@esmedemirr
|
Olmak ya da olmamak! Yaşamak ve ölmek arasında ince bir çizgi vardır. Bu çizginin sizden bekledikleri ile sizden istedikleri arasında ise çok daha kalın bir çizgi bulunur ya varsınızdır ya da yoksunuzdur. Bunun başka bir açıklaması olamaz. Belki de doğru söylemiştir Shakespeare; tüm mesele olmak ya da olmamaktır, bilmek ya da bilmemektir, bütün doğruları. Hangisinin haklı hangisinin haksız olduğunun bilinmemesi ise ironi bir olaydır belki de. Tüm yaşantım boyunca neşeli bir hayat yaşamaya alışmış, hiçbir şeyi kafama dert etmek zorunda kalmamış, hayattan tek beklentisi iyi bir üniversite olan genç bir kızken; tüm hayatımın bambaşka bir yol alması demek sadece romanlarda olur adlı bir alt yazıyla benim başıma gelmesi oldukça ironikti. Hiçbir zaman için her şey olmamıştım. Belki de ikisi de aynı anlama geldiği içindi. Kendimi insanlara karşı açmakta hep bir sıkıntı yaşamıştım. Güven duygusu içimde bir yerler de ben çok küçükken bedenimi terk etmişti. Hiç kimse benim için her şey olamamışken, hayatımın böyle olmasını beklemenin sadece saçmalıktan başka bir şey olmadığını anlamakla çok iyi yaptığımı düşünmüştüm bir süre sonra. Şimdi ise sadece soğuk duvarların ardında yaşayan ailesiyle tüm bağını kopartmakla sınırlandırılmış biriydim yalnızca. Güneşli havalardan hiçbir zaman için hazzetmemiştim. Güneş demek; arkadaş demekti. Güneş demek; dışarıda yapılan mutlu arkadaş toplantıları demekti. Güneş demek; deniz, kum, huzur demekti. Ben ise her zaman evin içinde o soğuk duvarlar ardında kapalı kalmayı amaçlamış, derslerine çalışmış ve annesini üzmemek için hiçbir hatayı hayatında barındırmamış biriydim. O yüzden güneş bana haramdı. Ben zaten karanlığa alışmıştım. Soğuk duvarlarla, bedenini titretecek kadar soğuk güvensizlik hissiyle sarmalamıştım bedenimi. Kendimi anlatabilmem için sadece bunlar yetmezdi belki de ama sadece bu şekilde anlatabilirdim. Ben soğuğun kızıydım. Doğduğum ay, adım, her şeyimle soğuktum; sonbahardım ben, sarıydım. Hataydım belki de… Kim bilebilirdi ki, genç bir kızın içinde olacak olan fırtınaların daha o dünyaya gelmeden önce bedenine işleyeceğini, adını soğuğa bırakacağını? “Hazan! Neredesin?” Bir de benim zıttım, annemin biricik arkadaşının kızı, benden üç yaş büyük olmakla birlikte benden daha çocuksu davranan Ülkü vardı. Hayatı boyunca ailesi tarafından şımartılmıştı ve kendisiyle oldukça iyi anlaşmam ise ironi bir kişiliğimin olduğunu açıkça belli ediyordu. Annemden sonra sevdiğim tek kişiydi. Ne kadar çılgın ve çenesi düşük olursa olsun; onu çok seviyordum. Benim için yeri çok farklıydı ve her ne kadar bunu belli etmesem de bunu çok iyi bir şekilde biliyordu. Beni benden iyi tanıyordu. Bu da onunlayken neyi isteyip neyi istemediğimi söylemek zorunda kalmamamı sağlıyordu. “Odadayım!” Ülkü, tüm güzelliği ile içeriye girdiğinde yüzünde içten bir gülümseme vardı. Sarı saçları dalgalar halinde belinden aşağıya doğru dökülüyordu. Mavi gözlerinin etrafına yaptığı o koyu göz makyajı gözlerinin rengini daha da açığa çıkartmıştı. İnce bedeni, muhteşem fiziği ile birçok kadını kıskandırmakta üstüne yoktu. Erkeklerden ise elini ayağını çekmiş; tek derdi gerçek aşkın peşinden gitmek olan bir kişilikti. Her ne kadar birbirimizin zıttı olsak da bir o kadar da benzeriydik. “Ben gidiyorum, bir şey istiyor musun?” dedi gözlerini kısarak bana bakarken. “Ayrıca, o elinde tuttuğun şey de ne?” Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. “Kitap olabilir mi acaba?” “Adını sormuştum.” Sözcükler dudaklarından çıkar çıkmaz hızla başını salladı ve elini kaldırıp beni durdurdu. “Her neyse, vazgeçtim. Söyleme. Şimdi anlayamayacağım başka bir kitaptır. Hiç düşünüp aklımı yoramam.” Gözlerimi devirdim. “Sen gitmiyor muydun?” Saatine baktı ve dilini dudaklarında gezdirip bana döndü. “Sen ne yapacaksın? İşe mi gideceksin yoksa bugün için izin alacak mısın?” Bugünlerde başıma gelen olaylar yüzünden tam olarak aklımı toplayamadığım, kendimi hiç iyi hissetmediğim için Ülkü arada sırada Sinan Amca’dan izin almamı sağlıyordu; ama daha iki gün önce izin aldığım için bugün işe gitmem gerektiğini biliyordum. Küçük bir kafeydi belki ama yine de güzeldi. Benim için yeterli imkânı sağlıyordu. Gündüzleri ders vermek, akşamları kafe de çalışmak kolaydı. Kendime vakit ayırıyor olmak ise benim için daha iyiydi. Paraya ihtiyacımın olması ise benim suçum değildi. Annemle aramda bu kadar mesafe varken ondan kesinlikle para isteyemezdim. Benim için yeteri kadar çalışıyor ve sıkıntıya giriyordu. “Hayır, işe gideceğim. Daha iki gün önce izin almıştım. Bunu tekrardan yapmak demek Sinan Amca’nın iyiliğini sömürmekten başka bir şey olmaz!” “Nasıl istersen tatlım, yarın akşam tekrardan gelir bir uğrarım.” Yüzüne tüm erkeklerin içini titreten, kızların ise kıskançlıkla bakmalarını sağlayan gülümsemelerinden birini yerleştirdi. “Burada istediğin kadar kalabileceğini biliyorsun öyle değil mi?” “Biliyorum ve bu yüzden çok teşekkür ederim Ülkü. Bu hakkını nasıl öderim hiç bilmiyorum.” “Saçmalama lütfen. Elbette bir şey ödemen gerekmiyor Hazan. Arkadaşlar böyle günler içindir.” Gülümseyerek yanıma geldi ve kollarını boynuma dolayıp bana sıkıca sarıldı. Bunu sürekli yapmıyorduk ama şu sıralar Ülkü için en önemli şey buymuş gibi davranıyordu. Benim yanımda olduğunu en iyi bu şekilde anlattığını düşünüyordu. “İyi ki varsın,” diyerek gülümsedim. “Sen de iyi ki varsın sonbahar güzelim.” İkimizde kıkırdarken o geri çekilmişti. “Benim şimdi çıkmam gerekiyor. Kendine dikkat et. Yarın akşam gelirim. Fazla zorlama.” “Tamam. Ben de birazdan işe gideceğim zaten. Bir sıkıntı olacağını zannetmiyorum.” Kapının oraya kadar gitti ve arkasını dönüp bir öpücük attı. Bu haline kahkaha atıp başımı salladım. Kesinlikle çocuk gibiydi ama ben onu bu haliyle kabul etmiştim bir kere. Üniversite öğrencisi olması biraz olsun kıskanmamı sağlasa da yine de yapabileceğim bir şey yoktu. İçeriden gelen sesle kapının kapandığını ve Ülkü’nün İzmir’e doğru yol aldığını anlayabiliyordum. Bakışlarımı duvardaki saate çevirdim ve neredeyse geç kalacağımı fark ederek hızla ayağa kalktım. Kitabımın arasına ayracımı yerleştirdim ve komodinin üzerine koyup dolabıma gittim. Kış ayında olmamız hiçbir şey ifade etmiyordu. İki hafta önce yılbaşına girmemiz ise benim için o kadar da önemli değildi. Kot pantolonlarımdan bir tanesini çıkarttım ve hızla bacaklarımdan geçirdim. İki gün önce Ülkü’nün almış olduğu mavi bol kazağımı üzerime geçirdim ve siyah ceketimi de giydim. Siyah şapkamı başıma geçirdim. Çantamı da elime aldığımda hızla içine Ülkü’nün almış olduğu telefonumu, evin anahtarını, cüzdanımı attım. Gözlerim hemen ilerideki telefona kaydığında onu da elime aldım. O lanet adamla çarpıştıktan sonra telefonlarımız karışmıştı ve iki haftadır telefonu bir türlü