İki koruma hayatını kaybederken, yoldan geçen on yedi yaşındaki iki genç ağır yaralandı. Sağlık durumları tam olarak bilinmemektedir. Tarık Çetiner’in hiçbir düşmanının olmaması, bu ateş hattında aslında kimin olduğu sorularını gündeme getirmekte…”

Pencereyi kapatırken hızla ona baktım. Ülkü’nün beni aramasındaki sebebi bilmiyordum ama oraya gidemezdim. Burada olmamam gerekiyordu. Onun yanında olmam lazımdı. Gidebilir miydim bilmiyordum.

“Telefonunu ver.” dediğimde kaşlarını kaldırarak bana baktı.

“Ne?”

“Telefonunu ver. Sana telefonunu vermemi istiyorsan bir arama yapmam lazım. Beni kolumdan çekip dışarıya sürüklerken telefonum kafe de yere düştü.”

Başını sallayıp, ceketinin cebinden telefonunu çıkartıp bana uzattı. Hızla ezberimdeki telefon numarasını tıkladım. Sayılarla aram iyiydi. Ezberimin kuvvetli olmasını seviyordum.

Telefon birkaç kez çaldı ve bir adam tarafından cevaplandı. “Buyurun, Ülkü Çetiner’in telefonu.”

“Merhaba. Ben Ülkü’nün arkadaşı Hazan. Telefonu ona verebilir misiniz lütfen?”

Derin bir nefes alma sesi duyuldu. “Üzgünüm efendim ama Ülkü Hanım şu anda pek müsait değil.”

“Ben onun en yakın arkadaşıyım. Olanları haberlerden duydum. Yanında olamıyorum. Lütfen bir sesini duymaya ihtiyacım var. Telefonu ona verebilir misiniz?”

Bir süre ses gelmedi ve en sonunda adamın pes eden sesini duydum. “Bir dakika bekleyin lütfen.”

Alt dudağımı dişlerken ayağımı yere vurmaya başladım. Stres yaptığım zamanlarda her zaman için böyle oluyordum. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. O telefonu almamız gerekiyordu ve ne yapacağımı bilmiyordum. Burada kurtulmak istiyordum. Ülkü’nün başına neler gelmişti bilmiyordum ama onu da öğrenmem şarttı. Başka şansım yoktu.

Ülkü’nün titrek ellerle telefonu kavrayıp kulağına götürdüğünü gördüğüm de derin bir nefes alıp verdim. “Hazan?” Sesi oldukça güçsüz çıkıyordu. Çok korktuğu görüntüsünden bile belli olurken sesi çok daha berbat geliyordu.

“Ülkü, canım iyi misin?” diyerek rolüme devam ettim. Ben asla bu şekilde konuşmazdım. Endişelenmeyi bilmezdim. Sadece rolüm gereği yaptığım ufak bir davranıştı sadece. Bunu ise beni çok iyi tanıyan sadece annem ve Ülkü anlardı.

“Hazan, kaç!” dedi güçlükle. “Ne olur kaç. Seni buldular. Her yerde seni arıyorlar.”

Boğazıma bir yumru oturdu ve öylece kaldım. Boğazımdaki kaşıntı hissi gittikçe artarken öylece ona baktım. Hayatımda ilk defa korkunun ne demek olduğunu gerçek anlamda hissetmiştim. Beni bulmuşlardı. Sadece iki hafta kaçabilmiştim. Başka değildi. Altı ay içerisinde berbat olan hayatımı sadece iki hafta daha düzenli yaşamayı amaçlayarak geçirmiştim. Ama olmamıştı. Her zaman olmazdı. Benim hayatım hiçbir zaman için normal olmayacaktı.

“Emin misin?” Sözcükler dudaklarımdan çıkarken gözlerimi bir an bile Ülkü’nün titremekte olan bedeninden alamıyordum. “Onlar olduğuna emin misin?”

“Eminim. Onlardı. Baban da vardı aralarında. Ne yapacağımı bilemedim. Hazan, onlar çok tehlikeli. Kaç, ne olursun kaç!”

Dudaklarım aralandı ve sözcükler dudaklarımdan dökülmek yerine boğazımdan aşağıya akıp gittiği yerleri tahriş etti. Bu gibi durumlarda babalarımıza sığınmamız gerekirken benim babamdan kaçıyor olduğum gerçeği kendimi fazlasıyla komik duruma düşürüyormuşum gibi hissettiriyordu. Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Durum vahimdi. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Burada böylece durmam gerekip gerekmediğinden bile emin değildim. Buradan kurtulmak istiyordum. Başka bir şey istemiyordum.

Ülkü’nün elinden telefon çekilirken şaşkınlıkla karşıma bakmaya devam ettim. Bir an önce buradan gitmem gerekiyordu. Hem de bir an önce. O telefon umurumda bile değildi. Öncelikle kendimi kurtarmalıydım. Alaçatı’ya dönemezdim. Polislerin çoktan evimi basmış olmaları gerekiyordu. Fatih onlara her şeyi anlatmışsa benim peşime düşeceklerdi. Kahretsin!

Ellerimi saçlarıma geçirdiğimde telefonun elimde olmadığı gerçeğini umursamamaya çalıştım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Çantam da fazla bir şey yoktu. Annemi arayıp ondan isteyebileceğimi zannetmiyordum. Başım fena halde belaya girmeye devam ediyordu. Edecek gibi de görünüyordu.

“Ne dedi?” Timur’un sakin ama meraklı sesi beni kendime getirirken ona baktım. Ne konuştuğumuzu anlamaya çalışıyordu. Bunu bakışlarından anlayabiliyordum. Yüz ifadesi oldukça sakinken gözleri öyle demiyordu. Meraklıydı. Öğrenmek istiyordu ve ben ona ne cevap vermem gerektiğini bilmiyordum.