açamamıştım. Kendi telefonumdan zaten hemen ileri de kurtulmak istediğim için bir daha adama geri dönmemiştim. Hızlı adımlarla kapıya ilerledim ve ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Bir an önce çıkmazsam tamamen geç kalacaktım. Tam kapıyı açmıştım ki Ülkü hızla içeriye girdi. Şaşkınlıkla ona baktım. “Neler oluyor?” Salondan bağırdı. “Telefonumu unutmuşum. Geri dönmek zorunda kaldım.” “Çıkmadan önce eşyalarını kontrol etmen gerektiğini daha ne zamana kadar hatırlatmam gerekecek?” Ellerimi iki yana açtım ve omuzlarımı yukarıya kaldırarak ona baktım. “Sanırım ölene kadar?” Yüzündeki muzip sırıtışla bana bakarken başımı salladım. Onunla laf yarışına giremeyecektim. “İşe mi gidiyorsun?” “Geç bile kaldım. Sinan Amca bu sefer benim canıma okuyacak!” Güldü. “Saçmalama, Sinan Amca seni çok sever. Ayrıca bu saatte kim olur ki kafede? Biliyorsun, yaz tatilleri için ideal olan bir yerdeyiz.” “Biliyorum ama bu geç kalabilmem için bir mazeret değil.” “Annene ne kadar benzediğini unutmuşum,” diyerek omuz silkti. “Onunla konuşma imkânın oldu mu?” Annemden bahsetmek kalbimde tarifi imkânsız bir ağrıya sebep olmuştu. Sadece iki hafta içinde onu o kadar çok özlemiştim ki… Tüm hayatım boyunca annemden asla ayrılmamıştım. Nereye giderse bende peşinden giderdim. Onunla aramdaki bağ çok daha farklıydı. Anneme olan bu düşkünlüğüm; babasız büyümenin belki de avantajlarından biriydi. Beni bu kadar seven tek kişinin kalbini kırmamak için benden ne istese direk yerine getirmeye programlanmıştım. Durum böyle olunca onun yanında mutlu rolü yapmaya başladığımı fark etmem çok büyük bir kazık saplamıştı yüreğime. Yaptığım tüm çalışmalar, aldığım tüm notlar, hepsi sadece onu mutlu edebilmek içindi. Kendim için yaptığım tek şey ise, annemin ortaya attığı fikir ile babamdan kaçmak olmuştu! “Bir kez aradım ama telefonla konuşamayacağını, kendime bakmam gerektiğini, buradaki işlemleri halletmek için elinden geleni yapacağını söyledi. Ondan sonra da bir daha konuşma imkânımız olmadı.” Başını anlayışla salladı ve kolunu omzuma atıp beni de kendisiyle birlikte dışarıya çıkarttı. “Hadi seni kafeye bırakayım. Oradan İzmir’e geçerim.” “Bu partinin önemli olduğunu söylemiştin. Geç kalmıyor musun? ‘’ Arabasının önünde durduğumuzda emin olmak için ona baktım. Benim geç kalmam o kadar da önemli değildi. Ülkü’nün babası oldukça ünlü bir iş adamıydı ve düzenlediği bu partiye kızının gelmesinin ne kadar onur duyulacak bir durum olduğunu anlatan mesajını bizzat ben almıştım. Eğer partiye benim yüzümden geç kalır ve babası ile o bitmek tükenmek bilmeyen sorumsuz kız yakıştırmasını alırsa kendimi kesinlikle kötü hissederdim. “Önemli bir parti olduğunu kabul ediyorum; ama beni ilgilendirmiyor. Babama kaç defa işinin başına geçmeyeceğimi söyledim. Fakat anlamamakta ısrar ediyor. O yüzden seni götürdükten sonra İzmir’e gidebilirim.” “Bir saatlik yolu çekeceğinin umarım farkındasındır.” Gözlerini devirdi. “Bin artık şu arabaya Hazan!” Pekâlâ, ben ona gitmesi konusunda oldukça baskıcı davranmıştım. Bu yüzden hiç kimsenin beni suçlaması gerekmeyecekti. Omuz silkip araca bindim. Ülkü sarı saçlarını kulağının arkasına sıkıştırırken bana yandan bir bakış attı. “Seni eve Fatih getirsin. Tek başına o saatte eve dönmeni istemiyorum.” Emniyet kemerimi takarken alayla mırıldandım. “İstersen bir de karşıdan karşıya geçerken elimden tutmasını da söyleyeyim ha ne dersin Ülkü?” “Sadece senin için endişeleniyorum. O adamların tekrardan ortaya çıkmasından korkmuyor musun?” Gerçekten umurumda mıydı bilmiyorum. Ailem tarafından bile dışlanmış geriye sadece annesi kalmış bir genç kızdım. Gerçek anlamda korkmuyor muydum; bilmiyorum. Bunları düşünmek başıma korkunç ağrıların saplanmasına sebep oluyordu. Yalanlar üzerine kurulu bir hayatın ardından doğruların üzerinde kurulmaya çalışılan bu hayat tam anlamıyla imkansızdı. Başarabileceğimi bile zannetmeden balıklama hayatımı yaşıyordum. “Doğruyu söylemek gerekirse, gelmeleri o kadar da umurumda değil. Tek düşündüğüm annem. O lanet adamın ona bir şeyler yapabileceği düşüncesinden hoşlanmıyorum.” “Bahsettiğimiz kişinin baban olduğunun farkındasın değil mi?” Omuz silktim. Biliyor olmak ile emin olmak arasında uzun bir yol vardı. Bahsettiğim kişi belki babamdı ama onun gerçekten babam olduğundan emin olamıyordum. Tam bir baş ağrısı gibiydi. Herhangi bir şeye konsantre olmamı istemiyor, seslere odaklanmamamı sağlıyordu. İstediğim tek şey biraz olsun nefes alabilmekti. Tek istediğim rahat bir nefes almaktı! Ben gerçekten bir babam olduğundan bile şüphe duyan biriydim. Yıllarca babasız yaşamıştım. Altı ay öncesine kadar bir babam olduğunun bile farkında değilken bir anda babaya sahip olduğumu öğrenmek kalbimin üzerine çinko dökülmüş etkisi yaratmıştı; buz gibiydi, soğuk bir histi. Yıllarca hiçbir şey hissetmeden, tüm duyularımı kapatarak sadece rol yaparak yaşamışken; bu gerçek balyoz gibi inmişti yüreğime. Bir babam vardı ve evliydi. Üstelik benden üç yaş küçük de bir kızı vardı. Yıllarca neden benim de bir kardeşim yok diye düşünmelerimin sebebini bana açık haliyle ortaya dökmüştü. Kalbim ilk defa kırılmış, ilk defa soğukluğundan taviz vermişti. Fakat o kadar kolay değildi. Hiçbir şey o kadar kolay değildi. Kırık kalp geriye nefreti taşırdı. Duygusuzlaşmana yardımcı olurdu. Kalbini kırandan intikam almak istemene sebep olurdu. Benim ise sadece bir daha asla kendimden taviz vermemem gerektiğini hatırlatıyordu. Unutmayacaktım! Kalbimi tekrardan kapatmıştım. Benim için hayatımda bir erkek kavramı olmayacaktı. Baba terimi benim zihnimde yasak kelimeydi. Tıpkı Hz. Havva’ya yasak olan elma gibi yasaktı bana. Tıpkı kısır olan bir kadının kendi kanından kendi canından bir çocuğu olmasının yasak olduğu gibi yasaktı! Başka bir çıkar yolu yoktu bu işin. Yasakla başlamıştı benim hikayem yasakla devam edecekti. Uzun süre Ülkü’ye cevap vermedim. Hatta aracı kafenin önünde durdurduğunda bile cevap verme gereği hissetmedim; çünkü yapamazdım. Belleğim tekrardan kendini eski anıların esaretine kaptırırken başımı salladım. Geçmiş geçmişte kalmıştı. Kalacaktı. Başka çıkar yolu yoktu. Benim için gelecek önemliydi. Allah’ın çizdiği yol, kader yolum benim için önemli olandı. Yaşadığım şeylere isyan etmeyecektim. Günah tohumuydum zaten. Herkes dünyaya bir sıfır önde başlarken ben bir sıfır yenik açmıştım gözlerimi. Göbek kordonum kesildiği anda o hava boğazımdan geçerken tahriş ettiği tüm yolda aldığım her nefes bir günah olduğumu haykırmıştı bana. “Fatih ile konuşurum. Beni merak etme Ülkü. Sen sadece partiye odaklan ve babanı ne kadar onurlandırabilirsin onu düşün.” “Tamam. Kendine dikkat et. Görüşürüz.” Başımı salladım. “Seni ararım.” Kapıyı açıp tam dışarıya çıkmıştım ki elimdeki çantam kapıya takıldı ve içindeki tüm malzemeler arabanın içine boşalırken