“Saldırganları tanımadığını söyledi. Onu hedef almışlar ve arabaya girmeye çalışmışlar.” diyerek yalan söyledim. Kaçak olduğumu bilmesine gerek yoktu. Tüm suçu onun peşindeki adamlara atabilirdim. Sıkıntı olmazdı. Beni tanımıyordu. Telefonunu alıp gittikten sonra beni rahat bırakacaktı.

“Kahretsin! Telefonu alabilmişler mi peki?”

Başımı iki yana salladım. “Onu soramadan telefonu elinden aldılar. Gerekli incelemeleri yapabilmek için aracı birazdan polis otoparkına çekerler. Telefonu büyük ihtimalle o zaman bulurlar.”

“Kahretsin!” diyerek tekrarladı. “İzmir’in polis otoparkının yerini bilmiyorum.”

Elini direksiyona çarparak başını salladı. Bu telefonun neden bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum ama davranışları o telefon olmazsa kendini çok kötü hissedecekmiş gibi duruyordu. Önemli olduğunu zaten anlamıştım. Ama neden bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum.

Bir an önce buradan gitmek istiyordum.

Ona yardım etmek istemiyordum.

İçeriyi dolduran telefon zil sesiyle Timur’a döndüm. Elindeki telefona gözlerini kısarak baktı. Hemen ardından da kulağına götürdü. “Ne var?”

Sesi oldukça sert ve katıydı. Her kiminle konuşuyorsa konuşmak istemiyormuş gibi duruyordu. Çenesi kasılmıştı ve direksiyonu tutan eli beyazlamaya başlamıştı. Bu kadar polisin arasında sokak lambasının altında durmak ne kadar mantıklıydı emin olamıyordum.

Bir süre karşıyı dinledi. “Buldum ama bir sorun var.”

Gözlerini bana sabitlediğinde korkuyla yana kaydım. “Evet, halledeceğim.”

Sertçe yutkundum. “Merak etme. O telefonu almadan İzmir’den ayrılmaya niyetim yok.” Karşı tarafı uzun bir süre dinledi. “Evet, alınca hemen oraya geleceğim. Bir süre ortadan kaybolmam gerekiyor.”

Gözlerim kapanan ambulans kapısına kaydığında başımı salladım. Buradan gitmem gerekiyordu. Ülkü haklıydı. Ona bile saldırmaya cesaret ettiklerine göre beni bulduklarında ne yaparlardı kim bilirdi?

“Tamam, gelince görüşürüz.” diyerek telefonu kapattı.

Ona yardım edip etmemek konusunda kararsızdım. Ne diyeceğim konusunda ise kesinlikle emin değildim. Kendim hakkında bilgi vermek istemiyordum. Yanımda yeteri kadar nakit param yoktu. Nereye gidecektim belirsizdi. Bildiğim yerler kesinlikle sınırlıydı ve oralara gidersem nasıl hayatta kalırdım onu da bilmiyordum. Bu konularda annem bana Ülkü’nün yardımcı olacağını söylemişti ama onunla konuşup konuşamayacağımı bile şu an için bilemiyordum.

Tekrardan çalan telefon sesiyle Timur’a döndüm. Kaşlarını çatarak ekrana bakıyordu. Sonra da tutup bana uzattı. Şaşkınlıkla ona bakarken, telefonu elime aldım ve arayan numarayı görür görmez hızla kulağıma götürdüm.

“Ülkü?”

Arabanın içinde olduğunu belli eden sesler kulağıma geldi. “Fazla zamanım yok. O yüzden sana diyeceklerimi iyi dinle. Hızla Alaçatı’dan ayrıl ve Kuşadası’na geç. Her yaz gittiğimiz yazlık evine git. Bekçiyle konuştum. Seni alacak. Bu gece orada kal. Yarın bir yolunu bulup yanına gelmeye çalışacağım. O zaman bir şeyler buluruz. Ben seni ararım,” diyerek telefonu yüzüme kapattı.

Her zaman yanımda olduğunu bu şekilde gösteriyordu. Onu hep bu yüzden seviyordum. Sevgiyi bilmeyen biri için bu bile büyük bir gelişme sayılırdı. Hayatımı tekrardan yaşamaya çalışmak istemek çok büyük bir şeydi. Ben bile buna anlam veremiyordum. Başım felaket ağrıyordu. Elimdeki telefonu Timur’a geri uzattığımda kaşlarını kaldırarak bana baktı.

“Ne dedi?”

Omuz silktim. “Eve gelemeyeceğini söyledi.”

Başını sallayarak anladığını belli etti ve gözlerini hemen karşıdaki araca sabitledi. O aracın içindeki telefonun neden önemli olduğunu deli gibi merak etsem de soramazdım. Ben ona yalan söylerken benim sorduğum sorulara neden doğru cevap vereceğini düşünüyordum ki… Elbette yalan söyleyebilirdi.

“Bu telefon neden bu kadar önemli?” diye sordum dilime hâkim olamayarak. Rolüme kendimi fazla kaptırmıştım anlaşılan.

Omuz silkti. “Yaşam sigortam.”

Söylediği cümlenin altında yatan anlamı anlamaya çalıştım ama tek yapabildiğim başımdaki güçlü ağrı olmuştu. Yaşam sigortam demişti. En azından onun yaşamasını sağlayacak bir sigortası vardı. Benim ise kaçmaktan başka bir sigortam yoktu.

Dudaklarım aralanmış bir şekilde başımı ona çevirdiğimde ilk gördüğüm şey üzerinde mavi beyaz üniformasıyla cama eğilmiş bir polis memuruydu. Kahretsin!

Loading...
0%