sesli bir şekilde nefesimi dışarıya bıraktım. Bir kez daha sakarlığımı göstermiş bulunuyordum. Sıkıntıyla hepsini topladım ve tekrardan çantamın içine attım. Ülkü gülerek bana bakıyordu. Ona sinirli bir bakış atıp kapıyı kapattım. Ülkü sokağın başında kaybolana kadar arkasından baktım. Kış ayında olmamızı umursamıyordum. Hava buz gibiydi ama yine de soğuk havayı seviyordum. Daima sevmiştim zaten. Belki de kalbimde tıpkı hava kadar soğuk olduğu içindi. Derin bir nefes aldım ve o gülümseyen, hiçbir derdi olmayan genç kız rolüme büründüm. İçeriye girdiğim anda ilk dikkatimi çeken şey sıcak havanın boğucu nemi ve burnuma dolan kahve kokusuydu. Bugün diğer günlere oranla çok daha sakindi. İçeriye girdiğim anda direk masalarda gözlerimi gezdirdim. İki masa doluydu ve birinde ellilerinde iki tane teyze vardı. Ellerindeki Türk kahveleri fal baktıklarını anlamama yetmişti. Diğer masada ise bir kız ve bir erkek oturuyordu. Yakınlıkları sevgili olduklarını vurgular nitelikteydi. Gülümseyerek içeriye ilerledim ve kasanın yanında bulunan Fatih’le başımı salladım. “Uyuklamaya devam edeceksen, seni Sinan Amca’ya söylemek zorunda kalacağım yılışık!” Gözleri anında açılırken elinin tersiyle ağzındaki salyalarını sildi. Fatih benden iki yaş küçüktü ve burada geceleri çalışarak ailesine yük olmamaya çalışıyordu. İki ablası da üniversite öğrencisiydi. Ailesinin üzerinde yeteri kadar zaten sorun vardı. Bir de kendisi sorun olmak istemiyordu. Dağılan sarı saçlarını geriye doğru yatırmaya çalıştı ama bir türlü başarılı olamadı. Saçları sürekli önüne düşünce pes ederek bana baktı. “Neden sürekli beni bu şekilde uyandırıyorsun? Yarın kursum var benim,” diye isyan etmelerini es geçip, masanın üzerindeki peçeteyi ona uzattım. “Sil şu ağzını, güzel kızlar gelse, senin bu haline dönüp bakmaz bile. Valla kara bıyıklı Necati Amca bile bakmaz ya neyse.” Gülerek içeriye ilerlediğimde Fatih sinirle nefesini dışarıya bırakmıştı. “Hazan!” Çantamı askıya astım ve üzerimdeki ceketi çıkartıp onu da çantamın yanına bıraktım. Hemen arkamdan içeriye girmiş olan Fatih’e döndüğümde kaşlarını çatarak bana bakıyordu. “Sinan Amca nerede?” “Eve kadar gitmesi gerekti. Necla Teyze rahatsızmış galiba. Akşam siz kapatır çıkarsınız dedi.” “Tamam. Senin dersin filan yok mu? Ne diye burada bekliyorsun?” Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. “Yarın kursa gideceğim. Edebiyat yazılım var. Sen çalıştırırsın belki diye bekliyordum.” Omuz silkerek dudaklarını büzdü. “Tabi çalıştırmak istersen. Ülkü senin edebiyatta çok iyi olduğunu söylemişti.” Kitap okumak benim için bir yaşam kaynağıydı. Kendimi onların içinde kaybedip, gerçek yaşamdaki saçmalıkları zihnimden uzaklaştırmamı sağlıyordu. Edebiyat ise benim için sadece bir hobiydi ya da teknik olarak annemi üzmemek için ezberlediğim çeşitli genel kültürdü. “Fazla müşteri olmazsa neden olmasın?” diyerek gülümsedim. İşteyken gülümsemekten yüz kaslarım ağrımaya başlıyordu. Onları genellikle o kadar soğuk tutuyordum ki artık hiçbir anlam ifade etmiyordu benim için. Ama işte sürekli olarak karakter değiştirmem gerekiyordu; yalanlar bulmam, gülümsemem, pozitif olmam. Bu benim için ikinci bir hayat gibiydi. Hiç kimsenin bir şey anlamamasını istiyorsam bambaşka biri gibi davranmam gerekiyordu. “Tamam, ben kasadayım.” Fatih dışarıya çıkar çıkmaz önlüğü belime bağladım ve kendimi pastaların bulunduğu dondurucunun arkasına attım. Ne gelen vardı ne de giden. Genel olarak sakin bir yerdi. Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım ve gözlerimi kafeden ayrılan sevgililerin üzerinde gezdirdim. İkisi de bana sıcacık gülümsedi ve kafeyi terk etti. Geriye sadece teyzeler kalmıştı. Kapı oldukça sakin bir şekilde açıldı ve uzun boylu bir adam başını eğerek içeriye geçti. O kadar uzundu ki, başımı kaldırarak ona bakmak zorunda kalmıştım. Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. İlk dikkatimi çeken şey gözlerimin içine bakan tanıdık mavi gözlerdi. Saçları ıslak bir şekilde alnına dökülmüştü. Islaklığından dolayı saç rengi aşırı derecede siyah gibi duruyordu ama tam olarak emin olamıyordum. Elini saçlarının arasından geçirdi ve başını salladı. Üçgen ve kemikli bir yüzü ve o yüzü çevreleyen hafif kirli bir sakalı vardı. Üzerindeki trençkotu çekiştirdi ve rahat bir şekilde cam kenarındaki bir masaya yerleşti. Yağmurun yağmaya başladığından haberim yoktu. Derin bir nefes aldım ve kendimi sakin kalmaya ikna ederek masaya doğru ilerledim. Gelen müşterilerin siparişlerini almam gerekiyordu. İçimdeki tanıdıklık hissi giderek artarken burada çok fazla kişiyi tanımadığımı biliyordum. Kafeye gelen kişileri ise genellikle unutmazdım ve bu kadar uzun biri daha gelmiş olsaydı, ki bu sadece ufacık bir ayrıntıydı, kesinlikle hatırlardım. Hatırlamamam için bir sebep yoktu. Masanın önüne geldiğimde başını camdan çevirip bana baktı. Laciverte yakın olan gözlerini gözlerime diktiğinde tüm bedenimde gezen karıncalanmayla öylece kalmıştım. Her türlü göz rengiyle ilgili düşüncelerimi açıklayabilirdim ama bu imkânsız gibi bir şeydi. Lacivert gözleri hayatım boyunca ilk defa görüyordum. Bu tamamen farklı bir durumdu. “Merhaba, hoş geldiniz. Ne alırdınız?” Sesim düşündüğümden daha sakin çıkmıştı ve bu benim için oldukça iyiydi. Kendimi kaybetmek istemiyordum. Bu tanıdık histen bir an önce kurtulmam gerekiyordu. Aksi takdir de çok fena şeyler olacaktı. “Sade bir kahve istiyorum.” Sesi genizden geliyordu, oldukça ahenkliydi ve erkeksi bir yapıya sahipti. Tüm tüyleri havaya kaldıracak kadar da soğuktu. Başımı salladım ve hızla arkamı dönüp yerime geçtim. Bir kahve hazırlarken Fatih yanıma gelmişti. “Bu adamı daha önce hiç buralarda görmemiştim. Sen gördün mü?” Kollarını masaya yasladı ve başını yan tarafta dışarıyı izleyen adama doğru salladı. “Oldukça tuhaf biri. Bakışları bile insanın içini donduracak cinsten!” “Edebiyattan anlamıyorsun ama iki dakika içerisinde adamın kişisel analizini yaptın resmen,” diyerek dalga geçtim. Düşüncelerimden başka nasıl kurtulabileceğimi bilmiyordum. “Ayrıca bize ne? Kimse kim? Biz işimizi yapıp paramızı aldıktan sonra kim olduğu neden bizi ilgilendirmeli?” Gözlerini kısarak bana bakarken, “Böyle durumlarda Ülkü’yü ne kadar özlediğimi tahmin bile edemezsin!” dedi. “Hadi hadi, boş duranı Allah sevmez. Al şu kahveyi götür bakalım. Başka bir isteği var mı diye sormayı da sakın unutma!” “Sırf adamın yanına geri gitmemek için işi bana sattığını bilmediğimi zannediyorsan yanılıyorsun Hazan! Kesinlikle bir işe yaramadı!” O elindeki tepsi ve kahveyle giderken omuz silktim. İstediği şekilde düşünebilirdi. Ama benim için o kadar da önemli değildi. Hayatımı tek düze şekilde yaşamak istiyordum. Aklımı toplamam gerekiyordu en azından. Adam kahveyi alırken bakışlarını Fatih’in arkasından bana çevirdiğinde hızla gözlerimi kaçırdım. Bakışlarındaki donuk ifade, gözlerindeki boşluk beni korkutmaya yetmişti. Resmen sinmiştim bulunduğum yere! Korkarak bir yere varamayacağımı bildiğimden omuzlarımı dikleştirdim ve derin bir nefes alıp tekrardan arkamı döndüm. Gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Lacivert gözleri sanki daha fazla koyulaşabilirmiş gibi renk değiştirirken öylece ona baktım. Bu gibi durumlarda ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ama başını sallayıp tekrardan önüne döndüğünde tuttuğum nefesimi bırakabildim. “Adama bakmayı kesecek misin yoksa seni sapık diye polise vermesini mi bekliyorsun?” Kaşlarım şaşkınlıkla kalkarken elindeki tepsiyle yanıma gelmiş olan Fatih’e baktım. “Ne?” “Geldiğinden beri gözlerini alamadın adamdan diyorum. Kendine gel kızım. Bir erkek yüzünden resmen devrelerin şaştı!” Kaşlarım şaşkınlık geçer geçmez tekrardan eski yerine indi ve oradan da çatıldı. “Saçmalamayı kesip edebiyat notlarını getirsen diyorum. Hani yarın yazılın vardı ya?” “Sustum,” diyerek tepsiyi bıraktı ve arkadaki odaya gidip gözden kayboldu. Başımı iki yana salladım. Bu çocukla uğraşmak tam bir baş ağrısıydı. Benden küçüktü ama bazen yaşından çok çok büyük laflar edince karşısında kalakalıyordum. Arada sırada Osmanlıca söylediği sözler yüzünden karşımda bir nevi Şinasi varmış gibi hissetmiyor değildim açıkçası. Edebiyattan anlamıyordu ama Osmanlıcayı babasından dolayı çok seviyordu. Değişik bir çocuk olduğunu en başından kabul etmiştim… “Bakar mısınız?” Hızla arkama döndüm ve hemen önümde duran adama başımı kaldırarak baktım. Ben de o kadar kısa sayılmazdım ama yine de onun yanında küçücük kalmıştım. Yutkunup ona baktım. “Evet?” “Sizi bir yerden tanıyor olma ihtimalim var mı? Çok tanıdık geliyorsunuz?” Gözlerimi kısarak ona baktım. Onu daha önce görmediğime adım gibi emindim. Ama gözleri o kadar tanıdık geliyordu ki, nereden olduğunu çıkartamamıştım. “Açıkçası siz de bana çok tanıdık geldiniz; fakat nereden olduğunu bir türlü çıkartamadım. O yüzden biraz dikkatli bakıp sizi rahatsız ettiysem kusura bakmayın.” Benden beklenmeyecek şekilde nazik bir konuşma yaptığımda ben bile şaşırmıştım. Böyle bir konuşmanın benden çıkması bile büyük bir başarı sayılırdı. Naziklik kesinlikle yanımdan geçmezdi. Özellikle yeni konuşmaya başladığım birine karşı buz gibi davranırdım. Onunla arama aşırı derecede soğukluk yerleştirir, eğer onu geçmek istiyorsa çabalamasını sağlardım. Zaten istemiyorsa en kolay yolu seçip giderdi. Herkes gitmişti. O buzları eritmeye kimse çalışmamıştı. Tıpkı babam gibi kimse denememişti. “Daha önce Gaziantep de bulunmuş muydunuz?” Duyduğum ilin adıyla tüm bedenim titremişti. Kanım donmuş, kalbim kan pompalamayı bırakmıştı. Bana her zaman olduğu gibi tüm kötü anılarımı gün yüzüne çıkartırken nefesimi tuttum. Bulunduğumu söyleyip söylememek arasında gidip gelirken kendime gelmeye çalışıyordum. Adamı tanımıyordum ve peşime taktıkları adamlardan biri olabilirdi. Bunu istemiyordum. Hayatım yeteri kadar zora girmişti zaten. Bir de yeni sorunlara ihtiyacım yoktu. Tanımadığım hiç kimseye hayatımla ilgili bilgiler vermeye niyetim yoktu. Gözlerimi tekrardan lacivert gözlerine sabitlediğimde anılar gözlerimin önüne üşüştü. Parkın olduğu yerde hızlı adımlarla ilerlemelerim, sert bir bedene toslamam, yere düşmem ve bana bakan lacivert gözler! Bu adam telefonunu aldığım adamdı. Hiçbir zaman için açmayı başaramadığım telefonunu! “Şimdi hatırladım. Telefonlarımız karışmıştı. İki hafta önce öyle değil mi?” Yeni hatırlamış gibi başını sallayarak gülümsedi. “Ben de nereden tanıdığımı sorup duruyordum kendime. Saçlarınızın rengini değiştirmişsiniz sanırım. Aksi takdir de kesinlikle tanırdım.” Ellerim komut beklemeden saçlarıma giderken sarı saçların bana ne kadar yakıştığını düşündüm. Beyaz bir tenim vardı. Siyah saç da güzeldi ama sarı saçlar çok daha farklı bir hava katıyordu. Gözlerimin rengini ise saklamak o kadar da zor olmamıştı. Kahverengi lensler işimi görüyordu. “Telefonum hala siz de mi? Onunla ilgili çok önemli bilgilerin bulunduğu dosyalarım vardı. Her yerde aradım ama telefon kapalıydı.” Başımı salladım. “Kara düştüğünde kapanmıştı. Ben de açmak için uğraşmadım. Kartı bloke etmek istemedim açıkçası.” “Hala siz de yani?” Lacivert gözleri bana beklentiyle bakarken başımı salladım. Telefonu bugün için yanıma almakta ne kadar iyi yaptığımı görünce şaşırmıştım. Bu tamamen şans olmalıydı. “Evet, bende. Hatta yanımda olması gerekiyor. Bir dakika beklerseniz hemen getireyim.” Başını salladı ve gülümseyerek bana baktı. Gülümsemesi gözlerine kadar ulaşmamıştı ve tüm kaslarında gözle görülür derece de bir rahatlama gözlemledim. Adamla burada tekrardan karşılaşmış olmak çok büyük bir tesadüftü! Arkamı döndüm ve içeriye girerek çantamı elime aldım. İçinde bir benim eksik olduğum çantamdan telefon çıkmayınca kaşlarım çatılmıştı. En az yirmi kez kontrol etmiş, iki kez boşaltmış bir de o şekilde tekrardan bakmıştım ama telefon yoktu. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken Ülkü’nün arabasından inerken çantamın takılması aklıma gelince gözlerimi devirdim. İçinden düşenler arasında telefon da olmalıydı ve ben onu almayı unutmuştum. Sakarlığım bir kez daha kendini göstermişti ve telefonun sahibi telefonu bekliyordu dışarıda. Ve telefon büyük ihtimalle şu anda buradan yaklaşık olarak bir saat kadar uzak bir mesafedeydi. Adamın yanına geri döndüğümde merakla bana bakıyordu. “Üzgünüm. Bugün beni arkadaşım bırakmıştı ve arabasında çantamı düşürdüm. Sanırım arabanın içine düşmüş telefon.” “Arkadaşınızı arasanız, getiremez mi?” Başımı iki yana salladım. “Şu anda İzmir’e gidiyor. Belki de gitmiştir bile. O yüzden getirmesi imkânsız.” “Peki, biz almaya gidebilir miyiz? O telefon gerçekten çok önemli. İki hafta boşa zaman harcadım zaten.” Hızla aklımdan olasılıkları geçirdim ve ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Bakışları gittikçe donuklaşırken telefonun ne kadar önemli olabileceğini tarttım. Adamın bunu beni ilk gördüğü yerde istiyor olması, hatta onu hemen almaya gitmek istemesi, telefonun ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Yine de emin olamıyordum. Belki de bir tuzaktı. Hiçbir şeyden emin olamazdım! “Üzgünüm ama çalışıyorum gördüğünüz gibi. Bir yere gidebileceğimi zannetmiyorum.” Derin bir nefes aldı ve boynundaki damarlar kendini belli ederken sakin kalmaya çalışarak bana baktı. Ne yapacağını bilmiyordum fakat bir an önce buradan gitmek istediğime emindim. Geriye döndü ve birkaç adım ileriye gidip durdu. Bakışları tek bir noktaya, kafenin dışındaki binaya, takılırken bir anda geri döndü ve ben ne olduğunu bile anlayamadan bileğimden tutup beni içeriye sürükledi. Odaya sinirle fırlattığı anda duyduğum silah sesleriyle çığlığı basmıştım! |
0% |